Şampiy10
Magazin
Gündem

Operasyon mahrem olursa sonuç verir

Tallinn - Estonya / Kişinev – Moldova

Başlıktaki cümlenin, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun dudaklarından dökülen şekli tam olarak şöyle:

“Bu tür operasyonlar, ancak belli bir mahremiyet içinde yürürse başarılı olur.”

Davutoğlu’nun “Bu tür operasyonlar” dediği, Suriye’de kaybolan Türk gazeteciler Adem Özköse ve Hamit Coşkun’un serbest bırakılması ve Tahran üzerinden Türkiye’ye dönecek olmaları.

Tallinn’de telefon trafiği

Bakan Davutoğlu’nun, Estonya ve Moldova’yı kapsayan resmi ziyaretini izliyoruz iki gündür. Dün sabah Tallinn’den Kişinev’e hareketimiz gecikti. ATA uçağı, motorlar çalıştıktan sonra yaklaşık 40 dakika pistte bekledi.

İşte bu süre içinde ulaşıldı ‘mutlu son’a.

Davutoğlu, seri telefon görüşmelerini tamamlayıp heyecanla yanımıza geldi ve “Nihayet bitirdik” dedi. Sonra da, twitter’dan “Size güzel bir haber vereceğim’’ diye başladığı mesajlarla duyurdu haberi.

“Sabah önce Başbakanımız ile görüştüm. Sonra, tam ben onu aramaya hazırlanırken, İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi aradı. İki gazeteci arkadaşımızın Tahran’a doğru yolda olduklarını ve kısa sürede Tahran’a varmalarını beklediklerini söyledi. Başbakanımız, gazeteci arkadaşlarımızı almak için özel uçak gönderilmesi talimatını verdi” diye anlattı Davutoğlu sabah mesaisinin detaylarını.

ATA uçağı Kişinev’e indiğinde de iki Türk gazeteciyi taşıyan uçağın, İran’ın başkenti Tahran’a ulaştığı haberini aldık.

İsveçliler için bile devredeyiz

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Biz Türkiye olarak bu tür süreçleri yönetmekte hem çok tecrübeli hem de çok başarılıyız” dedi ve şöyle devam etti: “Libya’dan Amerikalı gazetecileri, İran’dan ise Amerikalı dağcıları, iki Alman gazeteciyi ve beş İngiliz denizciyi hep biz kurtardık. Hatta bakın daha dün burada, Tallinn’de, Estonyalılar, Lübnan’da kaybolan Estonyalı turistlerin kurtarılması konusunda bize teşekkür ettiler. Mesela bugün twitter’dan birisi bana, ‘Etiyopya’da iki İsveçli gazeteci var, onları da kurtarır mısınız?’ diye yazmış. Tabii ki haberdar bile değil ama biz zaten üç aydır biz o süreci de yürütüyoruz.”

Sürecin perde arkası

“Bu tür insani durumlarda hangi kanallarla neler yapılacağı tamamiyle o günün şartları içinde belirlenir. En iyi, en güvenli yol ne ise o yol izlenir” diyen Davutoğlu sürecin bilinmeyenlerinden ise şu kadarını paylaştı bizimle:

“İki gazetecinin, bu süreçte bizim bilgimiz dahilinde olmadıkları hiçbir gün olmadı. Sürekli içindeydik sürecin. Mutlu sona bugün ulaştık ama 10 gündür belliydi aslında bu sonuç. Hatta biz, Tahran Büyükelçiliğimiz’e seyahat belgelerinin hazırlanması talimatını geçen çarşamba günü vermiştik. Ailelerine haber vermedik çünkü her şey bitmeden insanların umutlanıp heyecanlanmalarını istemedik. Onların hislerini de düşünmek, anlamak gerekiyor. Şimdi ise güzel bir Anneler Günü hediyesi oldu bu haber. Zaten bu tür durumların en güzel tarafı da sonunda aileleri arayıp, “Geliyorlar” demek. Başbakanımız aramış kendilerini...”



9 yaşındaki Ahmet’in ‘O Gün’ü...

2 Ekim 1968 Çarşamba günü, Ahmet Davutoğlu’nun hayatında iz bırakan tarihlerin başında geliyor...

Henüz 9 yaşındaki bir çocuk, bugünün Dışişleri Bakanı o tarihte.

Ama o gün oynanan Fenerbahçe-Manchester City maçının sarı lacivertli kadrosunu hâlâ bir nefeste sayıyor. Hatta karşılaşmayı 2-1 kazanan Fenerbahçe’nin gollerini hangi oyuncuların ve hangi dakikalarda attığını söylüyor yüzünde beliren çocuksu gurur ifadesi eşliğinde.

“İkinci golümüzü Ogün Altıparmak’ın yeri, o günden beri ayrıdır, benim gözümde ve gönlümde” diyor.



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Beşiktaşlılığı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Fenerbahçeliliğini bütün Türkiye biliyor.

Doğrusu, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bu derece futbol ve Fenerbahçe sevdalısı olduğunu - en azından ben - yeni öğrendik.

“Herhangi bir kulüpte oynamadım ama lise takımındaydım. Övünmek gibi olmasın ama iyi de oynarım. Mevkim santrafor” diye başladı Davutoğlu, futbol sohbetine.

Geçenlerde bakanlık personeli bir halı saha maçında buluşmuş.

“Özel Kalem kadrosuna karşı, ben koruma arkadaşlarımızın takımındaydım. 4 gol attım. 4 de asistim var. 11-7 biz kazandık” diye anlatıyor Özel Kalem Müdürü’ne dönüp gülerek.

O arada, danışmanları giriyor devreye Bakan’ın. Brezilya’yı hatırlatıyorlar.

“Evet” diyor Davutoğlu, “Copacabana Plajı’nda, Brezilyalılara rövaşata golüm bile var... 12 golün 7’sini atmıştım Rio’da da...”



