Şampiy10
Magazin
Gündem

Filozof hamalın o cümlesi

Harun Antakyalı...

Bir sanatçı.

Türkiye sınırlarının ötesine taşan adını dünyanın duymaya başladığı bir ressam. Tam tabiri ile “nev’i şahsına münhasır” bir karakter.

Ve tanıdığım için kendimi şanslı addettiğim bir dost.

Geçen hafta Ankara’daydı Antakyalı.

Resimden, dostluklardan, aileden, çocuklardan, geçmişten, Türkiye’den, gelecekten, hasılı hayattan konuştuk saatlerce.





Bir başka önemli sanatçıyı da Harun sayesinde tanıma fırsatı buldum.

Ali Kotan’ı...

30 küsur yıllık can kardeşi Kotan ile ilişkilerini gözlemledim Harun’un.

“Sanatçı” dediğimiz insanların biz diğer fanilerden nasıl farklı olduklarını gördüm bir kez daha. Ve o dev tuvallerin üzerinde; o desenlerin, o lekelerin, o renklerin iç içe geçip nasıl vücut bulduğunu anladım.

Ressamın, geçmişinden taşıdıklarıyla kendini ifade edişine tanık oldum.

Özel insanların, özel dünyalarına bir göz atıp çıktım.

Ali Kotan Ankara’da, Harun Antakyalı İstanbul’da sadece tuvallere, kâğıtlara değil, Türk modern resim sanatına imzalarını atıyorlar. İz bırakıyorlar yaşadıkları döneme. Hem de ne izler...



Çocuklardan konuştuk dedim ya...

Ben büyük oğlum Arda’yı anlattım.

Ali, oğlu Vasko’yu tanıştırdı benle gıyabında.

Harun oğlu Ant’ın yürüyüşünden anekdotlar aktardı.

“Armut dibine düşer” ile “Boynuz kulağı geçer” arasında bir yere oturuyor “Babalar ve oğulları” muhabbeti.

İşte o hatıralardan biridir bu yazının kritik noktası.



Harun Antakyalı anlattı:

- Biz Ankara’da yaşarken bir ara çok sık ev değiştirdik. Bir dönem Güniz Sokak’ta oturuyorduk. Bir gece eve dönüyorum, polis kesti önümü “Nereye gidiyorsun?” diye. “Eve” dedim. “Gidemezsin” dedi. “Yahu nasıl gidemem?” “Gidemezsin işte.” Meğer Demirel Cumhurbaşkanlığı bitince tekrar Güniz Sokak’a döndü ya... O günler... Hani sokağı gül suyu ile yıkadılar falan... O geceymiş. Bizim sokakta olağanüstü güvenlik önlemleri... Kendi evime polis eşliğinde gitmek zorunda kaldım o gece. Gül (eşi) kapıyı bir açtı, yanımda polis görünce bembeyaz oldu yüzü. Neyse... İçeri girer girmez dedim ki, “Gül, yarın sabah taşınıyoruz buradan.” Hemen ertesi gün yeni bir ev bulduk, taşınacağız. Ama öyle zor ki; nakliyeciler benim resimleri, tuvalleri, kâğıtları ve evdeki binlerce kitabı görünce kaçıyor. O kadar kitabı ve tuvali taşımak istemiyorlar. Sonunda bir taşımacı bulduk. Ant da taşınma hengâmesinin içinde... Hamallardan biri, içi kitap dolu ağır bir koliyi sırtlamış, iki büklüm... Dönmüş Ant’a demiş ki; “Bak çocuk, bu kitapları oku. Bu kitapları bugün okumazsan, bir gün gelir işte böyle taşırsın.”

“Hamal değil, filozofmuş adam” dedim.

“Öyle” dedi Harun. “Hem de ne felsefe...”



19’undaki Ant Antakyalı geçenlerde okul yolunda okuyabilmek için cep kitapları almış. Hegel ve Marx okuyormuş bu aralar.

23 yaşındaki Vasko Kotan (bu arada Ali’nin oğlunun adı Vasco da Gama’dan geliyor ama Türkiye’de nüfusa ‘k’ harfi ile kaydetmişler) Kant okuyormuş.

Daha 12’sini süren Arda Çelik’in elinde de evdeki, ‘Gezi Parkı’ günceleri vardı geçenlerde.

Gençler, çocuklar okuyor yani.

Okumazlarsa ne olacağını biliyorlar artık çünkü. Ya da neler(i) ol(a)mayacağını.

KEŞKE...
Dünyaya farklı pencerelerden bakan insanlarla daha çok ortak vakit geçirebilsek.

Yazının devamı...

Anne beni çabuk büyüt!

Verilen cezanın toplamı 34 yıl 8 ay.

5 yıldır cezaevinde. Daha ne kadar kalacağını o da bilmiyor.

Balbay; gazeteci ve milletvekili.

Ama bunlardan önce bir ‘baba’. Evlatlarından ayrı düşmüş; cezaevinde yatan bir ‘baba’.

Önceki gün, Sosyalist Enternasyonal Genel Sekreteri Luis Ayala’nın ziyaretinin sonunda, vedalaşmadan önce “Çocuklar nasıl?” diye sordum Mustafa Balbay’a.

Dedi ki:

- Silivri’den buraya (Sincan) gelince daha sık görüşebiliyoruz şimdi. Deniz (5 yaşındaki oğlu) son gelişinde takıldı bana. “Baba çok yakışıklısın” dedi. Sonra da, “Ama ben daha yakışıklıyım” dedi. Güldük, sarıldık. Sonra döndü, “Baba, Ankara’ya geldin; niye eve gelmedin?” dedi. “Ne zaman geleceksin?” diye sordu. “Sen büyüyünce” dedim. Eve gittiklerinde annesine, “Beni çabuk büyüt” demiş!

