Şampiy10
Magazin
Gündem

Hastane izlenimleri

Refakatçi yatağından bile olsa, bir hastane odasından bakınca ‘dışarısı’ bayağı farklı görünüyor. Günlük yaşam içinde boğuşup durduğumuz birçok şey anlamını yitiriveriyor.

Geçenlerde (4 Mayıs 2012), “o randevuyu nasıl alsın?” diye yazdığım 81 yaşındaki amcam yarın (bugün) ameliyat olacak.

Dizine, atroskopik bir müdahale yapılacak. Fazla mühim bir operasyon değil yani. Ama nüfus kağıdı bu derece eski olunca, doktorlar, genç bir hastaya oranla çok daha fazla risk olduğunu söyleyip, ona göre de titiz davranıyorlar.

Beterin ne beterleri olduğunun bilinciyle, “Buna da şükür” diyerek bekliyor amcam ameliyatını.

Ben de yanında, ‘refakatçi’ sıfatıyla gözlem yapıyorum.

O’nun için zor bir durum, benim için yeni bir ‘tecrübe’ daha özetle.



Organik yaşamın armağanı

Amcam, Gebze’nin Demirciler Köyü’nde yaşıyor. Meyve üreticisi.

On yıllardır, şeftaliden elmaya, armuttan üzüme birçok ürün verdi bizim bahçeler.

Son senelerde ise bir tek bizim ‘kirazlık’ kaldı amcamın o maharetli ellerinde.

Yeni fidanların aşıları, bahçenin sürülmesi, ilaçlaması, sulaması ve kirazların toplanması... Yıl boyu bitmeyen bir mesaisi var amcamın.

“Bu yaşa geldin, artık bu kadar yorma be amca kendini” diyorum.

“Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur demiş atalarımız be evladım” cevabı geliyor karşıdan.

“Ama bak dizin artık müsade etmiyor” diyecek oluyorum, “Ameliyattan sonra eder, eder. O ağaçlar benim evlatlarım gibi oğlum” diyor.

Doktoru geliyor o sırada kontrole...

“Bu yaşta bu kadar sağlıklı bir bünye ve güçlü bacak yapısı şaşırtıcı” diyor sohbetin bir yerinde.

Kulakları ağır işiten amcam bu övgüyü hemen duyuyor:

- Benim bahçem bir baştan bir başa 400 adım doktor bey. Ben her gün en az 10 defa çıkıp iniyorum bahçeyi. Tahta merdivenle ağaçlara çıkıp inmek de cabası.

Haklı...

Üstelik o bahçe hem ciddi derecede eğimli hem de toprak yumuşak ve kabarık. Yani normal insanın kolayca yürüyebileceği bir zemin değil kirazlıktaki.

Bacakların bu yaşta o derece güçlü olmasının sırrı bu işte.

Bünyenin kuvveti ise yaşam koşullarından kaynaklı. Bizlerin büyük şehirlerde, 100 gramlarına çuvalla para verdiğimiz ‘organik’ ürünler, amcam, yengem ve diğer bütün köylüler için sınırsız ve neredeyse bedava.

Temiz hava, temiz su ve tamamen organik bir yaşam...



Sudan ucuz espresso

Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, geneli itibari ile tatmin edici bir fiziksel ortam ve personele sahip.

Hekimler de hemşireler de yardımcı sağlık personeli de kat hizmetlileri de güvenlik görevlileri de çok genç.

Bizim şansımız mı bilmiyorum ama personelin hemen hepsi hem gayet ilgili hem de güler yüzlü.

Yoğun hasta ve hasta yakını trafiğine karşın, ilk 48 saatte ters giden hiçbir durum ile karşılaşmadım.

Servis katlarında yiyecek ve içecek satın alabileceğiniz otomatik makineler var. Hani şu para atıp, bisküvi, su, çikolata, kahve vs alabildiklerinizden.

Bir kahve müptelası olarak dikkatimi çekti; makinedeki espresso - tam tabiri ile - ‘sudan ucuz’. Su 50, espresso 25 kuruş. Cappucino ise 200 ml’lik bir şişe su ile aynı fiyata...

Meclisteki çay - kahve ya da orduevlerindeki yiyecek içecek fiyatlarına takıntılı olanlara duyurulur.



Sigara gerçeği

Hastalar hasta yataklarında, yakınları fırsat buldukça binanın kapısının önünde.

Doktorlar, hemşireler içeride nöbette; hasta yakınları dışarıda ‘sigara nöbeti’nde.

Toplum olarak ‘zehirli tütün’ ile ilişkimizin en çarpıcı fotoğrafı hastane kapısındaki.

Yukarıda, akciğer kanseri başta olmak üzere sigaranın sebebiyet verdiği hastalıklar yüzünden ölümle pençeleşen yakınlarının çektiği acılara, aşağıda ‘sigara dumanı’ eşliğinde üzülüyor insanlar.

Yaman bir çelişki ama öyle işte.



KEŞKE...

En büyük mücadeleyi, ‘cehalet’e karşı vermemiz gerektiğini hiç unutmasak.

Yazının devamı...

Uludere’de yaşamını yitiren 34 kişinin arasında PKK’lılar da mı vardı?

28 Aralık 2011 Çarşamba sabahıydı...

Türkiye; Şırnak’ın Uludere İlçesi’ne bağlı Ortasu Köyü’nün hemen karşısına, sınırın Irak tarafındaki kalabalık bir gruba yönelik hava operasyonunda öldürülen 34 kişinin PKK’lı teröristler değil, bölgede yaşayan ve kaçakçılık ile geçinen siviller olduğuna dair haberlerle sarsılmaya başlamıştı.

Gelen haberler bu yöndeydi...