Gençlik yıllarında, Ankara Demirspor’a yenildikleri bir maç sonrası ağlayacak kadar Fenerbahçeli olan Davutoğlu, bir dönem soğumuş futboldan...

“Bizim gençliğimizden sonraki dönemde futbol, burjuvazinin egemenlik alanına dönüşünce uzaklaştım biraz. Keyif alamaz oldum. Ama hâlâ izliyorum heyecanla hem Fenerbahçe’nin, hem Milli Takım’ın maçlarını” diyor.

Türk dönemin spor gündemine ilişkin de şu cümleleri sıralıyor:

“Her şeyin olduğu gibi sporun da bir etiği var. Daha doğrusu, karşılıklı saygıya dayanan bir etik anlayışı olmalı. Kazanan-kaybedenden daha çok, o ahlakın sahaya yansıması önemli. Mesela o acı hatırayı, Kayserispor-Sivasspor maçını, o maç sonrası babamın üzüntüsünü hiç unutamam.

(Bakan’ın sözünü ettiği, 17 Eylül 1967 tarihinde Kayseri’de oynanan ve çıkan olaylar sonucu 43 kişinin hayatını kaybettiği, yüzlercesinin de yaralandığı maç.)

Demek istediğim şu: Skorlar unutulur, şampiyonluklar unutulur ama bu tür olaylar, acılar hiç unutulmaz.”



Ahmet Davutoğlu tüm bunları, sezonun şampiyonunun belirleneceği Fenerbahçe-Galatasaray maçından sadece altı saat kadar önce söyledi.

Bu satırlar bilgisayar ekranına dökülürken de henüz şampiyonun adı belli olmamıştı.

Davutoğlu’nun altını çizdiği boyutu düşününce, kimin şampiyon olacağını değil, hep birlikte nasıl bir ‘sınav’ vereceğimizi önemsiyorum.

Yazının devamı...

Davutoğlu açık ve net konuştu

Tallinn / Estonya

GAP uçağı, dün sabah 07.45’te havalandı Ankara’dan. Yaklaşık üç saat sonra, Baltık ülkelerinden Estonya’nın başkenti Tallinn’e indik.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile birlikteyiz. Gezi Estonya ve Moldova’yı kapsıyor. Yarın (Pazar) akşam Ankara’da olacağız.

Davutoğlu’nun ‘Baltık - Karadeniz ekseni’ne verdiği önemin detaylarını dönüşte yazacağım.

Dışişleri Bakanı ile Estonya yolunda, Türk dış politikasının Ortadoğu merkezli sıcak gündem başlıklarını konuştuk.

Suriye

“Son patlamalar Suriye’deki güvenlik sorunun ne kadar ciddi bir boyuta geldiğini ortaya koyuyor. Bu en çok korktuğumız senaryoydu maalesef. Ateşkes ilanına rağmen yaygınlaşıyor. Maalesef Annan Planı’nın uygulaması sağlıklı yürümedi. Bu tür planlar bir iç bütünlük içinde uygulandığı zaman anlam taşır. Belli taraflar kendilerine en uygun bölümü maddeyi alıp diğerleri planın parçası değilmiş gibi davrandıklarında yürümemeye başlar. Altı maddelik Annan Planı’nın akıbeti de bu oldu. Son dönemde helikopterler dahi kullanıldı biliyorsunuz. Durum çok kaygı verici.”

Genelkurmay Başkanı’nın ABD ziyareti

“Türkiye’nin sınır güvenliği söz konusu olduğunda durum farklı olur. Bizim ulusal kapasitemiz de var. NATO üyesi olarak da gerekli tedbir alınır. Sayın Genelkurmay Başkanımız’ın Amerika ziyaretine gelince tamamen bunlardan bağımsız, önceden planlanmış bir ziyaret. Türk - Amerikan ilişkilerinde askeri güvenlik ilişkileri sadece Suriye değil, Afganistan’dan Kosova’ya kadar birçok konuyu kapsıyor. Ama tabii, Suriye mutlaka gündeme gelecektir.”

Ankara, Şam’dan Öcalan döneminin intikamını mı alıyor?

“Türkiye açısından bakıldığında intikam vs yok. Biz insani bir sorun olarak bakıyoruz. Uluslararası toplum bizim kadar bunu hissetmiyor. Bazıları, “Çok mu ön alıyoruz?” diyor. Ön almak zorundayız. Başkaları için zamana birakılabilecek bir konu gibi görünebilir, başkaları için sıradan diplomatik bir sorun gibi görülebilir ama bizim içim böyle değil. Biz önce yönetimle çözelim istedik. Onun yolu tıkandığında da Esad yönetimini durdurabilecek çabuk ve etkin bir çözüm peşinde olduk. Biz uğraşırken, uluslar arası camia gereğini yapıyor mu, hayır! Çok yavaş ve çok geç tepki veriyor uluslarası camia. Zaten olayların bu kadar tırmanmasından Suriye yönetiminin sorumlu olması kadar maaleesef BM Güvenlik Konseyi üyelerinin aralarındaki farklı yaklaşımların da büyük etkisi oldu. Uluslarası toplum ‘yavaş ve geç’ davranıyor, biz ise ‘erken ve etkin’ bir çözüm peşinde olduk.”

Türkiye’nin hiç mi hatası yok?

“Ben sadece bu konuda değil, her konuda, her sabah özeleştiri yaparım. Ama şunu çok açık bir şekilde, gönül rahatlığıyla söylüyorum; biz bu süreçte herhangi bir şekilde zamanlama, yöntem ve muhteva açısından hiç hata yapmadık. Muhteva açısından, biz, kendisi demokratik bir ülkenin, demokrasi için ayağa kalkmış bir komşu halkın talepleri karşısında, o talepleri yok etmeye çalışan bir yönetimin yanında yer alamazdık.

