Şampiy10
Magazin
Gündem

Balbay kararı ve Kılıç’ın o cümlesi

“Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Haşim Kılıç; Balbay ve Haberal kararına ilişkin, ‘Bundan sonra Yargıtay ve yerel mahkeme, aldığımız bu kararın ardından yayınlayacağımız gerekçeyi çok dikkatli okumalı ve ona göre karar vermeli’ dedi.

Kılıç şöyle devam etti:

- AYM herkes gibi Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak uluslararası standartlara ulaşması, hukukun uygunluğu taraftarıdır. Bu nedenle aldığı her kararda oldukça tarafsız ve titiz davranmaktadır. Bu süreçte de aynı şekilde davranmıştır. Karar oy birliği ile alınmıştır. Balbay ve Haberal’ın milletvekilliğinden doğan yasal hak ve hukukları da kararda belirleyici rol oynamıştır. Anayasa’nın 19 ve 67’nci maddelerine göre hak ihlali olduğu sonucuna vardık. Kısa süre içinde gerekçeli kararımızı açıklayacağız.”

Hürriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Metehan Demir imzalı haber böyleydi dün.



Aynı Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, tam iki hafta önce, KTO Karatay Üniversitesi’nde misafir olduğu konferansta siyasetçiler için ne demişti?

Kılıç siyasetçileri, “Seçim yaklaşıyor. Bu milletin huzuruna nasıl çıkacaklar. 2011 yılında söyledikleri, verdikleri sözlerin izahını nasıl yapacaklar bunlar. Ben doğrusu kendimizi evlenme vaadiyle kandırılmış insanlara benzetiyorum” sözleriyle eleştirdikten sonra bir cümle daha sarf etmişti.

O cümle aynen şöyleydi:

“Siz bakmayın adımızın mahkeme olduğuna. Her ne kadar ismimiz mahkeme ise de yaptığımız iş siyaset.”

Şimdi...

Bu cümleyi, yani “Bakmayın adımızın mahkeme olduğuna, biz de siyaset yapıyoruz” cümlesini sarf eden bir yüksek mahkeme başkanının, bu cümleden sonra söylediklerini ben nasıl okuyacağım?

Ya da nasıl okumalıyım sizce?

Kılıç’ın ‘Balbay ve Haberal kararı’na ilişkin sözlerini nasıl okumalıyım?

Demokratikleşme paketindeki iki madde

17 maddeden müteşekkil ‘Demokratikleşme Paketi’ TBMM’de. (Detayları VATAN’ın haber sayfalarında bulabilirsiniz.)

17 maddenin hepsi önemli elbette ama 2’si (güncel tartışma başlıkları itibariyle) diğer 15’inin önüne geçti bence.

Biri şu:

- Öğrencilerin toplu olarak oturdukları binalara veya bunların eklentilerine girilmesine veya orada kalınmasına engel olunması hâlinde, fail hakkında iki yıldan beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

İkincisi de şu:

- Cebir veya tehdit kullanarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale eden veya bunları değiştirmeye zorlayan kişiye birinci fıkra hükmüne göre (yani yine 2 yıldan 5 yıla kadar) ceza verilir.

Önemli.

Merak ediyorum

Bu ülkede bir Avrupa Birliği (AB) Bakanı ve Başmüzakereci varsa...

Ve “AB ile vize muafiyeti” konusunda bugüne kadar yapılan haberlerde özne hep o bakan ise...

“AB ile vize muafiyeti” haberinin manşetlere çıktığı gün başrolde neden o bakan değil de, Dışişleri Bakanı vardır?

KEŞKE...

“Yarası olan gocunur” sözünün her zaman geçerli bir prensip olmadığını görebilsek.

Yazının devamı...

Ajanların böcek mesaisi

Emniyet İstihbarat, Jandarma İstihbarat ve MİT’ten (Milli İstihbarat Teşkilatı) onlarca istihbarat görevlisi ile yabancı ülkelerin Ankara büyükelçiliklerinde görevli istihbarat elemanları bir aradaydı dün Ankara’da.

