Şampiy10
Magazin
Gündem

“2 Ocak 2014 tarihine kadar TSK ile ilişiğinizi kesmeniz...”

30’un üzerinde subay ve astsubaya birkaç gün önce tebliğ edilen resmi yazı, başlıktaki cümle ile son buluyor.

TSK ile ilişiği kesilen personelin tam olarak kaç kişi olduğu açıklanmış değil.

Aslına bakarsanız, 30 - 35 dolayında subay ve astsubayın ordudan ihraç edildiğine dair, Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan bir açıklama da yok.



Ülke gündeminin toz dumanı arasında kim ne kadar ilgilenecek, ne kadar tartışılacak bilemiyorum...

Lakin başka bir dönemde olsa muhtemelen manşetlere çıkacak olan bu gelişmenin ayrıntıları da çarpıcı.

Şöyle ki...

Aldığım bilgilere göre;

- Ordudan ihraç edilen (çoğunun subay ve toplam 30 civarında olduğu belirtilen) bu personelin bir bölümü, İzmir’de devam etmekte olan ‘Askeri Casusluk Davası’nda tutuksuz yargılanmakta olan muvazzaflar.

- Ancak “2 Ocak 2014 tarihine kadar TSK ile ilişiğinizi kesmeniz gerekiyor” şeklindeki tebligatın iletildiği askeri personelin ihraç gerekçesinin söz konusu dava ile bir ilgisi yok. Zaten ihraç edilenlerin, sadece bir kısmı ‘Askeri Casusluk Davası’nın sanığı.

- İhraç gerekçesi ‘disiplinsizlik’. Bu gerekçe, tebliğ edilen emirde “TSK Personel Kanunu ve Subay Sicil Yönetmeliği’ne aykırı davranış/faaliyetler içinde bulunmak” şeklinde yer alıyor.

- ‘Disiplinsizlik’ gerekçesinin altında, soruşturma dosyalarının bazılarında, “Pornografik içerikli film çevirmek, gayri ahlaki ilişkiler içinde olmak” gibi maddeler bulunuyor.

- Alınan, bir Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) kararı değil. Kuvvet komutanlıklarının kendi iç soruşturmalarının neticesi. Yani Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne itiraz yolu açık.

- TSK’da, ‘disiplinsizlik’ ya da ‘yasa dışı faaliyet’ gibi gerekçelerle personel ihracı, sadece YAŞ toplantılarında ele alınıp karara bağlanan dosyalar üzerinden yapılmıyor. Farklı gerekçeler ile geçmişte alınan çok sayıda benzer karar var. Yani yıllardır, hemen her dönemde benzer şekilde personel ihracına rastlamak mümkün. YAŞ kararları yazılı olarak açıklandığı için kamuoyu haberdar oluyor ama ilişik kesme işlemleri bu prosedür ile yılın herhangi bir döneminde gerçekleştiğinde, kurum dışından pek duyan olmuyor.

Yazının devamı...

Atasözleri

Bana dokunmayan yılan bin yaşasın. Bugün bana, yarın sana. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.

İnsan beşer, kuldur şaşar.

Güvendiğim dağlara kar yağdı.

Hatasız kul olmaz.

Ne ekersen onu biçersin.

Yarası olan gocunur.

Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar.

Dost, kara günde belli olur.

Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.

Bilen bilir, bilmeyen aslı var sanır.

Zenginin malı züğürdün çenesini yorar.

Yerin kulağı vardır.

Herkes ne ederse kendine eder.

Ummadığın taş, baş yarar.

Her kuşun eti yenmez.

Son pişmanlık fayda etmez.

Rüzgâr eken fırtına biçer.

Ayranım ekşi diyen olmaz.

Dil kılıçtan keskindir.

Kurunun yanında yaş da yanar.

Dost acı söyler.

İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır.

İnsan karşısındakini kendi gibi bilirmiş.

Hak yerini bulur.



Arşiv orada duruyor... Farklı konular için kim bilir kaç kez yazdım.

Yıllardır, dilimde tüy bitti; “Yapmayın, yapmayalım” diye diye...