Yöntem olarak... Kendisiyle beraber çalışacağımıza inandığımız için aylar boyunca yönetimle zorladık. Eğer biz daha fazla o kapı önünde beklemeye devam etseydik bu sefer Orta Doğu halkları nezdinde ve kendi halkımız nezdinde itibar kaybederdik. Hatta muhalefet bu sefer bizi bu sebeple eleştirirdi. ‘Sadece arkadaşlığınız için insan hakları ihlallerine göz yumdunuz’ derlerdi.”

Türkiye’nin yaptığı, Suriye’nin iç işlerine karışmak değil mi?

“Suriye gibi dost bir ülkenin muhalefetinin başka bir ülkede değil, Türkiye’de, İstabul’da toplanması herkes için bir şanstır. Bunu içişlerine müdahale gibi görüp eleştiriyorsan, o zaman, o muhalefetin Şam’da faaliyet göstereceği şartları sağlayacaksın. Şam’da, Halep’te, Dar’a’da o muhalefetin toplanabilmesi gerek. Şimdi kendi ülkesinde bulunamıyorsa Suriye muhalefeti bir ülkede bulunacak. O zaman Türkiye’de bulunmazsa nerede bulunacak, bizi eleştirenlerin bunu sorması lazım. O zaman da, ‘Suriye komşunuz, etkin olduğunu söylüyordunuz, başka ülkeler tüm süreci yürütüyor’ diyeceklerdi. Bu anlamda biz kimsenin içişlerine karışmadık. Ortada hiçbir talep yokken biz gidip birilerini örgütleyip sokağa dökmüş değiliz ki. Bizi eleştirenlerin alternatif bir yol söylemeleri lazım. Suriye muhalefetini, rejim terörist olarak görüyor ya da ülkeye sokmuyorsa ne yapsın bu insanlar? Veya biz ne yapalım?”

İsrail de, Suriye de fırsatı kaçırdı

“Bakın 2008’de, Suriye ile İsrail arasında barış görüşmelerini yürütüyorduk. O gün İsrail, Gazze’ye saldırmak yerine o barış görüşmelerini tamamlamaya odaklanmış olsaydı, bir - iki ay içinde bitircektik. O zaman, bugün ne İsrail bugünkü İsrail olurdu, ne Suriye bugünkü Suriye. Bu fırsatı da biz kaçırmadık. İsrail barışa değil, saldırıya odaklandı. Aynı şekilde, geçen sene, Beşşar Esad, halkıyla çatışmak yerine seçime gitme cesaretini gösterseydi, bugün başka bir Suriye olurdu. Peki bunların bu işleri yapmamış olmalarının vebali Türkiye’nin üzerinde mi? Türkiye’nin hatası mı bunların yapılmamış olması?”

Barışı istemeyenler ile Mavi Marmara’ya saldıranlar aynı

“O gün, o barışı engelleyenler ile Mavi Marmara’ya saldıranlar aynı adamlar. 2008’de Suriye ile barışı engelleyenler ile 2010’da Mavi Marmara’ya saldıranlar aynı zihniyetin temsilcileri. Biz elimizden geleni yaptık. Eğer özümüzde, esasta bir Yahudi karşıtlığı olsaydı; Suriye - İsrail barışı için niye bu kadar çaba sarfedecekti Başbakanımız?

Onlar barış istediğinde en yakın dostları bizdik. Biri Gazze halkına, diğeri (Esad) kendi halkına saldırdığında ilkesel olarak ilk karşı çıkan da biziz.”

Bizim muhalefet de anlamalı, Lego’yu Esad yıktı

“Şimdi bizim muhalefetimiz, ‘Üç gün önce Esad ile aranızdan su sızmıyordu, şimdi ne oldu?’ diyor ya... Şimdi bir düşünün... Sadece insani boyutta düşünseniz bile, siz bir lego yapsanız... O legoyu, tek tek, üst üste koysanız, emek verseniz... Sonra biri gelip, altından bir parçayı çekse ve o emek verdiğiniz legoyu yıksa nasıl üzülürsünüz. Bu Suriye ile ilişkileri Sayın Kılıçdaroğlu ya da Sayın Bahçeli kurmadı ki. Biz yaptık. Sayın Başbakanımız, Sayı Cumhurbaşkanımız yaptı. Adım adım, emek verip bir bina inşa ediyorsunuz. Onun yıkılmasını ister misiniz? Ama işte Beşşar Esad bunu bozacak, yıkacak bir şey yapınca, onun elini tutmak da bizim vazifemiz.”

Şam’da maç...

3 Nisan 2007’de, Halep Olimpiyat Stadı’nın açılışını, Beşşar Esad ile Tayyip Erdoğan birlikte yapmıştı.

Stadın açılış maçında Al İttihat ile Fenerbahçe karşı karşıya gelmişti. Erdoğan’ın Halep ziyaretini yerinde izleyen gazetecilerden biri olarak Davutoğlu’na o maçı hatırlatıp, “Nereden, nereye...” dedim.

Dışişleri Bakanı sadece ‘bir an’ düşündü ve mevcut her türlü sıkıntıya rağmen gelecek için umutlu olduğunu gösteren şu yanıtı verdi:

“Yarın Şam’da daha büyük maçlar yaparız hiç merak etmeyin.”

Haşimi istediği kadar kalır

Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi uzun bir süredir Türkiye’de. Türkiye’nin himayesinde...

Ve şimdi İnterpol’ün Kırmızı Bülteni ile aranıyor.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na, son olarak bu konuyu sorduk.

“Irak’taki sorun bizimle Irak arasında değil. Irak’ın kendi içinde siyasi kriz var” diyen Bakan’ın yanıtı kısa oldu:

“İstediği kadar kalır, uygun gördüğünde de döner.”

Yazının devamı...

Kara Panter’in kararan hayatı

“Ben ondan ünlüydüm ama o beni yönetiyordu. Anlayacağın Salazar’ın askeri olmuştum.

