Şampiy10
Magazin
Gündem

2 kitap 1 yazar

Elimde 2 kitap var. İki roman... İlkinin adı “13’ünde kadın olmak”. Romanın ismi özetliyor aslında konusunu.

Arka kapak şu cümle ile başlıyor:

“İki çocuk gelin, iki ayrı evde, insanlık dışı bir törenin kurbanı oldular.”

Bu topraklara özgü bir cinayet türüne adını veren o acı gerçek kitabın konusu: ‘Töre.”

“13’ünde kadın olmak” bir ‘berdel’ hikâyesi.

Arka kapakta yer alan alıntıyı aktarayım; zaten fazla söze gerek kalmayacak:

“Odanın dışına çıkan Kuş Ömer’e, yaşlı kadın çarşafı sorduğunda, Kuş Ömer yere çömeldi ve çocuk gibi ağlamaya başladı. Kadın içeri girdiğinde, Sıla’nın yatakta cansız yattığını gördü ve ‘Adnan Ağa yetiş ! Gelinin ölmüş’ diye feryat etti.”

Yazar, romanının konusu ile birlikte, eseriyle söylemek istediğini de yerleştirmiş arka kapağa.

Şöyle devam ediyor:

“Kan parasına karşılık abilerini kurtarmak için babaları tarafından evlendirilen Helin ve Sıla’nınkine benzer nice dramlar yaşanıyor.

Bez bebeklerle oynamaları gereken dönemde, cinselliğin ne olduğunu dahi bilmeden gerdeğe girdirilen ve ‘Amca ne olur beni anneme götür’, ‘Bana bir şey yapma koruyorum’ diye yalvarmasına rağmen bir hayvanın üzerine çıkıp küçücük bedenini kavraması ve ağzını kapatıp nefessiz bırakmasıyla ölümüne neden olduğu Sıla ile ikizi Helin’in hikayesi.”



İkinci romanın adı “Arsine - Tehcirde bir Ermeni kızı.”

Bu eserin konusunu da yine arka kapakta yer alan sunuş ile aktarayım:

“Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hâlâ yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi.”

Alıntının ardından, kitaba dair bilgi yer alıyor arka kapakta. Şöyle:

“Ermeni Tehcirinde çok gizli kalmış, gün ışığına hasret nice hikâyeler vardır.

Tehcir anında tren vagonunda doğan Arsine’nin, Ayşe Nine oluşuna kadar geçen acı dolu yaşamın gerçeği...

Ya yaşama tutunacaktı, ya da bunca haksızlığa genç bir Ermeni kızı olarak devam edecekti.

Acı, ölüm ve feryat ile Arsine’nin 100 yıl önce başlayan, Ayşe Nine olarak sevinç ve gözyaşı içerisinde biten yaşam öyküsü...”



İlk roman bu toprakların değişmez gündem maddelerinden birine dokunuyor. Kan davası, berdel, töre...

İkincisi de yine değişmeyen başlıklardan biri. Her yıl şu günlerde, yani 24 Nisan’ın hemen öncesinde alevlenen Ermeni meselesi, zorunlu göç ve soykırım iddiaları...



Unutmadım; yazarı sona sakladım.

Bu iki kitabın yazarı Ali Bayram.

Öyle meşhur bir romancı değil.

Polis intiharları konusunda da çalışmalar yapmış 40 yaşındaki Bayram, kendini “feminist bir kalem” olarak tanımlıyor.

İnternet sitelerinde kadının Türkiye’deki yerini anlatan ve kadın haklarını savunan yazıları yayınlanıyor.



Ama tüm bunlardan daha önemlisi...

Ali Bayram, bir polis memuru.

Halen aktif görevde olan bir polis memuru. Daha önce yazdığı kitaplar sebebiyle hakkında defalarca soruşturma açılmış.

Şimdi ise eserlerini, polislerin sendikalaşması için kaleme aldığını söylüyor. Kitaplarından elde edilen geliri, polislerin sendikal mücadelesi için harcadığını...