Resmi makamlardan henüz herhangi bir açıklama yoktu ama bölgeden gelen bu ‘ihtimal’e ilişkin haberlerin ülkede gündemi alt - üst edeceği daha birkaç saat içinde belli olmuştu.

Her haberci gibi ben de art arda haber kaynaklarım ile görüşmeye başlamıştım sabahtan itibaren.



En güvenilir kaynaklarımdan biri, “Görüntüye bakılırsa vurulan bir kaçakçı grubu. Daha doğrusu çoğu öyle. Çoğu kaçakçı ama içlerinde teröristler de var. Aralarından 7-8’inin örgüt üyesi olduğu söyleniyor” demişti.

Doğrusunu, o günün koşullarında bu bilgiyi haber olarak yazmayı doğru bulmadım.

Bu tercihimin iki ana nedeni vardı:

1) Haber kaynağımın son derece güvenilir olmasına karşın, “Kaçakçı grubunun içinde teröristler de vardı” bilgisini, başka bir kaynaktan teyid edemedim. Yani ‘double check’ gerçekleşmedi. Gerçi, teyid maksadıyla bu bilgiyi aktardığım bazı yetkililer, “Olabilir”, “Mümkündür” şeklinde görüş beyan ettiler fakat bu yanıtlar, aldığım bilginin ‘ikinci kontrol’den geçmesi ve benim gözümde habere dönüşmesi için yeterli değildi.

2) “Vurulan kaçakçı grubunun bir bölümü PKK’lılardan oluşuyordu” bilgisinin - resmi olarak açıklanmadığı sürece - o ortamda, hem olayın sıcaklığı hem de konunun hassasiyeti sebebiyle yazılması pek de uygun değildi. En azından ben öyle düşündüm.

Bugün geriye baktığımda - geldiğimiz noktaya rağmen - doğrusunu yaptığımı düşünüyorum.



“Geldiğimiz noktaya rağmen” dememin sebebi ne biliyor musunuz?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, önceki gün, partisinin Meclis grup toplantısında sarf ettiği şu sözler:

“Dikkat ederseniz kaçakçıların hiçbiri bölgedeki el yapımı patlayıcılara basmıyor. Harita kimlerin elinde olabilir? Bu haritayla bombaların üzerine basmıyor, rahatça gidip geliyorlar. Bakın burası çok hassas. Bu iş, hassas ve gerilimli bir iş.”

Erdoğan’ın bu sözlerinin anlamı açık.

Başbakan, bölgedeki kaçakçıların PKK’lı teröristler ile bir şekilde bağı ya da ilişkisi olduğunu söylüyor.

“Kaçakçılar teröristler ile birlikte hareket etmiyorlar ise bile, en azından, teröristlerin yerleştirdiği mayınların haritası ellerinde” demeye getiriyor.

“Bakın bu nokta çok hassas” vurgusu ile bu bilgiyi kamuoyu ile paylaşan sıradan bir yetkili değil.

Her türlü istihbarat bilgisine hakim, bu ülkenin Başbakanı bunu söyleyen.

Dolayısıyla ben böyle bir istihbarata itibar ederim.

“O gün yaptığımın doğru olduğunu düşünmeye devam ediyorum” cümlesine, “Geldiğimiz noktaya rağmen” ekini de işte bu yüzden yapıyorum.

Çünkü...

Olayın üzerinden beş ay geçtikten sonra, Başbakan Tayyip Erdoğan o kaçakçı grubunun PKK’lı teröristler ile (organik ya da inorganik, direkt veya endirekt) bir bağlantısı (en hafifinden bir teması) olduğunu ima ediyor. Hatta neredeyse bunu deklare ediyor.

Bu açıklama, benim olayın ertesi sabahı aldığım “İçlerinde teröristler de vardı” bilgisinin çok büyük ihtimalle gerçek olduğu ya da en azından, olabileceğini gösteriyor.

Ama yine de, buna rağmen... Ben hala o iddiayı haberleştirmemiş olmanın doğru tercih olduğu kanaatindeyim. Bugün olsa, yine aynısını yaparım.



Şimdi...

Tüm bunları okuduktan sonra, aranızda eğer...

Başbakan’ın dezenformasyon yaptığını iddia edecek olanlar varsa, böyle bir düşüncenin, bu tür bir savın muhatabı elbette ben olamam.

Dediğim gibi; bir ülkenin başbakanı, böylesine hassas bir konuda, bu denli iddialı bir bilgi veriyorsa, bir gazeteci olarak ben buna itibar ederim. Etmem gerektiğini düşünürüm.



KEŞKE...

Ülkeleri yönetenler, yaptıkları görevlendirmelerde tercihlerini; parti, ideoloji ya da hayat görüşüne göre değil, salt ‘liyakat esası’na göre şekillendirmeyi başarabilseler.

Yazının devamı...

@06melihgokcek

Twitter’ın en çok konuşulan isimlerinden biri, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek.

Genelde de gergin, sert tartışmaların tarafı olarak gündemde Gökçek.

Son örnek, önceki akşam, bir kadın takipçisi ile yaşadığı “Kürtaj polemiği” oldu.

Dün aradım Başkan Gökçek’i ve genelde Twitter macerasını, özelde ise son tartışmanın detaylarını sordum.

Twitter hata kabul etmez

Gökçek tam bir ‘Twitter fenomeni’ne dönüşmüş durumda.

Birazdan okuyunca sizin de göreceğiniz gibi, işin tekniğine de artık iyiden iyiye hakim olmuş.

İşte Melih Gökçek’in Twitter’a dair değerlendirmeleri:

- Artık yeni çağın siyaset tekniği yavaş yavaş sosyal medyaya kayıyor. Bu daha da süratlenecek. Dolayısıyla, her siyasetçinin kullanması şart.

