Şampiy10
Magazin
Gündem

Bölünerek çoğalmak

“Bu ülkenin gelişmesini istemeyenler hep aynı senaryoyu sahneye koyarlar. Türk Kürt, Alevi Sünni vb. bölünmeleri körüklemenin peşindedir. Yüzyıllardır bu topraklarda birlikte yaşayanlar olarak, biz bu oyuna gelmeyeceğiz.”

Bilirsiniz bu cümleleri...

Partiler değişir, genel başkanları farklılaşır ama bu klasik söylem hep aynı kalır Türkiye siyasetinde.

“Dış güçler... İçerideki işbirlikçileri...”

“Bizi bölmek istiyorlar...”

“Karanlık odaklar, gizli eller...”

“Başaramayacaklar... Biz bu filmi daha önce de gördük... Oyuna gelmeyeceğiz...”



Bölünmek mevzuunu bu kadar önemseyen, bölünmeyeceğini bu kadar çok vurgulayan bir toplumda, birbirini ‘yaftalama’ alışkanlığının bu denli yaygın olması da ayrı mesele tabii.

“Bizi bölmek isteyenler var” deyip, hemen ardından; “O şunlardan...”, “Bu şucu, öbürü bucu...” diye devam edenler ülkesi burası. Bu durum da yine bize özgü bir gerçek işte.



Nüfus artış hızının en yüksek olduğu coğrafyalardan birinde yaşıyoruz. Çoğalıyoruz yani... Sürekli, düzenli olarak...

Aynı zamanda karşıtlığın, bölünmenin, çatışmaların da en yaygın olduğu coğrafyalardan biri, üzerinde yaşadığımız.

Çoğalıyoruz ama aynı zamanda bölünüyoruz... Sürekli, düzenli olarak... Bölünerek çoğalmak gibi bir geleneğimiz var.



Yine bölündük...

Daha geçenlerde; ‘iktidar yanlıları’ ve ‘cemaatçiler’ diye bölündük bu defa.

Siyasetçiler bölündü; ‘hükümetçi’, ‘cemaatçi’.

Sermaye aynı şekilde...

Emniyet, yargı, medya, bürokrasi... Hepsi bölündü.

Yine bölündük ama bu defa ikiye değil, sanki üçe...

İktidar destekçileri, cemaat yanlıları... Bir de iki tarafa da mesafeli duranlar...

“Ne olacak bu memleketin hâli?” sorusunun yanıtını belirleyecek olan da, o üçüncü parça gibi duruyor sanki.

Yani; “taraf olmayan bertaraf olur” mu endişesine rağmen taraf olmamayı yeğleyenlerin oluşturduğu üçüncü kısım.



Genellikle ‘sessiz çoğunluk’ olarak adlandırılan bir kesim vardır bilirsiniz Türkiye’de.

Bugünün ‘iki tarafa da mesafeli durmayı tercih edenler’i, o sessiz çoğunluğu andırıyor ilk bakışta. Lâkin, sosyal medya çağında pek ‘sessiz’ değil artık toplumun (ve tabii seçmenin) o bölümü.

Pekiyi ‘çoğunluk’ mu gerçekten?.. İşte onu bilemiyoruz.

Göreceğiz bakalım.

Bir de bu gerçek var

Ülke kendi içinde kaynıyor.

Gündem artık ‘gergin’lik sınırını aşmış, ‘boğucu’ olma seviyesine gelmiş. İnsanlar kaygılı...

Bu ortamda, sessiz sedasız, işinde gücünde olanlar da var. Toz duman içinde görmüyor kimse onları. Harala gürele içinde duyamıyoruz seslerini.

Onlar ise her şeye rağmen, işlerini en iyi şekilde yapmaya devam ediyorlar. En azından bu yönde bütün güçleriyle çaba göstermeye...

Paris’te sergi açan ressamları var bu ülkenin. Viyana’da resital veren klasik müzik sanatçıları var.

Uluslararası tıp kongrelerinde ayakta alkışlanan cerrahları var Türkiye’nin.

Dünyada, alanında ilkleri başaran gencecik bilim insanları var. Gazeteciliği hâlâ, her şeye rağmen evrensel meslek ve etik kuralları çerçevesinde yapmaya çalışan habercileri var.

Çok var...

Tabii görmek isteyene, duymak isteyene.

İlgilenmek, takdir etmek isteyene.

KEŞKE...

Boğuşmadan yaşayabilsek...

Yazının devamı...

O iki böceğin sırları

Biri ikametgâhındaki, diğeri de resmi konutundaki çalışma odasından çıktı. Başbakan’ı dinleyen ‘böcek’ler 2011’in son günlerinde bulundu ama ayrıntılar, olayın üzerinden iki seneden fazla zaman geçtikten sonra netleşti.