Bu ülkede böyle farklı, ilginç insanlar da var; bilin istedim.

Yazının devamı...

‘Fransız gazetecileri Türk askerleri aldı’

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye’nin Suriye’de 10 ay esir tutulduktan sonra bırakılan dört Fransız gazeteciyle başından sonuna kadar ilgilendiğini söyledi.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye’de kaçırılan 4 Fransız gazeteci ile ilgili durumu bildiklerini ve takip ettiklerini belirterek, “Sınıra yaklaştıktan sonra askerlerimiz alarak Türkiye’ye getirdi” dedi. Suriye’de kaçırılan ve Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesi sınırında Türkiye’ye giriş yapan önceki akşam da Gaziantep’ten Fransa Hava Kuvvetleri’ne ait uçakla ülkelerine dönen Fransız gazeteciler; Edouard Elias (22), Didier François (54), Pierre Torres (29) ve Nicolas Henin (38)’un Türkiye’ye gelişi ve ülkelerine gönderilişini Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu VATAN’a anlattı. İstanbul’da bulunan Davutoğlu telefon görüşmemizde şunları söyledi:

10 AYDIR KAYIPLARDI

“Dört Fransız gazeteci uzun süredir kayıptı. Fransa’da önemli bir gündem maddesiydi. Biz de durumu biliyor ve takip ediyorduk. Sınıra yaklaştıktan sonra askerlerimiz gidip aldı. Türkiye sınırına gelmiş herkes insani bakımdan aynı muameleyi hak eder ve görür.

Dün (Cumartesi) sabah Akçakale Kaymakamlığı misafir etti. Bizim vatandaşımızla - tıpkı Bünyamin Aygün’de olduğu gibi- nasıl ilgileniyorsak, onlarla da öyle alakadar olundu. Bir müddet Urfa’da dinlendiler, sonra Antep’e geçtiler. Dinlenmeleri ve rahat etmeleri için her türlü imkan sağlandı. Döner, kebap ikramlarına kadar. Hepsine teşekkür ettiler. Dışişleri Bakanlığı ve Türk subaylarına övgülerde bulundular.

ANTALYA DAVETİ...

‘Bir iki gün dah kalın, haftasonu Antalya’da misafir edelim’ diye teklif edildi. Ama hemen ülkelerine dönmek istediler. ‘O zaman ilk fırsatta ailelerinizle birlikte gelin’ dedik. Tekrar tekrar Türkiye’ye teşekkür ettiler. Kendi bakanlarından önce benimle konuştular. Laurent Fabius’u arayıp, gelişmelerle ilgili bilgi verdim; ‘Antep’e gönderiyoruz’ dedim. Fatma Şahin ile konuştum. Akşam sofra kurulmuş, ama ‘o kadar çok yemek yedik ki’ demişler... Bunlar gazetecilerin başına gelebilecek olaylar. Birkaç günlük bir mesele de değildi, uzun süreli bir olaydı. İnşallah Suriye’de bütün bu zorlu süreç biter ve bir daha böyle bir ihtiyaç olmaz ama ne zaman böyle bir ihtiyaç hasıl olursa biz Türkiye olarak bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da üzerimize düşeni, hatta fazlasını, elimizden gelenin en iyisini yine yaparız.”

Yazının devamı...

PKK 21 ay sonra bıraktı ama...

“(...) Şırnak’ın Güçlükonak İlçesi’nin Gümüşyazı ve Yatağankaya köylerinden iki kişi de örgütün elindeymiş mesela. ‘Elindeymiş’ diyorum zira düne kadar bilmiyordum, Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir adlı iki vatandaşın Temmuz 2012’den bu yana PKK’nın elinde olduğunu. Araştırdım, hiçbir yerde haber de olmamış bu olay. (Ya da belki ben görmedim.) İlhan ve Özdemir’in özelliği, ‘korucu’ ailelerinin çocukları olmaları. Babaları korucu.

Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir, geçen yıl temmuzda Suriye’de kaçırılmış PKK’lılar tarafından. Cizre’nin hemen karşı tarafına düşen Andivar Köyü’nden. Ailelerine haber yollamış örgüt; ‘Babaları gelsin, oğullarını bırakalım’ diye.

