Şampiy10
Magazin
Gündem

Tarihi olayın ayrıntıları

Malatya Erhaç’tan kalkan RF4 tipi savaş uçağı ile önceki gün saat 11.58’de telsiz ve radar irtibatı kesildiğinde, Ankara’da, Hava Kuvvetleri Karargahı’nda yapılan ilk tahmin, ‘uçağın suya çarptığı’ oldu.

Çünkü söz konusu olan, ‘deniz üzerinde alçak irtifa uçuş eğitimi’ydi ve bu, havacılığın en riskli eğitim faaliyetlerinden biriydi.

Önde teğmen, arkada binbaşı

Düşen RF4’ün kokpitinde ön koltukta bir (harbe hazır) teğmen, arkada ise öğretmen pilot yüzbaşı uçuyordu.

Yüzbaşı, öğrencisi teğmene, deniz üzerinde yüzeye yakın uçuş tekniklerini öğretiyordu.

Erhaç’tan kalkan keşif ve gözetleme uçakları, bu tür eğitimleri genel olarak üs bölgesine en yakın deniz olan Doğu Akdeniz’de yapıyorlardı ve önceki günkü uçuş da bunlardan biriydi. Rutin, ‘deniz üzeri alçak uçuş eğitimi’.

Eğitimin çarpıcı detayları

‘Deniz üzerinde alçak irtifa uçuş eğitimi’nde, öğretmen pilotlar, eğitimdeki teğmenlerine;

Altimetrenin ‘0’ (sıfır) okuması, hatta eksiye düşmesini gösteriyor ve ilüzyona girmeden, yani göz yanılması yaşamadan uçabilmenin yollarını öğretiyor.

Bu eğitim sırasında, ortalama 350 - 400 knot yani saatte yaklaşık 650 - 750 kilometre hızla giden savaş uçağı suya (denizin yüzeyine) 50 feet, yani 16 metre mesafeye kadar alçalıyor.

Deniz üzerinde yapılabilecek en ufak bir hatada, jetin kanadının suya çarpması ve kırımın gerçekleşmesi kaçınılmaz.

Yapılan eğitimin ne denli zorlu ve ne derece riskli olduğunun en somut göstergesi işte bu rakamlar.

Uçak rotasındaydı ve ikaz edilmedi

Ankara’da, Hava Kuvvetleri Karargahı’ndaki bilgilerden, dün akşam üzeri itibariyle ulaşabildiklerimi, başlıklar halinde şöyle özetlemek mümkün:

- Suriye silahlı güçleri tarafından düşürülen uçak, Erhaç’tan kalkışından önce belirlenen planlı rotasının dışına çıkmadı.

- RF4’ün planlı rotası, sadece askeri değil, sivil havacılık kaynaklarının kayıtlarında da yer alıyor.

- Bu tür eğitim faaliyetleri, zaman zaman ikili kol halinde yapılabilse de çok büyük çoğunlukla tek uçak ile icra ediliyor.

- Suriye kuvvetleri, ateş açmadan önce Türk jetini ikaz etmedi. Değil önleme uçaklarının kalkması ve engelleme yapması ya da uyarı veya bariyet ateşi açılması, ilk planda verilmesi gereken telsiz ikazı bile yapılmadı.

Suriye Savunma Bakanlığı’nın olay sonrası yaptığı açıklamada yer alan, “Türk jeti karasularımız üzerinde alçak uçuş yapıyordu” cümlesi, yukarıda detaylarını aktardığım eğitim faaliyetinin kanıtı niteliğinde.

Ancak Hava Kuvvetleri’nden gelen, “Uçak planlı rotasından çıkmadı” bilgisi, olayın Suriye’nin dediği gibi kendi karasuları üzerinde gerçekleştiği iddiasının karşısında duruyor.

Pilotlardan maalesef pek umut yok

Bir teğmen ve bir binbaşı, maalesef, çok büyük olasılıkla şehit oldular. Çünkü pilotlar eğer atlayabilmiş olsalar, kısa bir süre sonra, koltuklarındaki GPS cihazlarından sinyal alınır ve yerleri bulunabilirdi. Ayrıca, kimilerinin iddia ettiği gibi Suriye’nin eline geçmiş olsalar, bu ülke makamları önce bu bilgiyi verir, ardından da pilotları Türkiye’ye teslim ederdi.

Bölge savaş gemisi dolu

Kulağa kesinlikle bir komplo teorisi gibi geliyor ama Ankara kulislerinde seslendirilen farklı bir nokta daha var.