5 yıldızlı bir otelin küçük bir salonundaki ‘spesifik bir fuar’da.

“Özel güvenlik ekipman fuarı” doğrudan istihbarat faaliyetinde bulunan kişi ve kurumlara hitap eden bir çalışmaydı.

‘Fuar’ dediysem öyle günlerce süren, büyük bir organizasyon değil.

Dün sabah başlayıp akşamüzeri biten, günübirlik bir fuar.

İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’nin organize ettiği, sadece İngiliz firmalarının yer aldığı küçük bir tanıtım faaliyeti.

Amerika Birleşik Devletleri’nin bütün dünyayı dinlediği gerçeğinin ortaya çıktığı şu dönemde, yakın tarihte ‘istihbarat’ denildiğinde dünya çapında üne sahip İngilizler, küçük çaplı bir ‘gösteri’ yaptı Ankara’da.





Hepimizin “böcek” takma adı (!) ile bildiğimiz takip ya da dinleme cihazları...

Ses, görüntü ya da veri aktarma sistemleri...

Sinyal kesiciler, yani ‘jammer’lar...

Kriminal incelemelerde kullanılan parmak ve avuç içi izi ile ıslak imza tespit aygıtları...

Gece görüş sistemleri...

İngiliz firmalarının yetkilileri, ‘işin ehilleri’ne uygulamalı şekilde anlattı yeni teknoloji ürünü donanımları.



Tesadüfen görüp girdiğim salonda, bir gazeteci olarak (hatta galiba tek gazeteci olarak) benim dikkatimi çeken ise böcekler ile böceksavarların aynı salonda buluşmuş olduğuydu.

Bir masada ‘sıvı altı’ tabir edilen, yani ‘tesisat içi’ cihazlar... Yani duvar ve benzeri yapıların içine yerleştirilen ‘gizli ortam dinleme’ faaliyetlerinde kullanılan vericiler; bir başka masada, o dinleme cihazlarını tespit etmeye yarayan dedektörler sergileniyordu.

Zehrin yanında panzehrinin satışa sunulması misali...



Herhangi bir mekânda gizli dinleme cihazı bulunup bulunmadığını belirleyen dedektör sisteminin, MİT ve Emniyet İstihbarat’ın envanterinde bulunduğunu duydum salonda.

Hatta Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Ankara Subayevleri’ndeki konutunda yer alan ofisinde bulunan böceğin de bu ekipman ile yapılan arama sonucu tespit edildiğini...



Dün ajanlar ‘böcek mesaisi’ndeydi yani Ankara’da. Salon, dünyada istihbarat faaliyetlerinin geldiği noktanın ve bu iş yapılırken kullanılan teknolojinin ulaştığı boyutun gözler önüne serildiği bir laboratuvar gibiydi.

Unutulmaması gereken de şuydu bence:

Sergilenen ve tanıtılanlar yalnızca görünen, herkesin görebildiği kadarıydı. İşin, görülmesinde sakınca olmayan ve sektörün satış yapmak için masaya koyduğu kısmı.

Göremediğimiz, dolayısı ile de bilemediğimiz daha neler var, onu bilmiyoruz. Bilmediğimizi biliyoruz.

KEŞKE...

Sabrın sonunda selâmet garantili olsa.

Yazının devamı...

Hangi Amerika?

‘Bir gün makam odamdaki kırmızı hattan, Amerikalı mevkidaşım Colin Powell aradı. Somali’deki uluslararası gücün komutasını Türkiye’nin üstlenmesini istediklerini haber verdi. Ve doğrudan, isim vererek bu görev için Korgeneral Bir’i tercih ettiklerini söyledi.”

Sene 1993’tü...

Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, o dönem Hürriyet’te görev yapan gazeteci Sezai Şengün’e böyle anlatmıştı bu önemli anısını.

Şengün de o günler için ‘off the record’ (kayıt dışı) anlatılan bu anıyı yıllar sonra kaleme almıştı.