Korucu babalar ‘Hayır’ demişler.

Anneler görmek istemiş evlatlarını.

Mahmur Kampı’na gidip görüşmüşler çocuklarıyla. Onlara da aynı şeyi söylemiş PKK’lılar Mahmur’da; ‘Babaları gelmezse çocuklarınızı bırakmayız’ demişler. Yine 2012’de, eylül ayı başında AK Parti Hakkari İl Başkanı’nı kaçırmıştı örgüt, hatırlarsınız.

PKK’nın bir ay boyunca rehin tuttuğu Mecit Tarhan, serbest bırakıldıktan sonra Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir’in Kandil’de olduğu bilgisini iletmiş ailelerine. Yine, ‘Babaları giderse, ikisini de bırakacaklar’ notu ile birlikte... Ailelerin elindeki bilgi, çocuklarının hâlâ Kandil Dağı’ndaki PKK kampında olduğu yönünde.”

“Hatırlayan var mı?” başlığıyla bunları yazdığım tarih 15 Şubat 2013. Bir yıldan fazla zaman geçmiş üzerinden...



Sonra 28 ve 29 Kasım 2013 tarihlerinde yazdım aynı konuyu...

“PKK’nın tahliye işlemi (!)” (http://haber.gazetevatan.com/Haber/587627/4/Yazarlar ) ve “İki ailenin gergin bekleyişi” (http://haber.gazetevatan.com/Haber/587932/4/Yazarlar ) başlıklarıyla.

Örgütün “Cezalarını tamamladılar, gelip alabilirsiniz” diye haber yolladığını...

Rehinelerin anne ve kardeşlerinin, neredeyse bir buçuk yıldır PKK’nın elinde bulunan Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir’e kavuşacakları Zaho’ya gitmek üzere Habur’da beklediklerini, beklemeye devam ettiklerini...

Serbest kaldılar ama

Türkiye’ye giremediler

O bekleyiş nihayet dün öğleden sonra sona erdi.

PKK, elindeki 2 rehineyi, “Bırakacağız” dedikten 4 buçuk ay sonra da olsa, serbest bıraktı.



Abdülvahap İlhan ve Ramazan Özdemir örgütün elinden kurtuldular ama Türkiye’ye gelmeleri de ayrı bir olay oldu.

İlhan ve Özdemir önceki gün sabah saatlerinde Habur’un hemen karşısında yer alan, Irak tarafındaki Halil İbrahim Sınır Kapısı’na geldiler ama orada kaldılar.

Çünkü Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin sınırdaki yetkilileri ‘çıkış’ işlemi yapmadı. Sebep, bu iki kişinin Irak’a ‘giriş’lerinin bulunmamasıydı.

İlhan ve Özdemir, PKK’lılar tarafından Suriye’de kaçırılmış, ardından Irak’a geçirilip Kandil’e götürülmüşlerdi.

Pasaportları ceplerindeydi ama Barzani yönetimindeki bölgeye resmi girişleri bulunmuyordu.

Bu yüzden de KDP asayiş güçleri, o pasaportlara ‘çıkış’ damgası vuramayacaklarını söylediler.

Aldığım bilgiye göre, neredeyse 2 yıldır Irak topraklarında, terör örgütünün elinde rehin yaşayan iki vatandaşa, “Erbil’e gidin, Türkiye Başkonsolosluğu’na başvurun ve Irak vizesi alın” dedi Irak sınır kapısındaki görevliler.

24 saat sonunda kapı açıldı

Bu aşamada, sınırın diğer yanında çaresizce bekleyen iki vatandaşın köprünün Türkiye tarafındaki Habur Sınır Kapısı’nda onları bekleyen ailelerine kavuşturmak için devreye Türk istihbarat ve güvenlik birimleri girdi.

KDP’nin üst düzey yetkilileri ile temasa geçen Türk makamları, yaklaşık 24 saatin sonunda olumlu sonuca ulaştı.

