Şampiy10
Magazin
Gündem

Taş Devri ailesi Ankara’da yaşıyor

Bugün Ankara’nın ağır, karmaşık ve yorucu siyasi gündeminin dışında bir konu olsun istedim.

Buyurun...

***

Kim ne kadar haberdar bilmiyorum ama Ankara’da çok önemli bir müze var.

Türkiye’de tek olmanın ötesinde, dünyada bile sayılı benzeri var MTA Tabiat Tarihi Müzesi’nin. (http://www.mta.gov.tr/v2.0/daire-baskanliklari/ttm/)

MTA yani Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü kampüsünün 100. Yıl semtindeki girişinde yer alan müze yenilendi. Kuruluşunun 46’ncı yılını kutlayacak olan müzede yarın tören var.

Meşhur dinozor iskeleti yine müzenin girişinde karşılıyor ziyaretçileri.

***

Gelelim, Tabiat Tarihi Müzesi’nin en önemli bölümlerinden birine...

Benim de şimdi alenen ‘torpil’ yapacağım bir bölümüne.

Anadolu’da yaşamış ilk insanın izleri var o kısımda.

Ayak izleri...

Bilim insanları üzerinde senelerce tartışıp nihayetinde “12 bin yıl” öncesine ait olduğuna karar verdi o izlerin.

Yetişkin insan, yanında bir çocuk ve onların yanında da köpek... İzler bunlar.

Yani tam 12 bin yıl önce Anadolu’da, Taş Devri ailesinin yaşadığının kanıtı. Ve o çağda bile insanın evcil hayvanlar ile yan yana olduğunun.

***

Manisa’da, Salihli Gördes yolu üzerinde (Demirköprü Barajı’nın hemen yanında) bulundu bu izler.

1968 senesinin aralık ayı başında...

O dönem bölgede volkan cürufları rezervi konusunda çalışan genç bir prospektör buldu bu önemli tarihi kalıntıyı.

Kula civarındaki volkanlardan yayılan lav ve küller, ilk çağlarda bölgede yaşayan insan ve hayvanların çamurda bıraktığı ayak izlerinin üzerini kapatınca, toprak pişmiş ve bir anlamda seramik tabletlere dönüşmüş.

Ve işte o izleri 12 bin yıl sonra dikkatli bir madenci, Mustafa Çelik fark edip, bir arkeolog titizliğiyle yerinden çıkartıp Ankara’ya, çalıştığı kuruma getirdi.



Çelik, 1958’de girdiği MTA’dan 1994’te emekli oldu. Şu anda 79 yaşında. Ankara’da yaşıyor. Eşi Zeynep Çelik ile birlikte, 2 çocukları 4 de torunları var.

Mustafa Çelik’in 36 yıl hizmet verdiği MTA’daki müzede sergilenen “ilk insanın izleri”nin hikâyesi böyle.

Eline sağlık baba. Senle gurur duyuyorum. Hep olduğu gibi.


KEŞKE...

Ankara’da yaşayanlar ya da yolu Ankara’ya düşenler vakit ayırıp, genç kuşağın en önemli ressamlarından Baran Kamiloğlu’nun; hocası ve Türk resminin yaşayan markalarından biri olan Mustafa Ayaz’ın adını taşıyan müzedeki sergisini gezse.

Yazının devamı...

Yaş 19; yolun sonu!

Ali İsmail Korkmaz’ın katil zanlıları yargılanıyor Kayseri’de.

Kim ya da kimlerdir Ali İsmail’in katilleri?

İsimlerini bilmiyorum ama onları tanıyorum.

Mahkeme ne karar verir nihayetinde?

Bilmiyorum.

O karar kimi, ne kadar tatmin eder?

Tam olarak edeceğini sanmıyorum. Kimseyi...

Yargılamadan çıkacak sonuç, o annenin, o babanın, o ablanın, o ağabeyin alazlarla kavrulan yüreklerini bir nebze olsun soğutabilir mi acaba?

Mümkün mü? Ağırlaştırılmış müebbet gibi bir ceza çıkarsa belki, o da bir nebze...

***

Koskoca ülkede, bir avuç kişi dışında herkes neden Ali İsmail Korkmaz’ın fotoğraflarına bakıp aynı şeyleri hissediyor biliyor musunuz?

Bir avuç yüreği nasır bağlamış dışında herkes neden aynı duygu seline kapılmış durumda?

Çünkü bir ‘çocuk’ öldü.