“Güreş Paşa, Powell’ın doğrudan isim vererek Çevik Bir’i istemesini garipsemenin ötesinde çok rahatsız olmuştu bu durumdan. Doğan Güreş’in tavrından anladığım kadarıyla komuta kademesi Somali’de TSK’dan başka bir generali görevlendirmeyi düşünüyordu” diyor Sezai Şengün.



Doğan Güreş rahatsız olmuşsa bile sonuç değişmemiş; Ankara, Somali’deki çok uluslu gücün başına dönemin Korgenerallerinden Çevik Bir’i göndermişti.

Yani ‘Amerika’nın istediği’ olmuştu.



“Bunlar hep Amerika’nın işi...”

“Amerika böyle istiyor...”

“Amerika şunu ister, buna izin vermez...”

Memlekette -özellikle de komplo teorilerini seven bir kesimin ezberindeki klişelerdir malum yukarıdaki ve benzeri cümleler.

Lakin belli oranda gerçeklik payı da yok değildir bu kabulün. Boşuna değildir yani ‘ezber’e dönüşmesi yıllar içinde.

Yukarıdaki ‘Çevik Bir örneği’ni işte bu yüzden aktarma ihtiyacı duydum.



ABD’nin, dünyanın farklı birçok bölgesinde olduğu gibi Orta Doğu’daki gelişmelere değil kayıtsız kalmak, dolaylı, hatta bazen doğrudan müdahil olduğu gerçek.

Bu çerçevede, Washington’un Ankara’da yaşanan ve yaşanması muhtemel gelişmeler ile geçmişte yakından ilgilendiği, bugün ilgilenmekte olduğu, gelecekte de ilgilenmekten vazgeçmeyeceği de öyle.



Türkiye’de genel olarak TSK ve iktidarlar için yapılır, “ABD’den icazet alma” dedikodusu.

Bugünlerde ise ana muhalefet için yapılıyor aynısı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Washington’a gitti ya...

Ve CHP henüz belediye başkan adaylarını da belirlemiş (ya da en azından açıklamış) değil ya...

“Kılıçdaroğlu -özellikle bazı önemli belediyeler için -adaylarını ABD dönüşü açıklayacak” cümlesinin devamını herkes kendine göre getiriyor bu aralar.

“İcazet” dedikodularının ‘muhalefet versiyonu’ yani.

Bu dedikodu iktidarlar ya da TSK için yapıldığında da aynı soru oluşurdu zihnimde, şimdi de aynı soruya cevap arıyorum:

Tamam, diyelim ki kabul ettik.

Diyelim ki, Amerika...

Amerika da; hangi Amerika?

Beyaz Saray mı, Pentagon mu, ‘think tank’ yani düşünce kuruluşları mı, Neocon’lar mı, uluslararası lobilerin etki alanındaki yönetime yakın güçler mi?

Veya ABD’deki Müslüman Türk varlığı mı?

Hangisi?

Ya da hangileri?

KEŞKE...

Kendi çocuklarımıza gösterdiğimiz hassasiyetin onda birini başkalarının evlatlarından esirgemesek.

Yazının devamı...

İki ailenin gergin bekleyişi

Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir’in 2012’nin temmuz ayından bu yana PKK’nın elinde olduğunu...

Şırnak’ın Güçlükonak İlçesi’ne bağlı Gümüşyazı ve Yatağankaya köylerinde yaşayan iki korucu ailesinin çocukları olan bu iki gencin önceki gün serbest bırakılmalarının beklendiğini...

Örgütün “Cezalarını tamamladılar, gelip alabilirsiniz” diye haber yolladığını, ailelerinin de Zaho’ya gitmek üzere Silopi’de beklediğini dün yazmıştım.

Dün gün boyu da durum değişmedi.

PKK henüz elindeki İlhan ve Özdemir’i serbest bırakmadı.

Rehinelerin anne ve kardeşleri hâlâ Kandil’e gönderilen ulaktan gelecek haberi ve evlatlarına/kardeşlerine kavuşmayı bekliyor.