- Yurt dışında bir kuruluş, Türkiye’de Twitter’daki en etkin kişi seçti beni. 300 bin civarında takipçim var. Daha fazla takipçisi olanlar var ama ‘etkin’lik başka bir şey.

- Twitter hiçbir şekilde hata kabul etmez. En ufak bir hata yaptığınızda, rakipleriniz bunu kaçırmaz. Tabii ben de yapılan hataları kaçırmam.

- Ben Twitter’da stres atıyorum. Ve iddia ediyorum, sosyal medyanın en eğlenceli tweet atan kişisi de benim. Eğer benden daha esprili tweet atan varsa, ben bir daha tweet atmam.

O kız kendi etti, kendi buldu

Melih Gökçek, işte bu denli iddialı Twitter performansı konusunda. “Gülmek, eğlenmek iyi ama daha çok tartışmalar ve gerginlikler ile gündeme geliyorsunuz” diyorum. “Son örnek, malum ‘kürtaj’ tartışması.”

Anlatıyor...

- O kız bana, başbakana ve partiye devamlı saldırıyor. Hatta en fazla saldıran dört - beş kişiden biri.

- Dün (önceki gün) benim ona yazdığım, evet sert bir mesajdı ama öncesinde onun yazdıklarının sertliği benimkinin 100 katıydı. Ben, o kadar sert mesajlara rağmen, bayan olduğu için, rencide etmemek için aleni yazmadım, DM (Direkt Mesaj) çektim.

- Sonra, benim çektiğim DM’yi alıp yayınladı. Bir de #edepsizmelihgokcek diye başlık açtılar üstüne.

- O benim DM’mi deşifre edince, ben bir DM daha attım. “Bak kendini deşifre ettin, hata yaptın, özür dile yoksa mahkemeye vereceğim” diye.

- Sonra ben de onu takibe aldım ve karşılıklı yazışmaya başladık. 15 - 20 DM’den sonra hatasını anladı ve özür diledi.

- Ona da söyledim... Kendi etti, kendi buldu. Benim rencide etme niyetim olsa aleni yapardım.

- Ben böyle çok insana özür dilettim. Onlarca kişi böyle özür diledi. Yeter ki hatasını anlasın. Bunlar genç insanlar. Hatalarını anlayıp özür dilediklerinde affetmek lazım.

Özür dilemeyeni dava ederim

Gökçek’e, “Bütün bu anlattıklarınıza rağmen ve DM’den yani bire bir, özel mesaj yoluyla da olsa, bir kadına o tarz bir tepki mesajı atmanız, ne olursa olsun doğru mu?” diye sordum.

- Dediğim gibi... Evet benim mesajım da sertti ama onun öncesinde yazdıkları çok daha sertti. Bazen, yazanların çizgisi ve seviyesine göre davranmak gerekiyor. Ben bunu, durup dururken bir insana söylemem. Ayrıca hakaret yok, bir sual sordum, ona cevap vereceksin. Bundan rencide oluyorsan, demek ki sen de karşıyı rencide etmişsin, acıtmışsın ki böyle oluyor. Bunu anlasınlar diye böyle yapıyorum.

- Özür dileyenleri mahkemeye vermem ama diğerlerini veririm. Tartış, eleştir, sorun yok. Espri ile dalga geçme hakkı var herkesin. Benim de var. Ama “Şerefsiz Melih Gökçek” diyemezsin. Dersen ben de mahkemeye veririm. Eğer üç - beş kişi ceza alırsa bu herkese ders olur. Herkes edebiyle yazar.

- Geçenlerde enteresan bir olay oldu. Bir kız çok ağır şekilde sövdü. Durakta çok beklemiş ve sinirlenmiş. Biolarına (kişisel bilgiler bölümü) girip bakınca tabii facebookuna giriyorsun mesela, ilişkide olduklarını buluyorsun, telefonunu buluyorsun... Buldum, açtım kıza telefonu, “Mahkemede görüşeceğiz” deyip kapattım. Sonra annesi aramış defalarca. “Kızım hüngür hüngür ağlıyor, bin pişman, hata yaptı” demiş. Ben de “Twitter’dan özür dilesin, ben de affedeyim” dedim. Diledi, affettim ben de.

Yazının devamı...

Af örgütü yine affetmedi

Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) 2012 İnsan Hakları İhlalleri raporunu dün yayınladı.

Örgüt, dünyanın dört bir yanından, en az 91 ülkede ifade özgürlüğü konusunda yaşanan kısıtlamaları konu etti. En az 101 ülkede ise (ki bu, dünyanın yarısı anlamına geliyor) yaşanan işkence ve kötü muamele olaylarını (bu olayların çoğu da toplumsal gösteri ve eylemlerde yaşandı) ortaya koydu.

Af Örgütü’nün listesinde, Türkiye’nin karnesi de pek parlak değil. Hatta hiç değil...

İşte raporun, “Türkiye” kısmından altı çizilmesi gereken bazı bölümler:

Adil olmayan yargılamalar

“Fazlasıyla geniş ve belirsiz terörle mücadele kanunları kapsamında, büyük coğunluğu terör örgütü üyeliği iddiasıyla olmak üzere yıl boyunca binlerce dava açıldı ve hükümler daha fazla hak ihlallerine yol açtı. Hakkında dava acılanların birçoğu aralarında öğrencilerin, gazetecilerin, yazarların, avukatların ve akademisyenlerin bulunduğu siyasi aktivistlerdi. Savcılar düzenli olarak ifade özgürlüğü hakkı ve diğe uluslararası düzlemde güvenceye alınmış, hakların korumasındaki hareketlere iliskin şüphelileri sorguladı. Diğer kusurlu yürütmeler arasında uzatılmış mahkeme öncesi tutukluluk da bulunuyor. Bu gözaltılar esnasında da dosyaya erişimi engelleyen gizlilik emirleri nedeniyle, savunma avukatlarının müvekkilleri hakkındaki kanıtları incelemeleri ya da müvekkillerinin gözaltında tutulmalarının yasallığına itiraz etmeleri engellendi.”