Öldürüldü.

Karanlığa gizlendi katilleri.

Yetmedi, o karanlığı daha da karartmak için yapmadıkları kalmadı ‘çocuk’ öldükten sonra.

2 Haziran gecesinden bu yana, tam 8 aydır, her gecenin karanlığında -velev ki uyuyabiliyorlar- ‘karabasan’larla boğuşmuyorlarsa eğer; insan olmadıklarının tescilidir bu durum.

***

Bir ‘çocuk’ öldü.

Öldürüldü.

19 yaşında.

***

Sakın çıkıp bana, kâğıt üzerinde reşit olmaktan bahsetmesin kimse.

19 yaş nedir biliyor musunuz?

19 yaş aslında, gerçek manada;

Henüz âşık bile olamamışlıktır.

Henüz hayal bile kuramamışlıktır geleceğe dair.

Henüz anne baba kıymeti bilememişliktir.

Henüz para kazanıp, alın teri ile kazandığını keyifle harcayamamışlıktır.

Henüz dünyayı tanıyamamışlıktır.

Henüz hayatı yaşayamamışlıktır.

***

İşte bu yüzden herkesin yüreğini dağlamıştır Ali İsmail Korkmaz’ın ölümü, öldürülmesi.

Kendinizi bir düşünün... 19 yaşındaki hâlinizi. Sonra da o yaşta öldüğünüzü... Öldürüldüğünüzü.

Varsa, evladınızın 19 yaşını düşünün. Sonra da o yaşta öldüğünü... Öldürüldüğünü.

Henüz o yaşa gelmemişse, evladınızın 19’unu gözünüzde canlandırmayı deneyin. Sonra da o yaşta öldüğünü... Öldürüldüğünü.

***

Cahit Sıtkı’nın o şiirini okumuş muydu acaba Ali İsmail?

Okuduysa hesaplamış mıydı acaba 35’ine daha kaç yılı olduğunu? Kaç sene sonra ‘yarısı’na geleceğini yolun?

“Yaş 35, yolun yarısı eder” dizesini okuduysa, hiç aklına gelir miydi; “Yaş 19, yolun sonuymuş meğer” dizesini zihinlerimize, gönüllerimize kazıyıp gideceği?..

***

Koskoca ülkede, bir avuç kişi dışında herkes neden Ali İsmail Korkmaz’ın fotoğraflarına bakıp aynı şeyleri hissediyor biliyor musunuz?

Çünkü bir gecenin karanlığında...

Bir ‘çocuk’ öldü.

Öldürüldü.

Henüz sadece 19’unda.

KEŞKE...

Bu kadar çok ölmesek...

Yazının devamı...

Uçan milyon dolarlar

Soru 1:

Türkiye’de bir F-16 pilotunun maaşı kaç lira?

Cevap:

F-16 kullanan bir subayın aylık geliri 5 bin liranın üzerinde. 5 ile 6 bin TL arasında.

***

Soru 2:

Bir F-16 savaş uçağının bir saatlik uçuş maliyeti ne kadar?

Cevap:

Bu sorunun farklı kaynaklarda farklı yanıtları var. 7 bin 500 Amerikan Doları’ndan 25 bin dolara kadar değişen rakamlar bunlar. Haydi biz en düşüğünü doğru kabul edelim. Onu da Türk Lirası’na çevirip, yaklaşık 20 bin lira diyelim.

***

İki sorunun sonucunda ortaya çıkan tablo şu:

Sadece bir saat havada kalması için en az 7 bin 500 dolar harcanan Savaşan Şahin’i o bir saat süresince uçuran pilot, ayda yaklaşık 2 bin 500 dolar kazanıyor.

Bir saatlik maliyetin üçte birini, bir ayda...

Hemen belirtelim, aylık maaşı 2 bin 500 dolar seviyesinde olan o pilota emanet ettiğiniz uçağın fiyatı (modellerine göre değişse de) yaklaşık 100 milyon TL.

***

Bir soru daha...

Sizce, bir savaş pilotunun bu ülkeye maliyeti ne kadardır?

Bu soruya Milli Savunma Bakanlığı’nın verdiği resmi yanıt, “Bir F-16 pilotu teğmenin maliyeti 4 milyon TL’dir” şeklinde.

Bu ‘teğmen’in maliyeti...

‘Binbaşı’ rütbesine gelmiş bir pilotunkini buyurun siz hesaplayın...