Dün akşam saatleri itibarı ile durum buydu.

Ahmet Hakan’a bir soru

Bizim mahallenin en coşkulu kalemlerinden biri o. Benim de büyük keyif ile okuduğum yazarlardan.

Hürriyet’teki yarım sayfasında dün kaleme aldığı 7 parçadan birinde, “Bir Erbakan yalanı daha yıkıldı” diye yazdı.

Ahmet Hakan Coşkun, “28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu’nda Hoca’nın boncuk boncuk terlediği manşetlere çekilmişti” dedikten sonra, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Ahmet Çörekçi’nin, 28 Şubat Davası’nda, “Sayın Erbakan boncuk boncuk terlemedi, böyle bir şey olmadı” şeklinde ifade verdiğini aktardı.



Sevgili Ahmet Hakan’a küçücük bir sorum var naçizane.

Bahsettiği haberin o dönemde taşıdığı mesaj ve yaratmayı hedeflediği psikolojik etki malum.

Rahmetli Erbakan’ın o toplantıda ‘boncuk boncuk’ terleyip terlemediği mevzuunu bir tarafa bırakıyorum.

Yalanın kanıtı olarak sözünü ettiği beyanın, bugünkü konjonktürde ve mahkemede verilen bir ifade olduğunu da bir başka tarafa.

Tüm bunlardan bağımsız...

Küçücük sorum şu:

Bu örnek özelinde Çörekçi’nin, genelde ise o dönemin komutanlarının bugün her söylediğini ‘gerçek’ mi kabul ediyoruz?

Deprem-uçak kazası teorisi

- Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, Trabzon Ankara uçuşu sırasında önemli bir tehlike atlattıklarını Twitter’dan doğruladı.

- Türk Hava Kurumu’nun yeni satın aldığı üç uçaktan ikisi Türkiye’ye gelirken Bulgaristan’a zorunlu iniş yaptı.

- Trabzonspor Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu ve beraberindeki 8 iş adamı, kiraladıkları Acun Ilıcalı’ya ait özel uçak ile İstanbul’a gitmek üzere Trabzon’dan havalanırken büyük tehlike atlattı.



Deprem ile uçak kazaları arasında bağlantı kuran teoriye itibar edenlerden değilim.

Ama ben bile, orta şiddette zelzelelerin yaşandığı şu son günlerde, aynı zamanda “havada tehlike” haberlerinin art arda gelmesini hayretle izliyorum.

Hava koşulları, teknik sebepler ya da pilotaj... Gökyüzünde yaşanan korku dolu dakikaların hepsinin ayrı sebebi var evet.

Yer altında ise... Türkiye’de küçük sarsıntıların yaşanmadığı gün yok neredeyse, buna da evet.

Ama yine de insanın aklına “Acaba o teoride gerçeklik payı olabilir mi?” sorusu geliyor işte ister istemez.

Allah korusun.



KEŞKE...

Miyop, astigmat ya da hipermetroba; gönül gözlerinde de rastlanmasa.

Yazının devamı...

PKK’nın tahliye (!) işlemi

Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir...

Bu iki kişi, 2012 temmuz ayından bu yana PKK’nın elindeydi.

Bu yılın başlarında, 15 Şubat 2013 günü bu köşede yer almıştı konu. “Hatırlayan var mı?” başlığıyla. (http://haber. gazetevatan.com/hatirlayan-var-mi/514711/4/yazarlar) Şırnak’ın Güçlükonak İlçesi’ne bağlı Gümüşyazı ve Yatağankaya köylerinde yaşayan iki korucu ailesinin çocuklarının terör örgütü tarafından kaçırıldığı haber bile olmamıştı. Dün serbest bırakılmaları bekleniyordu.

Örgüt “Cezalarını tamamladılar, gelip alabilirsiniz” diye haber yollamıştı geçenlerde. Bu yazının tamamlandığı dün akşam saatlerine kadar, teslim işlemi henüz gerçekleşmemişti.