İşkence ve diğer kötü muameleler

- “Polis merkezlerine ve hapishanelere götürülme esnasında işkence ve kötü muamele yapıldığı iddiaları devam etti. Özellikle haziran ayındaki genel seçimler öncesi ve sonrasındaki eylemlerde, gösteriler sırasında polis düzenli olarak aşırı güç kullandı. Birçok durumda, eylemler polis müdahalesinin ve biber gazı, tazyikli su fışkırtma aracı ve plastik mermi kullanımının ardından şiddetli bir hale geldi. Çoğu olayda, basın emniyet gorevlilerinin göstericileri copla dövdüğünü belgeledi.”

- “Aralık ayında, yerel bir mahkeme, 2009’da bir çocuk gostericinin kafasına defalarca tüfeğin dipçiğiyle vururken görüntülenen bir polis memuruna ceza vermedi. 14 yaşındaki S.T.’nin saldırı sonrası kafatası kırıldı ve altı gün yoğun bakımda kaldı. Mahkeme, yaralanmasının kaza sonucu oluştuğunu ve

“bölgedeki koşullardan” kaynaklandığını öne sürerek ceza indirimi yaptı. Polis memuru altı aylık cezaya çarptırıldı, cezası ertelendi ve polislik gorevine devam etmesine izin verildi.”

Çocuk hakları

- “Çocuklara karsı dava acılmasını önlemeyi hedefleyen 2010 yasal düzenlemelerine rağmen, eylemlere katı lmaktan da dava açmak dahil olmak üzere, Terörle Mücadele Yasası kapsamında cocuklara karsı dava açmaya devam edildi. Hakkında dava açılan çocukların sayısı azalırken, birçoğu hala Çocuk Şube Müdürlüğü’ne gönderilmeden önce yetişkinler için olan polis gözetiminde tutuluyor. En fazla dört güne kadar olan suclama öncesi gözaltı süreleri rapor edildi ve cocukları yargı lama öncesi uzatılmıs gözaltında tutma devam etti. Birçok sehirde Çocuk Mahkemesi’nin olmayışı konusuna değinilmedi.

Kadına yönelik şiddet

- “Türkiye ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aileiçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözlesmesi’ni imzaladı. Ancak, önleyici iç mekanizmalar ne yazık ki yetersiz kaldı ve sığınakların sayısı iç hukukun gerektirdiği sayının oldukca altındaydı. Ekim ayında, Yargıtay, fuhuş yapması için satılan 12 yaşında bir kız çocuğuna tecavüz etmekle suçlanan 26 erkeğin ceza indirimini, kızın kendi rızasıyla cinsel iliskiye girdiği gerekcesiyle onayladı.”

Lezbiyen, gey hakları

- “Cinsel yonelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılıkların üstüne gidilmedi. Yetkililer lezbiyen, gey, biseksüel ve trans (LGBT) hakları aktivistleri taciz etmeye devam etti. 2011 boyunca, LBGT hakları grupları, mağdurların cinsel yönelimleri ya da cinsel kimliklerinden kaynaklandığı iddia edilen sekiz cinayet kaydetti.



Geleneksel refleksimiz ile “Bu batılılar bir tek Türkiye’de yaşananları görüyor” diyebilirsiniz yukarıdaki tespitlere.

Ama değil...

Dünyanın yarısı için farklı başlıklar ve farklı boyutlarda benzer birçok değerlendirme yapmış Uluslararası Af Örgütü.

Tamam; belki bazıları ön yargılı, belki bazıları taraflı, belki bazıları etkin lobilerin etkisinde kalmış, belki bazıları abartılı olabilir. Ya da bize öyle gelebilir.

Böyle düşündüğümüz anda tek bir soru çıkıyor karşımıza:

“Bütün bu yazılanlar oldu mu, olmadı mı? Raporda yer verilen konu ve olaylar bu ülkede yaşandı mı, yaşanmadı mı?”



KEŞKE...

Bize dokunmayan yılanların, değil bin, bir

yaşamasına dahi gönlümüz el vermese.

Yazının devamı...

Bir hava harekatında vur emri nasıl verilir?

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, “Uludere harekatında vur emrini kim verdi?” sorusuna, dün NTV canlı yayınında işte bu yanıtı verdi.

İçişleri Bakanı’nın “Emri Hava Kuvvetleri’ndeki komutanlar verdi” açıklamasının ardından, geçmişte o emirleri veren komutanlardan birini aradım.

Hava Kuvvetleri’nde hem Ankara’da ana karargahta hem Diyarbakır’da hem de NATO’da görev yapmış bu emekli generale, ‘İnsansız Hava Araçlarından (İHA) gelen görüntüler üzerine hava harekatı icra edilmesi’ sürecinin aşamalarını ve detaylarını sordum.

Emekli Hava Pilot General’in anlattıklarından sonra, sanırım hepimizin zihninde, ‘neyin ne ve nasıl olduğu’ netleşecek.

Emekli komutan önce ABD’nin bölgede uçan predatörlerinden bahsetti:

- Predatörler Adana İncirlik’te konuşlu. Komuta merkezi ise ABD’de, Nevada’da. Predatörün buradan aldığı görüntü, uydu vasıtasıyla Nevada’ya ulaşıyor.

- Bütün yönlendirme ve görevlendirmeler, Nevada’daki izleme ve harekat merkezinden yapılıyor. Sadece görüntü alıp kaydetmeleri de mümkün, gerek görmeleri halinde operasyon düzenlemeleri de.