Ve iki korucu çocuğu, neredeyse tümü Kandil’de geçen 21 aylık rehine hayatının ardından ailelerine kavuştular.

Yazının devamı...

E - bilete ‘hayır’ derken...

Daha yeni, 5 gün önce...

Kayserispor - Çaykur Rizespor maçı...

Spor haberi şöyle:

“Tribünlerde ve stat çevresinde meydana gelen olaylarda 16’sı polis, 5’i taraftar olmak üzere 21 kişi yaralandı. Çıkan olaylarda 28 şüpheli gözaltına alındı. Bu arada stat çevresindeki taraftarların tepkisi ve yönetimi istifaya çağırmaları üzerine Kayserisporlu futbolcular yaklaşık bir saat statta bekletildi. Kayserisporlu futbolcular, teknik kadro ve yöneticiler çevik kuvvete ait sivil plakalı 2 minibüsle stattan ayrılıp tesislere gitti.”



İki ay önce... 2 Şubat 2014...

İşte spor haberi:

“Şırnak’ın Cizre İlçesinde oynan an maçta çıkan kavgada biri terörle mücadele şube amiri olmak üzere 15 kişi çeşitli yerlerinden yaralandı.

Bölgesel Amatör Lig’de oynanan Cizrespor - Mardinspor maçı boyunca zaman zaman ufak olaylar yaşandı. Hakem maçın bitiş düdüğünü çalar çalmaz, maçı 1 - 0 kazanan Cizrespor’un taraftarları sahaya inmek istedi. Sahaya zorla giren taraftarlar futbolculara saldırdı. Çevre güvenliğini sağlayan polisler de sahaya inip taraftarları engellemeye çalıştı. Ortalık savaş alanına döndü. Polisler taraftarlara biber gazı ile müdahale etti. “



Bir buçuk sene kadar önce... 9 Aralık 2012..

Spor haberi:

“Galatasaray ile Beşiktaş arasında oynanan tekerlekli sandalye basketbol maçı çıkan olaylar nedeniyle yarıda kaldı. Polis, taraftarlara biber gazıyla müdahale etti. Basketbolcuların tekerlekli sandalyeleri de kırıldı.

Emniyet görevlileri, tribünde meşaleler yakan ve birbirlerinin üzerine maddeler atan taraftarlara biber gazlı müdahalede bulundu. Bu sırada tribünler boşaltılırken, hakem ve oyuncular da soyunma odasına gitti.

Tribündeki olaylar salonun koridorlarına da yansırken, bu bölümlerde maddi hasar meydana geldiği gözlendi. Basketbolcuların tekerlekli sandalyelerinin bile kırıldığı görüldü. Yakılan yanıcı maddeler nedeniyle salonda duman tabakası oluştu. Maçı anlatan spiker de zor anlar yaşadı.

Bir saati aşkın aranın ardından hakemler karşılaşmayı ertelediklerini bildirdi.

Bu arada, salon dışına çıkan iki takım taraftarları arasında da gerginlik sürdü.”



Yaklaşık 5 ay önce... 30 Kasım 2013...

Yine bir spor haberi:

“Acıbadem Bayanlar Voleybol Ligi 9. hafta maçı olan Galatasaray - Fenerbahçe derbisi öncesinde ve esnasında olaylar çıktı. Polis 2 taraftarı gözaltına aldı. Salon dışındaki olaylarda polis gaz bombası kullanırken salonun camları kırıldı. Salon içinde de yaşanan olaylar sonrasında mücadele devam etti. Maçın son bölümünde tribünlerden küfürler devam edince hakem maçı tatil etti. Son kararı Federasyon verecek. “



Herkesin hatırladığı;

Fenerbahçe - Galatasaray maçları...

Bu sezonun 5’inci haftasındaki Beşiktaş - Galatasaray maçı...

Yine bu sezon, 5 hafta önceki Trabzonspor - Fenerbahçe maçı...

Tribünde bıçaklanıp ölen gençler...