Rehinelerin anne ve kardeşleri, neredeyse bir buçuk yıldır PKK’nın elinde bulunan Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir’e kavuşacakları Zaho’ya gitmek üzere Habur’da bekliyordu.

Alınmaları olmadı ama bırakılmaları haber olur muhtemelen.

Avrupalı vekil önerisi

Durdu Özbolat uğradı önceki gün.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Kahramanmaraş Milletvekili ve Çankaya belediye başkan aday adayı...

Özbolat bir yandan

Çankaya adaylığı için çok yoğun bir çalışma yürütüyor, diğer taraftan da CHP’nin yurt dışı örgütlenmesine mesai veriyor.

“Almanya’daydık” dedi ve başkanlığını yaptığı, Düsseldorf yakınlarındaki Siegen kentinde düzenlenen CHP Avrupa Birlikleri Çalıştayı’nın detaylarını anlattı.

Durdu Özbolat’ın hedef olarak anlattığı şu nokta dikkatimi çekti:

- Bir yasal düzenleme yapılırsa, yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın Türkiye’deki seçimlerde oy kullanmasının yanında, aynı zamanda seçilebilmelerinin de önü açılır. Yurt dışı, 82’nci seçim çevresi olarak kabul edilirse, 30’a yakın milletvekili TBMM’ye girebilir.



Özbolat’ın yanı sıra Ercan Karakaş, Süleyman Çelebi, Müslim Sarı, Ali Kılıç, Atilla Emek, Hilal Dokuzcan, Gökçe Gökmen gibi isimler ile partinin Almanya, Avusturya, Belçika, Fransa, Hollanda ve İsviçre birlik temsilcilerinin katıldığı CHP’nin yurt dışı çalıştayında Avrupa’daki Türklerin sorunları ve siyasal yaşama katılımları konularına kafa yorulmuş.

“Avrupa’da 3 milyona yakın seçmen var” dedi Durdu Özbolat. “Biz CHP olarak bu insanları 50 yıldır ihmâl etmişiz” diye devam etti.

(Yukarıda aktardığım formül ile) çifte vatandaşlar için ‘Avrupa’dan seçilebilme’ imkânı doğarsa, yurt dışı milletvekillerinin, yaşadıkları ülke parlamentoları ya da yerel yönetimlerinde de yer alabileceğini söyleyip şöyle bitirdi sözlerini:

- Bu düzenleme yapılırsa Avrupa’da sahipsiz kalan vatandaşlarımız, hem Türkiye’de hem yurt dışında temsil edilebilecekler ve sorunlarına çözüm bulabilecekler. O ülkelerin demokrasi kültürlerini Türkiye’ye aktarabilecekler. Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine de katkı verebilecekler. Ayrıca başta PKK olmak üzere yasa dışı örgütlenmelerin oralardaki vatandaşlarımız için yarattığı tehdit ve baskı ortamı da böylece son bulacak. Bu sadece CHP’nin meselesi değil. Türkiye için faydalı bir proje.

Yakın vadede hayata geçmesi zor görünse de, dediğim gibi bana ‘önemli’ geldi bu görüş ve öneri.

KEŞKE...

İlkokuldan itibaren müfredatta, ‘iş ahlâkı’ diye zorunlu bir ders olsa.



Yazının devamı...

Her gün 3’ümüz ölüyoruz

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan, Meclis’in en çok soru önergesi veren milletvekillerinden...

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili Umut Oran ile birlikte sanırım Parlamento’da ilk ikiyi oluşturuyorlar.

MHP’li Türkkan’ın Meclis Başkanlığı’na geçen hafta verdiği bir araştırma önergesi var.

‘İş kazalarının ve işçi ölümlerinin nedenleri’nin araştırılıp ortaya çıkartılmasını istiyor Türkkan.



Önergede yer verdiği rakamları İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin son raporundan almış muhalefet milletvekili.

Buna göre:

2013’ün ilk 10 ayında ölen işçi sayısı bin 17.