Detaylara geçmeden hemen önemli bir notu paylaşalım:

Konu hakkında çıkan haberlerin bazılarında, Başbakanlık Merkez Bina’da da dinleme cihazı bulunduğu ve zincirin bir sonraki halkasının, Yargıtay Binası’na yerleştirilen bir yansıtıcı olduğu yönünde bilgiler yer almıştı; bu, gerçeği yansıtmıyor.



Subayevlerindeki konutun ardından bulunan ikinci bir böcek var, bu doğru ama onun ortaya çıkarıldığı yer Kızılay’daki Başbakanlık Merkez Bina değil, Çankaya’daki Başbakanlık Resmi Konutu.

Ve işte konu ile ilgili detaylar...

Kesintisiz ses aktarımı

Ortam dinlemesi yapılan sistemin vericisi niteliğindeki mikrofonlu yansıtıcıları bulan, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) teknik personeliydi. MİT’in mühendisleri, yaptıkları ilk teknik incelemenin ardından bulunan cihazların niteliği hakkında, “İleri özelliğe sahip ve enerji hattına bağlantısı olduğu, güç aldığı sürece çalışmaya devam eder” şeklinde rapor verdi.

Cihazlar seyyar prize (uzatma kablolu çoklu priz) bağlı olduğundan sürekli elektrik enerjisi alıyor ve 200-300 metre yakınında bulunan kayıt ünitesine kesintisiz olarak ses aktarımı yapıyordu.

2 gün arayla 2 böcek

Dışarıdaki kayıt sisteminin -bir çantaya sığabilecek ebatta olduğundan sabit olmasının gerekmediği, örneğin bir araç içinde mobil olarak da kullanılabileceği değerlendirmesi de yine Başbakanlığa verilen bilgiler arasındaydı. İlk böcek, 28 Aralık 2011’de Başbakan Erdoğan’ın ailesiyle birlikte yaşadığı Subayevleri’ndeki konutunda yer alan çalışma odasında bulundu.

O gün Çankaya Köşkü’nde yılın son Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı vardı ve özel konuttaki böcek, Başbakan bu toplantıda olduğu saatlerde yapılan aramada bulundu.

İki gün sonra, 30 Aralık 2011 tarihinde, Başbakanlık Resmi Konutu’nda yapılan aramada, MİT ekibinin ikinci böceği bulması çok kolay oldu çünkü ilk baktıkları yer Başbakan’ın makam odasındaki seyyar prizdi.

Aynı Subayevleri’ndeki çalışma odasında olduğu gibi, Resmi Konut’taki cihaz da uzatma kablolu prizin içinde bulundu.

Ancak bu böceğin konulduğu yerin ayrı bir önemi vardı.

‘Kriptolu’nun altında

İçinde dinleme cihazı olan o priz, üzerinde Erdoğan’ın en kritik görüşmelerini yaptığı kriptolu telefonun yer aldığı sehpanın hemen altında bulundu. Yani (görüşme yapılan kişinin sesini değil ama) hem Başbakan’ın o telefondan yaptığı konuşmaları -en yakından ve net şekilde- algılayıp aktaracak hem de ortamı, bu da demek oluyor ki, o odada yapılan diğer bütün konuşmaları rahatlıkla dinleyebilecek noktada.

Yapılan ilk inceleme sonucu, iki gün arayla bulunan her iki cihazın da aynı model olduğu ve aynı elden çıktığı kesin olarak tespit edildi. Konuyla ilgili hazırlanan raporda:

- Böceklerin; odalarda var olan uzatma kablolu seyyar prizlerin, içine dinleme cihazı monte edilmiş olan birebir aynıları ile değiştirilmesi yoluyla koyulduğu,

- Dinleme faaliyetinin arkasında yabancı bir istihbarat örgütünün, yani bir başka ülkenin bulunmadığı,

- Böcekleri odalara yerleştiren şahısların, Başbakanlık koruma ekibinden iki emniyet görevlisi olduğu, bu kişilerin (Erdoğan’ın 17 Aralık 2013’ten itibaren ‘paralel yapı’ olarak adlandırdığı) ‘Gülen cemaati’ ile bağlantılı oldukları,

- Söz konusu dinleme sisteminin ciddi bir ekip çalışması ile gerçekleştiği, zincirin tamamlanması için en az 30-40 kişilik bir yapı gerektiği tespit ve bilgileri yer aldı.

Silikondan tarih tespiti

Bu aşamada, “cihazların, bulundukları yerlere ne zaman yerleştirilmiş olduğu” sorusu öne çıktı ve TÜBİTAK’tan rapor istendi.

TÜBİTAK’ın bu soruya cevap verebilmek için elindeki tek veri, açılıp içine böcek yerleştirilen seyyar prizin tekrar kapatırken yapıştırıcı olarak kullanılan silikondu.

Silikon üzerinde yapılan laboratuvar incelemesi, kesin olmasa da, yaklaşık bir tarih verdi.

Raporda belirtilen tarih aralığına bakıldığında, dinleme cihazlarının Başbakan Erdoğan’ın ameliyat olduğu ve sonrasında Ankara’da bulunmadığı nekahet döneminde yerleştirildiği sonucuna varıldı.