Artık ‘alışkanlık’ boyutunu aştı, neredeyse ‘genetik kod’a dönüşme noktasına geldi diye...

Ülkenin en büyük problemi, insanımızın ‘çifte standart’ hastalığı diye.

Konuya bakışımıza göre; işimize geleni görüp/duyma, işimize gelmeyeni ise yok sayma alışkanlığımızdan söz ediyorum.

Atasözlerine atıf yaparak konuşma huyumuz da, bahsettiğim bu kötü alışkanlığın en çarpıcı boyutlarından biri.

Söz aynı söz...

Kullanan aynı kişi...

Ama aynı atasözü, aynı kişinin ağzından; dün ‘itham’, bugün ‘savunma’ aracı.

Ya da tam tersi.

Dün aynı söz ile kendini savunan biri, bugün çıkıp o sözü kullanarak başkalarını suçlayabiliyor.

Yukarıdaki atasözlerinin içinden gündeme denk düşenleri de yine bu hastalıklı anlayışımız ile seçeceğiz, biliyorum. İşimize gelenleri, işimize geldiği gibi.

‘Çifte standart’ bu toplumun standart donanımı hâline geldi çünkü.

Bünyamin Aygün

Biz gazetecilerin kaderidir. Nadiren aldığımız ödüller vb. gelişmeler ile ama çoğunlukla başımıza kötü bir şey geldiğinde ‘haber’ biz oluruz.

Yanımızda da çok az kişiyi buluruz böyle durumlarda.

Her gün sorunlarını gündeme taşımamız, seslerini duyurmamız için kapımızı aşındıranların çok azı gelir destek vermeye, güç vermeye.

Milliyet’in foto muhabirlerinden Bünyamin Aygün, Suriye’de kaçırıldı. Neredeyse bir aydır işinden, evinden, ailesinden, arkadaşlarından ayrı.

İyi haberlerini bekliyoruz Bünyamin’in.

Ama endişe içinde bekliyoruz.

İlgililerin ilgilendiğini biliyoruz ancak Bünyamin Aygün’ün bir an önce özgürlüğüne kavuşmasını ve salimen Türkiye’ye dönmesini bekliyoruz.

Bir an önce.

KEŞKE...

Başkalarından önce, aynadaki kişiye hesap verebilmeyi
dert etsek.

Yazının devamı...

Gündem ve sorularınız

Arayan - soran, konuştuğumuz - görüştüğümüz, mesaj, e-mail, tweet gönderenler...

Herkes, hepiniz, farklı üslup ve sözcüklerle ama özünde aynı soruları soruyorsunuz.

Şöyle bir derleyip toplayıp aktarıyorum ben de...



Gündemdeki başlık: ‘Paralel devlet yapılanması’ söylemi.

Sizden gelen soru: Ortada bir ‘paralel’ devlet yapılanması varsa; bu yapılanmanın gerçek devlet ile hiçbir noktada çakışmaması gerekmiyor mu? ‘Paralel’, sonsuzluğa kadar kesişmeyecek olan değil midir?



Başlık: ‘Devlet içinde devlet kurmak isteyen örgütlenme’ söylemi.

Soru: “Devlet içinde yuvalanmış, kümelenmiş illegal bir örgütün var olduğu” tezi, askerler (komutanlar) tarafından 2002 sonuna kadar seslendirilegelen ve 28 Şubat döneminde zirve yapan “Devlet kurumlarına sızan, nihai hedefi devleti ele geçirmek olan odaklar” söylemini çağrıştırmıyor mu? Ve geçmişte işaret edilen adres ile bugünkü aynı mı?



Başlık: Çifte standartlı değerlendirme tartışması.

Soru: Toplumun bazı kesimleri, bugün hükümetin seslendirdiği hassasiyetlerin aynılarını, son yıllarda ülke gündemini belirleyen büyük soruşturma ve dava süreçlerinde itiraz olarak ortaya koymuştu. Bu kesimlerin, “Daha önceleri neredeydiniz?” üslubu ile adeta “Oh olsun” tavrı sergilemesi anlaşılabilir ama bu yaklaşım mevcut sorunların çözümü yolunda nasıl bir fayda sağlar?