Yüzü bulutlandı Balbay’ın bunu anlatırken. Yutkunmaya çalıştım, olmadı. Boğazıma bir şey takıldı; ne bilmiyorum. Ama iki gündür orada duruyor, onu biliyorum.

M. A. Ç.

Sincan L-2’nin açık görüş salonunda Yağmur’dan, Deniz’den (Balbay’ın kızı ve oğlu) söz ederken, bu kez o bana sordu:

- MAÇ nasıl MAÇ?..

- İyi dedim. 12 yaşına girdi, basketbol oynuyor.

Çevredekiler anlam veremeyince, dönüp izah etti.

- İlk oğlu doğduğunda Murat bir yazı yazmıştı “MAÇ başladı” diye. O yazısını hiç unutmam.

Doğru...

2002 ağustosunda doğan ilk oğlumun adı Mete Arda Çelik.

Doğduğu gün, bir nevi manifesto yazmıştım Arda’ya. Bir tür ‘peşin vasiyet’.

Yazının başlığını, evladın isminin baş harflerinden oluşturmuştum. Kelimelerle oynamayı çok seven Balbay unutmamış o başlığı.

İşte o yazıdan bahsediyordu bunca yıl sonra.

“Babalık” böyle bir şey işte dedim kendi kendime...

Kod adı: Bozkurt

“Bir çılgın Türk’ün vedası.” 15 Ekim 2005 Cumartesi günkü Hürriyet Gazetesi’nin manşeti bu.

Hemen altında şunlar yazıyor:

“Barış Harekâtı öncesi yıllarda Kıbrıs’ta, 5 yıl gizli Türk Mukavemet Teşkilatı’nı yöneten, ‘Bozkurt’ kod adlı Emekli Tuğgeneral Kenan Çoygun Ankara’da sessiz sedasız toprağa verildi.”



Cüneyt Öztürk, 15 Ekim 2005 günü Hürriyet Gazetesi’nin manşetinde yer alan bu haberi okuduktan sonra Çoygun ile ilgili çalışmaya başlamış. Yerli yabancı birçok kaynaktan araştırma yapmış ve

8 yılın sonunda ortaya “Kod adı: Bozkurt” çıkmış. Bir biyografik roman.

Kitap elimde.

Kenan Çoygun ve dolayısıyla bu kitap hakkında fikir sahibi olmak için, arka kapaktaki yorumlardan ikisini aktarmam yeterli olacaktır.

“Orta boylu, kumral, çevik, enerjik, akıllı, disiplinli bir askerdi. Gelir gelmez çevresini etkiledi. Bütün birikmiş kırgınlıkları tatlıya bağladı. Mücahitlere ve komutanlarına yeni bir şevk verdi. Eğitim çalışmalarını hızlandırdı. Ortalıkta pek az göründü. İşine yumuldu. Çok geçmeden efsaneleşecekti.” (Turgut Özakman)

“General oldum, yurt dışında kritik görevlerde bulundum, emekli olduğumda Başbakanlık’ta güvenlik konusunda en üst seviyede yöneticilik yaptım. Ama bir daha hiçbir zaman Siirt’te, Kenan Çoygun’un emrindeki Üsteğmen Yaşar olarak hissettiğim kadar güçlü hissetmedim kendimi.” (E. Tümgeneral Yaşar Karagöz)



8 sene önce sessiz sedasız ölüp giden ‘kritik’ bir ismin ve damga vurduğu dönemin hikâyesi, 8 sene sonra sessiz sedasız çıkan bir kitaba dönüşmüş.

Ben okumaya başlıyorum.

KEŞKE...

Arada sırada, şöyle bir geriye çekilip, kendimize ve dünyamıza dışarıdan bakmayı başarabilsek.

Yazının devamı...

Balbay’ın iç barış formülü: Af

“Yaşanan, sürdürülebilir bir durum değil. Bu ülkenin iç barışa ihtiyacı var ve iç barışın yolu bir ‘af’. Ama ayırmadan... İnsanların hükümeti de affedeceği bir yöntem bulunmalı.”

Sözlerin sahibi Ergenekon hükümlüsü CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay.



Sincan L Tipi Cezaevi’ndeydik dün sabah.

Sosyalist Enternasyonal’in Genel Sekreteri Luis Ayala, Balbay’ı ziyaret etti Ankara’da. CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’ın eşlik ettiği ziyareti izleyen 4 gazeteciydik Sincan’da.



Retina taramalı giriş kapılarından geçip, L-2 açık görüş salonuna ulaştık Ayala’nın peşinden. Biraz sonra kapı açıldı ve bir elinde plastik bir sürahi dolusu sıcak limonlu çay, diğer elinde de büyük bir naylon torba ile Mustafa Balbay göründü kapıda. Saç ve sakalı tıraşlı, beyaz gömlek, kravat ve takım elbise içinde gayet enerjik bir hâlde geldi. Hepimize tek tek sarıldı.

Milliyet Ankara Temsilcisi Serpil Çevikcan’ın “İyi gördüm seni” cümlesine, “Görünüşe aldanmamak lazım” diye cevap verdi gülerek. “Ama iyiyim” diye ekledi sonra.

Torbadan çıkardığı kuru pasta, gofret, peçete, su ve plastik bardakları masaya yerleştirip, kendi eliyle ikram etti hepimize.



Açık görüş süresi 1 saat. Bizim takip ettiğimiz görüşme izin verilen süreyi birkaç dakika aştı. Balbay, Şilili konuğu Ayala ile İngilizce sohbet etti. İngilizcesini geliştirmiş içeride geçen 5 senede.