Başbakan 26 Kasım 2011 Cumartesi günü İstanbul’da sindirim sisteminden bir cerrahi operasyon geçirmiş ve ardından çalışmalarını, birkaç hafta süreyle Ankara’da değil, İstanbul Kısıklı’daki evinde dinlenerek sürdürmüştü.

Böcekler de, Başbakan’ın ameliyatından yaklaşık bir ay sonra, 28 ve 30 Aralık 2011 tarihlerinde Ankara’da bulunmuştu.

Bu tarihler ışığında yapılan değerlendirme, cihazlarının aktif olduğu dönemin büyük kısmında Başbakan’ın İstanbul’da olması nedeniyle, gerçekleştirilen ortam dinleme faaliyetinin çok uzun bir süreyi kapsamadığı yönünde.

O dönemin görüşmeleri

Başbakanlığın, böceklerin ne kadar süre ile işlev gördüğünü, yani dinleme faaliyetinin hangi tarihten itibaren yapıldığının netleştirilmesini istemesinin nedenine gelince...

Ortam dinlemesine maruz kalan her iki oda da, Başbakan Erdoğan’ın hem devlet işlerinde hem de özel hayatında en mahfuz görüşmelerini yaptığı mekânlar.

Dolayısıyla zaman aralığını bilmek; o dönemlerde kimlerle, hangi içerikte konuşmalar yapıldığının (mesela kaydedilenler arasında devlet sırrı niteliğinde görüşmeler olup olmadığının) tespiti ve gerekirse o konular ile içeriklerin gözden geçirilmesi açısından önemseniyor.



HER İLDEN BİR LİSTE İDDİASI

Ankara’da son günlerin en ciddi söylentisi yine yasa dışı dinlemelere ilişkin. Güvenlik ve istihbarat kulislerinde, yakın zamanda her ilden ayrı bir ‘dinlenilenler listesi’ çıkabileceği konuşuluyor.

Güvenilir kaynakların da teyit ettiği bu duyumun ardında, Başbakan Erdoğan’ın ‘paralel devlet’ olarak adlandırdığı yapının, il emniyet müdürlüklerinde terörle mücadele ve organize suçlar şubelerinde kadrolaştığı iddiası yer alıyor.

Tarihin en büyük casusluk olayı

Kulislerde; Emniyet Teşkilatı’nda söz konusu birimler eliyle her ilde, farklı kesimlerden o kentin önde gelen isimlerinin dinlenildiği konuşuluyor.

“Her ilden bir liste çıkacağı” iddiasını seslendiren kaynaklar, bu durumun toplamda on binler, hatta yüz binlerce kişinin doğrudan ya da dolaylı olarak dinlenilmiş olması anlamına geldiği; bunun da tarihin en büyük casusluk ve dışarıya bilgi kaçırma olayı olduğu yorumunu yapıyorlar.

Ankara kulislerindeki bu kritik söylenti, mevcut gerginliğin önümüzdeki günlerde daha da yükselerek devam edeceğinin işareti olarak görülüyor.

Yazının devamı...

Başbakan’ın Kabataş öfkesindeki önemli ayrıntı

Mevzuyu biliyorsunuz... Geçen yıl, gündemin İstanbul Taksim Gezi Parkı’nda yaşananlara kilitlendiği günler...

1 Haziran 2013 tarihinde, İstanbul Kabataş Vapur İskelesi’nin karşı kaldırımında bebeğiyle birlikte bekleyen baş örtülü bir kadına, Gezi eylemlerine giden kalabalık bir grubun sözlü ve fiziki tacizi olduğu, kadının darp edildiği iddiası...



Detaylar malum...



Türkiye olaydan; Zehra D’nin başına böyle bir taciz ve darp vakası geldiğini söyleyip önce savcılığa suç duyurusunda bulunması, ardından birkaç gazeteye röportaj vermesiyle haberdar oldu.

Konu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sert tepkisi ile birlikte ülkenin gündemine oturdu.



Aradan 8 aydan fazla zaman geçti; geçenlerde, olayın yaşandığı iddia edilen yerin, o tarih ve saatteki görüntüleri yayınlandı.

Zehra D’nin avukatı, yayınlanan görüntülerin eksik olduğunu öne sürdü ve iddialarının arkasında durdu.

Başbakan Erdoğan’ın İstanbul Bahçelievler Belediye Başkanı’nın gelini olduğunu açıkladığı Zehra D’nin merkezinde yer aldığı gelişme 8 ay sonra tekrar siyasetin gündemini belirliyor.

Erdoğan öfkeli:

“Haziran’daki linç girişimi yetmezmiş gibi 8 ay sonra medya yeniden linç girişimine başlıyor. Malum gazeteler, televizyonlar, aynı yerden emir ve talimat alarak, genç bir kadın üzerinden linç kampanyası başlatıyor” dedi önceki gün.