Başlık: Ayakkabı kutusundaki milyon dolarlar.

Soru: Üst aramasında, aranan kişinin cebine, aramayı yapan tarafından bırakılan uyuşturucu madde misali; o paraların ‘sahte’ olduğunu ve oraya aramayı yapanlarca konulduğunu iddia eden çıkar mı?



Başlık: Yargı ve emniyet başta olmak üzere kamu kurumlarında var olduğu söylenen, ‘sizden bizden’, ‘şucu bucu’ ayrışması.

Soru: Bu ayrışma, Türkiye’de bürokratik kadrolara insan kaynağı tercihlerinde ideoloji ya da inanç birlikteliğinin belirleyici olduğunu mu gösteriyor? Bu anlayış yerine, atamaların nesnel kriterler ve liyakat esasına göre yapıldığı ülkelerde böyle bir tartışmanın gündeme gelmesi mümkün müdür?



Başlık: Soruşturmanın kapsamı.

Soru: Ülke gündemini altüst eden bu soruşturma, İstanbul’da CHP’li ilçe belediyelerini de içine alacak şekilde genişleyebilir mi?



Başlık: Bakan çocuklarının yolsuzluğa bulaştığı iddiası.

Soru: Doğrudan bilgisi dâhilinde olduğu kanıtlanamadığı takdirde; yetişkin bir kişinin yaptıklarından ‘babası’nı sorumlu tutmak ne kadar mümkün ya da doğrudur?



Başlık: Bakanlara yolsuzluk suçlaması.

Soru: Soruşturmada adı geçen bakanlar, olayın ortaya çıkması ile birlikte sessizliğe bürünmek yerine (soruşturmanın selameti açısından ve aklanıncaya kadar kaydı ile) istifalarını verseler; bu tavır, suçu peşinen kabul etmek olarak mı algılanırdı, yoksa saygın bir davranış olarak mı kayıtlara geçerdi?



Başlık: Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın, soruşturma ile ilgili olarak Başbakanlık’ta yaptığı basın toplantısı.

Soru: Arınç’ın o basın toplantısında sarf ettiği şu cümleleri nasıl okumak gerekiyor?

“(...) Lütfen insanları karalamayın. İnsanlar hakkında peşin hükümler vermeyin. Beraat-i zimmet asıldır. Bir insan kesin hükümle mahkûm oluncaya kadar masum sayılır. Bu hukuk herkes için geçerlidir. Geçmişte başka kişiler yine bu usullerle suçlanmış olabilirler ama bu, bugün yapılan işe meşruiyet kazandırmaz. O günün mağdurları farklıydı, bugünün mağdurları farklıdır (...)”

KEŞKE...
Her gün yeni bir konuda “keşke” demek zorunda kalmasak.

Yazının devamı...

Soyadı yavaş, mesaisi hızlı

Mansur Yavaş ile görüştüm dün.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adaylığının kesinleşip kesinleşmediğini sordum, “Prosedür devam ediyor” dedi.

Ben sordum, Yavaş cevap verdi:

- Sizi CHP’den aday olmaya, Hüsamettin Özkan’ın ikna ettiği yönünde haberler var bugün gazetelerde. Öyle mi oldu gerçekten?

- Öyle bir şey yok.

- Şimdi... Adaylığınız artık bir tek resmi açıklamaya kaldı gibi görünüyor.

- Önce CHP Parti Meclisi toplanacak biliyorsunuz. Sonrası da, dediğim gibi gerekli prosedür

tamamlanacak.

- Siz hazırlığınızı yaptınız mı peki?

- 5 yıldır hazırım ben.

- CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendisiyle birkaç ay önce yaptığım röportajda, “Ankara’da rakibimizin Melih Gökçek olmasını isteriz” demişti. Sizin için Gökçek ile yarışmak ne ifade ediyor?

- Murat Bey, siz beni yıllardır, Beypazarı günlerinden tanıyorsunuz. Ankara halkı da benim tarzımı, yapımı bilir. Ben Melih Gökçek ile tartışmaya gelmiyorum. Ben projelerimle geliyorum. Kampanyam da tartışma değil, proje konuşmak, yapılacak işleri anlatmak şeklinde olacak.