CHP Milletvekili, yabancı konuğuna, Türkiye’de özelde Ergenekon dava sürecinde yaşadıklarından hareketle yargının işleyişinden, genelde de hükümetin icraatlarından yakındı.

Eleştirilerini örneklerle detaylandırdı.

Hem gazeteci hem de seçilmiş bir parlamenter olarak cezaevinde bulunmasının kabul edilemez olduğunu, sadece kendisinin değil, Türkiye’de birçok kişinin farklı davalarda adil olmayan yargılamalar sonunda hüküm giydiğini vurguladı.

Toplam 500 duruşmada 3 bin saat mahkeme salonunda bulunduğunu söyleyip, “Sanırım Guinness Rekorlar Kitabı’na girebilirim” dedi.

“Benim cezam matruşka gibi” dedi verilen toplam 34 yıl 8 aylık cezayı anlatırken.

Luis Ayala da zaman zaman şaşkınlıkla dinlediği Balbay’a, Sosyalist Enternasyonal’in kendisine verdiği desteğin devam edeceğini, Türkiye’deki tartışmalı konuların takip etmeyi sürdüreceklerini söyledi.



Balbay, 3 kişilik koğuşta tek başına yaşıyor. “Aynı suç grubundan kimse olmadığı için bu durumdayım” dedi yalnızlığının sebebini sorduğumda.

Günde 19 gazete alıyormuş. “Hükümete yakın olan 5 gazeteyi sabah okuyorum çünkü öğleden sonra sinirlerim kaldırmıyor” dedi gülerek.

Koğuşundaki televizyonda 22 kanalı izleyebiliyormuş.

Cezaevindeki 9’uncu kitabını yazmaya başlamış. Bu arada son kitabı, Rutkay Aziz’in oynayacağı bir tiyatro oyunu olarak iki ay sonra sahne alacakmış.



Anlattı...

- Her sabah, “Belki bugün çıkarım belki daha yıllarca kalırım” diye başlıyorum güne. Bunun sürdürülemez bir durum olduğunu biliyorum.

- Artık çalışmalarımı gecelere kaydırdım çünkü Ankara’ya geldikten sonra ziyaretçi sayım arttı. Hatta 8 ayrı ziyaretçi ile toplam 8 saat görüş yaptığım gün bile oldu.

- Umutsuz değilim. Özellikle Gezi direnişinden sonra gelecekten daha da umutluyum. Ben o gençler adına içerideyim diye hissediyorum artık.

- Atatürk ölümsüz bir lider. 10 Kasım’da Anıtkabir’e gidiş de çok önemli bir gösterge. Ve bunu Gezi’nin bir parçası, devamı olarak görüyorum.

- Meclis’in artık tutuklu milletvekilleri konusunu tatsız bir pazarlık ortamında tutmaya son vermesini diliyorum. Bu sadece CHP ve BDP’nin değil, ülkenin, demokrasinin, hukukun sorunu. Bu keyfilik, hukuksuzluk bence AKP’yi de vuracak. Bu dönemin sürdürülemez olduğunu AKP de gördü. Karşıtlık üretmenin, sonunda AKP’nin içinde de karşıtlık yaratacağı artık görülüyor.

- Yerel seçim öncesi atılacak bir adım, ülkede iç barışın ilk adımı olabilir. Bazen kendime kızıyorum, “Hiç mi intikam duygun yok” diye. Gerçekten yok. Ama buradan bazı şeyler daha rahat anlaşılıyor. Kuyudan ışık daha net hissedilir.

- Artık AKP’nin de hayrınadır iç barış. Ve iç barışın yolu, evet bir ‘af’tır. Ama ayırmadan... İnsanların hükümeti de affedebileceği bir yöntem bulunmalı.



Vedalaştık Balbay ile...

El salladı ardımızdan.

Herkese selam söyledi.

Yazının devamı...

Gündemdeki adam konuştu

10 Kasım törenlerinde kendisini protesto eden bir vatandaşa söylediği ‘gavat’ sözüyle büyük tepki toplayan Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, Ankara temsilcimiz Murat Çelik’e konuştu...

Önceki gün Adana’daki 10 Kasım törenlerinde yaşanan gerginlikle ilgili telefonda, Adana Valisi Hüseyin Avni Coş’la görüştük. İşte özetle o görüşme...

- Sayın Vali, gerçekten o “G” ile başlayıp “vat” diye biten sözü söylemediniz mi? “Kavas” mı dediniz gerçekten?

Sıcağı sıcağına, o yoğun program içinde bana sorulduğunda “Kavas demiş olabilirim” dedim ama sonradan gelip görüntüleri izledim ve orada görülüyor, duyuluyor; öyle bir kelime ağzımızdan çıkmış.

- “G” ile başlayan o küfür ifadesi yani...

Evet maalesef, istemeden ağzımızdan çıkmış bir kelimedir. Herkesin şunu bilmesini istiyorum. O sözcüğü, orada bulunan halka karşı sarf etmiş değiliz. O küfürbaz şahsa yöneliktir o söz.

- Ama İçişleri Bakanı dahil herkesin görüşü, “ne olursa olsun böyle bir ifade kullanmamanız gerekirdi” şeklinde...

Bakanımızın değerlendirmesine saygı duyuyoruz tabii. Ancak olayı şartları içinde değerlendirmek lâzım. Bakan Bey ile görüştüm telefonda. Kendisine de izah ettim.

- Hakkınızda bir inceleme mi başlatıldı? Müfettiş görevlendirildi mi?

Bilemiyorum. Bize intikal eden bir şey yok. Biz de müfettişlik yaptık. Müfettiş görevlendirilse, verecek cevabımız var.

‘Başbakana da küfür etti’

- Peki, “Her şeye rağmen o sözü söylememeliydim” diyor musunuz?