***

Nereye mi varmak istiyorum?

Şuraya...

Türkiye’deki savaş pilotu sayısı 700 ile bin arasında. Haydi diyelim bin kişi. Üstelik bunlar sadece F-16 pilotları değil. Ağır nakliye uçaklarından diğer askeri jetlere kadar hepsi...

70 küsur milyonluk ülkede topu topu bin kişi.

‘Pahalı makine’leri kullanarak yaptıkları işin maddi boyutu bir yana, görevleri, ‘ülke güvenliği ve prestiji’ni etkilemekten de öte doğrudan belirliyor.

***

Pilotların mecburi hizmet süresi 15 yıldı.

Zorunlu hizmet 10 yıla düşürüldü ve (yine Milli Savunma Bakanlığı’nın Meclis’te verilen bir soru önergesine cevabından aldığımız bilgiye göre)

“2013 yılı Ocak - Şubat emeklilik/istifa döneminde Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan 63’ü muharip jet uçağı pilotu olmak üzere toplam 110 pilot subay istifa ile TSK’dan ayrılmak için müracaat etti.”

Yani neredeyse Hava Kuvvetleri’nin pilot mevcudunun yüzde 10’u. Ve sadece geçen yıl...

Mecburi hizmet süresi şimdi tekrar yükseltiliyor.

Yaklaşık 14 yıl 6 aya çıkacak.

***

Diyeceğim şu...

Bazı meslekler var ki; ülkeler açısından, hem yapılan yatırım hem de belki 10 yılda bir kez ama ihtiyaç duyulduğunda alınan sonuç itibariyle diğerlerinden farklı.

Savaş pilotluğu da bu ‘özel’ mesleklerden biri.

Bu insanların çoğu, yaklaşık 2 katı maaş karşılığında özel hava yolu şirketlerine geçmek için ayrılıyorlar Hava Kuvvetleri’nden.

Yani 5 - 6 değil, yaklaşık 10 - 12 bin TL maaş için.

***

Ve bu noktada son iki soru:

Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti için, en fazla bin kişinin maaşını, misal milletvekili maaşı seviyesine çıkartmak çok mu zordur?

Böyle bir değişikliğin ülke bütçesine getireceği ekstra yük, o pilotlar ayrılıp gittiğinde oluşan yetiştirme maliyeti kaybı ile kıyaslandığında ortaya nasıl bir kâr zarar tablosu çıkar?

Yazının devamı...

Onlar büyüdü ve kirlendi dünya

Sarışınsa “sarı pipi”...

Esmerse “arap”...

Kızılsa “salça”...



Kısa boylu ise “ufaklık” ya da “bacaksız” veya “yerden bitme” hatta “cüce”...

Uzun boylu ise “sırık”, hatta “deve”...

Kilolu ise “şişko” veya “tombalak” ya da “dobiş”, hatta “fıçı”...

Zayıf ise “sıska”, “çırpı”...



İlkokul günlerinizden hatırlarsınız. Ya da o çağda çocuğunuz varsa ondan bilirsiniz.

Çocuklar acımasızdır.

Karşısındakinin canını acıtır mı kullandığı sözcük, düşünmezler.

Birbirlerine sürekli lakap takarlar. Ve ‘lakap’ adı altında kullandıkları her hitap sözü, ‘aşağılama’, ‘küçümseme’ mesajı içerir özünde.

Çocuk bunları bilmeden kullanmaya başlasa da, zaman içinde farkına varır ve bir anlamda sadistçe devam eder çevresindekilere bu tür sıfatlarla hitap etmeye.

Yaşı büyüdükçe, kullandığı sözcükler de değişir, çeşitlenir, gelişir.

Yetişkinliğinde diline pelesenk olacak hakaret ve küfür dağarcığının altyapısıdır aslında çocukluk günlerinde oluşan.

Ve tabii ‘yaftalama’, ‘karalama’ geleneğinin...



Bugün içinde bulunduğumuz ortam ‘sonuç’tur yani. O çocukların yetiştiği ortamı yaratan ve yaşatanların ürettiği bir sonuç.



Çocukluktan itibaren böyle yetişen ‘büyükler’in ülkesinde yaşıyoruz.

Hiç tanımadığı, sadece ekranlarda, gazete sayfalarında gördüğü kişileri peşin hükümlerle yaftalayan, o çocukların büyümüş hâli işte.

En yakınındakilere bile pervasızca, yargısız infazları reva görenler de aynı ‘büyükler’.