Maddi, manevi çok büyük kayıplarım oldu.

Diktatör dünyamı kararttı ve ben hiç bir şey yapamadım.

Dünyanın en berbat rejimi dikta rejimidir, yaşasın demokrasi.”

Bu sözler, dünya futbolunun efsane isimlerinden birine ait.

Eusébio da Silva Ferreira’ya...



Bugün 70 yaşında, Mozambik asıllı Portekizli Eusébio.

TRT’den Serhan Asker’e konuştu daha üç gün önce.

Serhan TRT Spor’da, “Euro 2012’ye Doğru” isimli bir program yapıyor.

Bana göre sadece Türk spor medyasının en başarılı işi değil, dünya çapında önemli bir prodüksiyon.

Serhan Asker, Avrupa Futbol Şampiyonası Finalleri’nde mücadele edecek olan ülkelere gidip, o ülkelerin efsane futbol adamlarıyla röportajlar da yapıyor. Son durağı Portekiz’di.



1965’te Avrupa’da yılın futbolcusu...

1966 FIFA Dünya Kupası’nda Portekiz’in üçüncü olmasında en büyük rolü oynayan, turnuvanın gol kralı...

16 sezon boyunca Benfica’da forma giyen...

Oynadığı 714 maçta toplam 729 gol atan Eusébio, “Ben ‘efsane’ değilim. Herkes gibi, normal bir insanım” diyor Serhan’a.

Ama gülerek şunu da ekliyor:

“Bana Portekiz’in Pelesi diyorlar ama öyle değil. Doğrusu şu: Pele, Brezilya’nın Eusébio’su!”

Lakabı, ‘Pantera Negra’ yani ‘Kara Panter.’

20’nci yüzyılın en iyi dokuzuncu futbolcusu seçilen Eusébio’nun, geçmişe dair anlattıklarını aktaracağım şimdi size.



“Karşımdaki adam pek iyi durumda değildi. Özellikle elindeki cep telefonu çok etkiledi beni. Bataryası bant ile tutturulmuş, artık piyasada olmayan çok eski bir modeldi” diye aktarıyor Serhan Asker ilk izlenimini.

Sonra da, “Neden Benfica dışında hiçbir takımda futbol oynamadığını sordum Eusébio’ya” diyor.

Eusébio bu soruya cevap vermeye, “İyi dinle...” diye başlamış.

Siz de iyi okuyun.

Bunun bir futbol, bir spor yazısı olmadığının farkına vararak okuyun lütfen.



Eusébio anlatıyor...

“Benfica olarak, iki kez Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandık. Birinde Di Stefano’lu, Puşkaş’lı, Del Sol’lu Real Madrid’i 5-2 yendik. O maçta 4 gol attım.

Yeteneklerim, gücüm, golcülüğüm ortadaydı. Dolayısıyla, beni dünyanın en büyük kulüpleri istedi.

Real Madrid, Juventus ve Manchester United...

Real Madrid ile anlaştığımda, eşim ile gidip Madrit’te ev bile baktık ama Diktatör Profesör Salazar bana izin vermedi. Ülke dışına transfer olmamı yasakladı.

Manchester United ve Juventus ile de farklı zamanlarda kontrat yaptım. Yine Salazar’ın demir yumruğunu yedim.

Benfica’dan başka bir kulüpte futbol oynamam kesinlikle yasaktı.”



Devam ediyor ‘Kara Panter’...

“Baktı ki ben kaçabilirim, 22 yaşındayken beni zorla askere aldırdı.

Üç ay dış dünya ile bağlantımı kopardı. Bu süre içinde futbol oynamama da izin vermedi.

Toplamda, tam üç yıl askerlik yaptım. Daha doğrusu, yaptırdı.

Bu süre içinde kendisinin de taraftarı olduğu Benfica’da oynamama izin verdi. Tabii bir de Ordu Milli Takımı’nda. Ordu Milli Takımı’nın maçlarına kendisi de gelirdi zaten.”



Bitmedi...

“Ben ondan ünlüydüm ama o beni yönetiyordu. Anlayacağın Salazar’ın askeri olmuştum.

Maddi, manevi çok büyük kayıplarım oldu.

Diktatör, dünyamı kararttı ve ben hiç bir şey yapamadım.

Zaten, doğduğum ülke Mozambik de, onun sömürgesiydi.

Dünyanın en berbat rejimi dikta rejimidir, yaşasın demokrasi.”



İşte böyle...

Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcularından birinin kariyeri ve hayatının nasıl karardığının öyküsü bu.

Evet, Eusébio’nun yaşadıklarının altında bir diktatörün imzası var.

Elbette bugünlerden ve demokrasi ile yönetilen ülkelerden çok farklı ama...

İnsan ister istemez, “Siyaset futbolun, sporun içine elini uzatmasın” prensibinin ne denli haklı ve yerinde bir talep olduğunu düşünüyor, 70 yaşındaki bir devin yukarıdaki cümlelerini okuyunca.

Sadece Türkiye değil, bütün dünya için geçerli bu söylediğim.



KEŞKE...

Her gecenin bir sabahı ve tabii her günün de bir gecesi olduğunu unutmasak.

Yazının devamı...

Başbakan ‘Özel’ bir mesaj mı aldı?

“Bir dalga, iki dalga, üç dalga, dört dalga filan... Bunlar toplumun huzurunu da doğrusu kaçırıyor. Bundan bizler de ciddi manada rahatsızız. Atılması gereken adımlar atılır, biter geçer. Ama bu dalgalar böyle arka arkaya geldikçe kusura bakmasınlar, bu dalgalarda bu ülke boğulur. Bu kadar bu iş bence uzatılmamalı.”

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri herkese, “Ne oluyor?” dedirtti.