Bakın orada istifa sloganları ve yuhalamalara bile el sallayarak, tebessüm ederek cevap verdim. Sonra makam aracıma bindim, aracın önünü kestiler. İçlerinden biri, “Seni atayan Tayyip’in de, senin de...” şeklinde sinkaflı küfür etti. Sonra da, “Şerefsiz, Allah belanı versin” dedi. O anda, o asabiyet içinde, ağır tahrik nedeniyle bir sürçü lisan etmişiz. Yani durduk yerde olan bir şey değil. Sayın Başbakanımız’a ve şahsıma ana avrat küfür edilmesi üzerine, tamamen o küfürbaz şahsa yönelik kullandık o ifadeyi.


‘Allah aşkına biraz empati’

- O zaman, “Bir vali o ifadeyi kullanmamalıydı” görüşüne katılmıyorsunuz?

Biz de etten kemikteniz. Hiç hak etmediğimiz bir tavır. Olayı anlattım. Ortada bir küfürbaz adam var. Şimdi de kayıp, bulamıyoruz. Ama o koşullarda, o sözleri işitip peygamber sabrı gösterebilecek biri varsa, ben de tanımak isterim o insanı. “Böyle olmamalıydı” diyenlerin kaçta kaçı o koşulları yaşadığında sessiz kalabilirdi merak ediyorum. Allah aşkına biraz empati... Şimdi herkes oturmuş reçete yazıyor. Bize doktordan ziyade, damdan düşen lâzım. Belki o zaman durumumuzu anlayabilirler.

- Bu sözlerinizden anladığım, özür dilemek gibi bir düşünceniz yok...

Elbette üzgünüz tabii ki. Ama öncelikle bize yapılanın görülmesi gerekmiyor mu? Orada devletin, hükümetin temsilcisi olarak bize ve Başbakan’a yapılan hakaretin de bir empati yapılarak algılanması lâzım.

- Size yönelik eleştirileri haksız buluyorsunuz yani...

Olayın bütünü görülsün diyorum. Bakın ayrıca, en çok rahatsız olduğum da bunların Atatürk’ü anma tören alanında yaşanması. Orası bir siyasi görüşün, başkalarını aşağılama, farklı düşünenlere hakaret etme yeri değildir. Törenin sloganlarla berbat edilmesinden kimse söz etmiyor. 10 Kasım töreni, bir kesimin toplumun diğer kesimlerine kin ve nefret duygularını ortaya dökme zemini değildir. Biz de İstanbul’da olduğu gibi sadece protokolü alır, vatandaşı almayabilirdik. Ama biz Atatürk’ü halkla birlikte analım dedik, fena mı ettik? Provokatörler bunu suiistimal ettiler. Bütün bunların görülmeyip, sadece benim bir kelimemin gündeme taşınması hak, insaf, atalet, vicdan ve hukuk kavramlarıyla da örtüşmüyor.

‘Başbakan’ı akladı’ diyorlar

- Siz daha önce de, farklı konularda tartışma gündemlerine konu oldunuz. Neden hep sizin başınıza geliyor bunlar?

Bakın, birilerinin valiyle, sayın Başbakan ile, iktidar partisi ile sorunu olabilir. Kanunlar çerçevesinde her türlü demokratik tepkiyi gösterebilirler. Ama 10 Kasım tören alanı bu işin yeri ve zamanı değil. Birileri, Hüseyin Avni Coş üzerinden sayın Başbakan’ı yıpratmak için elinden geleni ardına koymuyor. Sebebini bilmiyorum ama bu bizim mücadeleci ve doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen yapımızdan kaynaklanıyor herhalde.

- Sizin Başbakan ile özel bir yakınlığınız olduğu da konu edilmişti geçmişte. Var mı böyle bir yakınlık?

Belli çevrelerin, Başbakanımızın belediye başkanlığı dönemindeki soruşturmalarda, kendisini akladığım şeklinde mesnetsiz iddiaları gündeme gelmişti. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Şunu da söyleyeyim; o dönemlerde, 28 Şubat konjonktüründe, hakkında “Muhtar bile olamaz” denildiği dönemde... Ben müneccim miyim beyefendinin başbakan olacağını bileyim de ona göre rapor yazayım? Olabilir mi, soruyorum. Ayrıca ben aralarında belediye başkanlarının da olduğu yüzlerce insanı denetledim. Sayın Başbakanımızın ifadesi ile bizim orada “Beyaza beyaz demiş olmamız” herhangi bir ikbal, beklenti ile değil sadece hak ve adaletperestliğimizdendir.

- Siyasete atılmak gibi bir düşünceniz var mı?

Hayır, hiç bir siyasi beklentim yok. Bu görevdeyken başka bir plan yapmak zaten mevcut emanete de saygısızlık olur, bize duyulan güven ile bağdaşmaz bu. Ben mesleğimi çok seviyorum.

- Teşekkürler sayın Vali.

Yazının devamı...

Bahçeli ile 2 soru, 2 cevap

Çankaya’daki Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda sohbet ettiğim isimlerden biri de Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ydi.

Bahçeli’ye yönelttiğim 2 soru ve aldığım 2 cevap şunlar:

1) Kritik bazı oylamalarda verdiğiniz destekler sebebiyle muhatap olduğunuz, “MHP, iktidarın gizli ortağı gibi” şeklindeki eleştiriye ne diyorsunuz?

- Biz tezkere oylamaları ve Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde destek verdik hükümete. Bunu da ‘ülkenin menfaatleri’ gerekçesiyle yaptık. Bizi eleştirenler bunu anlamıyor. Mesela, şu anda Çankaya Köşkü’ndeyiz ve şu anki Cumhurbaşkanı bakın neşeli, nasıl mutlu. Soruyorum; 2007’de 367 tıkacını biz çekmemiş olsak, bugün burada olabilir miydi acaba? 2007’deki o gerilim, 2011’e nasıl yansırdı? Bunları kimse düşünmüyor, konuşmuyor. Zaten AKP’nin, Başbakan’ın bunları görmesini, takdir etmesini de beklemiyorum.