- Türkiye gündemindeki gergin tartışma ortamının yerel seçimlere de yansıyacağına şüphe yok. Ankara seçimi de nasibini alır mı bu atmosferden?

- Ben genel siyaset ve mevcut tartışmaların dışında, uzağında durmayı tercih ediyorum. Beni ilgilendiren nokta şu: Ankara’nın çok daha iyi yönetilmeye ihtiyacı var ve ben bütün çalışmalarımı bu anlayışla yapıyorum. Zamanımı, enerjimi kısır tartışmalara heba etmem. Dün bir yorum okudum, “Mansur Yavaş bildiğiniz Mansur Yavaş” diyordu. Aynen öyle. Bunun ötesinde konuşmak için henüz erken.



Son yerel seçimde MHP’den aday olan Mansur Yavaş, o seçimde hem tecrübe kazanmış hem de 2009 seçimlerinden dersler çıkarmış.

“Ben 5 yıldır hazırım” cümlesi önemli.

Rakibine karşı, rakibinin tarzında bir kampanya yürütmemek tercihi de öyle.

Özellikle MHP tabanından gelen destek mesajlarını önemsiyor.

CHP içinden yükselen adaylığını eleştiren mahiyetteki seslere ise kulaklarını tıkamış görünüyor.

Sonuç olarak, ilginç, renkli ve dikkat çekici bir yarış bekliyor başkenti.

Önümüzdeki günlerde CHP’ye üyelik başvurusu yapacak olan Mansur Yavaş ile sohbetten edindiğim izlenim, çıkardığım sonuçlar böyle.


Hablemitoğlu anıldı

Necip Hablemitoğlu anıldı dün Ankara Karşıyaka Mezarlığı’ndaki kabri başında.

Eşi Şengül Hablemitoğlu, kızları Kanije ve Uyvar‘a sarılıp andı eşini.

Yaklaşık 50 kişilik bir grup eşlik etti aileye, anma töreninde.

Tam 11 yıl geçmiş o karlı ve kanlı gecenin üzerinden.

Hablemitoğlu cinayeti tam 11 yıldır aydınlanmadı, aydınlatılamadı.

Tam 11 yıldır Hablemitoğlu’nun katil ya da katilleri bulunamadı.

KEŞKE...

Toplumun ve balıkların hafızalarını ölçüp, karşılaştıracak bir cihaz olsa.

Yazının devamı...

Yan yana 2 karargâh ve 11 yılda gelinen nokta

Mesud Barzani...

Son Diyarbakır ziyareti ile Ankara’da iç siyasetin gündemini de belirledi.

Yönetiminin merkezi Irak’ın Selahaddin Kenti...

Karargâhı, Selahaddin’in Sar-ı Rash bölgesinde.

Sar-ı Rash’ta, Barzani’nin karargâhının hemen yanında bir karargâh daha var.

NILE timlerinin karargâhı.

NILE’ın açılımı şu: ABD’nin Kuzey Irak İrtibat Elemanları.

NILE timlerinin karargâhının, Sar-ı Rash’ta faaliyete geçtiği tarih, Ocak 2002.

ABD ve İngiliz güçlerinin Irak operasyonuna başladığı tarih 20 Mart 2003.

Sonrasını biliyorsunuz...

Barzani;

- ABD’nin Irak’ın işgalinden sonra kurulan Irak Hükümet Konseyi’nin önce üyesi, 2004 nisanında da başkanı oldu.

- Haziran 2005’te Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı seçildi.

- Ekim 2005’te dönemin ABD Başkanı George Bush tarafından Beyaz Saray’da ağırlandı.

Devamını yazmıyorum...

Bugün, 2013 yılı sonunda geldiğimiz noktaya hâlâ şaşıran var mı gerçekten?

Atış serbest... Nasılsa soran yok

Bir doktorun çalışma koşulları hakkında hiçbir fikri olmayan, bir ‘acil nöbeti’nin ne olduğundan bihaber insanların doktorları yargıladığı bir ülkede yaşıyoruz.