Kendisi gibi düşünmeyen herkese hiç çekinmeden hakaret eden, küfür eden, çamur atanlar da yine onlar.

Ve öyle çoklar ki!

Etrafınıza şöyle bir bakın, hemen göreceksiniz onları.

Her alanda, her sektörde, her seviyede varlar ve çoklar.



Bu türün en belirgin ve ortak özelliklerinden ilki, ezberler ile yaşamaları.

İkincisi, hayatları boyunca hiç bakmadıkları için, ‘ayna’ya hiç ihtiyaç duymamaları. Ve üçüncüsü, karşısındakileri de kendileri gibi bilmeleri. Asgari insani kaygılara sahip olanların hassasiyetlerini algılayamamaları da bu yüzden zaten.



KEŞKE...

TBMM Genel Kurul salonunda ortaya çıkan görüntüler, sokaklarda yaşananlardan farklı olsa.



CHP’de Ankara kulisleri

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yıllardır yerel bazda iktidarda olduğu Ankara’nın Çankaya ve Yenimahalle, İstanbul’un da Beşiktaş, Kadıköy, Bakırköy gibi önemli ilçelerindeki adaylarını hâlâ açıklamış değil.

İstanbul kulislerini bir başka yazıya bırakıp, yaşadığımız Ankara hakkında konuşulanları aktarayım.



Ana muhalefet partisinin kulislerinde, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ve 30 Mart’ta yine Ak Parti’nin adayı olan Melih Gökçek’in, yakında ‘sağlık gerekçesi ile’ adaylıktan çekileceği yönünde ciddi bir beklenti var. CHP’liler, böyle bir durumda kendi büyükşehir adayları, MHP kökenli Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mansur Yavaş’ın seçimi çok daha rahat şekilde kazanacağı görüşündeler.



Ancak yine aynı CHP’nin kulislerinde bazı partililerin dikkat çektiği bir başka nokta var. O da; CHP’nin geleneksel solcu ve Alevi seçmenlerinin Mansur Yavaş ismine mesafeli bir duruş sergileyebileceği yönündeki söylentiler.

Bu ihtimali göz ardı etmeyen CHP’liler, Yavaş’ın yanında meydanlara çıkacak olan ilçe adaylarının her zamankinden daha fazla önem kazandığını vurguluyorlar.

Partide ağırlık kazanan görüş, bir nevi denge unsuru olarak; Yenimahalle’de mevcut başkan Fethi Yaşar, Çankaya’da ise ‘sosyalist sol’ gelenekten gelen ve Alevi bir siyasetçi olan Durdu Özbolat’ın aday olmalarının, büyükşehir sandığını da CHP açısından olumlu etkileyeceği yönünde.

Hatta bazı CHP’liler, bizzat Büyükşehir Adayı Mansur Yavaş’ın da bu düşünceyi paylaştığını söylüyorlar.

Kulislerde konuşulanlar böyle ama herkes biliyor ki, sonuçta, kulislerde konuşanların değil, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun dediği olacak.

Yazının devamı...

Ankara’da neler konuşuluyor?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ankara Subayevleri’ndeki özel konutunun altında yer alan ofisinde bulunan dinleme cihazını oraya yerleştiren kişinin kimliği ve bağlantıları yakında kamuoyuna açıklanacak.

Ankara’da son günlerde sıklıkla seslendirilen ve artık güvenilir kaynakların da teyit ettiği gelişmelerden ilki bu.

Söylenti, o böceği Başbakan’ın konutundaki ofise yerleştiren kişinin, Erdoğan’ın o dönemki yakın koruma ekibinden bir polis memuru olduğu yönünde. Tekrar ediyorum, işin bu kısmı henüz ‘söylenti’ düzeyinde.

Belge MİT’in değil ama MİT’ten

Kısa bir süre önce “MİT belgesi” diye yayınlanan ve “Paris’te 3 PKK’lının öldürülmesi talimatı” olduğu öne sürülen yazıyı üreten ve medyaya sızdıran kişi belirlendi.

Ankara’da son günlerde sıklıkla seslendirilen ve artık güvenilir kaynakların da teyit ettiği gelişmelerden ikincisi ise bu.