2) BDP’nin yanında şimdi HDP de kuruldu. Bu yeni partiye bakışınız nedir?

- Tamamen bir aldatmaca ve bölücü siyaset taktiği bu. Ama asıl endişem, bu partinin ‘solun çatısı’na dönüştürülme gayreti. Bakın Türkiye’de solun çok uzun ve meşakkatli bir yolculuğu vardır. Ama solun geleneğinde bölücülük hiç olmamıştır. Şimdi bölücü bir çatı altına girmeyi, sol nasıl kabul ediyor ben bunu anlamıyorum.



Not: Yerim dar, detaya girmeyeceğim ama Bahçeli’nin bahsettiği ‘sol’, daha çok geçmiş sol gelenek. Türk Solu’nun son yıllarda, özellikle Kürt meselesine yaklaşım başlığında kendini sorguladığı ve bazı temel noktalarda makas değiştirdiğini de unutmamak gerekiyor.

Genelkurmay Başkanı 10 sivil danışman alabilir

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in, karargâhta sivil basın müşaviri ve yine sivil siyasi danışman istihdam edileceği yönündeki açıklaması dün VATAN’ın manşetindeydi.

Konu farklı boyutlarıyla tartışılmaya başlandı.

Tartışanlara ve konunun geçmişini bilmeyenlere bir hatırlatma yapmakta fayda var...

“TSK’da yeni dönem” anlamına gelen bu gelişmenin yasal altyapısı çok da yeni değil aslında. Yasal düzenlemenin yapılmasının üzerinden neredeyse bir buçuk sene geçti.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in, “Başbakanımız’dan gerekli kadroyu aldık” sözleriyle kastettiği, 22 Mayıs 2012 günü TBMM’den geçen ve 3 Haziran 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6318 sayılı yasa.

Danışman istihdamı konusundaki detayların yer aldığı, yasanın ek 29’uncu maddesi şöyle:

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin faaliyetleri ile ilgili alanlarda Genelkurmay Başkanı’na danışmanlık yapmak üzere, kadro şartı aranmaksızın ve sözleşmeli personel çalıştırılma hükümlerine bağlı olmaksızın, 10 kişiye kadar ‘Genelkurmay Başkanı danışmanı’ çalıştırılabilir ve 60 bin ilâ 100 bin gösterge rakamının memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarda ücret ödenir. Bu personelin ücreti tam veya kısmi zamanlı çalışacak olması dikkate alınarak Genelkurmay Başkanlığı’nca belirlenir. Kamu kurumlarında çalışanlar da, mali ve sosyal hakları kurumlarınca ödenmek kaydıyla ve muvafakat alınarak görevlendirilebilir. Danışmanların görevi, Genelkurmay Başkanı’nın görev süresi sona erdiği tarihte biter. Kamu kurum ve kuruluşları personeli de kurumlarındaki kadro ve pozisyonlara dönerler.”



Milli Botanik Bahçemiz

Ankara’da, “Yol yapmak için ağaçların kesildiği” ODTÜ’nün sadece bir kilometre ilerisinde, Türkiye Milli Botanik Bahçesi kuruluyor.

Eskişehir Yolu üzerinde, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı binasının arkasında yer alan, toplamda 2 bin 500 dekar büyüklüğündeki arazide...

Bakan Mehdi Eker, dün, temel atma töreni öncesinde kahvaltıda ağırladı gazetecileri. Projenin detaylarını anlattı.

Gerçekten heyecan verici ve mühim bir çalışma 2005’te başlatılan ve 2015’te tamamlanacak olan.

Yalnız bir nokta var, Tarım Bakanı’nın bizle paylaştığı notlar arasında bana çok çarpıcı gelen.

O da şu:

Dünyada, biyoçeşitlilik standartları itibariyle “Botanik Bahçesi” sıfatını hak eden ilk örnek İtalya’da kurulmuş.

Pekiyi hangi tarihte biliyor musunuz?

1543 yılında.

Yazım yanlışı yok. 16’ıncı yüzyılda, bin beş yüz kırk üç yılında.

Bizim botanik bahçesi iki yıl sonra açılacak.

2015 - 1543 = 472.


MOLA

Kısa bir izne çıkıyorum. Haftaya yokum. 12 Kasım Salı itibariyle görüşürüz. Kendinize ve sevdiklerinize iyi bakın.

Yazının devamı...

TSK’da yeni dönem

“Bizim, ‘basın ve halkla ilişkiler’ konusunda köklü bir değişikliğe gitmemiz gerekiyor. Silahlı Kuvvetler olarak bu işi artık askeri değil, ‘sivil ve profesyonel’ personel ile yürüteceğiz. Bunun yanında bir de, yine sivil, bir ‘siyasi danışman’ görevlendireceğiz. Mesela, Siyasal Bilgiler’den biri olabilir bu kişi. Bunlar için Başbakanımız’dan gerekli kadroyu da aldık.”

Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) yaşanacak önemli iki gelişmeyi haber veren bu açıklama bizzat Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel‘den.



Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde düzenlenen 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda sohbet ettik Orgeneral Özel ile.

Komutan, başında bulunduğu kurumun medya ve kamuoyu ile iletişiminde eksiklikler, aksaklıklar olduğunu düşünüyor. Aslında seleflerinde de hep gördüğümüz, bildik bir yakınma bu. TSK’nın kendisini basına ve halka tam manasıyla anlatamadığı, bu nedenle de yıprandığı, yıpratıldığı görüşü...