- Amerikalılar, Türkiye’ye de istedikleri ‘iz’i, yani görüntüyü veriyorlar. Bu, ‘real time’ yani ‘gerçek zamanlı’ değil, yaklaşık 15 - 20 dakikalık bir gecikme ile gerçekleşiyor. Ama gördükleri ya da kaydettikleri görüntülerin ne kadarını Türk makamları ile paylaşıyorlar, işte onu tam olarak bilemiyoruz.

Emekli Pilot General, predatörlerden sonra heronları anlattı:

- Heronlar ise biliyorsunuz, Batman’da konuşlu. Türkiye olarak biz istediğimiz zaman ve süreyle gözetleme yapıyoruz.

- Heron’un aldığı görüntü, Batman’daki Harekat Merkezi’ne iniyor. Oradan da Diyarbakır’daki 2’inci Hava Kuvvet Komutanlığı’nda bulunan Hava Savunma Harekat Merkezi’ndeki ekrana aktarılıyor. Aynı görüntü eş zamanlı olarak istenmesi halinde, Ankara’da Hava Kuvvetleri Karargahı’ndan da izlenebiliyor.

Görüntü istihbarat değildir

Konunun uzmanı emekli general, çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor:

- Bakın, konu kamuoyunda yanlış bir ifade ile tartışılıyor. “İstihbaratı Heron mu verdi, Predatör mü?” sorusu yanlış ve anlamsız. Çünkü insansız hava aracından ‘istihbarat’ alınmaz, sadece ‘görüntü’ alınır. Görüntü başka şeydir, bunun istihbarat haline getirilmesi, istihbarata dönüştürülmesi başka şey. Ve asıl önemli olan da istihbarattır.

- Havadan ekrana gelen görüntü, ham bilgidir ve istihbarata dönüşmesi için, bunun ne olduğunu anlamak için ilgili birlikler ve birimlerden ‘yan bilgiler’in alınması gerekir.

- Görüntünün alındığı koordinatların görev alanında olduğu, bölgedeki kara birliğine sorulur önce. “Bizim orada silahlı güçlerimiz var mı, operasyonda olan birlikler ya da dönüşte olanlar var mı” diye. Çünkü bizim kara birliklerimiz bir sızmadan dönüyor olabilirler mesela.

- Biz Havacılar, Karacılar ile konuşuruz. Kara birliklerimiz yoksa, yine bölgedeki Jandarma ve Emniyet ile de aynı çerçevede koordine ederiz, “O çevrede jandarmamız ya da polisimiz var mı” diye.

- Görüntü alınan koordinatlar çevresinde silahlı güçlerimiz olmadığı teyid edilirse, bu defa bölgenin bağlı bulunduğu sivil otoritelerden de bilgi alınır. Mülki amirliklere de sorulur, “Gelecek mülteci ya da beklenen sivil insanlar var mı, bölgede bilginiz dahilinde bir sivil hareketlilik olması muhtemel mi” diye.

- Bütün bu birlik ve birimlerden alınan bilgilerden sonra değerlendirme aşamasına gelinir. Sivil, asker, polis, bölgede kimse yoksa, kimse beklenmiyorsa, bu bilgiler gerekirse defaten temaslarla kesinleştirildikten sonra, artık o görüntü bir istihbarata dönüşmüş olur. Ve bizim Diyarbakır’daki harekat merkezi bunu mutlaka yapar.

- Ve bu noktaya gelindiyse, durum artık nettir. Kara birliği yok, beklenen sivil yok... Ve görüntülerde sınıra yönelmiş hareketli bir grup var. İstihbaratın sonucu, gelenlerin ‘terörist yani düşman olduğu’dur. Bu tespit doğrultusunda da uçaklara ‘kalk emri’ verilir.

“Pekiyi, istihbaratın kesinleşmesi durumunda, ‘vur emri’ni kim verir?”

Eski komutanın bu soruya yanıtı da gayet net:

- Biliyorsunuz, Hükümet Meclis’ten sınır ötesine asker gönderme ve harekat yetkisini aldı. Hükümetler, Meclis’ten aldıkları bu yetkiyi, tabii ki sorumluluk kendilerinde kalmak kaydıyla, Genelkurmay’a devrederler. Genelkurmay da, yapılacak iş havadan ise Hava Kuvvetleri’ne, karadan ise Kara Kuvvetleri’ne, denizden ise Deniz Kuvvetleri’ne devreder hükümetten aldığı operasyon yetkisini.

- Aynı şekilde, Komutanlıklar da yetkiyi, söz konusu bölgedeki üs komutanlığına devreder. Uludere örneğinde, yetki, Diyarbakır’daki 2’nci Hava Kuvvet Komutanlığı’ndadır ve Diyarbakır bu silsile ile aldığı yetkiye dayanarak gerektiğinde harekatı icra eder.

- Jetlere ‘kalk ve vur emri’ni Diyarbakır’daki harekat merkezi verebilir. Harekat Merkezi’nde nöbetçi subay bir Kurmay Albay olur.

- O Kurmay Albay, yetkisini kullanıp emri verebileceği gibi, durumun ciddiyetine göre, Kurmay Başkanı Tuğgeneral’e, o da gerek görürse 2’nci Kuvvet Komutanı Korgeneral’e haber verir. Operasyonel yetki bu ikilidedir çünkü.

- Diyarbakır, kendi içinde emir verebilir ama lüzümu halinde konuyu Ankara’ya da aksettirip, komuta katının onayını isteyebilir. Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı (korgeneral) ya da onun vasıtasıyla Hava Kuvvetleri Komutanı’na kadar gidebilir bu zincir. Hatta, komutan da gerekli görürse, doğrudan Genelkurmay Başkanı’na kadar iletebilir durumu.