Bölgede çok sayıda savaş gemisi görev yapıyor. Gazze ablukası nedeniyle, Almanya’dan Norveç’e, İsrail’den Rusya ve ABD’ye kadar birçok farklı ülkeden, farklı sınıflarda savaş gemisi Doğu Akdeniz’de seyir halinde.

Kulislerde - karmaşık bir komplo teorisi niteliğinde de olsa - sorulan soru şu:

Alçak uçuş yapan Türk jeti, onu tehdit olarak algılayan bölgedeki gemilerin herhangi birinden açılan ateş sonucu vurulmuş, ancak olay Suriye tarafından üstlenilmiş olabilir mi?

(Not: Kişisel olarak bu olasılığı komplo teorisinden bile öte, fantastik bir senaryo olarak gördüğümü belirtmek zorundayım.)

Türk jetini İsrail uçağı zannetmiş olabilir mi?

Eldeki bilgiler ışığında ortaya çıkan sorulardan biri de bu?

Suriye, Türk RF-4’ünü İsrail savaş uçağı diye hedef almış olabilir mi?

Havacılıkta İngilizce kısaltmasıyla IFF olarak adlandırılan, ‘dost ya da düşman tanıma kodları’ kullanılıyor.

IFF kodlarının açıklanması durumunda konu teknik anlamda netliğe kavuşacak.

Suriye Savunma Bakanlığı’nın açıklasındaki şu cümleye dikkat:

“Türk jeti sınırlarımızdan 1 kilometre içeri girdi. Hedefi vurduktan sonra Türk uçağı olduğunu tespit ettik.”

Bu bölüm ilginç zira Suriye radarının, havadaki o uçağın Türk jeti olduğunu algılamaması aslında imkansız.

Konunun uzmanlarından birinin dediği gibi, “RF-4’ler, İsrail’in de kullandığı savaş uçaklarından. Ve Suriye radarlarının, İsrail’in envanterinde bulunan uçakları mutlaka tanımlıyor olması lazım.”

Yani Suriye, hedef aldığı savaş uçağının bir RF-4 olduğunu görüyor. Bunun Türkiye’ye mi, İsrail’e mi ait olduğunu da IFF kodlarından biliyor. Daha doğrusu bilmesi gerekiyor.

Bu durumda “Acaba mı?” denilen; Suriye’nin jeti, bir İsrail uçağı olduğunu zannederek vurmuş olması ihtimali de neredeyse sıfırlanıyor.

Sonuç olarak, olayın teknik ayrıntıları ortaya elbette çıkacak ama bu detayların ne kadarı tam ve gerçek olarak açıklanacak, işte asıl mesele bu.

Yazının devamı...

Behzat Ç. aynen devam la!..

“Behzat Ç.” deyince, başka fazla da bir şey söylemeye gerek yok.

‘Fenomen’ sözcüğünün Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ndeki karşılığı ‘olay’.

Behzat Ç. de bir fenomen işte.

Eser sahibi, yazar Emrah Serbes. Henüz 31 yaşında. “Çok gençmiş” diyecek olanlara, “Değil bence” derim. Zaten çıkardığı iş de ortada.

Dizi, Radyo ve Televizyon Üst Kurumu’nun (RTÜK) gündeminden hiç düşmüyor.

Son olarak, bir RTÜK uzmanının raporunda, “Şiddet içeren ve gençleri şiddete teşvik eden film ve diziler” listesinde yer aldı Behzat Ç.

Dün aradım Serbes’i.

“Görünen o ki, yakında RTÜK’te bir ‘Behzat Ç. Daire Başkanlığı’ kurulacak” dedim gülerek.

“Ben pek sevmiyorum o konuda konuşmayı” diye başladı söze Emrah Serbes.

Bu pazar akşamı sezon finali var dizinin.

- RTÜK’ün sizin dizi ile ilgili mesaisi gelecek sezon için bir risk, bir sorun oluşturuyor mu?

- Hayır. Gelecek sezon da sürecek Behzat Ç.

- Aynı çizgide mi sürecek? Önemli olan o...

- Aynı çizgide sürecek. Biz bu çizgide, bildiğimiz yolda, gideceğimiz yere kadar gideceğiz.

- Başkomiser Behzat’ın, Savcı Esra ile evliliğinin RTÜK baskısıyla senaryoya eklendiği görüşü bana pek gerçekçi gelmemişti doğrusu. Nedir bu işin aslı? Ben mi yanılıyorum?

- Yok, haklısınız. Aslında o evlilik, bu tür bir telkinden kaynaklanmış değildi ama algı bu yönde oldu. Çok da mahzuru yok aslında benim için böyle algılanmasının. Problem değil.