Sahaya atlayan insanlar... Sahaya atılan rakı şişeleri, sustalı bıçaklar, taşlar...

Sadece futbol statlarında değil, yukarıda okudunuz; voleybol, basketbol, hatta tekerlekli sandalye basketbol maçlarında bile aynıyız. Memlekette bir tek, “yüzme yarışı ya da su topu maçı sırasında tribünlerde çıkan olaylar sonucu havuzda boğulan taraftar” haberi eksik!



Zamanlamasını, teknik ayrıntılarını, uygulamada yaşanabilecek aksaklıkları vs... Hepsini tartışabiliriz ama...

Kimse kusura bakmasın, bu ülkede, bu taraftar siciliyle ‘e-bilet’ uygulamasına, kendi adıma karşı çıkmam mümkün değil.

Kabul edin... Biz kendi kendimize, insan gibi maç seyretmeyi beceremedik, başaramadık.

Üzgünüm ama durum bu.

Kendimiz düştük; ağlamayalım.



KEŞKE...

Fenerbahçe ve Galatasaraylılar, kendi gündemlerine Beşiktaş’ı karıştırma çabalarının nafile bir uğraş olduğunu idrak edebilseler.

Yazının devamı...

Köşk kulisleri

“(...) Pekâlâ aday da olabilir, niye olmasın? Sonuçta karar kendisinin, belki bana kızacak bunu bu şekilde ifade ettim diye ama şimdiden ‘oldu bitti, artık kenara çekilecek’ havasının yayılması çok büyük haksızlık (...)”

Bu cümleler, elinizdeki gazetenin 30 Temmuz 2012 tarihli nüshasında yer alan bir röportajdan...

VATAN Yazarı Ruşen Çakır‘ın, Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı ve Sözcüsü Ahmet Sever ile yaptığı röportajdan.

Sever neredeyse iki yıl önce verdiği o röportajda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tekrar aday olabileceğinin işaretini bu sözlerle veriyordu.



Şimdi ise Cumhurbaşkanlığı seçimine dört aydan az vakit var ve bizzat Cumhurbaşkanı Gül de, “Konunun konuşulmasının zamanı artık geldi” diyor.

Sever’in 21 ay önceki sözlerinden birkaç alıntı daha yapacağım.

Çünkü kulislere bakılırsa, Köşk’ün havası geçen bu 21 ay içinde pek de değişmiş değil.



- Temmuz 2012’de Ruşen Çakır soruyor:

Yeniden aday olma hakkı var ama gelinen noktada öyle bir hava var ki sanki aday olmayacak. Hatta bazı uluslararası kuruluşların başına geçeceği yolunda spekülasyonlar da yapılıyor...

- Ahmet Sever şu yanıtı veriyor:

Uluslararası bir görev, bir yakıştırmadan ibarettir. Hiçbir zaman böyle bir talebi olmadı, aklından bile geçmedi. Bu kadar açık söyleyebilirim. Bunların hepsi yakıştırmadan ibarettir. Tabii herkes ileride ne yapacağını merak ediyor: Yeniden aday olacak mı, yoksa ne yapacak? Bu konularla ilgili hiç konuşmuyor. En ufak bir ipucu, işaret vermiyor, susmayı tercih ediyor. Sadece şunu söylüyor: “Zamanı gelince bakarız.”

- Peki siz ne düşünüyorsunuz?

Bu süreçte sayın Cumhurbaşkanı’nı çok rahatsız eden gelişmeler oldu. Kendisi dışarıya yansıtmadı ama yeniden aday olmasını engellemeye yönelik bir yasak konulması kendisini gerçekten üzdü ve kırdı. Öyle ki Anayasa Mahkemesi bu yasağın Anayasa’ya aykırı olduğu yolunda karar almasına rağmen bazı kişiler buna bile karşı çıkıp mahkemenin kararını Anayasa’ya aykırı ilan edebildiler. Cumhurbaşkanı, sayın Başbakan ile bir çatışma, çekişme görüntüsü vermemeye özen gösterdi, hâlâ gösteriyor. Ama aynı özeni partinin bazı önemli isimlerinin göstermemesi ve uluorta konuşmaları gerçekten hoş olmadı. Bu benim kişisel görüşüm: Anayasa Mahkemesi bu kararı vermiş, pekâlâ aday da olabilir, niye olmasın? Sonuçta karar kendisinin, belki bana kızacak bunu bu şekilde ifade ettim diye ama şimdiden “oldu bitti, artık kenara çekilecek” havasının yayılması çok büyük haksızlık. Partinin kuruluşunda kilit rol oynamış, başbakanlık, sonra dışişleri bakanlığı ve başbakan yardımcılığı yapmış bir kişi hakkında bu kadar özensiz davranılması burukluk yaratıyor.