Daha iki hafta önce, 28 Nisan’da MÜSİAD üyelerine hitaben, “28 Şubat sürecinde, bizim de sizlerin de neler yaşadığını bir biz biliyoruz, bir de Allah biliyor. Eğer bunu yapanlar, bunun mimarları, bunun mühendisleri, bunun kuklaları, piyonları deşifre olmazsa, eğer bunlardan hesap sorulmazsa, aynı felaketi biliniz ki çocuklarımız da yaşayacaktır, torunlarımız da yaşayacaktır“ diyen Erdoğan, geçen iki hafta içinde ne değişti de, 8 Mayıs akşamı, “Bu dalgalarda bu ülke boğulur” deme noktasına geldi?



Madem herkesin aklında, “28 Nisan ile 8 Mayıs arasında ne oldu da Başbakan böyle konuştu?” sorusu var, bir tahminde bulunabiliriz sanırım.

1 Mayıs Salı günü...

Başbakan Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel ile tam üç saat 10 dakika süren bir görüşme yaptı malum. İkilinin o randevusunda, Orgeneral Özel’in 7 Mayıs Pazartesi günü başlayan planlı ABD ziyaretinin gündemindeki uluslar arası güvenlik başlıklarının masaya yatırıldığını tahmin ediyorduk.

Şimdi; 1 Mayıs randevusunda, Genelkurmay Başkanı’nın 28 Şubat soruşturmasına ilişkin görüşlerini de Başbakan’a aktardığını tahmin edebiliriz. Ve tabii, ‘Özel’in görüşleri’nin, soruşturma sürecinin TSK’da yarattığı rahatsızlıktan müteşekkil olduğunu da...



Önümüzde duran... Geçen yıla göre neredeyse hiç seslendirilmiyor olsa da, önümüzde durmaya devam eden soru şu:

TSK’da; Orgeneral Özel’in selefi, müstafi Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral Işık Koşaner‘in koltuğunu erken terk etmesine neden olan ‘rahatsızlık’, Koşaner’in istifası ile birlikte ortadan kalktı mı?

Bu sorunun yanıtı “Evet” ise... Yani Ergenekon ve Balyoz davalarında yaşananların Silahlı Kuvvetler personeli üzerinde yarattığı gerginlik, Koşaner’in görevden ayrılmasıyla son buldu ise sorun yok. (Böyle düşünüyorsanız, yazının devamını okumanıza gerek de yok zaten.)

Ama yok eğer...

Başta Ergenekon ve Balyoz olmak üzere, emekli ya da muvazzaf TSK mensuplarının yargılanmaya devam ettiği davaların, Genelkurmay eski Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un ‘silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek’ suçlamasıyla tutuklanması noktasına kadar varması...

Üzerine bir de 28 Şubat tutuklamalarının gelmesi ile birlikte, üniformalıların rahatsızlığı, artarak devam ediyorsa...

TSK’nın başındaki ismin, bu rahatsızlığı, sorumlu bulunduğu yönetici olan Başbakan’a iletmesine şaşırmamak gerekir.



TSK’nın komuta kademesi, yıllardır, “Biz kimse yargılanmasın demiyoruz. Suçu olan varsa, cezasını çeksin. Bizim istediğimiz, yargı sürecinin bir an önce tamamlanması, TSK’nın bir suç şebekesi gibi gösterilmemesi, TSK mensuplarının tutuksuz yargılanmaları, kamuoyu önünde rencide edilmemeleri ve aileleriyle birlikte mağdur olmamaları” diyor.

23 Nisan resepsiyonunda, yargı ile bilgi paylaşımı konusunda gereğini yaptıklarının altını çizen Orgeneral Özel’in de, Başbakan’a, aynı sıkıntı ve beklentiyi seslendirmiş değil, seslendirmemiş olması garipsenebilir.



Dolayısıyla...

Göreve geldiği günden bu yana hükümet ile uyumlu çalışma konusunda hiçbir tereddüte yer bırakmayan...

Verdiği birkaç yazılı röportaj dışında konuşmayan...

Komuta kademesinden hiçbir silah arkadaşının münferiden açıklama yapmasına ortam da sağlamayan Genelkurmay Başkanı Özel’in, baş başa görüşmede Başbakan’a iletmiş olması muhtemel rahatsızlığın, Erdoğan tarafından makul karşılanması da şaşırtıcı değil.

Son günlerde - farklı konularda - art arda gelen açıklamaların (fay hatlarında biriken enerji misali) Genelkurmay Karargahı’nda bir gerginliğin varlığına işaret ettiğini de gözden kaçırmamak gerekiyor.



Tahminim şu:

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Bu dalgalarda bu ülke boğulur” çıkışıyla, TSK’dan (kuvvetle muhtemel) kendisine iletilen mesajı önemsediğini göstermiştir.

Zaten Erdoğan - yazının ilk paragrafında aktardığım - açıklamasında, “Bundan bizler de ciddi manada rahatsızız“ diyor.

“Bizler de...”

Yani, birileri rahatsız. “Bizler de” rahatsızız.



KEŞKE...

Habercilere, “Yazmadan önce neden arayıp bize de sormadınız?” diye sitem eden haber kaynakları, arayıp soran gazetecilerin ‘özel haber’lerinin kutsiyetine saygı göstermeyi bilebilseler.

Yazının devamı...

Genelkurmay Başkanı Org. Özel ABD’de

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in geçen hafta yaptığı görüşmenin neden her zamankinden uzun sürdüğü belli oldu.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özel şu anda Amerika Birleşik Devletleri’nde.

1 Mayıs Salı günü, Başbakanlık Resmi Konutu’nda bir araya gelen ikilinin tam 3 saat 10 dakika süren baş başa görüşmesinin gündemini - belli ki - Orgeneral Özel’in bugün (dün) başlayan ABD ziyareti oluşturdu.

Öyle görünüyor ki; Erdoğan - Özel ikilisi, Genelkurmay Başkanı’nın bu kritik ziyaretinin gündemindeki konuları son bir kez masaya yatırdı.