Ya da bir polisin görev yaptığı fiziksel ortamları bilmeyen, o polisin bir ‘şafak operasyonu’ndaki ruh hâlinden habersiz olanların polisleri zihinlerde mahkûm ettiği bir ülkede...

Bir gazetecinin haber peşinde koşarken başına gelenler hakkında en ufak bir bilgisi olmayan, bir muhabirin şehir ya da yurt dışı görevden dönüşte muhasebe servisi ile yaşadıklarını değil anlaması, düşünmesi bile mümkün olmayanların habercileri karaladığı bir ülke burası.

Veya genç bir subayın sınır karakolunda nasıl bir hayat yaşadığını tahayyül dahi edemeyen, askeriyle birlikte dağlarda operasyona çıkan o subayın ruh hâlini öngörmesi söz konusu bile olmayanların sırf üniformalı diye ‘asker’i yerden yere vurduğu bir ülke...

Örnekleri çoğaltmak mümkün...

Seyretmediği bir futbol maçı hakkında ahkâm kesen yorumcular gibi...

Okumadığı bir kitap üzerinden o kitabın yazarının hayata bakışını yargılayan okurlar gibi...



İşin özü, özeti şu:

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların coğrafyası burası. Üstelik o ‘bilgisiz fikir sahipleri’nin söyleyeceklerini sınırsız bir pervasızlıkla seslendirebildiği bir coğrafya...

İstediği herkesi; değil ‘sorgulamak’ hemen ‘yargılayan’, daha da ötesi, beş dakikada ‘infaz eden’lerin ‘muteber’ sayıldığı bu topraklarda, kim daha fazla bağırırsa o haklı sayılıyor sanki.

Nasılsa hesap soran yok...

Nasılsa mesleki ‘ceza’ mekanizması diye bir uygulama yok...

Nasılsa kimse sormuyor, “Kardeşim sen bu hakkı nereden buluyorsun?” diye.

NOT: Bu bölüm, bu sütunda 15 Aralık 2011 tarihinde yer aldı. Yani tamı tamına 2 sene önce. Şimdi bir düşünün bakalım; şu geçen 2 yılda ne değişmiş (ya da değişen bir şey var mı) bu hastalıklı toplumsal alışkanlığımızda?

KEŞKE...

Bırakın Türkiye’yi, neredeyse dünya futbolunda yaşanan ‘ilk’lerin hep Beşiktaş’ı bulmasının tesadüf olduğuna inanabilsek.

Yazının devamı...

Uyuşturucu- öldürücü madde farkı

“Uyuşturucu maddeler ile öldürücü maddeler arasındaki fark ceza yasalarına da yansırsa, gençlerimizi, çocuklarımızı bu belanın elinden kurtarmak için çok önemli bir adım atılmış olacak.”

Ressam Yavuz Tanyeli işte böyle diyor.

Tanyeli Türk resim sanatının önemli isimlerinden biri ama aynı zamanda (ve daha mühimi) gencecik oğlunu eroine kurban vermiş, o büyük acıyı yaşamış bir baba.

Oğlu Can’ı kaybettikten sonra, ‘uyuşturucu ve öldürücü maddeler’ konusunda toplumsal bir farkındalık yaratmak için çalışmış, çalışıyor.

Ankara’da, Döne Otyam’ın yönetimindeki m1886 Sanat Galerisi’nde açtığı sergide tanıştık Yavuz Tanyeli ile.

Yıllardır kafa yorduğu meseledeki görüşlerini şöyle özetliyor:

- Eroin ve son yıllarda yaygınlaşan tam sentetik maddeler uyuşturucu olmanın ötesinde. Eroin mesela... Biliyor musunuz, sadece 90 saniyede öldürüyor. Bir hayat, sadece bir buçuk dakika içinde bitiveriyor. Bunlar uyuşturucu değil, doğrudan öldürücü madde. Bu farkın yasal mevzuatta da yer alması lâzım. Bu maddeleri temin eden, satan vb. kişilerin uyuşturucu suçundan değil, doğrudan cinayetten yargılanıp ceza alması hâlinde, inanın bu işi yapan 10 kişiden sadece 2’si kalır sokakta. Çünkü onlar alacakları cezayı, ne kadar yatıp çıkacaklarını gayet iyi biliyorlar. Suçun niteliği ve cezanın infazı netleşir, uygulama da buna göre kararlı ve net olursa inanın caydırıcı olacaktır.