Lütfü Türkkan, başvurusunun gerekçesinde, “Ocak ayında 84, Şubat’ta 61, Mart’ta 74, Nisan’da 74, Mayıs’ta 115, Haziran’da 105, Temmuz’da 120, Ağustos’ta 148, Eylül’de 127 ve Ekim’de 7’si kadın, 4’ü çocuk olmak üzere 109 işçi yaşamını yitirmiştir” diyor.

Hayatını kaybedenlerin çoğu inşaat, taşımacılık, tarım ve ticaret/büro sektörlerinden.

Ölüm sebeplerinin büyük bölümü de, trafik, ezilme/göçük ve düşme.



Lütfü Türkkan’ın verdiği Meclis araştırma önergesinde yer almıyor ama eminim ölümlerin dışında bir o kadar da, hatta daha fazla, iş kazası sonucu yaralanma/sakat kalma vakası vardır.

Ölen ve/veya yaralanan işçilerin kaçının sosyal güvencesi vardı acaba? Onu da bilemiyorum.



İşin siyasetinden ben anlamam.

Beni ilgilendiren mevzunun o boyutu değil.

Beni ilgilendiren, 10 ayda bin 17 insanın ölmüş olması.

2013’te (ortalama), her ay 100’den fazla insan!

Her ay 100’den fazla dul. Belki yüzlerce yetim. Bazen de öksüz.

Beni ilgilendiren işin bu boyutu işte.

Günde 3 kişiden fazlasını (4’e yakın) iş kazalarına kurban veriyor olmak yani.

Umarım bu rakamlarda bir hata vardır!



Dediğim gibi, kaynak İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi.

Resmi bir kamu kurumu ya da Çalışma Bakanlığı’na bağlı bir yer değil bu Meclis.

Sordum soruşturdum, öyle salt ideolojik karşıtlık ile çalışan STK’lardan değilmiş. İşçi sendikaları ile işbirliği içinde, bilimsel çalışan bir yapı olduğunu söyledi sektördekiler.

2013 rakamlarının güvenilirliği hakkında bir fikir vermesi açısından, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin bir önceki yıla ilişkin yayınladığı istatistikleri karşılaştırdım.

Bakanlık verilerine göre, 2012 yılında iş kazaları ve hastalıklarından ölen işçi sayısı 745.

Bahsettiğim Meclis’in 2012 yılı için verdiği sayı ise 861.

Yani yüzde 13’lük bir fark var iki istatistik arasında.

2013’ün ilk 10 ayı için verilen bin 17 sayısının da yüzde 13 fazla olduğunu var sayarak, yüzde 13 düştüm; çıkan sayı 885.

Yani 10 ayda en az 885 ölüm.

Ayda 88 kişi. En az.

Günde 3 insan. En az.

Umarım bir yanlışlık vardır bu rakamlarda!

KEŞKE...

Yargının bağımsızlığı hakkındaki görüşümüz, farklı davalarda çıkan kararların bize göre doğru ya da yanlış olmasına göre şekillenmese.

Yazının devamı...

Yakut’tan “Starbucks”lı yanıt

Bir açıklama yaptı, gündem karıştı.

“Kızlı erkekli eğitim yanlış” dedi, dün hepimiz bu sözleri konuştuk.

Gündemdeki isim TBMM Başkanvekili, Adalet ve Kalkınma Partisi Kayseri Milletvekili Sadık Yakut ile konuştum dün akşam saatlerinde.

Ben sordum, Yakut cevapladı.

Buyurun...

- Sayın Yakut, yılların siyasetçisi olarak bu sözlerinizin büyük bir tartışmaya yol açacağını öngörmüş olmalısınız. Neden böyle bir çıkış yaptınız?

- Ben bugün Anadolu Ajansı’na bir açıklama yaptım (Sadık Yakut’un o açıklamasını VATAN’ın haberleri arasında bulabilirsiniz) ve bunun kişisel görüşüm olduğunu, uzmanların her boyutuyla tartışması gerektiğini söyledim. Meclis Başkanvekili olarak fikir özgürlüğümü kullanmaya hakkım yok mu?