Başbakan’ın olay ile ilgili durduğu nokta, Haziran 2013’teki ile aynı.

İlave öfkesinin nedeni, 8 ay sonra yayınlanan görüntüler üzerinden yeniden ısıtılan ve şekillenen gündem.

Küçük bir araştırma yaptım.

Ulaştığım bilgi şu:

Başbakan Erdoğan, geçen yıl haziran başında, olayı öğrenir öğrenmez, yaşananlara ilişkin ne kadar görüntü varsa toplanıp kendisine getirilmesini istemiş.

Erdoğan ne olup bittiğine dair detayları, bölgedeki MOBESE ve özel güvenlik kameralarına yansıyan görüntülerden izlemek istemiş ama İstanbul Emniyeti’nden gelen yanıt, “Görüntü yok” şeklinde olmuş.

Başbakan’ın şu son günlerdeki ilave öfkesinin nedeni bu işte.

Olayın ardından kendisine, olmadığı söylenen görüntüler 8 ay sonra ortaya çıkıyor ve Erdoğan bunları televizyondan izliyor.

Tayyip Erdoğan, paralel yapı olarak adlandırdığı kadroların kendisinden bilgi ve belge gizlediğini, bu yetmezmiş gibi olay gün ve saatinin görüntülerinin, üstelik de montajlı şekilde, aylar sonra medyaya servis edildiğini düşünüyor.

Özetle...

İşin özüne dair görüşünü değiştirmiyor olsa da, Erdoğan’ı olayın yanı sıra işte bu durum da hiddetlendiriyor.

Yazının devamı...

Gül’ün internet yasası stratejisi

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, önceki akşam Macaristan’dan döndü, ayağının tozuyla Twitter’dan art arda şu mesajları yayınladı:

- Bir süredir gündemdeki internet yasası hakkında yoğun mesajlar gönderiyorsunuz.

- Mesajlarınızda özellikle iki husus üzerinde itirazlar ilettiniz. Bu iki noktaya ilişkin sakıncaların esasen ben de farkındaydım.

- Nitekim, Hükümetimizle temasa geçip bu iki noktaya ilişkin düşüncelerimi paylaşmış ve bunların düzeltilmesini istemiştim.

- Memnuniyetle görüyorum ki iki maddeyle ilgili kaygılar yarın yeni bir yasal düzenlemeyle giderilecek.

- Bu düzenlemenin süratle gerçekleşmesine fırsat vermek için Macaristan’dan döner dönmez önümdeki yasayı onayladım.

- Hükümetimiz ve siyasi partilerimize gösterdikleri anlayıştan ötürü teşekkür ederim. Hepinize iyi akşamlar diliyorum.



Gül’ün bu tweet’leri üzerine Twitter karıştı.

#unfollowabdullahgul yani “Abdullah Gül’ü takibi bırak” başlığıyla kısa sürede bir kampanyaya dönüşen dalga, Cumhurbaşkanı’nın takipçi sayısının yaklaşık 100 bin eksiltti.

Gül’ün, yukarıdaki haberi verdiği sırada 4 milyon 390 binin üzerinde olan takipçi sayısı, dün akşam saatlerinde 4 milyon 290 bin civarına düşmüştü.

Henüz 24 saat dolmadan 100 bin kişi Cumhurbaşkanı’nı izlemeyi bırakmıştı ve ‘unfollow’lar sürüyordu.

Bu durum üzerine, Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever’i aradım dün.

Abdullah Gül’ün, Twitter’daki takibi bırakma protestosu hakkında ne düşündüğünü sordum önce.

Sever; Cumhurbaşkanı ile bu konuyu konuşmadıklarını, Gül’ün bu tepkiye ilişkin görüşünü bilmediğini, dolayısıyla da herhangi bir yorum yapamayacağını söyledi.



Ardından Sever’e, yasayı onayladığı için Cumhurbaşkanı Gül’e yönelen eleştirileri hatırlattım.

Söze, “Sayın Cumhurbaşkanı Macaristan dönüşü, konutta, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan ile görüştü. Hukukçularını da çağırıp onların son görüşlerini de aldı” diye başlayan Ahmet Sever şöyle devam etti:

- Söz konusu olan bir ‘torba yasa’ olduğu için, Sayın Cumhurbaşkanı’nın o iki maddeyi ayırmasının mümkün olmadığı bilgisi verildi kendisine.

- Aynı şekilde, hukukçular, bu yasa ortadayken aynı konuda başka bir yasal düzenleme yapılamayacağını belirttiler ve maddelerde değişikliğin ancak bu kanunun yürürlüğe girmesinin ardından söz konusu olabileceği bilgisini verdiler kendisine.

- Zaten Sayın Bakan da o iki maddenin değiştirileceğini açıkladı. Dolayısıyla Sayın Cumhurbaşkanı, o iki maddenin bir an önce tadil edilmesine imkân sağlamak adına yasayı onayladı.