Milli İstihbarat Teşkilatı’nın kuruma ait resmi bir yazışma olmadığını açıkladığı o belgeyi oluşturan ve bir gazeteciye veren kişinin ‘içeriden’ olduğu tespit edildi. Söz konusu kişinin bir MİT çalışanı olduğu, hakkındaki kurum içi soruşturmanın devam ettiği ve bu istihbarat elemanının soruşturmanın sonuna dek görevinden alındığı bilgisi teyitli.

Yetkililer, bu noktada 2 ayrı suç unsurunun bulunduğu görüşünde. Hem “sahte belge üretmek” hem de sahte de olsa “Teşkilat bünyesinden dışarıya belge sızdırmak”.

Yakında tamamlanması beklenen soruşturmanın sonuçlarının da yukarıda yer alan ilk gelişme (Başbakan’ın konutundaki çalışma odasında bulunan böcek konusu) gibi kamuoyu ile paylaşılacağı söyleniyor.

Bin 900 paralel hâkim ve savcı iddiası

Ve Ankara’da son günlerde sıklıkla seslendirilen ama öncekilerden farklı olarak -güvenilir kaynakların kesin olarak teyit etmemekle birlikte yalanlamadığı üçüncü haber:

Söylenti; Başbakan’ın ‘paralel yapı’ olarak adlandırıp ‘temizleneceği’ni söylediği kadroların ‘yargı’ ayağındaki ‘hâkim ve savcı’ sayısının bin 900 civarında olduğu.

(Hemen belirteyim; kısa süre önce tartışılan “2 bin kişilik liste var” haberi ile bu söylentinin ilgisi yok.)

HSYK’nın internet sitesindeki bilgiye göre Türkiye’de toplam; 8 bin 960 hâkim ve 4 bin 706 savcı görev yapıyor. Yani ülkede toplam 13 bin 666 ‘hâkim ve savcı’ var.

Kulislerdeki bin 900 rakamı gerçeği yansıtıyorsa, bahsedilen grup genelin yüzde 14’üne tekabül ediyor.

Yani her 100 hâkim ve savcıdan 14’ü.

Dediğim gibi, eğer teyit edilmeyen ama aynı zamanda yalanlanmadığı için “muhtemel” kabul edilen bu rivayet gerçeği yansıtıyor ise.

2 Hakan Şükür daha çıkabilir

Son bir not...

İktidar partisi Meclis Grubu’nda, Hakan Şükür örneğinde olduğu gibi safını ve tavrını açık açık ortaya koyup partiden istifa edebilecek sadece 2 milletvekili daha olduğu bilgisi de yine başkent kulislerinin en dikkat çeken söylentileri arasında.



NOT:

Kulislerde bunların dışında da onlarca söylenti var havada uçuşan.

Yukarıdakiler, diğer onlarcasından daha ciddi ve bazıları tamamen, bazıları kısmen teyitli olduğu için bu satırlarda yer aldı.

Ankara’da her zaman geçerli olan ama özellikle böyle dönemlerde daha da artan, “gelen bilgilerin içindeki manipülasyon maksatlı unsurlar” payını da unutmamak gerekiyor tabii.

Yazının devamı...

Manidar zamanlama dedikodusu

Yakında Yargıtay’dan art arda bazı onama ve bazı bozma kararları gelirse şaşırmamak lazım.

Ankara’da, yüksek yargı kulislerindeki son söylenti bu.

(Hemen baştan, daha bu noktada söylemeliyim ki; kararlar kimi şaşırtır, kimi şaşırtmaz bilemem ama ben öncelikle böyle söylentilerin dillendirilebiliyor olmasına şaşırılması gerektiğini düşünüyorum.)



İddiaya göre; Yargıtay 4’üncü Dairesi, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki’nin, başta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na açtıkları olmak üzere bazı tazminat davalarını yakın zamanda karara bağlayacak.

Aynı iddianın ikinci (ve bana göre çok daha önemli) bir bölümü var.

Adliye koridorlarında deniliyor ki; Yargıtay’dan çıkacak kararlar, Özhaseki ve dolayısı ile iktidarı rahatsız edecek türden olacak.

Bu iddia doğru çıkar ve o davaların temyiz kararları önümüzdeki günlerde ve öne sürüldüğü şekilde çıkarsa, gergin tartışma gündeminin bir kez daha, bu kez Yargıtay boyutu ile alevleneceğini tahmin etmek güç değil.



Gündem malum...

İktidar, ‘yolsuzluk’ başlığının altına gizlenmiş bir komplo hatta darbe girişimi ile karşı karşıya olduğunu söylüyor.