- Pekiyi, şiddet bağlamında RTÜK boyutu dışında dönüşler oluyor mu size? Yani mesela son dönemdeki Özel Yetkili Savcı vb. tiplemelerle ilgili rahatsızlık ya da başka türden mesajlar alıyor musunuz?

- Hayır hiç böyle bir şey yok. Bu anlamda gelen herhangi bir mesaj ya da başka bir dönüş yok.

Emrah Serbes, Behzat Ç’nin yoluna bugüne kadar olduğu şekilde devam edeceğini söylüyor.

Bu pazar gecesi itibariyle yaz tatiline giriyor dizi. Yeni yayın döneminde ise yine ekranda olacak, bu kesin. En azından bir sezon daha beraberiz yani bizimkilerle.



Pasaport krizi nereden kaynaklanıyor?

Son dönemde eşten - dosttan, çevreden aynı konuda çok sayıda yakınma geliyor.

Şu bizim meşhur çipli pasaportlar adeta karaborsaya düşmüş.

Emniyet’e başvuran vatandaş, pasaportunu en erken 15 - 20 günde alabiliyor. Hatta bazen, bir ayı bulduğu oluyor bu sürenin.

Oysa yakın geçmişe kadar, başvuru ile pasaportun adresinize gelmesi arasında geçen süre iki güne (48 saat) kadar inmişti.

Pekiyi ne oldu da, böyle bir ‘pasaport krizi’miz var?



Baktım, birkaç küçük haber yapılmış son dönemde bu konuda ama pek tatmin olmadım doğrusu.

Sordum, soruşturdum; anlaşıldı ki, mesele pasaport defteri sıkıntısından kaynaklanıyor.

Emniyet, defter tedarik edemiyor.

Başka bir deyişle; Darphane, ihtiyacı karşılayacak sayıda defter üretemiyor.

Arz - talep dengesi meselesi yani. Daha doğrusu dengesizliği...

Pasaport talebi fazla, buna karşılık defter arzı yetersiz.

Üstüne bir de yaz geldi, başvuru sayısı daha da arttı ve sorun, krize dönüştü.

Akıllı (ya da teknolojik) pasaportların sert kapağının içinde bir ‘çip’ var biliyorsunuz. O çipler, Malezya’da üretiliyor. Kapağın içine yerleştirilip, çipli pasaport defterine dönüştürülmesi aşaması ise İstanbul’da, Darphane ve Damga Matbaası‘nda gerçekleşiyor.

Sonuçta görünen o ki; sorun Emniyet’ten kaynaklanmıyor. Problem, üretim aşamasında. Yani Darphane’de.

Hâl böyle olunca, Darphane Genel Müdürü’nü aradım. Çok uğraştım ama bir türlü ulaşamadım.



KEŞKE...

Koltukların gelip geçici olduğu gerçeğini, o koltuklarda otururken de akıldan çıkarmasak.

Yazının devamı...

ÖYM’leri hedef yapan gizli tanıklar mı oldu?

Özel Yetkili Mahkemeler’in (ÖYM); yetkilerinin yeniden düzenlenmesi ya da bunların topyekün kaldırılması gündeminin en can alıcı boyutu, ilginçtir, işin belki de en az konuşulan tarafı.

‘Gizli tanık’ uygulamasından söz ediyorum.

Gizli tanık ifadelerinin, ülke gündeminin en kritik, en sıcak başlıklarını oluşturan o meşhur davaların akışını nasıl etkilediğini, nasıl şekillendirdiğini bilmeyen yok.

‘Gizli tanıklık’ mekanizması hukukta, gerektiğinde başvurulan ama bünyesinde farklı riskler de barındıran bir yöntem malum. Ağır Ceza Mahkemeleri’nde de var.

Fakat konu, daha doğrusu sorun, ‘gizli tanık’ların ÖYM’lerde oynadığı rol. Yani bu mahkemelerdeki davalarda kullanılış şekli.

Yetkin hukukçulardan hangisi ile konuşsam, benzer ifadelerle aynı noktanın altını çizdiler.

“Gizli tanıklık, başka delil yoksa, tek başına kullanılabilecek bir yol değil. Bir davada, gizli tanık ifadeleri, toplanan mevcut delillere ek olarak kullanılabilir. Daha doğrusu öyle olması gerekir.”

Yargıdaki teamül bu yöndeyken, görünen o ki, ‘gizli tanık ifadeleri’nin o bildik davalardaki belirleyiciliği, ÖYM’lere duyulan güveni ciddi manada örseledi.

Sanırım şu tespite katılmayan olmayacaktır:

Bir mahkeme, uyguladığı yöntemler ve nihayet verdiği kararların kamuoyunda uyandırdığı güven ile doğru orantılı boyutta saygı görür.