- Cumhurbaşkanımız bu süreçte başka tartışmaların oluşmaması ve nihai olarak ‘amacın hasıl olması’nı önceleyerek hareket etti.

- Eğer bu yasayı veto etseydi ve -hatırlayın Şike Yasası’nda olduğu gibi yasa Meclis’ten aynı şekilde geçip tekrar önüne gelseydi, o zaman biliyorsunuz, bu şekliyle onaylamaktan başka seçeneği olmayacaktı. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı, kamuoyunda tartışma yaratan o iki maddenin değiştirilmesini bu yolla garantiye almış oldu.

Basın Başdanışmanı Sever, Cumhurbaşkanı Gül’ün konuya bakışını ve uyguladığı yöntemin gerekçelerini işte böyle anlattı.

Yazının devamı...

Feyzioğlu siyaset mi yapıyor?

Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu geçen perşembe Van’daydı biliyorsunuz.(http://haber.gazetevatan.com/utanmasalar-uste-cikacaklar/609237/1/gundem)(http://haber.gazetevatan.com/feyzioglundan-hem-nalina-hem-mihina/609354/4/yazarlar)

O seyahate ilişkin haber ve Feyzioğlu ile uçakta yaptığımız sohbetin bir kısmı yukarıdaki linklerde yer alıyor.

***

Bugün de sırada, kamuoyunda bir kesimin aklındaki şu sorular var:

- TBB bir siyasi parti, Feyzioğlu da o partinin genel başkanı mı ki bu kadar aktif ve gündemde?

- Metin Feyzioğlu siyasete hazırlanıyor ve TBB Başkanlığı bunun alt yapısı, hazırlığı mı?

İşte Feyzioğlu’nun bu sorulara yanıtı:

- Siyasetin alt yapısıyla ilgisi yok. Görevimizi yapıyoruz. Kanunumuza göre hukukun üstünlüğü ve insan haklarını korumakla görevliyiz. Bu kavramlar da ancak somut olarak insana bağlandığında anlam kazanıyor. Ben oy istemeye gitmiyorum. İlla bir siyasetle bağlantı kurulmak isteniyorsa, hukukun üstünlüğü siyaseti yapıyoruz. Merkezimize de insanı koyuyoruz. Bu, Ankara’da oturup yapılabilecek bir şey değil. Van’da eğer Muharrem bebeğin ailesinin acısına ortak olmasam, yaptığımız bütün işler ‘yapmış olmak için yapılmış’ olur.

- TBB ve baroların bir başka görevi de meslek itibarını yükseltmektir. Esas olan da meslektaşların birbiri nezdinde itibarının yükselmesi değil, toplumun gözündeki itibarın yükselmesidir. İnsanlar TBB’yi, baroları ve avukatları, sığınacak, güvenecek bir dost olarak görüyor. Toplumda ‘hakların koruyucusu avukat ’ fikri doğuyor. Bizim yaptığımız; haklarının farkında olmayan, en temel hakların bile devlet tarafından kendisine adeta bir lütuf olarak verilmesine alışkın bir toplumun hizmetine, sahip olduğu hakları sunmaktan ibaret. İşte böyle diyor Metin Feyzioğlu.

Örnek!

Derya Sazak bir kitap yazmış. Hepimize örnek olması gereken bir kitap. Özellikle de biz gazetecilere. Gerçekten ‘örnek’! Ama kötü bir örnek.

Gazetecilik ve mesleki etik adına, yöneticilik ve güvenilirlik adına, insani değerler ve ahlakî kaygılar adına kötü, çok kötü bir örnek. Her zaman yapılması, olunması gerekene dair olmaz ‘örnek’ dediğiniz. Bazen de yapılmaması, olunmaması gerekene ilişkin olur. İşte bu ‘örnek’te olduğu gibi.

***

O şunu demiş, bu bunu yazmış, diğeri öyle yapmış; beni ilgilendirmiyor. Hepsi detay; geçiniz. İçeriğin hiçbir önemi yok, daha doğrusu hiçbir önemi kalmıyor bu örnekte.

Kalmıyor çünkü karşımızda duran yöntem, tarz, üslup; içeriğin önüne geçiyor.

Yapılan iş, yapılış şekli itibarı ile gayri ahlaki; bu bir.

İkincisi, o saygın makamda kendinden önce oturanı da, sonra oturmakta olanı da, daha sonra oturacakları da töhmet altına almaya matuf bir adım. Ve üç; zannedersiniz ki bu kitabı yazan kişi, ilkeleri doğrultusunda görevinden istifa edip gitmiş!

***

Bakın; herkesi eleştirebilirsiniz, hiç kimseyi beğenmeyebilirsiniz. Olabilir, hakkınızdır. Kimsenin sözü olmaz. Lâkin...

İnsanları karalamak, lekelemek, zan altında bırakmak için plan yapmak...