Sivil basın müşaviri yolda

Necdet Özel, işte bu anlayıştan hareketle gündemlerinde olan değişikliği açıkladı.

Detaylar da, bizim sorularımızla netleşti.

Şöyle:

- Bizim, ‘basın ve halkla ilişkiler’ konusunda köklü bir değişikliğe gitmemiz gerekiyor. Silahlı Kuvvetler olarak bu işi artık askeri değil, ‘sivil ve profesyonel’ personel ile yürüteceğiz. Başbakanımız’dan bunun için gerekli kadroyu da aldık.

- ‘Pentagon modeli’ olarak adlandırılabilecek bir ‘sivil sözcü’ mü olacak yani bundan sonra Genelkurmay’da?

- Hayır, tam olarak öyle değil. Ama sizlerle (medya) ve kamuoyu ile iletişimimizi sivil ve profesyonel, bu işin uzmanı kadrolara devredeceğiz.

- Sivil bir basın müşaviri olacak yani. Öyle mi?

- Evet, öyle diyebiliriz. Şu anki yapıda, bu işi rütbeli askeri personelin yapması doğru değil. Uygulamada birçok sıkıntıya yol açabiliyor bu sistem. Bir kere, o görevi yapan generalimiz en fazla iki yıl orada kalabiliyor. Çünkü başka operasyonel görevlere atanıyor. O birimde devamlılığı olmuyor yani.

Bu konudaki sözlerinden benim anladığım, Genelkurmay Başkanı, bir üniformalının, üslup ve kullandığı jargon itibariyle de bu iş için uygun olmadığı kanaatinde.

Mülkiyeli danışman mı geliyor?

Genelkurmay Karargâhı’nda göreve başlayacak tek sivil, ‘basın müşaviri’ olmayacak. En az onun kadar (hatta belki bazı noktalarda ondan bile) önemli bir başka atama daha var gündemde.

Org. Özel anlatmaya devam etti:

- Bir de ‘siyasi danışman’ ihtiyacımız var. O da gerekli.

(Askeri konuların siyasi yansımaları ve boyutları ile bunların gündemde işgal ettikleri yer düşünüldüğünde, Özel’in neden böyle bir gereksinim duyduğu anlaşılabiliyor.)

- Pekiyi belli mi bu siyasi danışmanın kim olacağı?

- Hayır, henüz değil. Ama Siyasal Bilgiler’den olabilir mesela.

- Aklınızda bir isim ya da muhtemel isimler var mı? Hem siyasi danışmanlık hem de basın müşavirliği için?

- Hayır. Daha o aşamaya gelemedik. Aslında, bırakın isimlendirme noktasını, henüz bu değişiklikler ile ilgili çalışmaya bile vakit bulamadık.

- Bir takvim var mı pekiyi oluşmuş? Mesela birkaç ay içinde olur mu bu değişiklikler?

- Açıkçası takvim de yok. Tam bilemiyorum. Gündem malum. Nasıl yoğun bir tempo içinde çalıştığımızı biliyorsunuz. Bu yoğunlukta, sıra daha bu konuya gelemedi maalesef. Ama bunlar gerekli ve biz bir an önce bu adımları atmak istiyoruz.

Siyasi danışman siyasallaştırır mı?

Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, önceki akşam Çankaya Köşkü’ndeki resepsiyonda gazetecilere, “Ben Silahlı Kuvvetler’i siyasallaştırmamak için çabalıyorum. Her türlü siyasi akımdan uzak tutmaya çalışıyorum” dedi.

Yukarıdaki ‘sivil siyasi danışman’ açıklaması ile birlikte ortaya çıkan soru şu:

Genelkurmay bünyesinde bir ‘siyasi danışman’ın görevlendirilmesi, orduda ‘siyasallaşma’ tartışmasına yol açar mı?

“Her türlü siyasi akımdan uzak tutulmaya çalışılan” bir kurumda, ‘siyasi danışman’lık mekanizması, bu anlayış ile çelişen sonuçlar mı doğurur, yoksa bu tercih tam aksine (örneğin yetkin bir sivil akademisyenin sergileyeceği performans ile) ‘siyasallaştırmama’ hassasiyetinin adeta sigortası mı olur?

Bu noktaya biraz kafa yormamız gerekiyor sanırım.

Yazının devamı...

Bir mektuptan fazlası

“Sayın Murat Çelik,

Bugünkü yazınızı okudum. Eşim 26 aydır Hasdal Askeri Cezaevinde yatan kurmay bir denizci albay. Hükmü onandı. Bundan sonraki sivil cezaevi süreci için hazırlıklarımıza başladık. Geride kalanların yolu açık olsun. Biz haksızlık ve hukuksuzlukla mücadele etmeye devam edeceğiz.

Tutuklu bulunanların size anında ulaşması mümkün olamayacağı için ben, eşim adına duygu ve düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim.

1. Hiç kimse Sn. Orgeneral Necdet Özel’in sivil otoriteye bağlı olmasını ve bunu dile getirmesini eleştirmiyor.

2. Asıl eleştirilen 2011 yılı Ekim ayında yaptığı görüşmede söylenenlerdir. Yalansa ben öyle bir şey demedim desin ve görevine devam etsin. Dediyse ve şu gelinen durumda kandırılıyor ise çıksın bunu da mertçe söylesin. Biz artık kesin ifadelerle bir olaya evet veya hayır denilmesini bekliyoruz. Bu delillerin sahte olduğuna inanıyor mu, inanmıyor mu? İnanıyorsa kendi görevini yapsın, karargahlarından nasıl belgeler sızdırılmış ve üzerinde manipülasyon yapılmış bulsun, görevini yapsın. Bu da bir ulusal güvenlik sorunu, yani görevi kapsamında bir iş. İnanmıyorsa, zaten silah arkadaşları ile kendi adına görüşmeler yaptırmasına ve üzülmesine gerek yok. Nokta.