Muhalefet, iktidarın bu söylem ile hedef saptırdığını ve yolsuzlukların üstünü örtmeye çalıştığını iddia ediyor.

Bu tablo içinde ‘yargı’ adeta yangın yeri. Biliyorsunuz işte son haftalarda yaşanan gelişmeleri.



Kılıçdaroğlu yaklaşık 3 sene önce, TBMM’deki bütçe konuşmasında dile getirdi Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nde yolsuzluk yapıldığı iddialarını.

3 yılın sonunda durum şu:

Kayseri Belediye Başkanı Özhaseki;

Kılıçdaroğlu’na toplam 10 dava açtı. Bunların 4’ü sürüyor, 6’sı bitmiş. Biten 6 davadan ikisini CHP Genel Başkanı kazandı. Özhaseki’nin kazandığı (yani Kılıçdaroğlu’nun tazminat ödemeye mahkûm olduğu) 4 dava dosyası ise Yargıtay’da.

Yine Mehmet Özhaseki’nin lehine sonuçlanan, CHP’li Şevki Kulkuloğlu’na karşı 4, Atilla Kart’a, Deniz Baykal’a ve Sözcü Gazetesi’ne karşı 1’er davanın temyiz dosyaları hakkında da Yargıtay 4’üncü Dairesi’nden karar bekleniyor.

Özhaseki’nin CHP Tüzel Kişiliği’ne karşı açtığı ve kaybettiği dava da Yargıtay’da.



Şimdi...

Söylenti, bu davalardan Özhaseki’nin lehine sonuçlananların Yargıtay tarafından bozulacağı, aleyhine sonuçlanan davanın ise onanacağı.

Dikkatinizi çekerim, söz konusu davalar ‘yolsuzluk’ iddiaları ile ilgili.



Yargıtay’dan hangi dosya hakkında ne karar çıkar bilemem. Zaten bilememem gerekir . Kimsenin bilememesi gerekir.

Yüksek yargının vereceği kararlar hakkında bu tarz dedikoduların, bu kadar kolayca konuşuluyor olması bile başlı başına vahim bir durum.

Öncesinde çıkartılan her türlü dedikodu, çıkacak kararı peşinen lekelemek gibi bir sonuç doğuruyor çünkü. Karar hangi yönde olursa olsun...

Yüksek yargıdan çıkacak kararları manipüle etmek kime ne tür bir fayda sağlar bilemiyorum ama bunun en başta yargıya zarar vereceği kesin.

Hele de böyle bir dönemde.

‘Zamanlaması manidar’ gelişmelerin havada uçuştuğu şu gündemde bir de “Yargıtay faslı” açmaktan kim(ler)in ne tür çıkar(lar)ı olabilir?



NOT:

Okuduklarından sonra, “Bu tür dedikoduları neden yazıyorsunuz” demeye hazırlananlarınıza peşinen şunu söyleyebilirim.

Bilenler biliyor; yüksek yargı camiasında şu aralar en çok konuşulan konulardan biri bu.

Maalesef öyle.

Gazeteciye “Neden yazıyorsunuz” demek yerine, bu söylentileri yayanlara “Bunları neden konuşuyorsunuz” diye sormak sanırım daha yerinde olur.

Çünkü konuşulmazsa, gazeteci duymaz. Duymazsa da yazmaz, yazamaz.

Yazının devamı...

10 sene önceki kaza ve sonrası

“Annemi kaybettiğimiz, babamın da yaralandığı o trafik kazasının üzerinden 10 buçuk yıl geçti ama bizdeki etkileri hâlâ geçmedi.”

Böyle başlıyor okur mektubu...

“Ölen benim annem, ölen benim babam, cebimden çıkan avukat paraları, tazminat paraları benim param. Suçlu ise oraya bir uyarı levhası bile koymayan ama yaptığı açıklama ile işin içinden sıyrılan Karayolları. Bir mucur bakın nelere sebep oldu. Asfaltlama çalışması yapılan mucurlu yol üzerinde ikaz işareti olmaması sebebiyle başımıza gelmeyen kalmadı” diye devam ediyor...



Tarih 13 Temmuz 2003...

Balıkesir - Edremit karayolunda bir trafik kazası oldu.

Yolda asfalt çalışması vardı ve sürücü, yol üzerinde serbest durumda bulunan mucur sebebiyle direksiyon hâkimiyetini kaybetti. Otomobil karşı yönden gelen araçla çarpıştı.