Türkiye ile ABD’nin güvenlik alanındaki ortak mesaisinin güncel ve en önemli başlıkları Suriye, Irak, İsrail ve İran.

Alt başlıkların en dikkat çekici olanı ise Kürecik’teki radar istasyonu. Yani, ABD’nin Füze Kalkanı Projesi kapsamında, Malatya Kürecik’e kurulan NATO Radar Savunma Sistemi.

ABD’den Türkiye’ye en son yapılan askeri resmi ziyaret şubat ayındaydı.

ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Orgeneral James N. Mattis, 14 Şubat’ta, Ankara’da, Genelkurmay Karargahı’nda Orgeneral Necdet Özel‘in konuğu olmuştu.



Yaklaşık bir hafta sürecek olan Washington ziyareti, geçen yılın Ağustos ayında Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturan Orgeneral Necdet Özel’in de, bu sıfatıyla, ilk ABD gezisi.

Orgeneral Özel’e bu önemli temasta, Genelkurmay Karargahı’ndan bir tümgeneral bir de tuğgeneral eşlik ediyor.

Özel Washington’da, beraberindeki heyet ile birlikte Pentagon’da yapacağı görüşmelerin yanı sıra Amerikalı mevkidaşı Orgeneral Martin Dempsey ile de bir araya gelecek.

Hemen hatırlatmakta fayda var; ABD Genelkurmay Başkanı Dempsey, kısa bir süre önce (20 Ocak 2012) İsrail’e gitmişti. Ve Dempsey’nin Kudüs ziyaretinin ana gündem maddesi İran’ın nükleer programıydı.



İki ülke arasındaki askeri toplantılar, her zamanki gibi gizlilik seviyesi yüksek görüşmeler. Dolayısı ile şu aşamada, temasların içeriğine dair yapılacak haber ve yorumların spekülasyondan öteye geçmesi mümkün değil.

Ancak yine de, bölgedeki dengelere şu açıdan bir bakmakta fayda var:

Washington - Tahran hattındaki yüksek gerilim...

Bununla birlikte, ABD’nin iki önemli müttefiki; Türkiye ile İsrail arasında uzun süredir devam eden yüksek tansiyon...

Bu durumun, başta İran ve Suriye başlıkları olmak üzere bölgesel dengelerin netleşmesi aşamasında ortaya çıkardığı karmaşık ve zorlu süreci görmek için uzman olmaya gerek yok.



Ve son bir not...

Türkiye, Özel’in ABD’de olduğunu şimdi, bu yazıyla öğreniyor.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in bu önemli dış gezisi, seyahat başlamadan önce duyurulmadı.

Bu gizliliğin nedenini ve ziyaretin programını öğrenmek için dün Genelkurmay İletişim Dairesi’ni aradım. Yazıyı tamamladığım akşam saatlerine kadar herhangi bir dönüş olmadı Karargah’tan.

“Bu resmi ziyaret neden açıklanmadı?” sorusuna gelecek muhtemel yanıt, çok büyük olasılıkla, “Güvenlik gerekçesi ile...” şeklinde olacaktır.

Güvenlik kaygısını elbette anlayabiliyorum fakat bu kaygının sonucu olan gizliliğin, bu tür temaslar hakkında ‘spekülatif senaryolar’ üretilmesi riskini de beraberinde getirdiğini unutmamak lazım.



KEŞKE...

Tutarlı olmanın önemli bir haslet olduğunu gözardı etmesek.

Yazının devamı...

Sütten çıkmış ak sorular

Çok temel birkaç sorum var şu ‘süt’ mevzuunda.

En basitinden başlayayım...

“O çocuklardan biri sizin evladınız olsa, konuya yaklaşımınız yine aynı mı olurdu?”

Sadece bu.

Bu kadar basit.

Sıfatı, mevkii ne olursa olsun, ‘süt’ meselesinde de kendini ‘sütten çıkmış ak kaşık’ görenlere soruyorum:

Diyelim ki, zehirlenme yok ve sıkıntının sebebi sizin dediklerinizden biri...

‘Aşırı doz’un ya da ‘süt hassasiyeti’nin veya ‘psikolojik etkilenme’nin mağduru sizin çocuğunuz olsaydı...

Ve konunun sorumluları, daha doğrusu sorumlu olması gerekenler, yani yetkili makamlarda bulunanlar sürekli, farklı ifadelerle, “Bizim hiçbir kusurumuz yok” mesajını verseydi; ne hissederdiniz, tepkiniz ne olurdu?



İkinci sorum şu:

Sorun yaşanan okullara dağıtılan sütlerin hangi firmaların ürünleri olduğu neden açıklanmaz?

İleri demokrasilerin standart donanımlarından biri azami şeffaflık değil midir?

Çocuklarının - bir şekilde - rahatsız olduğu ürünleri öğrenmek ebeveynlerin en doğal hakkı değil midir?

Kamuoyunun, o markaları, o firmaları bilmesi gerekmez mi?

Bu bilgilendirme, sektörde iş yapanlar açısından önemli ve caydırıcı bir denetim mekanizması anlamına gelmez mi ve böylece benzer problemlerin tekrarlanmasının önüne geçmeye katkı sağlanmış olmaz mı?



Üçüncü soru...

İlk ikisi gibi yine gayet net, gayet basit.

“Milyonlarca öğrenciye dağıtılan sütlerden çok küçük bir kısmında sorun yaşandı ama yine de bu bizim için çok önemlidir. Yavrularımız ve ailelerinden özür diliyoruz. Esas olan, olması gereken ve tabii bizim hedefimiz, tek bir çocuğumuzun bile rahatsız olmamasıdır. Bu durumun tekrarlanmaması için ne gerekiyorsa yapacağız” demek bu kadar zor mudur?

Ve tabii, dediğini yani gereğini yapıp, bunu da kamuoyu ile paylaşmak... Çok mu zor?