Eğer bugün bu ülkede ÖYM’lere yönelik bir güven bunalımı ve saygı sorunu varsa, bu durumun başlıca sebeplerinden birinin ‘gizli tanık mekanizması’nın kullanılış şekli olduğunda işi bilen herkes hemfikir.

Bu mahkemelere tanınmış özel yetkiler içindeki ‘tutukluluk sürelerinin, diğer mahkemelerdekinin iki katı olması’ da bir başka neden.

Ve tabii bir de, özel yetkili savcı ve hakimlerin, kendilerine bir misyon yükledikleri yönündeki hakim kanaat.

“Bu ülkenin gerçek sahibi, koruyucusu, kollayıcısı vb. biziz” şeklinde özetlenebilecek bir misyon bahsettiğim.

Hani dönem dönem, üniformalıların kendilerine vehmettikleri o bildik misyona benzer bir durum...



‘Kesinlikle’ yasaktır

Ne kadar çok ‘yasak’ uyarısı var çevremizde.

“Buraya çöp dökmek yasaktır.”

“Garaj girişine park etmek yasaktır.”

“Çimlere basmak yasaktır.”

“Sigara içmek yasaktır.”

“Bu asansör ile yük taşımak yasaktır.”

“Piknik yapmak yasaktır.”

“Moloz dökmek yasaktır.”

“Yüksek sesle müzik dinlemek yasaktır.”

“Evcil hayvan ile girmek yasaktır.”

“Fotoğraf ya da video çekmek yasaktır.”

“Cep telefonu kullanmak yasaktır.”

Ve benzeri onlarca yasak...

Bir de...

Yasaklara uymak konusunda, toplum olarak bulunduğumuz noktanın somut bir kanıtı var ‘yasak’ mesajlarının bazılarında.

“Kesinlikle yasaktır” uyarısı o kanıt.

“Yasaktır” demek yetmiyor. “Kesinlikle yasaktır” yazıyor birçok tabelada.

“Sadece ‘yasak’ dediğimizde uymuyorsunuz, bakın bu (ya da şu) ‘kesinlikle’ yasaktır” diyor yasağı koyan otorite.

Dünyada da örnekleri var ‘kesinlikle yasak’ kalıbının.

‘Strictly forbidden’ yazar mesela ecnebilerin bazı tabelalarında. Ama bu durum, genellikle yüksek düzeyli ‘güvenlik’ gerektiren yer ve koşullar için söz konusudur dış dünyada.

Bizdeki gibi;

‘Moloz dökmek’ ya da ‘asansör ile yük taşımak’ türünden ‘kozmik’ (!) konularda değil.



KEŞKE...

Memnuniyetsizlik ve şikayet etme alışkanlığının, toplumsal genetik kodumuza dönüşme riski taşıyacak noktaya ulaştığını görebilsek.

Yazının devamı...

Vatan’ın 14 Ekim 2011 tarihli manşeti

“Aldığım bilgiye göre, Adalet Bakanlığı mevcut durumu detaylarıyla değerlendirdi ve özel yetkili mahkemeler ile savcıların yetki alanlarının yeniden düzenlenmesine karar verdi. Yeni düzenlemenin ayrıntıları henüz son şeklini almadı ancak kesin olan; kısa bir süre sonra, özel yetkili savcılar ve mahkemelerin yetkilerinin daraltılacağı.

Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı ve ‘özel yetkilerin belli oranlarda kısıtlanacağı’ bu yeni düzenleme, (muhtemelen bu ay sonu) en geç Kasım ayı başında Bakanlar Kurulu’nun gündemine taşınacak. Ardından da, Bakanlar Kurulu’nda son şekli verilip Meclis’e sevk edilecek. Kimi, ne ölçüde tatmin eder bilemem ama son dönemin en önemli tartışma konusunda somut ve kritik adım böylece atılıyor.”

Bu iki paragraf, yaklaşık sekiz ay önce bu köşede yayınlandı.

“Özel Yetkiler Daraltılıyor” başlıklı yazım, VATAN‘ın, 14 Ekim 2011 tarihli nüshasının manşet haberiydi.

Haber kaynağımı o gün yazmamıştım, bugün de deşifre etmeyeceğim ama konunun en yetkili isimlerinden biriydi bilgiyi aldığım kişi. Ve düzenlemenin 2011 bitmeden hayata geçeceğini söylüyordu.

Haberin üzerinden sekiz aya yakın zaman geçti ve konu ancak geldi gündeme. Sert tartışmalar ile birlikte de ‘memleket meseleleri’ listesinin birinci sırasına yerleşti.