Yavuz Tanyeli’yi bu mücadelesinde yalnız bırakmamamız gerekiyor.

İşsiz kalmayı seçmek

Mahalledeki yufkacının kapısındaki duyuru uzun süredir asılı duruyor.

“Yardımcı aranıyor” yazıyor kâğıtta.

Önümdeki müşteri ile sohbetine tanık oluyorum dükkân sahibinin.

“Bulamadın mı Mahmut hâlâ birini?” diye soruyor müşteri.

- Yok be Tahir Abi. 6 ay oldu birini bulamadım.

- Çok mu az para veriyorsun?

- Valla abi, bin gayme maaş, artı sigorta.

- E fena da değilmiş be Mahmut.

- Fena olur mu be abi? Zaten ben ne kazanıyorum ki? Ama bizim insanımız bi garip. Hem açım der, hem iş beğenmez. Lâfa geldi mi iş yok... Var işte, gel çalış. Yok... Neymiş efendim haftada 6 gün çalışma çokmuş. Dükkân bir tek pazar günleri kapalı biliyorsun abi. En çok iş de cumartesi oluyor malum. 6 gün çalışamazlarmış, illâ haftada 2 gün izin istiyorlar. Devlet dairesi mi abi burası?



Bizim mahallenin yufkacısı sadece bir örnek.

Aynı durum, birçok başka yer ve alanda da geçerli biliyorum.

Haftada 6 gün çalışma deyince, işsiz kalmayı tercih ediyor iş arayanlar.

Sigortalı, aylık bin - bin 500 TL arası maaşı beğenmeyip, işsiz kalmaya devam eden çok var.

Yufkacı Mahmut haklı.

Kamuda çalışanlar dışında cumartesi pazar iki gün izin yapan kaldı mı bu devirde?

Özel sektörde haftada 5 gün mesai yapan var mı, ben bilmiyorum.

Elbette ihtiyacı olup, bulduğu işe dört elle sarılanlar var, onları dışarıda tutuyorum. Fakat çoğunluk, “İş arıyorum” değil, “İş beğenmiyorum” dese daha doğru olacak bence.

Geçenlerde duyduğum şu cümlenin altına imza atarım:

“Bizim memlekette herkes para kazanmak istiyor ama kimse çalışmak istemiyor.”

Yalan mı?..

KEŞKE...

Sadece duymak istediklerimizi duyup, görmek istediklerimizi görmekte ısrar etmesek.

Yazının devamı...

“BA”L”BA”Y

Kalacaksın değil mi? Ama çok kalacaksın değil mi burada?”

5 buçuk yaşındaki Deniz, kendi evinde aklı ererek ilk kez sarıldığı babasına böyle seslendi işte.

Henüz 8 aylık bir bebekken ayrı düştüğü babasının bir daha gitmeyeceğini kayıtlara geçirmek istiyordu adeta küçük çocuk.

Baba yutkundu. Mustafa Balbay sesi titreyerek, “Artık buradayım oğlum” diyebildi sadece.



Sincan Cezaevi’nden tahliye olan Balbay’ın evine biraz geç gittim. Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Cezaevi kapısından, evinin önce önüne ardından içine taşınan kalabalık dağılmış, Balbaylar baş başa kalmıştı.

Belli ki insanlar, bin 737 gün sonra Balbay ailesinin birlikte geçireceği ilk gecede onları fazla rahatsız etmek istememişti. Ben de öyle yaptım. “Geçmiş olsun, hoş geldin” deyip, elimdeki paketi uzattım Balbay’a, “Dondurma aldım ” dedim gülerek.