- Uludere operasyonunda bu zincirin hangi halkaları gerçekleşti, hangi komutanlığa kadar bilgi verildi bilemiyoruz ama bana sorarsanız, Diyarbakır kendi içinde düğmeye basmıştır. Doğrusu, olması gereken de budur zaten. Bu durum NATO’da da böyledir. SACEUR’ün (NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı) yetkisi de Diyarbakır’dadır mesela.

- Hava Kuvvetleri’ne göre, istihbarat kesinleşmişse, sınırın içi veye dışında herkes teröristtir ve biz uçakları kaldırır, harekatı icra eder, sonuçlarını da üstlerimize rapor ederiz.



Umarım, Uludere ve benzeri konularda yaşanan ve yaşanması muhtemel tartışmalara ışık tutar bu bilgiler.

Yazının devamı...

Uludere operasyonunun emrini kim verdi?

Uludere tartışması yeniden alevlendi. Detayları hepimiz biliyoruz. O yüzden hiç uzatmadan, doğrudan konuya giriyorum.

O acı olaydan yaklaşık üç hafta sonra, 17 Ocak 2012’de bu köşede şöyle bir ara başlık yer almıştı:

“Soruşturmalar sürerken kritik bir soru daha”.

Yazımın o bölümünde, “Operasyon emrini kim verdi?” sorusunu gündeme taşımış ve aynen şöyle yazmıştım:

“(...) İnsansız Hava Aracı’nın (İHA) aktardığı görüntülerdeki gruba yönelik hava harekatının nihai emri (rutin şekilde) Diyarbakır’daki yerel (sivil ya da askeri) yetkililer tarafından mı verildi, yoksa gelen istihbarat Ankara’ya iletilip, ‘merkez’in ‘son onay’ı alındıktan sonra mı düğmeye basıldı?

Uludere soruşturması işte bu “Rutin mi, özel mi?” sorusunun da içinde yer aldığı birçok bilinmezi aydınlatacak. Daha doğrusu aydınlatmalı...”



Şimdi...

Gelinen noktada, yukarıdaki “Rutin mi, özel mi?” sorusunu biraz daha somutlaştırabiliriz.

Herkesin merak ettiği şu:

O hava harekatının nihai emrini (ya da onayını) bizzat Genelkurmay Başkanı Necdet Özel mi verdi?

Ve tabii, bu vahim hatanın sorumlusu (ya da sorumlularının) arandığı Ankara’nın sıkıntısının, gerginliğinin nedenlerinden biri de bu nokta olabilir mi?

Devam eden soruşturmanın bir an önce sonuçlanması ve gerçeklerin kamuoyu ile paylaşılması işte bu kritik sorunun yanıt bulması açısından da çok önemli.

Çelik: “Anıtkabir ağlama duvarı mı?”

Başlıktaki soru cümlesi AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’e ait.

Pazar öğlen Fox Tv Ankara Temsilcisi Sedat Bozkurt ile birlikte, ‘Ankara’nın Nabzı’ programında Kanaltürk Ankara Temsilcisi Faruk Mercan’ın misafiriydik. Program konuğu Hüseyin Çelik’ti.

“Anıtkabir ağlama duvarı mı?” sorusunu da işte o canlı yayında sordu Çelik.



Programda konu 19 Mayıs kutlamalarına getirilen yeni düzenlemeye ve Ana Muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) bu karara yönelik itirazlarına geldi. Özellikle de, Atatürk anıtlarına çelenk koyma yasağına.

Çelik, “Törenlerin düzenini bozmamak için, törenler sırasında izin verilmedi. Yoksa herhangi bir yasak yok” dedi ardından da sözü CHP’lilerin Anıtkabir ziyaretlerine getirdi.

Bu konuda biraz daha fazlasını almak için dün aradım eski bakanı.



Hüseyin Çelik telefonda, ‘CHP’nin Atatürk ile ilişkisine’ dair (muhtemelen de CHP’lilerin tepki göstereceği) şu değerlendirmelerde bulundu:

- Bakın, 19 Mayıs tartışmasının da çıkış noktası aslında CHP’nin Atatürk ile ilgili tavrı.

Atatürk ile ilgili Türkiye’de belli başlı tavırlar var.

Bir, ‘Atatürkçüler’ var bu ülkede. Bir, ‘Atatürkçü geçinenler’ var. Bir de CHP gibi, ‘Atatürk’ten geçinenler’ var.

CHP Genel Başkanı olan kimse, “Ben Atatürk’ün koltuğunda oturuyorum” diyor. CHP kendisine, “Biz Atatürk’ün partisiyiz” diyor.

Böyle diyerek de, her seçimde aslında, alıp Atatürk’ü sandığa götürüyorlar. Bir milletin ‘ortak milli değeri’ böyle kullanılmamalı. Her seferinde Atatürk’ü seçime, seçtirmeye götürüyorlar adeta. Sonra da ne oluyor?

İnsanların gönlüne gidemedikleri zaman, Anıtkabir’e gidiyorlar, “Atam şöyle oldu, Atam böyle oldu...” diye. Sürekli Anıtkabir’e, Atatürk’e şikayete gidiyorlar. Gidip sürekli şikayet ediyorlar, bizi şikayet ediyorlar, başkalarını şikayet ediyorlar. Ben de işte bu yüzden diyorum ki, “Anıtkabir ağlama duvarı mı?”



AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Çelik’in bu sözlerine CHP’lilerin ne yanıt vereceğini tahmin etmek güç değil aslında.

Ancak tartışmanın farklı bir boyuta kaymasına mahal vermemek adına, bir noktanın altını peşinen çizmekte fayda var.