Sürücü yaralandı, yanındaki eşi hayatını kaybetti.

Aile, yolun o kısmında uyarı levhası bulunmadığını, dolayısı ile kazadan Karayolları Genel Müdürlüğü’nün (KGM) sorumlu olduğunu söyledi.

O dönem çalıştığım gazetede kazayı, ailenin yaşadığı dramı ve genel olarak yaz aylarında daha da yoğun olan tatil yörelerindeki yollarda asfalt çalışması yapılmasının yanlış olduğunu konu alan bir yazı yazdım.

Karayolları’ndan teknik bir yazılı açıklama geldi. Özetle, “Gerekli uyarı işaretleri vardı, sorumluluğumuz yok” diyen KGM’nin bu görüşüne de sonraki yazımda yer verdim.

Aile, gerekli ikaz levhalarının olay yerine kazadan (ve benim kaza ile ilgili yazımdan) sonra yerleştirildiğini iddia etti.



O kazada annesini kaybeden, babası yaralanan okurumdan önceki gün bir mektup geldi. Tam 10 buçuk yıl sonra...

Bizlerin arşive terk edip unuttuğu olayın ardından yaşadıklarını anlattığı bir mektup...

- Mucur sebebiyle yaşanan kazada annemin ölmesi yetmemişti. Üstüne devlet annemin ölümüne sebebiyet verdiği iddiasıyla babam hakkında kamu davası açtı. Ne de olsa 8’de 8 suçluydu babam. Arabası kayarak karşı şeride girmişti ya!

Bunu da hatalı sollama diye kayıtlara geçmişler ve kaza sonrasında babam beyin travması geçirirken ona imzalatmışlar.

- Bu suçlamalara karşı babamı savunması için tuttuğumuz avukat başka davaları takip ederken birden konuyu unutmuş ve davaları takip etmemiş! Ne tanıklar dinlenmiş, ne deliller sunulmuş, ve de babam polis zoruyla dinlenmek üzere mahkemeye çağrılmış.

- Yüzde 100 haklıyken birden babam hakkında paraya çevrilemeyen 4 yıl hapis cezası geldi. Yani sakat adam 4 sene hapiste yatacaktı.

- Biz avukat beyin görevini yaptığını, davayı takip ettiğini zannedip, babamın ruhsal ve fiziksel tedavisi için korkunç bir uğraş verirken bunlar olmuş, haberimiz yok.

- Durumdan haberimiz olunca avukata, görevini yerine getirmediği için dava açtık, haklı bulunduk ama zaman aşımı sebebiyle kendisi bir ceza almadı!

- Neticesinde babamı kurtarması için yeni bir avukat tuttuk. Bu avukat babamın suçsuzluğunu ispat etme yoluna gitmemeyi tercih ederek “Evet suçludur ama eşini kaybetmiştir, derin vicdan azabı içindedir” şeklinde bir savunma yaparak o yıllarda çıkan bir yeni kanun maddesinden yararlanarak babamı hapis cezasından kurtardı.

- Mutluyduk en azından hapse girmeyecekti babam. Ama bitmedi...

- Bize çarpıp ölüme sebep olan diğer sürücü, kazada sadece yaralanmasına rağmen bizden 12 bin TL manevi tazminat aldı. Rapora göre babam 8/8 suçluydu ya!

- Annemin öldüğü o kazadan 4 sene sonra babam da beyin kanamasından vefat etti. O kazanın beyninde bıraktığı hasarlar onarılamadığı için.



“Evde eski dosyalarımı karıştırırken, annem ve babamın geçirdiği kaza üzerine köşenizde yazdığınız yazıları buldum. Olaydan sonra başımıza gelenleri de size yazmak ihtiyacı hissettim. Nasıl bir ülkede yaşadığımızı bir daha vurgulamak için...” diyor okur mektubunda.

KEŞKE...

Vatandaş olarak devlete tam manasıyla güven duyabilsek.

Yazının devamı...

Hangi gelişmiş ülkede?..

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Genel Kurulu toplandı dün.

Adalet Bakanı ve Bakanlık Müsteşarı’nın da katıldığı genel kurul toplantısından, HSYK’da üyelerin dairelere dağılımında görev değişikliği kararı çıktı.

Haber kanalları ve internet siteleri “son dakika” gelişmesi olarak verdi haberi.