Başladı gülmeye. .. “Artık üfleyerek mi yersin bilemem ama en azından ‘üff’leyerek yemezsin böyle bir akşamda” dedim kelime oyunlarının ustasına. Kahkaha attı, “Bak bu çok iyiydi” dedi, salona geçtik.



Deniz televizyonun karşısındaydı. Bilgisayar oyunu oynuyordu .Oturduk.

Gülşah Balbay, 12 yaşındaki kızları Yağmur ile birlikte dondurma servisi yaparken oyununu bitiren Deniz de katıldı bize. Babasının yanına oturdu hemen. Balbay sarılıp oğlunu öptü, kokladı ve başladı anlatmaya:

- Biliyor musun, içeride en zoru aile hasreti. Her şey ile baş etmeyi bir şekilde öğreniyorsun. Her türlü zorluğu bir şekilde kabullenip, zaman içinde koşullara öyle ya da böyle uyum sağlıyorsun ama aile hasreti ile başa çıkmak mümkün değil. Bir yer geliyor, onla da baş ediyorsun aslında ama o zaman çok kötü hissediyorsun. Sanki unuturmuş gibi yani... O kadar ağır bir duygu ki o, o yüzden o kısmı açık bırakıyorsun. Başa çıkmak istemiyorsun o hasretle. Yenmek istemiyorsun o acıyı. Doldurmak istemiyorsun o boşluğu. O yara açık kalsın istiyorsun.

“Yaşamayanın anlaması mümkün değil” dedim sadece.



Mustafa Balbay, 5 buçuk yaşındaki oğluna döndü sonra. “Deniz” dedi, “Sabah seni okula ben götüreceğim. Beni arkadaşlarınla tanıştırır mısın?”diye cevap verdi Deniz. “Hem onlar seni gazetede görmüşler, tanıyorlar seni” diye devam etti. Sonra da o çocukça ama kurşun gibi ağır soru dökül dudaklarından.

“Baba, kalacaksın değil mi? Ama çok kalacaksın değil mi burada?”

Yutkundu Balbay...

“Artık buradayım oğlum” diyebildi sadece.annem yine benle uyuyacak mı, sen de bizle uyuyacak mısın?” oldu Deniz’in sonraki sorusu.

Güldük hep beraber.



Balbayın ‘içeriden’ getirdiği bir tespiti daha vardı:

- Şimdi içeride bazen başkalarıyla da karşılaşıyorsun, konuşuyorsun. (Mustafa Balbay Silivri’den sonra nakledildiği Sincan’da tek başına kalıyordu.) Haftada bir gün spora izin var. Yani başkalarıyla birlikte... Ben sporumu kendi başıma, havalandırma bölümünde yapıyorum. (Bu noktada dikkatimi çeken, Balbay’ın geçmiş değil, hala şimdiki zaman ile konuşmaya devam etmesi oluyor.) O bir günde, mesela bir mahkum, uyuşturucu ticaretinden hüküm giymiş, “Abi” dedi, “Ben dışarıda olsam şimdi havuzlu villada yaşıyordum. Yakalandık buradayız işte.” Ya da bir başkası, cinayetten girmiş. Birini öldürmüş, çıkınca da devam edecek. “İşim yarım kaldı, çıkınca biri daha var halledeceğim” diyor. Öyle normal, öyle kanıksamış bir halleri var ki... Yani onlar yaptıklarının karşılığını biliyorlar. Bir kumar oynuyorlar ve kaybettiklerinde yaşayacaklarını biliyorlar, hazırlar buna. Bizimki farklı. Gazeteci olarak işini yapıyorsun ve bir gün, bir bakıyorsun işte bunlar geliyor başına. Ne olduğunu anlamıyorsun, bilmiyorsun, hazır değilsin. Bu fark çok önemli.



Yaklaşık yarım saatin sonunda, 4 çift gülen gözü birbirleriyle baş başa bırakmak üzere kalktım.

Biz vedalaşırken Deniz geldi salondan babasının yanına. Arkasından bacağına sarıldı Balbay’ın.

Kapı kapanırken Deniz’in sesi geliyordu:

- Baba, seni seviyorum.

Yazının devamı...