- Sizin bu çıkışınıza tepki gösterenler de kişisel fikir özgürlüklerini kullanarak, mesela diyorlar ki, “Meclis’te de kadınlar ile erkekler ayrı mı çalışacak?” ya da “Toplu taşıma araçları da harem selamlık mı olsun?”

- Bakın ben sadece, eğitimden söz ediyorum. Benim biri kız, üç çocuğum var; imkânım olsa çocuklarımın ayrı eğitim görmelerini isterdim. Bahsettiğiniz eleştirilere gelince... Meclis bir eğitim kurumu değil, oradakilere bir şey öğretmiyoruz ki. Benim hayat tarzım da böyle değil zaten, bilen biliyor.

Starbucks’larda yine beraber olacaklar

- Okul dışındaki ortamlara ilişkin bir ayrımı da beraberinde getirmez mi önerdiğiniz sistem?

- Okuldan çıktıktan sonra, çarşıda - pazarda, sokakta, alışveriş merkezlerinde, kafelerde, Starbucks’larda zaten hep bir aradalar ve yine olacaklar. Olsunlar da zaten. Benim bu tarz ne bir düşüncem var, ne bir niyetim, ne de kafamın arkasında bir şey var.

Eşcinsel eğilimler artar mı?

- Peki farklı bir boyuttan bakalım. Açıkça soruyorum... Çocukluktan itibaren sadece hemcinsleri ile birlikte eğitim görmek ileride eşcinsel eğilimleri artırmaz mı sizce?

- Murat Bey, eğitim kaç saat? Okuldan sonra hep birlikte, bir aradalar. Bakın bazı yanlışları, eksikleri düzeltmeliyiz. Mesela geçmişte YBO’larda (Yatılı Bölge Okulları) yaşananlar ortada. Bir süredir pek sorun yok ama geçmişte yaşananlar var. Size şunu açıkça söyleyeyim. Bu sorduğunuz noktayı ne aklıma getirdim, ne o yönündeyim işin. Ben sadece eğitim boyutundayım konunun. Yoksa, o noktada, insanın olduğu her yerde, insanlığın olduğu günden bu yana bu tür şeyler olabilir. Bunu sınırlayacak olan nedir? Eğitim sınırlayacak, inançlarımız, kutsal değerlerimiz sınırlayacak. Bunları ön plana almamız gerekir.

Eleştirecek köşe yazarları da ayrı okullardan mezun

- Yaptığınız açıklama üzerine olumlu tepkiler de aldığınızı söylediniz ama görünen o ki çoğunluk sizden farklı düşünüyor bu konuda...

- (Gülerek) Şimdi bu konuda beni eleştirecek olan köşe yazarlarına bir bakmanızı rica ediyorum, “kim kimdir?” diye. Önümüzdeki günlerde beni eleştirecek olanlar, başarılı insanlar ve bunların çok büyük çoğunluğunun kolejlerden, kız ya da erkek liselerinden geldiğini göreceksiniz.

- Anlayamadım... Çoğunluk o okullardan mı mezun bilemiyorum ama öyle olsa bile, o ortamı bildikleri için eleştirmeleri normal değil mi?

- Söylemek istediğim şu. Bu başarılı insanlar, ‘ayrı’ okullarda okudukları için diğerlerinden daha başarılı oldular. Şimdi ise başkalarının, toplumun alt kesimlerinden gelenlerin de kendileri gibi başarılı olmasını istemedikleri için karşı çıkıyorlar. Ben öyle olduğunu, konuya böyle baktıklarını düşünüyorum.

- Bu son konudaki bakış açınızı anlamakta gerçekten zorlandığımı söyleyerek cevaplarınız için teşekkür ediyorum.

Yazının devamı...

Sıradaki açılım Ermenistan mı?

Önceki gün...

Yer Avusturya’nın başkenti Viyana.

Masadaki konu, Türkiye ile Ermenistan arasındaki Zürih Protokolü’nün rafa kalkmasının da sebeplerinden biri olan “Dağlık Karabağ sorunu”.