Sahip olduğunuz konumun size sağladığı imkânlarla, yine sıfatınız gereği içinde bulunduğunuz ortamlardan malzeme toplamak...

Sonra o biriktirdiklerinizi neşretmek, ortaya çıkanın adını da ‘kitap’ koymak.

Buna sizin oralarda ne ad verilir bilmiyorum ama bizim buralarda ‘ayıp’ diyorlar, ‘nankörlük’ diyorlar, hatta ‘ihanet’ diyorlar.

Sadece ekmek yediğiniz kuruma değil, her şeyden önce, gençlere ilkelerinden bahsettiğiniz mesleğimize ihanet.

***

Fazla uzatmaya gerek yok.

Bahse konu kitabın sanırım tek iyi yanı var; o da medyada yıllardır öyle ya da böyle ‘ismi’ olan birinin gerçek karakterini bu vesile ile öğrenmiş olmak. Aslına bakarsanız, böyle ‘örnek’ler olsun ki; ‘düzgün’ örneklerin farkı çıksın ortaya. Yoksa insanlar her gazeteciyi aynı, her genel yayın müdürünü birbirinin kopyası zannedebilir.


KEŞKE...

Eski genel yayın müdürleri, para verip almaya değer eserlere imza atsalar.

Yazının devamı...

Feyzioğlu’ndan hem nalına, hem mıhına

Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu ile birlikte Van’daydık dün.

Henüz bir buçuk yaşında bu dünyadan ayrılan Muharrem Taş‘ın kederli ailesine destek için Van’a gitti Feyzioğlu ve TBB heyeti.

Minicik evladının cansız bedenini sırtındaki çuvalda taşımak zorunda kalan o baba ile buluştu. Feyzioğlu’nun Van temaslarına ve açıklamalarına ilişkin detayları VATAN‘ın haber sayfalarında bulacaksınız.

Ben de bu sütundan, TBB Başkanı ile Van - İstanbul yolculuğu boyunca uçakta yaptığımız sohbetten en güncel başlığı aktaracağım.

Yargıda paralel yapı gündemi

Yargının temel unsurlarından olan avukatların temsilcisi Feyzioğlu’na, “Yargıda paralel yapılanmanın boyutları nedir ve 17 Aralık sürecinde yaşanan tartışma ortamını siz nasıl değerlendiriyorsunuz” diye sordum.

İşte Metin Feyzioğlu’nun kapsamlı yanıtı:

- Yolsuzluk soruşturması da, bunun hemen akabinde bizzat Sayın Başbakan tarafından ortaya atılmış olan ‘yargıda paralel devlet iddiası’ ve belli davalarda silahlı kuvvetler ve bir takım kişilere kumpas kurulduğu iddiaları da üst başlıkta yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile ilgilidir.

- Yolsuzluk soruşturmasını da paralel devletin tespit edilmesi ve gereğinin yapılmasına ilişkin işlemleri de mahallemizin manavı yapmayacaktır. Teminatlı savcılara, bağımsız hâkimlere ihtiyacımız vardır.


- HSYK için önerdiğimiz modelin ne kadar önemli olduğu işte bu noktada daha da net şekilde ortaya çıkıyor. Benim 2 sorum var. 1) İktidar kendi içinde cemaat ve AK Parti olarak çatlamasaydı yolsuzluk soruşturmasında düğmeye basılır mıydı? Cevap: Hayır. 2) Aynı şekilde, bu çatlama olmasa paralel devlet ve kumpas iddiaları gündeme getirilir miydi? Cevap: Hayır.

- Şu hâlde bu iddiaların gündeme getirilme sebebi, iktidarın kendi içindeki hesaplaşmasıdır. Ancak bu, yolsuzluk soruşturması ve paralel devlet iddialarının gerçek dışı olduğu anlamına asla gelmez. Bunları birbirinden ayırmak lazımdır.

- Amacımız yargının siyasal hesaplaşma arenası olmaktan kurtarılması ve böylece her yurttaşımızın hukuki güvenliğe kavuşturulmasıdır. Bu noktada Sayın Başbakan ve yakın çevresi ‘kumpas ve yargı içindeki paralel devlet iddiaları’nı gündeme getirmekle çok büyük bir siyasi görevi üstlerine almışlardır.

- Bu iddiaların hem delillerini ortaya koymak zorundadırlar hem de kumpas sonucu zindanlara atılmış olan kişilerin çektiği işkenceye son vermek, onların yeniden ve adil yargılanmasını sağlamakla yükümlüdürler.

- TBB olarak biz, ÖYM’lerin TBMM tarafından kaldırılmalarına karar verilen 2 Temmuz 2012’den sonra vermiş oldukları bütün hükümlerin yeniden yargılamasının yasal olarak önünün açılmasını talep ettik. Böylece hem yasama organı yapmış olduğu büyük yanlıştan dönmek suretiyle toplumun kendisine yeniden güvenmeye başlamasını sağlayabilecek hem de yargı, yasama tarafından önü açıldıktan sonra tabiri caiz ise namusunu temizleyebilecektir. Bu, yargıya duyulan güvensizliğin de panzehiri olabilecektir. Sayın Başbakan bu siyasi görevi üstlendiğine göre siyasi sorumluluğun altına da girmiştir.