Dikkat ettiyseniz, bu yazıda, ‘ağlama duvarı’ sözcüklerinin baş harflerini küçük yazdım. Büyük yazsam, Musevilerin kutsal mekanı, Kudüs’teki ‘Ağlama Duvarı’ olarak algılanabilir, öyle değerlendirilebilir zira.

Hüseyin Çelik’in, Kanaltürk’teki canlı yayında da, yaptığımız telefon görüşmesinde de ‘dini’ bir vurgu yaptığı izlenimi edinmedim.

Malum; öyle olsa, bu sözler üzerinden yapılması muhtemel tartışmanın rengi değişebilir.

Keşke...

Denize düşsek bile sarılmasak ‘yılanlar’a.

Yazının devamı...

Gazeteciler, siyasetçiler, sosyal medya ve gerçekler


Gazetecilerin sosyal medyayı kullanması ile ilgili tartışmaları hepimiz biliyoruz.

Bildiklerimizin dışında, farklı boyutları da var mevzunun. Özellikle de Türkiye’de habercilik yapan, Twitter kullanıcısı gazeteciler açısından.

Twitter’ın bizim meslektaşlara en büyük katkısı, söyleyeceklerini, yazacaklarını daha net, daha kısa ifade etme alışkanlığını kazanmaları oldu.

Gerçi art arda birden fazla tweet ile uzun uzun yazmak mümkün ve böyle yapanlar da var ama yine de haberciler büyük oranda, daha kısa cümleler kurar oldu Twitter’ın 140 karakter mecburiyeti sayesinde.

Aynı durum siyasetçiler için de (farklı boyutlarda da olsa) geçerli.



Twitter’a girdikten, daha doğrusu Twitter yaşamlarına girdikten sonra, gazeteciler bir de gerçek ile yüzleşti.

O güne kadar ‘okur’ sınıfında yer alan ve belki de ‘sıradan’ olarak gördükleri birçok insanın, kendilerinden daha yukarıda, daha ileride olduğu gerçeğiyle...

Ve tabii...

- Birçok ‘okur’un kendilerinden daha okunur yazdığı...

- Birçok ‘sıradan okur’un kendilerinden daha çok okuduğu...

(Yeri gelmişken... Daha dün Twitter’a da yazmıştım: Bu ülkenin küçük sorunlarından biri de, gazetecilerin gazete okumuyor olması. Hakkını vererek, doğru düzgün gazete okumuyor maalesef Türkiye’de gazeteciler.)

- Birçok ‘sıradan’ insanın kendilerinden daha yaratıcı, daha bilgili, daha eğitimli, daha donanımlı, daha meraklı, daha analitik bakabilme özelliğine sahip, daha fazla sorgulayan ve en önemlisi daha cesur olduğu gerçekleriyle yüzleşti Türk medyasının mensupları sosyal medya sayesinde.

Geleneksel ‘gazeteci ukalalığı’ da bu şekilde - en azından bazıları için ve en azından bir nebze olsun - törpülenmeye başladı.

Aynı durum siyasetçiler için de (farklı boyutlarda da olsa) geçerli.



‘Sosyal medya fenomeni’ diye bir kavram gelişti malum, özellikle Twitter ile birlikte.

Bazı köşe yazarlarının okur sayısından çok daha fazla takipçiye sahip sosyal medya kullanıcıları çıktı ortaya.

Aslında bu gayet normaldi. Sebebi, bir üst bölümde sıraladığım gerçeklerdi aslında bu durumun.

Lakin birçok meslektaşımız bu tablonun, o gerçeklerin doğal sonucu olduğunu idrak edip gereğini yapmak, kendini geliştirmek yerine, mevcut donanımları ile ‘rekabete girme’yi tercih etti.

‘Fenomen’lik gerçeği, birçok gazeteciyi, daha popüler olma arayışına itti.

İçten içe, gizliden gizliye bir kıskançlık oluştu belki de bazı gazetecilerde.

Daha popüler olmak için en kolay yol olan popülizmi seçti meslektaşlarımızın çoğu.

Trendy Topic (TT) yani popüler konu başlıklarını takip edip, o kanaldan yürümeye meyil etti bu arkadaşlarımız.

Kimilerinde ise - yine popülerlik adına olsa da - biraz daha meşakkatli bir eğilim oluştu.

‘Popülizm’ değil, onun yerine ‘aykırılık’ çizgisini yeğledi bu kesim.

Aykırı olup ses getirmeyi, aykırı durup sesini duyurmayı yani.

Aynı durum siyasetçiler için de (farklı boyutlarda da olsa) geçerli.



Son olarak...

Sadece haberciler için değil, kullanan herkes açısından Twitter’ın neden bu kadar cazip olduğuna, neden müptelalık yarattığına gelince...

İnternetin (ama özellikle sosyal iletişim ortamlarının) farkında olmadan hitap ettiği iki güdüsü var sanırım insanoğlunun.

Kabul edelim ya da etmeyelim; sosyal medya temelde, ‘teşhircilik’ ve ‘röntgencilik’ güdülerine hitap ediyor insaların.

Bir düşünün...

Kendi hayatımızı, özelimizi, tanımadığımız insanlarla paylaşmak bir tür teşhircilik değil mi?

Ve tabii, tanımadığımız insanların özellerine ulaşma isteği, onları izlemek, röntgenciliğin bir çeşidi?..



KEŞKE...

Ön yargılar ve sabit fikirlerin aslında ne kadar yorucu ve yıpratıcı olduğunun farkına varabilsek. Öncelikle sahip olanlar açısından.

Yazının devamı...

Futbol, spor, siyaset... Masum değiliz hiç birimiz.

Toplu bir cinnet hali mi yaşadığımız?