Masanın bir tarafında Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, diğer yanında Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev var.

Tabii, bu noktada gözden kaçırılmaması gereken detay, Aliyev’in bu masaya oturmadan hemen önce yaptığı resmi ziyaretin Ankara’ya olması.

Ankara’nın Erivan ile (dolaylı da olsa) görüşmelere başlaması ve Zürih Protokolü’nün içerdiği “sınırın açılması”nın en önemli koşulu, Dağlık Karabağ sorununun çözülmesi.

Şimdi...

Viyana’da kurulan masadan iki devlet başkanı, “Diyaloğa devam” kararıyla kalktı. Devam edecek olan Bakü Erivan diyaloğunun sonunda kangrene dönüşen bu problem çözülürse, bu gelişme Ankara’nın Ermenistan ve Kafkasya politikasına da doğrudan yansıyacak.

Ve şüpheniz olmasın, o gün Türk dış politikasında yaşanacak gelişmelere ilişkin haberlerin başlığı, “Ermenistan ile yeni dönem” şeklinde olacak.

NOT:

Dün öğle saatlerinde yazdım bu satırları. Kısa bir süre sonra da ajanslara Washington’dan gelen şu haber düştü:

“Ermenistan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu, 12 Aralık’ta başkent Erivan’da düzenlenecek Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısına davet etti.”

Duvara karşı

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeydim (İLEF) önceki gün.

Okulun öğretim görevlilerinden Itır Gökgücü Demiray’ın daveti üzerine gittim söyleşiye.

Rahmetli hocam Ahmet Taner Kışlalı’nın adını taşıyan salonda İLEF öğrencilerine, dilim döndüğünce “Televizyon haberciliği”ni anlattım.

Gazetecilik mesleği, Türkiye’de gazeteci olmanın dayanılabilir ağırlığı (!), mesleğin özel hayat üzerinde yarattığı etkilere dair de konuştuk gençlerle 2 saat boyunca.

İLEF Dekanı Prof. Dr. Ruken Öztürk sempatik ve mütevazı kişiliğiyle okula yeni bir hava katmış, onu gördüm. Mezun olduğum fakülte adına sevindirici bu.



Söyleşi öncesi “Kulis”e indim. “Kulis” bizim fakültenin kafeteryası.

Kafeterya ziyaretimin nedenini anlatmaya da şu soru ile başladım söyleşinin son bölümünde...

- Fatih Urunç ismini duydunuz mu?

Duyan yoktu salonda...

- Fatih Urunç önemli ve artık ünlü bir ressam. Öldü çünkü. Geçen yılın ağustos ayında öldü. Eserleri gitgide değerleniyor. O Fatih Urunç da benim gibi, sizler gibi İLEF’liydi. Bu okulun insanıydı. Fakülte kafeteryasının duvarına boydan boya resim yapmıştı. Duvar resmi. Şu anda yok o resim yerinde. Yok çünkü önceki dönemlerin öğrencileri o duvara da afişler yapıştırmış, ilanlar asmış. Eskiler sökülüp, yenileri asılırken duvar hasar görmüş, paramparça olmuş. O günlerin okul yönetimi de boyatmış duvarı, diğer duvarlar gibi. Yani sonuçta bugün Fatih Urunç’un yağlı boyası değil, su bazlı boya var o duvarda. Rengârenk, cıvıl cıvıl Urunç desenleri değil; tek renk, donuk, buz gibi bir duvar var orada.

Dinleyen gençlerin gözleri büyüdü, yüzlerini buruşturdular.

Dünyanın gelişmiş, medeni herhangi bir ülkesinde, üstelik de bir üniversitede yaşanabilir mi sizce böyle bir olay?

İLEF öğrencilerine sordum, size de soruyorum:

Sanattan geçtim; anılara, insana, emeğe saygı böyle mi gösterilir?

KEŞKE...

Memleketteki şair (!) sayısı, şiir okuyanlarınkinden fazla olmasa.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.