Herkes hükümetin, özel yetkilerin daraltılması ya da kaldırılması konusunu, malum MİT Müsteşarı krizinden sonra gündemine aldığını düşünüyor ama gördüğünüz gibi durum öyle değil. Hazırlıklar geçen yılın Ekim ayından bu yana yapılıyor.

Pekiyi o zaman;

1.) Neden bu kadar zamandır tamamlanamadı yapılan çalışmalar?

2.) Yoksa şu an kamuoyunun gözleri önünde, bu konuya açıktan muhalefet eden kesimler ve kişiler, Ekim 2011’den bu yana, kapalı kapılar ardında mı engel oluyorlardı konunun kotarılmasına?



Bizim mahallenin Ayşenur Ablası

1993’te tanıdım Ayşenur Arslan’ı.

atv Haber’in ülkenin bir numarası olduğu yıllar boyunca birlikte çalıştık.

Çok güçlü yanlarını da gördüm bunca yıl içinde, bir o kadar zayıf taraflarına da şahit oldum.

Zordur. Çok iyidir. Nev’i şahsına münhasır insanlardan biridir.

‘Habertesi’ adlı bir program yapmıştı atv’de bir dönem. Sene ya 94’tü, ya 95.

Sonrasında yine, öncesinde olduğu gibi kameranın arkasında geçti mesleki ömrü. Mutfakta yani.

Dalgalı, boğuşmalı yıllardan sonra, CNN Türk’te markalaşan ‘Medya Mahallesi’, uzun habercilik yaşamının en olgun harmanı oldu Ayşenur Abla’nın.

Beğenen - beğenmeyen oranı ile ilgilenmiyorum.

Seven - sevmeyen yüzdesi alakadar etmiyor beni.

Rahatsız - memnun olanların niceliğinden de bana ne?..

‘Nitelik’ benim derdim. ‘Birikim’ ile yoğurulan nitelik...

Tarzını, görüntüsünü, sesini, konuşmasını eminim çoğu izleyici ‘farklı’ buluyor.

Evet farklı... Çünkü ekranlar, ‘onun gibi olmayan geçer akçe’ler (yoksa ‘harcıâlem’ler mi demeliyim?) ile dolu.

Sadece - göreceli - güzel bir yüz ve vücuda sahip oldukları için, 20 - 30 yaşlarında ekranları işgal eden; habercilik geçmişi, tecrübesi ve dolayısı ile inandırıcılığı olmayan, kelime haznesi ve Türkçe’yi kullanmaları ile değil ‘dişilik ve magazin kişilikleri’ ile öne çıkanlar ile dolu piyasa.

Ve böyle bir piyasada, bu kadın ne yapıyor ona bir bakın.

Ne soruyor, ne diyor bu kadın?..

Medya Mahallesi’nin akıbetine ilişkin muhtelif rivayetler kafa karıştırıyor.

Sormaya, konuşmaya, anlatmaya devam etsin istiyorum Ayşenur Arslan ve onun gibiler.



KEŞKE...

“Tavşana kaç, tazıya tut” anlayışının sahipleri, bunun aslında ne denli ‘kolaycı’ ve ‘riyakar’ bir tarz olduğunu idrak edebilseler.

Yazının devamı...

Başbakan’ın o cümlesi

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, önceki akşam atv’de, canlı yayında yaptığı açıklamaların içinden bir cümleyi ayrı bir yere koymamız gerekiyor.

Manşetlere çıkan, doğal olarak, “Alacaksan beni al” sözü oldu ama bu üç kelimenin devamında, üç sözcüklük bir cümlecik daha var.

Bakın o bölümün tümü nasıl?

“Bir başbakan olarak direkt bana bağlı olan müsteşarıma sahip çıkmazsam... Ona talimatı veren benim. Alacaksanız beni alın. Talimatı veren benim. Talimat verilen alınmaz. Çok yanlışlar yapılıyor. Alacaksan beni al.”

Bahsettiğim ‘üç sözcüklük cümlecik hangisi biliyor musunuz?

“Talimat verilen alınmaz” cümlesi.

Başbakan, “Talimat verilen alınmaz” sözüyle, “Talimatı veren alınır” diyor.

İsimlendirmek, bir anlamda hedef göstermek gibi oluyor. Bu yüzden, uzun uzun örnekler ve isimler vermeyeceğim.

Hepiniz biliyorsunuz. Hepimiz biliyoruz...

Beni ilgilendiren, Erdoğan’ın dile getirdiği bu prensip.

Ve sorum şu...