Neredeyse iki yıl önceki bu açıklamaları hatırladıktan sonra bugüne gelirsek...

Ankara kulislerinde konuşulanlara bakılırsa Cumhurbaşkanı Gül, bugün yine, Başbakan Erdoğan ile bir çatışma, çekişme görüntüsü vermemeye özen gösteriyor; bugün yine, partinin bazı önemli isimlerinin daha özenli davranmaları ve buna göre konuşmaları gerektiğini düşünüyor.



Belli ki Cumhurbaşkanı, birilerinin kendisine rol biçmesinden ya da kendisini bir yerlere itmeye gayret etmesinden rahatsızlık duyuyor.

Ve Gül, konuyu Erdoğan ile sadece bir kez görüşüp netleştirmekten yana. Çünkü seri görüşmeler yapmaları hâlinde, kamuoyunda bir ‘pazarlık’ ya da ‘anlaşmazlık’ algısı oluşmasından endişe ediyor.

Abdullah Gül, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin, hem toplum hem de devlet kurumları bağlamında, ülkede yeni bir gerginlik ortamı yaratmaması için herkesin hassasiyet göstermesini istiyor, bekliyor. Önceliğinin bu nokta olduğunu hissettiriyor.

Yazının devamı...

Son sürat son yolculuklar

Ankara’da, Karşıyaka Mezarlığı’nın içinde bir cami var.

Ahmet Efendi Camii...

Avlusundan her gün onlarca insan uğurlanıyor sonsuzluğa.

Sordum; günde ortalama 30 cenaze kalkıyormuş Karşıyaka Ahmet Efendi Camii’nden. Çoğunlukla da öğle vakti.

Bazı günler, öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından aynı anda 15, hatta 20 cenaze kaldırılıyormuş.



Ahmet Efendi Camii’nin avlusundan yakınlarını ya da tanıdıklarını uğurlayanlar bilir; çok geniş bir avlusu var caminin.

Musalla taşları avlunun bir ucunda, tabutları mezar yerlerine taşımak üzere bekleyen cenaze araçları diğer ucunda.

Namaz bitip helallik verilir verilmez çok çarpıcı bir ortam oluşuyor o avluda. İnanılmaz bir koşuşturma...



Merhum ya da merhumenin yakınları, tabutu musalla taşının üzerinden hızlıca alıp, alelacele, tekerlekli çelik sedyenin üzerine yerleştiriyorlar. Ardından da koşar adımlarla itmeye başlıyorlar, üzerinde tabutun bulunduğu o sedyeyi avlunun diğer ucundaki cenaze araçlarına doğru. Hatta koşarak.

Aynı anda kimi gün 10, kimi zaman 15, hatta 20 tabut; tekerlekli sedyelerin üzerinde...

Her birinin çevresinde onlarca insan...

Hızlı değil, koşar adımlarla itiyorlar cenazelerini.

Yan yana... Adeta yarışırcasına.

Büyük marketlerde, kasa kuyruğunda bir sıra önde yer alabilmek için son metrelerde birbirinin önüne geçmeye çalışan müşterilerin market arabalarını kullanmasını çağrıştıran bir görüntü...



Bir tek bana mı garip geliyor bu ‘hüzünlü veda ile koşuşturmanın yarattığı karşıtlık manzarası’ diye düşünürken, geçen gün kardeşim büyük bir hayretle anlattı aynı ortamdaki gözlemlerini.