- Bütün bunlara ilaveten, Türkiye sadece bu dönemde değil bildik bileli yargı yoluyla bir öç alma kısır döngüsü içindedir. Fakat dün yapılan yanlışlıklar bugünkü yanlışlıkların mazereti olamaz. Tam aksine, dünden ders alma imkânı varken bunu yapmayıp, öç mekanizmasını sürdürenlerin kusurunu daha da artırır.

- Şimdi önümüzde önemli bir fırsat var. İktidarıyla muhalefetiyle gelin, ileride yeni öç alma projelerinin aracı olacak gizli tanıklığı kaldıralım, ses bantları ve dijital verilerin tek başına delil olmalarına bir son verelim. Yoksa sizi temin ederim iktidarlar değişir, buna bağlı olarak mazlumlar da değişir ama zulüm hep devam eder.

Yazının devamı...

CHP’ye adaylık soruları

Cumhuriyet Halk Partisİ(CHP) yönetiminin yerel seçimlerdeki adaylarını belirleme sürecinde yaşananları biliyorsunuz.

Söz konusu ‘ana muhalefet’. Teknik olarak ‘iktidar adayı’. Yani en azından öyle olması gerekiyor.

Dolayısı ile insan hele de son Parti Meclisi toplantısında yaşananları ve oradan çıkan ilçe adaylarını görünce sormadan edemiyor:

1) Elinizde; geçmişte belediye başkanlığı yapmış bir partilinin oğlunun da belediye başkanlığına uygun bir aday olduğu görüşünü destekleyecek ne tür veriler var?

2) ‘Baba oğul’luk ilişkisi belirleyici bir kriter ise; o zaman, eski belediye başkanı ‘baba’nın görev yaptığı dönemdeki başarı ya da başarısızlığı, seçilmesi hâlinde oğlunun performansına dair bir fikir verebilir mi?

3) Size; yıllardır belediye başkanı olan bir partilinin eski eşinin de bırakın başarılı olup olmaması boyutunu -belediye başkanlığı için biçilmiş kaftan olduğunu düşündüren nedir?

Adaylık için ‘eski eş’ sıfatının yanında aranan özellikler arasında; popüler olmak, düzgün fiziksel görünüm ya da yaklaşık 454 kilometre yürüyebilmek de var mıdır?

4) Adı partiniz ile özdeş, eski başbakan ve cumhurbaşkanının torunu olmak, belediye başkan adaylığı için yeterli midir?

5) İdeolojik olarak partinizin tam aksi istikametinde yer alan bir eski başbakanın yeğenini aday olarak belirlemiş olmanızın -o kişinin geçmiş bürokrasi kariyeri ve donanımı ne denli parlak olursa olsun- en azından ‘soyadı’ itibariyle seçmeninize sempatik gelmemesini garipsiyor musunuz?

6) Aday tespitinde, ilçe ya da kentin özelliğine göre; soyadı, etnik köken veya mezhep aidiyetine göre pozitif ayrımcılık yapılmış mıdır?

Eğer kimi yerlerde misal -Kürt kökenli ya da Alevi olmak belirleyici kriter olarak göz önüne alındı ise bu yaklaşım doğru mudur?

Durum böyle ise bu, genel siyasette hep eleştiri konusu olan etnik ya da mezhepsel temelli siyaset anlayışının yerel bazdaki tezahürü değil midir?

7) Özellikle bazı anakent ya da il belediyeleri için tespit ettiğiniz adayların politik kökenlerinin, yine partinizin geçmişte mücadele ettiği siyasi akımlardan olmasının beraberinde getirdiği eleştirileri tutarlı buluyor musunuz?

8) Son Parti Meclisi toplantısında yaşanan “Nasuh Mahruki vak’ası” için yorumunuz nedir?

Bu durum, parti içi demokrasi ya da çok sesliliğin bir örneği olarak mı görülmeli?

9) Bir ana muhalefet partisinin kendisine avantaj sağlayacak siyasi atmosferi yakalayabilmesi için; şu an Türkiye’de var olan gergin tartışma ortamı ve iktidar partisinin merkezinde yer aldığı mevcut siyasi konjonktürden daha uygun bir zemin bulabileceğini düşünüyor musunuz?

10) Partinizin, aday belirleme sürecindeki performansı ile yerel seçime bir buçuk ay kala, seçmen gözündeki imajı hakkındaki kanaatiniz nedir?

Teşekkür ederim.

KEŞKE...

Her eleştiriyi düşmanlıkmış gibi algılamasak.

Yazının devamı...

Aziz Yıldırım’a sorular

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım yarın akşam CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın konuğu olacak.