Belediye başkan adaylarından taleplerim

Başkent’te yaşıyorum. Ankara Büyükşehir için bir, Çankaya İlçe Belediye Başkanlığı için de bir oyum var.

Şimdi benden oyumu isteyen adaylardan benim de bazı isteklerim var.

Şöyle...

- Bina numaralarının standart bir şekilde, büyük ve aydınlatmalı olmasını sağlayın. Özellikle akşamları adres aramak tam bir kâbus çünkü.

- Cadde ve sokaklara asfalt dökmekle övünmeyin. Asfaltın üzerine işlenen belediye logoları ya da çevreye astığınız pankartlardaki “Biz yaptık” türünden imzalar çok anlamsız. Sadece işinizi yapıyorsunuz. Üstelik de bizlerden tahsil edilen vergilerle. Yani benim paramla görevinizi ifa edip, asfalt döktüğünüz için alkış beklemeniz çok garip ve anlamsız.

- Çocuklar, yaşlılar ve engelliler için daha çok çalışın. Bu çalışmalar sadece seçim dönemi yaklaşırken atılan göz boyamaya yönelik adımlar ile sınırlı kalmasın.

- Yandaşlarınızı, partililerinizi gözetmenizi anlayabiliyorum ama iş yaptırırken ‘liyakat’ kavramını da hatırlayın.

- Sanata, sanatçıya, sanatsevere daha fazla zaman ayırın, daha fazla yer sağlayın, daha fazla kıymet verin.

- Yaya kaldırımlarını periyodik olarak yenilemenize gerek yok. Dünyadaki örneklerine bakın ve üç kuruş yüksek maliyetle bir kez yapın, 10 sene bozulmadan kullanabilelim.

- Bu listeyi sayfalarca uzatabilirim ama özetle; istediğiniz oyun karşılığından öte hakkını verin.

Teşekkürler.

Askeri ataşeler sema izleyecek

11 Aralık Çarşamba (yarın) akşamı, Konya’daki sema gösterisinin konukları arasında dikkat çekici bir grup da yer alacak.

Ankara’daki yabancı büyükelçiliklerde görev yapan askeri ataşeler, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın davetlisi olarak 11-12 Aralık tarihlerinde Konya’daki askeri üs ve merkezleri kapsayan bir gezide olacaklar.

Günü mesleki tur ile geçirecek yabancı subaylar, yarın akşam ise eşleri ile birlikte, Konya’da tasavvuf ezgileri eşliğinde görsel bir şölene tanıklık edecekler. Mevlânâ Celaleddin Rumî’yi anma ve vuslat yıldönümü etkinlikleri her yıl 7-17 Aralık tarihleri arasında Konya’da düzenleniyor.

17 Aralık akşamı Şeb-i arus ile son bulan etkinlikler kapsamında düzenlenen sema gösterilerinden birine konuk olacak heyette 47 ülkeden toplam 86 askeri ataşe ve ataşe yardımcısı yer alıyor. Davetlilerden 31’i Konya’ya eşleri ile birlikte gidiyor.

Nur yüzüyle nur içinde yatıyor şimdi

Mümtaz Güngörenler...

Futbol meraklıları, onu Fenerbahçe maçlarında ekrana gelen tribün detaylarından yansıyan nur yüzüyle hatırlar.

Nur içinde yatıyor şimdi.

Yayıncı kuruluşun ünlü yönetmeni Musa Çözen, Fenerbahçelilerin Mümtaz Amca’sını tüm Türkiye’ye tanıtmıştı yönlendirdiği kameralar aracılığıyla.

Emekli öğretmen Mümtaz Amca, 88 yaşında yaşamını yitirdi. Hafta sonu, veda etti sarı lacivert hayatına.

Eşi İhsan Hanım uzun yol arkadaşını kaybetti ama İhsan Teyze’yi yalnız bırakmayacak 52 bin evladı var Kadıköy’de.

Fenerbahçelilerin ve sporseverlerin başı sağ olsun...

KEŞKE...

Kötü insanların yüzüne karşı, açıkça, “Sen kötü bir insansın” demekte tereddüt etmesek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.