“Hayatın her alanında hem koşturarak hem de birbirimizi ittirerek yaşadığımız yetmiyormuş gibi veda ettiğimiz insanları da ittiriyoruz. Koşarak ittiriyoruz yakınlarımızı kabirlerine” dedi Bige.

“Adeta bir an önce uğurlayıp, vedalaşıp; günlük koşuşturma ve itiş kakışlarımıza dönmek için yarışır gibiyiz” diye devam etti.



Doğrusu ben bu denli felsefik bakmamıştım cami avlusundaki ‘son sürat son yolculuk’lara.

10 - 15 cenaze aracı aynı anda hareket ettiğinde, cami çıkışında trafik sıkışıyor ya... Bu yüzden, insanlar bir an önce defin noktasına gidebilmek için acele ediyorlar diye düşünmüştüm.

Hatta içimden; “Ne aceleniz var? Ben olsam bu son vedalaşma ne kadar uzarsa o kadar iyi diye düşünür, aksine ağırdan alır, yavaş hareket ederdim” diye geçirmiştim.



Konuyu biraz araştırınca, cenaze defninde acele edilmesine dair bir hadis-i şerif olduğu bilgisine ulaştım.

Mezarlık yetkilileri de, insanların bu hadis uyarınca o şekilde davrandığını düşünüyorlar. Olabilir elbette...

Fakat Hazreti Muhammed’in (S. A. V) söylediği rivayet edilen o sözlerde kastedilen, “hızlı adımlarla” ilerlenmesi; koşarak gidilmesi değil.



Öyle ya da böyle... Sebep ne olursa olsun, cami avlusunda oluşan o görüntü üzerine Bige’nin yaptığı yorum kazındı kaldı zihnime:

“Koşarak ve birbirimizi ite kaka yaşadığımız yetmiyor, cenazelerimizi bile aynı şekilde uğurluyoruz.”

Böyle düşününce ‘hazin’ gerçekten...

KEŞKE...

Hayatı bize dayatılan şekilde yaşamak

zorunda olmadığımızın farkına varabilsek.

Yazının devamı...

Sporsever misiniz, skorsever mi?

“Futbol sadece futbol değildir” derler. Tartışabiliriz ama büyük oranda da doğrudur bu tespit.

Birçok yönüyle, hayatın kendisidir aslında futbol.




Futbolun kelime anlamı ‘ayak topu’ malum. Bir oyun...

Futbolun bir ‘oyun’ olduğunda - sorsanız- herkes hemfikir ama sorun şu ki ‘ayak topu’nu; bir ‘top oyunu’ değil de ‘ayak oyunu’ olarak algılayan ve buna göre davrananlar var.

Oyunu kirletenler, futbolu futbol olmaktan çıkaranlar da onlar zaten.




Son Galatasaray - Fenerbahçe derbisi bir kez daha gösterdi ki, bahsettiğim anlayışın sahiplerinin yaşları, isimleri, milliyetleri, tenlerinin ya da giydikleri formanın rengi değişebiliyor ama davranış biçimleri aynı kalıyor.

Teknik adamından yöneticisine, seyircisinden kulüp başkanına kadar futbolun farklı katmanlarında yer alan birçok örnek var ‘oyun’u zehirleyen. En çok göz önünde, en fazla ön planda ve dolayısıyla gündemin odağında olan, sahadaki oyuncu elbette.




Mesele panzehiri bulabilmek.

Bu ‘zehirli’lerin panzehri, ‘dışlamak’ bence. Ama dışlayacak olan, dışlaması gereken, rakipleri değil, kendi camiası olmalı bu tarz insanları.

Rakip formayı giyerken nefret ettiğiniz bu tip oyuncular bir süre sonra sizin gönül verdiğiniz kulübe geldiğinde alkışlayıp sahip çıkarsanız, olmuyor işte.

Benim futbolcum - senin futbolcun ayrımı ile geldiğimiz nokta bu.