Televizyon muhabirleri HSYK Binası’nın önünden yaptıkları canlı yayınlarda şu tür haberler aktardılar:

Flaş, flaş... “HSYK Birinci Dairesi’nde, üyeler Bülent Çiçekli ile Ahmet Berberoğlu’nun yerine, Üçüncü Daire Üyesi Rasim Aytin ve İkinci Daire Üyesi Halil Koç getirildi...”

Benzer haberler, farklı adliyelerden birçok savcı için de geldi son dönemde.



Yargı dünyasının yanı sıra, Emniyet Teşkilatı’ndan da benzer haberler var son haftalarda sürekli olarak.

“Şu emniyet müdürü gitti, bu emniyet müdürü geldi...”

“O daire başkanı alındı, öbür daire başkanı getirildi...”

“Bu şube müdürünün yerine, şu şube müdürü atandı...”

Savcıları koruma görevini yapan polis memurlarına kadar...



Gündemdeki konuda sıcak gelişme elbette ‘haber’dir.

Haberciler elbette anında aktaracaktır yaşananları ve çıkan kararları.

Haber olmasına haberdir de...

Yıllarca hep ne dedik biz bu ülkede?

Misal, Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) toplantılarından çıkan terfi ve sonrasındaki atama kararları ile ilgili hemen herkesin paylaştığı görüş neydi?

“Dünyanın hangi gelişmiş ülkesinde kamuoyu generallerin terfi, emeklilik veya görev değişiklikleri ile ilgilenir” demiyor muyduk?

“Batıda, hangi demokratik ülkede sokaktaki insan kuvvet komutanlarının, hatta genelkurmay başkanlarının isimlerini bilir” diye sormuyor muyduk?

Diyorduk, soruyorduk.

Ve haklıydık da.



Pekiyi şimdi aynı soru cümlelerini; içindeki “paşa”, “general”, “asker” sözcüklerinin yerine, “savcı”, “hâkim”, “emniyet müdürü” ya da “polis” kelimeleri koyarak kurma hakkımız yok mu?

Subay silahlı ise polis de öyle.

Subay üniformalı ise polis de üniformalı. Hâkimin, savcının cübbesi de bir nevi üniforma sayılabilir.

General seçilmiş değil ‘atanmış’ da, polis, hâkim ve savcı öyle değil mi?

Dolayısıyla...

Geçmişte “Bizi neden ilgilendiriyor” dediysek bugün de aynını söylememiz gerekmiyor mu?

Geçmişteki “Bana ne”mizde haklı idiysek, bugün de haklı olmaz mıyız?



Farklı yorumlanmasın...

Konu TSK değil burada.

Konu; bize özgü, Türkiye’ye özgü koşullar ve yine bizim çifte standartlarımız.



KEŞKE...

Bazen, bazı insanların bu dünyaya sadece başkalarından bir şeyler istemek için gelmiş olduğu duygusuna kapılmasam.



Büyükanıt bir şey söylemeli

Eski ABD Savunma Bakanı Robert Gates kitap yazdı.

Dünkü VATAN ’da okumuşsunuzdur.

“Görev” adlı kitapta, TSK’nın 2008’de Kuzey Irak’taki PKK unsurlarına yönelik olarak düzenlediği ‘Güneş Operasyonu’ ile ilgili bir bölüm de var.

“Harekâtın derhal durdurulması için 4 kez uyarıda bulundum” diyor Gates.

O günleri hatırlıyorsunuzdur.

Sadece 8 gün süren (21- 29 Şubat 2008) operasyon için herkes “Neden bu kadar çabuk bitirildi” diye soruyordu.

Kamuoyunda hâkim görüş “ABD istedi ve Türkiye sınır ötesi operasyona son verdi” şeklindeydi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın bu iddialara verdiği cevap arşivlerde duruyor:

“ABD bölgeyi verdi, git dedi gittik, dur dedi durduk, dön dedi döndük. O zaman bu üniformaları çıkartalım. Bunu kanıtlasınlar, bu üniformayı çıkartırım. Bu kadar kesin söylüyorum. Ne ABD’den ne de içeriden, harekât sonlansın diyen olmadı. Siyasi şeyler oldu ama harekâta tesir etmedi.”

Büyükanıt aynen böyle demişti 2008 Mart başında.

Operasyonun son bulduğunun açıklanmasından bir gün önce Ankara’da bulunan Robert Gates’in kitabında yazdıklarından sonra, sanırım Büyükanıt’ın o döneme ilişkin bir şeyler söylemesi gerekiyor. Yeni bir şeyler...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.