81 yaşındaki amcam o randevuyu nasıl alsın?

Amcam 81 yaşında. Kocaeli’nin Gebze ilçesine bağlı bir köyde yaşıyor yengem ile birlikte.

Nüfus kağıdının eskimesinden kaynaklı sağlık sorunları ile boğuşuyor bir süredir.

Çocukları yok. Bir köroğlu bir ayvaz...

Biz yanlarında olamadığımız zamanlarda, uzaktan ilgileniyoruz mecburen. Köydeki hısım akraba da sağolsunlar, alıp hastaneye götürüp getiriyor ihtiyaç olduğunda.

İzmit’teki üniversite hastanesinin kapısını aşındırıyor uzun süredir 81 yaşındaki amcam.

Son olarak, polikliniklerin birinden randevu alması gerektiği söylendi.

“Randevuyu internet üzerinden alacaksınız” demiş hastanedeki yetkililer!

Büyük şehirlerden ve genç nesillerin penceresinden bakınca ‘çok kolay’, ‘çok medeni’, ‘çok çağdaş’, ‘çok pratik’ görünen ‘internetten randevu’ uygulamasının; 81 yaşında, kulakları çok zor işiten, ayakta durmakta zorlanan bir ‘milletin efendisi’ (!) için nasıl bir ızdırap olduğunu tahmin edebileniniz var mı?

Adamcağızın değil hastanenin web sitesindeki ‘online randevu’ penceresiden, internetten bile haberi yok.

İşini gücünü bırakıp, ona yardım etmek için çırpınan insanlar da mevzudan bihaber.

Ankara’dan, “Ben alayım” dedim randevuyu internet üzerinden.

Girdim siteye...

Ad, soyad, TC kimlik numarası, doğum tarihi...

Enter.

Sonuç?

Ya bağlantı hatası, ya sistem arızası, ya hedef poliklinik ile ilgili bir başka sorun...

Uzatmayayım...

Alamadım sonuçta amcama, ‘online (!) randevu’.

Sisteme girmeyi başarabilenlerin kaç gün sonrasına randevu alabildiklerinden hiç bahsetmiyorum.

İnternet üzerinden randevu alamayanların bizzat başvurması mümkün ama sabah kaçta gidip, ne kadar süre bekleyip, o günkü randevuların dolu olduğunu öğrenip...

Bu denemeye kaç sabah daha devam etmeleri gerektiğine de hiç girmeyeyim.

Nihayetinde diyeceğim o ki;

‘İnternet üzerinden online randevu’ uygulaması, herkes için o kadar da ‘güzel’ ya da ‘ideal’ değil.





Bazılarının; yaptıkları, yapacaklarının teminatı olmasa.

Yazının devamı...

Bu insanların dertleri ne?

Üniversitedeki ‘Toplumbilim’ dersinde yaladığımız mürekkep ile sınırlı bilgilerim.

Sosyolog değilim...

O yüzden de ciddi merak içindeyim.

Merak ettiğim şu:

Bir ülkede (elbette hepsi değil, bir kısmı ama);

sanıklar,

savcılar,

astsubaylar,

tıp doktorları ve sağlık çalışanları,

mali müşavirler ve vergi denetmenleri,

belediye sözleşmelileri,

öğrenciler,

üniversite adayları,

atanamayan öğretmenler,

şiddet mağduru kadınlar,

travesti ve transseksüeller,

gazeteciler,

tiyatrocular,

kayıp aileleri,

şehit aileleri,

spor kulüpleri,

ev sahipleri,

kiracılar,

engelliler,

İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunları,

ve şu anda aklıma gelmeyen daha birçok kesimden, birçok sektörden insan; sorunlarına çözüm bulamamaktan, haklarını alamadıklarından yakınıyorsa...

Biz habercilerin elektronik posta kutuları ve sosyal medya hesapları her gün farklı toplum katmanları ve farklı iş kollarından insanların şikayet ve isyan mesajlarıyla dolup taşıyorsa ...

Bu durum sadece ‘şımarıklık’, ‘tatminsizlik’, ‘abartma’ ya da ‘ideolojik fark’ gibi etiketlemelerle açıklanabilir mi?

Yoksa orta yerde duran bu fotoğrafa, sosyologların - tabii siyaset bilimciler ile birlikte - bir teşhis koyması gerekir mi?



Horstlar ve grabenler başkenti Ankara!

‘Kedi’si, ‘keçi’si geçmişte kaldı. Heykellerde, logolarda yaşıyor onlar sadece...

Hiç abartmıyorum, espri de yapmıyorum. Açıkça öneriyorum; ‘horst ve graben’ olsun Ankara’nın sembolleri !

Hak ediyor çünkü başkent ! Yakışır !

Ankara’nın cadde ve sokaklarındakileri nitelemek için ‘çukur’ ve ‘tümsek’ sözcükleri yetersiz kalıyor artık.

Çukurlar ‘graben’liğe, tümsekler ‘horst’luğa terfi etmiş vaziyette 2012’nin başkentinde.



Büyükşehir ile Çankaya belediyeleri arasında ilan edilmemiş bir yarış olduğundan şüpheleniyorum Ankara’da.

“Hangimizin bölgesinde daha çok horst ve graben var?” yarışı !

“Kimin sorumluluk alanındaki horst ve grabenler daha derin, daha yüksek?” yarışı !

Caddelerdeki devasa çukurlara düşerek, sokaklardaki ‘höyük’ seviyesindeki yükseltilerde zıplayarak ilerliyoruz Ankara yollarında...

Başkent değil, adeta Camel Trophy parkuru!

Kent, ‘başkent’ değil; dünyanın en büyük lunapark ‘bugi bugi’si sanki !



Motorlu araçların yıpranmasından geçtim...

Ankara yollarında, otomobilde seyahat eden her hamile kadın ciddi risk altında.