(Aldığı talimatların dışına çıkan, durumdan vazife çıkartıp o talimatları istismar edenleri ayrı tutarak soruyorum):

“Bu ilke, yani ‘talimatı alanların değil, verenlerin asıl sorumlu olması’ ilkesi; yıllardır ülkenin gündeminin en üst sıralarını işgal eden soruştuma ve davalarda da geçerli mi?



Patron masasından notlar

İstanbul’da, ‘patron’ ile öğle yemeğindeydik dün.

Vatan’ın yazarlarından bir kısmı önceki gün buluşmuş Erdoğan Demirören ile. Dün de Genel Yayın Müdürümüz İsmail Yuvacan ile birlikte; Güngör ve Ruhat Mengi, Okay Gönensin, Dilek Önder, Bilal ve Semra Çetin, Ali Ağaoğlu ve ben aynı masadaydık.

“Bu gazeteleri nasıl daha iyi ve daha güçlü hale getirebiliriz?”

Baba Demirören’in bizlerle istişare etmek istediği konu buydu.

Hem konuştu, hem dinledi hepimizi.

Aile içindeki sohbetin detaylarına girmeyeceğim ama şu kadarını söylemek boynumun borcu...

Bazı noktalarda farklı düşüncelere sahip olabilirsiniz ama 75’ine merdiven dayamış, ülkenin sayılı iş adamlarından birinin sahip olduğu heyecan, şevk ve hassasiyet çok şey söylüyor aslında.

İçeriğe dair ayrıntılardan bağımsız bir tespit benimki...

Bir insanın yaptığı işi, ait olduğu kurumu, sözde değil özde sahiplenmesi, başarıya giden yolu yarılamak anlamına geliyor. Bunu bir kez daha gördüm.

Erdoğan Demirören’in titiz gerçekçiliğini, hayatın her alanında örnek almakta fayda olduğunu düşünerek ayrıldım yemekten.



Editörüme son not

Yaklaşık bir yıl oldu Vatan’da yazmaya başladığım.

İlk yazımı Meclis Bahçesi’nde yazmıştım. Elektronik posta ile İstanbul’a, Yazı İşleri’ne yollama aşamasında da Meltem Hanım ile tanışmıştık.

Genel Yayın Müdürümüz İsmail Yuvacan, yazımı Meltem Sukay’a göndermemi söylemişti.

O gün bugündür de Meltem Hanım ile teşrik-i mesai içindeyiz.

Daha doğrusu içindeydik.

Yazı İşleri Müdür Yardımcısı Meltem Sukay ayrılıyor gazeteden bugün itibariyle.

Vatan’ın mutfağında görev yapan meslektaşlarımın habercilik refleksi ve gazete yapma yeteneği çok yüksek. Bu durum biz haberciler için çok büyük şans. Eminim bundan sonra da gayet uyumlu ve verimli çalışacağız ama ben bu gibi durumlarda biraz duygusalımdır.

O yüzden, Meltem’in ayrılıyor olması benim için kötü bir sürpriz ve büyük kayıp.

Aynı dili konuşabilecek insan bulmak zor çünkü bizim sektörde.

İyi niyetli, egosuna yenilmeyen, derdi sadece üzüm yemek olan insan bulmak zor.

Yolun ve bahtın açık olsun Sevgili Meltem...



KEŞKE...

Atasözü ve vecizelerin sadece işimize gelenlerine değil, bizi rahatsız edenlerine de itibar etsek.

Yazının devamı...

İkna edilmesi istenen MHP ve BDP ne diyor?

“MHP ve BDP de bu yöntem üzerinde mutabık kılınabilirse, AK Parti bu komisyonun kurulmasına ilke olarak olumlu bakmaktadır. Şu aşamada CHP’ye bu yöntemle ilgili olarak BDP ve MHP’yi ikna etmek görevi düşmektedir.”

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik‘in, Başbakan Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun görüşmesinin ardından yaptığı açıklamanın en kritik bölümü hiç şüphesiz bu.

İktidar partisi, Ana Muhalefet’ten; Meclis’teki diğer iki muhalefet partisi MHP ve BDP’yi de sürece katkı verme konusunda ‘ikna etme’sini istiyor.

Peki;

1) MHP ve BDP’yi ikna etmek için tek başına CHP’nin girişmeleri yeterli olur mu?

2) Daha da önemlisi bu iki parti ikna edilebilir mi?

MHP cephesi

Milliyetçi Hareket Partisi, Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin son Meclis Grup konuşması ile kapıyı peşinen kapatmıştı.

Bahçeli, dün ise Erdoğan - Kılıçdaroğlu görüşmesinin hemen ardından yaptığı yazılı açıklamayla, o kapalı kapıyı, bir de içeriden kilitledi.

Yazılı açıklama sonrası MHP Grup Başkan Vekili Oktay Vural ile konuştum.