3. Kara Harp Akademisi öğrencileri ve öğretim görevlileri beraat ederken aynı statüdeki Havacı ve Denizcilerin mahkumiyetine anlam verilemiyor.

4. Adalet Bakanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, bilumum bakan ve milletvekili dava süreci ve kararı ile ilgili konuşabildiklerine ve hakimler hakkında ‘iyi hukukçular’, ‘hata yaptıklarına ihtimal vermiyorum’, ‘yalnızca dijital verilere bakarak karar vermediler, başka delilleri de değerlendirdiler’ diye söyleyebildiklerine göre bir kamu görevi icra etmiyorlar sanırım. Onu da bu kapsamda ele almanızı ve eleştirmenizi bekleriz.

5. Başkaca delillerin ne olduğunu ne sanıklar ne avukatları ne de biz bilmiyoruz, dava dosyasında yok çünkü. Ancak bir takım gazeteciler biliyorlar galiba her nasılsa...

6. İlk askeri bilirkişi, eline verilen CD’lerin gerçek olduğu varsayımına dayanarak bir rapor yazdı, savcılık bu raporla iddianame yazdı, mahkeme bu iddianameyi aynen kabul ederek ve delillerin gerçek olduğunu varsayarak hüküm verdi, Yargıtay 9. Ceza Dairesi bu delillerin gerçek olduğu varsayımını kabul ederek ve hayatın olağan akışına uygun bularak, hukuka takla attırdı ve hükmü onadı.

7. Asıl soru, güncellemeyi kim yaptı? Donanmada bulunan hard disk üzerindeki 5 parmak izi neden araştırılmadı? Neden tanıklar dinlenmedi ve en önemlisi herkes gönül rahatlığı ile adil yargılama oldu diye düşünüyor mu?

8. Soruşturma konusu olabilecek eylemlerinden dolayı bir kısım Valiler, Emniyet Müdürleri, bilumum devlet memurları için seçilmişlerin gazetelerde, televizyonlarda beyanlar vermesi, soruşturma açılmasına gerek yoktur diye korunup kollanması, demokratik ve hukuk devletinin bir gereği olsa gerek... Çünkü seçilmişler hukukun üstündedirler, nasıl isterlerse öyle uygulama yapabilirler.

9. Ben kendi adıma ve yakından tanıdığım bir çok denizci adına gönül rahatlığı ile şunu söyleyebilirim: Devletin imkanlarını ne eşlerimiz ne de bizler kendi özel işlerimiz için kullanmadık. Bizi bilenler bunun tanığıdır. Kendimizi hiç bir zaman eşimizin rütbesi ile özdeşleştirmedik. Bu gibi küçük çıkarlar peşinde olmadığımız içindir ki bugün yıkılmadık. Bize de bunları bir Orgeneralin söylemesine gerek olmadan, böyle yaşadık ve böyle yaşamaya devam edeceğiz. Aldığımız aile terbiyesi bize bunu öğretti, biz de çocuklarımıza bunu öğretiyoruz.

10. Büyük önder Atatürk’ün Türk Kadını için arzuladığı yerde, yani hayat yolunda eşlerimizin bir adım arkasında değil tam yanı başlarında, onlarla birlikte, haksızlığa, hukuksuzluğa, aldatılmışlığa karşı mücadeleye devam ediyoruz.

11. Hasdal, Mamak, Maltepe, Silivri, Hadımköy ve Şirinyer cezaevlerinde bulunan asker tutuklularla görüşüp, onların bu konudaki görüşlerini içeren bir yazı yazmanızı tarafsız bir gazeteci olarak sizden beklerim. Belki geçmişte yazmışsınızdır ama ben kaçırmış olabilirim.

Yazdıysanız, onların da hâlâ aynı şeyleri ‘bu deliller sahte’, ‘adil yargılanma hakkı çiğnendi’, ‘tanıklar dinlenmedi’, ‘savunmanın tüm ısrarlarına rağmen bilirkişi raporları arasındaki çelişkiyi giderecek ve gerçeği ortaya çıkaracak yönde bir bilirkişi atanmadı’ dediğini göreceksiniz.

Son sözüm, yalnızca gücü elinde tutanlar için değil hepimiz için biraz insaf ve biraz sağduyu.

Bütün bu olanlara gönül rahatlığı ile inananlar için dileğim, Allah sizin başınıza sahte dijital veriler nedeniyle bir dava vermesin. O zaman nasıl bir gayya kuyusuna atıldığınızı anlarsınız.

Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Saygılarımla,

Aysun Koçer”



Bu mektubu, geçen cuma günkü (25 Ekim 2013) yazım (http://haber.gazetevatan.com/Haber/578608/4/Yazarlar) üzerine bir okurumuzdan aldım.

Virgülüne dokunmadan aktardım size yukarıda.

E-mail’i gönderen Aysun Koçer’e cevap yazıp, mektubunu yayınlayacağımı, bunu yaparken ismini kullanıp kullanamayacağımı sordum. “Kullanabilirsiniz” dedi.



İçeriğinin öneminin yanında, kullanılan dil ve üsluba dikkatinizi çekmek istiyorum.

Eşi 26 aydır cezaevinde olan ve ondan daha kim bilir kaç yıl ayrı kalacak bir insan; düşüncelerini, üzüntüsünü, tepkisini bundan daha insani, daha medeni bir şekilde nasıl ifade eder ben bilmiyorum.

Yazının devamı...

Org. Özel ilk günü ile aynı noktada

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in pazartesi günü Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklama ile ilgili Ankara kulislerinde konuşulanı dün yazmıştım.