Aranan, talep edilen sadece; profesyonellik, futbol zekâsı, fiziksel güç vb. özellikler olunca...

Oyuncu seçiminde; spor ahlakı, yüksek karakter, eğitim seviyesi, insani hasletler gibi nitelikler belirleyici olmayınca...

Ortaya çıkan tablo bugünkü gibi oluyor işte.




Yanlışlarınızı, çirkinliklerinizi yüzünüze vuranlara; “İyi ama sen de...” ya da “Tamam ama sizde de...” türünden misilleme amaçlı cevaplar vermek sadece kişisel ve geçici bir tatmin sağlayabilir. Bu tarz yanıt verme alışkanlığı maalesef gerçeği değiştirmiyor.




Çözüm üretmek yolunda önemli bir nokta daha var.

İsimlerin önemi yok ama somutlaştırmak adına, son derbide karşılıklı kırmızı kart gören iki oyuncuyu ele alalım. Sadece örnek olarak...

Felipe Melo ve Emre Belözoğlu.

Melo’ya yönelen tepkilere Galatasaraylılar kalkan olduğu sürece...

Belözoğlu’na Fenerbahçeliler sahip çıktığı sürece...

Dün Galatasaray forması içinde küfür ettikleri Belözoğlu’nu bugün kendi renklerini taşıdığı için alkışlayanlar; bugün küfür ettikleri Melo, yarın ‘sarı - lacivert çubuklu’yu giymiş olsa onu da bağırlarına basacaksa eğer...

Ya da farklı isimler ve farklı renkler için bu ‘çifte standart’ devam edecekse...

Bahsettiğim panzehri üretmemiz mümkün değil.

Tekrar ediyorum, takım ve oyuncuları güncel örnek oldukları için isimlendirdim. Bahsettiğim genel bir prensip.



Sportif başarı elbette önemli ama öncelik ve tek hedef bu olunca kabul gören, hatta prim yapan ‘başarı için her yol mübah’ anlayışı oluyor. Vahamet de burada zaten.

Artık seçimimizi yapmamız gerekiyor.

‘Spor’sever miyiz, ‘skor’sever mi?

Soru bu.

Tabii meselenin özü de.

Çünkü futbol sadece futbol değil, hayatın da ta kendisi aynı zamanda.

Ve ‘başarı için her yol mübah’ anlayışı, hayatın her alanında çok tehlikeli.


KEŞKE...

Hakaretin, küfrün bir sorun çözme yöntemi olmadığını idrak edebilsek.

Yazının devamı...

Yaşa sen Can Baba

Bugün Cuma...

Hafta sonu geliyor.

Yorgunuz hepimiz. Siyaset yorgunu, gündem yorgunu...

“Biraz soluklanalım bu hafta sonu” demek üzere oturdum bilgisayarın başına.

“Bu hafta sonu biraz kendinize, sevdiklerinize vakit ayırın“ demek üzere.

“Yaşadığınızın farkına varacak bir hafta sonu yaratın kendinize“ demek üzere.

İşte tam o sırada geldi eski bir dostun Facebook’ta paylaştığı şiir.

Can Yücel yazmış...

“Üstadın yazısı üzerine yazı olmaz” dedim.

Buyurun...



“Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama

Yarım saat erkene kurulsun saatin.

Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..

Pencereni aç; yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin..

Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin.

Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.

Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart.. Çek kızarmış ekmek kokusunu içine,

Bak güzelim kahvaltının keyfine..

Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,

Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin.

Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile.

Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,

Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,

Ohhh şöyle bir hafifle

Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için ‘alo’ de.

Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık.

Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa..

Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak.

Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al..

Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,

Sen çok darda iken kimler seni ferahlattı,

Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?

Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?

Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara

Hatırlarını sor, laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..

Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak..

Günün güzeldi değil mi?

Akşamın da güzel olsun..

Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..

Saklama tabakları, bardakları misafire.

Sizden âlâ misafir mi var bu dünyada?

Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil,

Şöyle keyfe keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,

eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..

Gece evinde, dostların olsun

Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun..

Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?

Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!”



Budur.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.