Vural söze, “Bizim kapalı kapılar ardında konuşacak bir şeyimiz yok” diye başladı.

- Biz dışarıdan söyleyeceğimizi söylüyor, görüşlerimizi açık bir şekilde ortaya koyuyoruz. Ayrıca tabii, bu sürecin ülkeyi bir ‘çözüm’e değil, ‘çözülme’ye götüreceğini düşünüyoruz. Kim bilir, bu sürece belki İmralı’yı da katabilirler.

- Böyle bir endişeniz mi var?

- Olmadı mı yani? Başbakan’ın özel temsilcisi yapmadı mı bunu? Keza, bu görüşmeleri Oslo’da da yapabilirler.

- Anladım ama bir tek MHP’nin bu sürecin dışında kalması, siyaseten size zarar vermez mi?

- Biz bu sorunun çözümü konusunda bir öneri getirmiyor değiliz. Görüş ve önerilerimizi şeffaf bir şekilde, milletimizin önünde ifade ediyoruz. Bir arada olacakları komisyon arzu ederse bizim dışarıdan, açık açık dile getirdiğimiz görüşleri, önerilerimizi dikkate alıp, bunlardan faydalanabilir.

BDP cephesi

Barış ve Demokrasi Partisi’nden de Grup Başkan Vekili Hasip Kaplan ile görüştüm.

- İktidar partisi, CHP’den; MHP ve BDP’yi ikna etmesini istedi. Bu sizce ne anlama geliyor?

- Buradan iki şey çıkar. Birincisi, bu işi yokuşa sürmektir. “Nasılsa MHP yanaşmayacak, bu iş bitecek” düşüncesi. İkincisi de, ikna etmek için sadece teklif sahibine değil kendilerine de bir çaba düşer. Siz samimiyseniz, siz de görüşebilirsiniz. Bu konuda ikisi de, iktidar da, ana muhalefet de samimiyet testindedirler.

- Sizin CHP ile görüşmeniz ne zaman?

- Bize henüz bir randevu talebi gelmedi. Gelince görüşürüz. Genel olarak kapılarımız açıktır. Bu konuda herkes bilmeli ki, bu sürecin en olumlu aktörü BDP olacaktır.

- MHP’nin tavrı ortada. Dört partinin de katılımı olamayacak gibi görünüyor. Bu durumda sonuç alınabilir mi?

- Parti gruplarının BM Güvenlik Konseyi gibi veto hakkı yok. Meclis’in ezici çoğunluğu bu konuda çalışmak isterse, parti grupları arasında istenen, beklenen uzlaşı ortamı doğmasa da böyle bir süreç başlayabilir. Böyle bir mutabakat halinde, Meclis bu mesele üzerinde çalışabilir.

- Ankara’da bunlar konuşulurken, bölgeden sürekli çatışma ve şehit haberleri geliyor. Bu zamanlamayı manidar buluyor musunuz?

- Hayır. Her yaz bu dönemlerde genellikle çatışma süreçleri artar. Zaten hükümetin de askeri ve siyasi operasyonlarını artırarak devam ettirdiği biliniyor. Dolayısıyla ben son dönemdeki çatışmalara, zamanlama olarak ayrı bir anlam yüklemiyorum.



Ankara’da dün akşam itibariyle, son durum işte böyleydi...



KEŞKE...

Kargaya sadece kendi yavrusu değil, başkalarının yavruları da, arada sırada bile olsa ‘kuzgun’ görünse.

Yazının devamı...

Aşkın böylesi! Ya bir de sevmese

Meşhur sözdür: “Bir insanı tanımak için ya borç ver, ya birlikte seyahate çık” derler, bilirsiniz.

‘Borç vermek’ bir yana, ‘insan’ ile birlikte o insanlardan müteşekkil ‘toplum’u tanımanın yolu da ‘yollar’dan geçiyor.



Yollardaydım hafta sonu...

Susurluk’tan çıktı yazı. ‘Yol üstü lezzet durakları’ndan birinden.

Arka masada iki genç çift...

Gelir ve eğitim düzeylerinin Türkiye ortalamasının üstünde olduğu her hallerinden belli. Muhtemelen tatil yolundalar.

Yüksek sesle yaptıkları sohbetten, çiftlerden birinin yeni, diğerinin ise 10 yıllık evli olduğunu öğreniyoruz.

Masadaki iki erkek, tostlarını yedikten sonra otomobillerinin başına gidiyor.

Kadınlar baş başa kalıyor arka masamızda.



Kıdemli evli kadın (ki o da öyle yaşlı değil, 40’larında), çiçeği burnunda geline sorular soruyor.