Sağduyumuzu, insanlığımızı, değerlerimizi unuttuğumuz kesin.

Hepimizin gözlerine perde indiği de öyle.

Gözlerimiz karardı da... Yüreklerimiz, gönüllerimiz de mi karardı Allah aşkına?



Gazetecinin biri ‘histeri krizi’ geçirdi Fenerbahçe - Galatasaray maçının ardından Twitter’da. Biliyorsunuz.

Diğer taraftan, o gece aynı dakikalarda...

“Galatasaray’ın ‘şikeciler’ ile maçı var” diye başlayan tweetlerine, “Şikeci çekirge bu defa zıplayamadı”, “Şikeci çekirgeyi ikinci olduğu için kutluyorum” vb mesajlarla devam eden bir yüksek bürokrat var mesela.

Gerçi birkaç saat sonra, “Bu gece gerçek FB’li olmadığına inandığım grupların terbiyesizlikle ısrar etmeleri sonucu sinirlenip amacını aşan tweetler attığım için üzgünüm” dedi ama...

Aynı bürokrat, ertesi gün ise Başbakan Erdoğan’ın, “Bu tribünlere terörü hakim kılmak isteyen zihniyeti lanetliyorum” sözlerini, takdir ile ve destekleyerek aktardı takipçilerine.

“Acaba, Başbakan’ın bahsettiği zihniyete bir gece önce yazdıklarım ile ben de hizmet etmiş olabilir miyim?” diye düşünme gereği dahi duymadan.

“Acaba, haklarındaki iddialar henüz yargı kararı ile ispatlanmadığı halde birilerini suçlu ilan etmek ve bunu pervasızca, alenen yazmak; bana, bulunduğum mevkiye, insanlığa yakışıyor mu?” diye kendini sorgulama lüzumu bile hissetmeden.



Fenerbahçeli, bedbaht, öfkeli ve kontrolünü yitiren bir gazeteci...

Galatasaraylı, mutlu ama mutluluğunu yaşamayı bir kenara bırakıp, rakibini aşağılama ve suçlama güdülerini dizginlemeyi başaramayan bir bürokrat...

Sadece iki örnek. Daha niceleri var, farklı renklere gönül vermiş, farklı alanların farklı seviyelerinden.

İnsana “pes” dedirten.

İnsanı futbol adına, spor adına, en önemlisi, ülke adına umutsuzluğa sevk eden daha niceleri var.



Maçı yöneten hakemi, emniyet güçlerini, futbolu ve sporu, nihayet ülkeyi yönetenleri suçmalak en kolayı.

Hakemin de, polisin de, sporu ya da ülkeyi yönetenlerin de hataları, eksikleri var elbette. Yanlışları da var. Özellikle polis, sadece şu son dönemde değil, yıllardır futbol izleyicisi ile bir türlü sağlıklı ilişki kurmayı başaramadı.

Bunların hepsi tamam. Hepsine kabul...

Pekiyi biz?.. Biz ne yapıyoruz?

Sahada birbirlerine her türlü terbiyesizliği yapan, her fırsatta hakemi yanıltmak için elinden geleni ardına koymayan futbolcuların hiç mi kabahati yok?

Soruyorum size...

Sırf kendi camiasında, kendi şehrinde alkış almak için sürekli ve sadece kendi tribünlerine oynayan; rakibe saygı, sportmenlik gibi kavramları hatırına bile getirmeyen teknik adamların, kulüp yöneticilerinin hiç mi dahli yok gelinen noktada?

Hiç mi sorumluluğu yok; ‘taraftar’ adı altında, üç kuruşluk menfaat uğruna tribünlerde küfür, şiddet ve nobranlık yarışında çıtayı her hafta yükseltenlerin.

Dürüst olun.

Ve tabii medya...

Sadece spor basını değil üstelik. Futbolun tiraj, futbolun reyting getirdiğini gören gazeteler ve televizyonların habercilik değil, taraftar yayıncılığı yapması mesela...

Bu düzenin değirmenine farklı yollardan, az ya da çok su taşıyan sonuçta biraz da bizler değil miyiz?



Başbakan, UEFA Genel Kurulu’nda kürsüye çıkıp, “Kişilerle kurumları ayırmalıyız” dediğinde açıktan ya da kulislerde bu yaklaşıma tepki gösteren Galatasaraylılar, “Kupamızı bizim istediğimiz yer ve şekilde verdirin” diye aynı Başbakan’dan ricacı olabiliyor.

Garabet bununla da sınırlı kalmıyor. Bunu yapan, o saatte Başbakan’ı arayan yönetici, camiasında takdir ediliyor, bu davranışı alkışlanıyor.

(Burada somut örnek Galatasaray. Aynı durum kim ve hangi kulüp için geçerli olursa olsun, aynı düşüncedeyim.)

Bu yaşadıklarımız, içinde bulunduğumuz durum akşamdan sabaha oluşmadı.

Yıllardır, her iktidar döneminde, toplum olarak üstüne koyarak geldik bugünlere.

Siyasetçi tribünleri oy deposu olarak gördü, görüyor.

Belediye başkanları kulüp başkanlığı yaptı, yapıyor.

Belediyeler, ‘... Belediyespor’ oldu, oluyor.

Askerler, polisler hakemlik, gözlemcilik, temsilcilik yaptı, yapıyor.

Böyle geldi, böyle gidiyor.

Daha doğrusu, gitmiyor işte.

Böyle gitmiyor.

Hepimizin... Ama hepimizin şapkamızı önümüze koyma vakti, hepimizin aynaya bakma vakti geldi, hatta geçiyor...



KEŞKE...

“Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” sözünü en çok, ‘içi dışı bir olmayanlar’ kullanmasa.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.