Gerçekten öyle.

Çocuğunu düşürtür bu cadde ve sokaklar, riskli gebelik yaşayan müstakbel annelere.



Büyükşehir Belediyesi’nin de kendince açıklamaları vardır muhakkak bu konuda, Çankaya’nın da.

Hiçbiri ile ilgilenmiyorum.

Başka birçok hizmet kaleminde, eğer isterseniz neleri başarabildiğinizi görüyoruz.

Ne zor işleri, ne kadar iyi yapabildiğinizi görüyoruz istediğinizde.

Dolayısıyla...

Sokak ve caddelerin asfaltlarını düzeltmek için yerel seçimlere altı ay kalmasını beklemeyin lütfen.

Ödediğimiz vergilerin, asfalt paylarının karşılığını verin yeter.

Ankara’da yaşayan bizleri daha fazla üzmeyin, yormayın ve en önemlisi utandırmayın.



KEŞKE...

‘Omurga’ sözcüğünün, vücudun; kemik, ilik ve sinirlerden oluşan hayati bir parçasının adından ibaret olmadığının farkına varabilsek...

Yazının devamı...

Balyoz mağdurlarının duyulmayan sesleri

Önce şu aşağıdaki satırları bir okuyun, sonra anlatacaklarım var:

“Ben, eşim ve 13 yaşındaki kızım şu anda birer Balyoz davası mağduruyuz, tıpkı yüzlerce diğer aile gibi.

Eşim X, geçen Haziran ayında, üç satırlık imzasız bir belge nedeniyle tutuklandı. Bahsedilen semineri o anda duyduk kısmından mı dem vursam, yoksa hiç haberinin olmadığı bir yazıdan mı?

Malum suçlama nedeniyle aylardır sıkıntı çekiyoruz.

(...)

Sahtelikleri defalarca bilirkişilerce kanıtlanmış bu dijital veriler, hukuk alanında delil bile sayılamayacakken maalesef mahkeme hüküm vermeye gidiyor. Hem de herkese 15 - 20 yıl.

Avukatların ve sanıkların sunduğu hiçbir rapor ve bilirkişi ya da tanık talepleri dikkate alınmadığı gibi, sırf bu yüzden avukatlarda oluşan tepkilerden ötürü mahkemeyi kilitlemekten yine suçlanan avukatlar ve sanıklar oluyor, avukatlar hakkında suç duyurularında bulunuluyor.

Adalet komisyonunda bekleyen yargı paketine sırf bu sebeple eklenmek istenen avukatsız mahkeme çözümü bizleri iyice dehşete düşürüyor.

Savcıların Mart ayında açıkladıkları esasa dair mütalaanın ise geçen Temmuz ayında, henüz soruşturma dahi tamamlanmadan, peşin peşin yazıldığı ve ilk çıktısının Ocak ayında alındığı gibi bilgiler nasıl bir durumda olduğumuzu gözler önüne seriyor.

İşin en çok dokunan kısmı ne biliyor musunuz?

Eşim Haziran ayında savcılığa çağrıldığında ve takip eden yaklaşık iki ayda tutuklamalar saldırganca yapıldı ama ne zaman ki Ağustos ayının sonlarına geldik, daha sonraki sorgular hep serbest kalmayla sonuçlandı.

Bu kişilerin savunmalarını yapmalarının ardından duruşmalara bile gelmelerine gerek duyulmadı.

Hem de delil (!) bakımından hiçbir fark yokken, yine imzasız iki - üç satırlık yazılar...”



Ergenekon ve özellikle de Balyoz davasında yargılanmakta olan sanıkların ailelerinden, yakınlarından, hemen hergün, onlarca elektronik posta mesajı alıyorum ben de tüm meslektaşlarım gibi.

Bu mesajlar hep isyan dolu doğal olarak.

İsyan dolu ama hep gayet medeni bir üslup ile yazılmış oluyor gelen mektuplar.

Hakaret yok, küfür yok, terbiyesizlik yok.

Özenli bir dil, saygılı ve medeni bir tavrın izleri var hepsinde.

Son örnek, yukarıdaki satırlar...

Gönderen, yıllar öncesinden tanıdığım, 20 küsur yıldır da ne gördüğüm, ne haber aldığım bir kadın.

Subay eşi cezaevinde olan, 13 yaşındaki evladıyla hem düzenli, sağlıklı yaşamına devam hem de onur mücadelesi veren yüzlerce sanık yakınından biri.



Türkiye’nin 12 Eylül ve 28 Şubat ile yüzleşmeden öte hesaplaştığı şu dönemde...

27 Nisan için de bir fatura ve ‘sevk irsaliyesi’ düzenlenip düzenlenmeyeceğinin merakla belkendiği şu günlerde...

‘Darbeler ve darbecilerin sigaya çekilmesini en hararetli kim alkışlayacak’ yarışması ülke genelinde sürerken...

Diyorum ki;

Evet, elbette hepimiz darbelere,

darbecilere karşı olmalıyız.

Evet, elbette hesap sorulmalı darbelerin sorumlularından, gerekirse yargılanmalılar.

Ve tabii, yakın geçmişte yasalara aykırı, darbe hazırlığı faaliyetlerinde bulunanlar için de geçerli olmalı bu durum, evet.

Ancak bu hesaplaşma sürecinde birilerinin de çıkıp, ‘bu yargılamanın evrensel hukuk kurallarına uygun ve gerçekten adil olduğu’ konusunda herkesi ikna etmesi gerekmiyor mu?

Bizatihi böyle bir ‘ikna’ gereksiniminin orta yerde duruyor olması bile göz ardı edilemeyecek ciddiyette bir sıkıntının varlığının en somut delili değil midir?



KEŞKE...

Otomobillerimizi park yerlerinin çıkışlarını kapatacak şekilde park etmenin, insan canına bile mal olabileceğini düşünebilsek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.