- Ne kadar oldu siz evleneli?

- Temmuz’da bir sene olacak abla.

- Mutlusun değil mi? İyi davranıyor kocan sana...

- Vallahi, aslında biliyorsun; aile yapısıyla, alışkanlıklarıyla pek aynı dünyanın insanları olduğumuz söylenemez. Ama öyle iyi bir insan ki... Hiç kötülük bilmez.

- Çok iyi... Çok şanslısın. Bizim kızlar hep “Onun gibi bir çılgını da ancak böyle bir adam uslandırırdı zaten” diyorlar senin için.

- Öyle valla abla. Nazar değmesin, çok mutluyum ve çok seviyorum kocamı.

- Ne güzel. Ne mutlu sana. Güvenli ve sakin bir liman...

- Öyle, öyle... Geçmişte yaşadıklarımdan sonra ihtiyacım varmış.

- Ne çok saçma sapan insan girdi gerçekten geçmişte senin hayatına yahu. Bir ara ben bile yoruluyordum senin trafiğinden ve başına gelenlerden.

- Sorma, sorma... Ama bak sonunda, o kötü tecrübelerden ders çıkarmışım demek ki. Doğru adamı buldum nihayet.



İki kadının, derin ve yüksek perdeden yaptıkları bu sohbete sadece biz değil, yakındaki diğer masalardakiler de kulak misafiri oluyor.

“Ne güzel...” diye geçiriyorum içimden. “Şanslı iki genç insan... Birbirlerine aşık, birbirlerinin kıymetini bilen...”

Devam ediyor kadınların sohbeti.

40’larındaki kadın, bu defa (bilgece değil, bilmişçe) tavsiyelerde bulunmaya başlıyor, 25-30 yaşlarındaki yeni evli arkadaşına.

- Bak, yakaladığın bu şansı iyi kullan. Bu adamı iyi kullan aslında. Akıllı ol tamam mı?

- Tabii, tabii... Biliyorum abla. Aynen öyle yapıyorum zaten. Çözdüm ben işi canım çoktan. Bugüne kadarkilerin hepsi beni nasıl yordu biliyorsun. Akıllandım artık.

- Hah, onu diyorum işte ben de. Bak hep biraz gizemli olacaksın tamam mı? Ne zaman ne yapacağını tam bilemeyecek kocan. Arada da, kıskandıracaksın hafiften.

- Tabii, tabii... Aynen... Biliyorum, öğrendim artık. Bir de, ‘kadın- erkek eşitliği’ deyip duruyoruz ama o kadar da eşit olduğumuzu hissettirmeyeceksin erkek milletine.

- Aynen kızım...

- Ben ‘beceriksiz’i oynuyorum... Çünkü senin her işin üstesinden gelebileceğini düşünürse k.çını kaldırmıyor adamlar. (Gülerek...) Tecrübeyle sabit.

- Vallahi aferin sana. Sen çözmüşsün mevzuyu.

- Çözdüm, çözdüm... Mesela diyorum ki, “Hayatım sen şunu çok güzel yapıyorsun, sen bunu harika hallediyorsun, sen çok güçlüsün” falan... Garibim de her şeye koşturuyor.

- (Kahkahayla...) Ohh, ohh... Tabii çok mutlu olursun kız. Tabii çok seversin. Bulmuşsun böyle adamı.



Erkekler yaklaşıyor o arada masaya. “Haydi gidelim” diyorlar.

Fırlıyor yerinden genç kadın, “Aşkım...” diye. Kocaman bir öpücük konduruyor kocasının dudaklarına.

Uzaklaşıyor dördü birlikte...

Hemen ötedeki masalardan birinde oturan, bizim jenerasyondan başka bir erkek ile göz göze geliyoruz o anda. Belli ki o da baştan sona kulak misafiri olmuş kadınların ‘içten’ (!) sohbetine.

“Maşallah ne çok seviyormuş! Sevmenin böylesi! Ya bir de sevmese ne olacaktı Allah bilir” diyor adam bizim de duyabileceğimiz şekilde.

Sonra da ekliyor: “Boşuna dememişler, ‘Türkiye’de hiçbir iyilik cezasız kalmaz’ diye...”

Gülümsüyorum sadece... Hesabı istiyoruz...

Evet, birçok ebeveyn bu tür tavsiyelerle yetiştiriyor kızlarını, oğullarını artık. Dolayısıyla da toplumda, sayıları günden güne artıyor bu tür kadın ve erkeklerin.

Ama biliyorum ki, bütünü temsil etmiyor bu örnekler. Ya da en azından öyle olduğunu umuyorum.



KEŞKE...

Korkunun ecele faydası olsa.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.