Ankara’da o açıklamanın, aynı gün Genelkurmay Karargâhı’nda gerçekleşen ‘orgeneraller toplantısı’ndan sonra yapıldığı konuşuluyordu.

Genelkurmay Genel Sekreteri Tuğgeneral Metin Özbek aradı dün.

“Murat Bey, Sayın Komutanımız size bir bilgi iletmemi emretti. Evet o gün komutanlarımız Karargâh’ta bir toplantı yaptılar ancak o toplantının başlangıç saati 15.00’ti. Komutanımız, Anadolu Ajansı’na gönderdiği açıklamasını pazartesi sabahı, bizzat kaleme aldığını bilmenizi istedi.”

Yani Orgeneral Özel’in ilettiği, “Ben o açıklamayı, silah arkadaşlarımın telkin ya da bilgilendirmesinden önce yazmıştım” mesajıydı.



Gelelim o açıklamanın yankılarına...

Önce Engin Alan, dün de yine cezaevinde bulunan emekli Orgeneral Bilgin Balanlı ve arkadaşlarından gelen cevaplar gösteriyor ki, Org. Özel’in üzerinde ciddi bir ‘istifa baskısı’ var.

Ancak ortada bir de şu gerçek var:

Özel’in bu günlerde silah arkadaşlarının bir bölümü tarafından tepki ile karşılanan üslubu ve anlayışı yeni değil.

Göreve geldiği gün ne dediyse, bugün aynı noktada Necdet Özel.

Beğenip beğenmemek, desteklemek ya da karşısında olmak ayrı konu; Özel, istikrarını koruyor.

Bu durumun kanıtı da, aşağıda özetini okuyacağınız yazı.



“Yaklaşık bir buçuk ay önce... 19 Kasım 2011 Cumartesi günü.

Yer, başkent Ankara’da, Genelkurmay Karargâhı.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, yıllık olağan ‘General-Amiral Semineri’nin açış konuşması için kürsüde.

Özel, salonu dolduran silah arkadaşlarına hitap ediyor. Türkiye’deki -her rütbeden- bütün general ve amirallere.



Orgeneral Özel’in uzun konuşmasındaki bazı bölümler önümüzdeki döneme ilişkin çok önemli mesajlar içeriyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) başındaki isim -mealen- ‘Üniforma bize bir ayrıcalık sağlamıyor. Bizler de, siviller gibi, bu ülkeyi yöneten seçilmişlerin emrinde çalışan bürokratlarız’ diyor.

Belki tam olarak bu sözcüklerle değil, daha farklı ifadelerle ama sonuç olarak, verdiği açık mesaj bu Necdet Özel’in.

(...)

Rutin seminer, ‘özel’ mesajlar

(...) yine mealen...

- Komutanların da siviller gibi bu ‘devletin bürokratları’ olduğunu söylüyor Özel...

- Üniformalı olmanın ayrıcalıklı olmak anlamına gelmediği mesajını veriyor.

Org. Özel; aynı sivil atanmışlardan oluşan diğer kurumlar gibi TSK’nin de, ülkeyi yöneten ‘seçilmişlerin emrindeki görevliler’ olduğunu hatırlatıyor.

(...)

Org. Özel, astlarına kamuoyunda farklı algılamalara yol açabilen eski dönem alışkanlıklarından artık vazgeçilmesi gerektiği mesajını veriyor aslında.

(...)

Konuşma bittiğinde, Necdet Özel’in görev süresi boyunca, siyaset kurumuyla gerginlik yaşamak istemediği izlenimi oluşuyor salondaki katılımcılarda.

Söylemeden söylemek formülü

(...) benim yukarıdaki konuşmadan (ve tabii dinleyenlerin algısından) anladığım şudur:

Yeni Genelkurmay Başkanı askerin;

- Güncel siyasi gündem ve polemiklerden tamamen uzak durmasını,

- Konsantrasyon, mesai ve gücünün tümünü terörle mücadele ve ulusal güvenlik konularına kanalize etmesini,

- Cumhurbaşkanlığı, TBMM ve hükümet ile gerginlik yaşamamasını,

- Geçmişte zaman zaman sergilenen, ‘Bu ülkenin, bu cumhuriyetin asıl (hatta tek) sahibi biziz’ psikolojisinden tamamen arınmasını istiyor ve hedefliyor.

Ama tüm bunları hayata geçirirken, devletin bütün sivil organlarının da başında bulunduğu kuruma yani TSK’ya tam manasıyla sahip çıkmasını yine istiyor ve hedefliyor.

Yani aslında olması gerekeni.

İşin özü, benim anladığım kadarıyla bu.”



NOT:

Bu yazı, bu sütunda, neredeyse 2 yıl önce yayınlandı.

6 Ocak 2012 tarihinde, “Necdet Özel’in 19 Kasım mesajları” başlığıyla. (http://haber.gazetevatan.com/Haber/422347/1/Gundem )

ÖNEMLİ NOT:

Genelkurmay Başkanı Özel, bu yılki oryantasyon seminerlerinin ilkinde de (26 Ağustos 2013) terfi eden 150 dolayında general ve amirale hitaben yine benzer bir konuşma yapmış.

Hatta askeri kaynaklardan aldığım bilgiye göre Özel, ‘anayasal / yasal çerçevede kalma ve hukuka saygı’ hususlarını yine vurguladığı iki ay önceki bu konuşmasında, yukarıdakilere ek olarak şu iki dikkat çekici uyarıda da bulunmuş:

1) Şahsi işlerinizde devlet imkânlarını kullanmayın.

2) Eşlerimiz askeri personel ya da bizim gibi devlet memuru değildir.

KEŞKE...

İki yıl önce yazdığımız yazıları hatırlatmak zorunda kalmasak.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.