İhtiyacı olduğundan değil ama sevgili Ahmet Hakan’a katkı mahiyetinde, aklımda sorular var Aziz Yıldırım’a yöneltilebilecek:

1) Sayın Başkan, ilk günden bu yana, şahsınıza ve Fenerbahçe’ye komplo kurulduğunu söylüyorsunuz. Siz ve başında bulunduğunuz kulüp ne yaptı ki birileri sizi hedef seçti?

2) Sayın Başkan, bir önceki soruya, “Ben Atatürkçü, Fenerbahçe de Atatürkçülüğün son kalesi olduğumuz için komploya hedef olduk” şeklinde cevap veriyorsanız; bu ülkedeki tek Atatürkçü kulüp başkanı siz, tek Atatürkçü kulüp de Fenerbahçe midir?

3) Sayın Başkan, siz adını vererek itham ettiğiniz ve bilmediğim için soruyorum; Fethullah Gülen hangi kulübün taraftarıdır; bu konuda bir bilginiz var mı?

4) Sayın Başkan, sizin izniniz olmadan seyircilerin çekirdek bile yiyemediği Şükrü Saracoğlu Stadı’nın tribünlerinde geçmişte, “Adam gibi adam Recep Tayyip Erdoğan” pankartı açılmış olması size ne ifade ediyor?

5) Sayın Başkan, Süper Lig’in 18’inci haftası sonunda Fenerbahçe en yakın rakibinin 10 puan önündeydi. 20’nci hafta sonunda puan farkı 4’e indi. 18’inci haftaya kadar size komplo kuranlar mı bekledi yoksa Fenerbahçe onları da mı yeniyordu? Saha dışı güçler bekledilerse, neyi ve neden beklediler; yok eğer futbol takımınız ilk 18 haftada saha dışı rakipleri de yeniyor idiyse, son iki haftada ne değişti de yenemedi?

6) Sayın Başkan, 2003-2004 sezonunu hatırlıyor musunuz? Fenerbahçe’nin, ilk yarı sonunda Beşiktaş’ın 8 puan gerisinde olduğu ve ligi bu rakibinin 14 puan önünde şampiyon olarak tamamladığı o sezon ile ilgili düşünceniz nedir? O sezon da Beşiktaş’a komplo kurulduğu ve Fenerbahçe’nin de ipi bu sayede göğüslemiş olduğu düşünülebilir mi?

7) Sayın Başkan, Fenerbahçe’nin mağdur olduğu her hakem kararı büyük bir komplonun sahaya yansıyan neticesiyse, Fenerbahçe’nin lehine sonuç doğuran hatalı düdükleri nasıl adlandırmak gerekiyor?

8) Sayın Başkan, bugün merkezinde yer aldığınız gergin ve sıkıntılı gündemin oluşmasında, “Fenerbahçe Cumhuriyeti” ya da “Fenerbahçe ve diğerleri” anlayışının da bir etkisi olabilir mi?

9) Sayın Başkan, bir dönem TSK için yapılan “O kadar sık ve çok açıklama yapıyorlar ki, artık söylediklerinin bir ağırlığı kalmadı” eleştirisinin sizin için de geçerli olabileceği görüşüne katılıyor musunuz?

Teşekkür ederim.

ÖNEMLİ NOT - 1:

Bütün bu soruları soruyorum diye beni Fenerbahçe ya da Aziz Yıldırım düşmanı diye yaftalamaya hiç heves etmeyin.

Çünkü yakınlarım bilir, sizlerle de paylaşayım;

Şike davası sürecinde -konunun mahiyetinden bağımsız şekilde- hem Aziz Yıldırım’ın şahsi tavrını, hem de Fenerbahçe camiasının kendisine sahip çıkan tutumunu hep takdir ettim, hâlâ da ediyorum.

Bir Beşiktaşlı olarak, bizim camiada o süreçte adı geçen mensuplarımıza yönelik olarak ortaya atılan ve itibar gören “Aklanın da gelin” anlayışının, ilk anda kulağa hoş gelmekle birlikte doğru bir yaklaşım olmadığı kanaatindeydim, hâlâ da böyle düşünüyorum.

Ayrıca, suçlu dahi olsa Yıldırım’a verilen cezanın çok fazla olduğuna inanıyorum. Hatta bu tür durumlarda, spor insanlarına verilmesi gereken cezanın hapis değil, sportif faaliyetlerden men boyutunda olması gerektiğine...

ÖNEMLİ NOT - 2:

“Önemli Not - 1”i okumasına rağmen yine de bu yazı üzerine klavyeye sarılıp hakaret ve küfür içeren mesajlar atmaya yeltenecek olanlar varsa, son sorum da onlara:

Sizce esas olan kişi midir, kurum mu?

Size de teşekkür ederim.

KEŞKE...


Yazdıklarımız ya da söylediklerimiz, sadece okuyan ya da dinleyen, karşımızdakilerin anladığı kadardan ibaret olmasa.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.