Şampiy10
Magazin
Gündem

15 yıl sonra biz haberciler açısından ne değişti?

Son dönem gündeminin en sıcak başlıklarından biri, 28 Şubat döneminde medyanın rolü, işlevi, durduğu yer; malum.

Dün de yazmıştım...

O dönemi, hem Genelkurmay’ı hem de Başbakanlığı takip eden bir televizyon muhabiri olarak yaşadım.

O günün muhabiri olarak, bugüne, bugünün ‘alandaki habercileri’ne bakıyorum da...

Son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim; o günler ile bugünler arasında ‘temelde’ değişen hiçbir şey yok.

Muhabir, kameraman, foto muhabiri; yani medya kuruluşlarının, haberi yerinde izleyen personeli bağlamında, o günlerde ne yaşanıyorsa, aslında bugünlerde de aynısı yaşanıyor.



- O günlerde askeri bir yetkilinin programına, önemli bir açıklama yapacağı beklentisiyle koşarak giderdik biz muhabirler, kameramanlar ve foto muhabirleri...

Bugünlerde de Emniyet ya da Adliye’den bir yetkilinin açıklamalarına koşuyor alandaki meslektaşlarımız.

- O günlerde brifingler veya kabullerden çıkabilecek bir demeç için kurulurdu canlı yayın araçları Genelkurmay Karargahı’na...

Bugünlerde de arama yapılan adreslerin, emniyet müdürlüklerinin ya da adliyelerin kapılarında gökyüzüne çevriliyor, minibüslerin üzerindeki büyük çanak antenler.

- O günlerde bir kabine üyesi ya da iktidar partisinden bir yöneticinin basına açık faaliyetlerinde veya basın toplantılarında kovalardık güncel haberi...

Bugünlerde de aynısını yaşıyoruz arazideki haberciler olarak.

- O günlerde, gündemi belirleme gücüne sahip merkezlerden ve haber kaynaklarından tek taraflı beslenirdi medya...

Bugün de aynı durum söz konusu.

(Tek yönlü beslenmenin sağlıksız bir durum olduğunu söylememe gerek yok sanırım.)



O günler ile bugünler arasındaki fark isimlerden ibaret.

Muhabir, kameraman, foto muhabirlerinin yani haberi yerinde takip edenlerden çoğunun...

Ve tabii haber kaynaklarının; yani siyasetçi, bürokrat, emniyet ya da yargı mensuplarının çok büyük kısmının isimleri değişti.

Medyanın kullandığı donanımın teknolojisini saymazsak, bir de, alandaki habercilerin ‘mesai adresleri’.

Bunların dışında; anlayış, teknik, yöntem ve en önemlisi ‘beslenme alışkanlığı’ başlıklarında değişen bir şey yok.

Biz ‘haberciler’ açısından mevzu böyle.



Bu duyguları tanıyanlardan mısınız?

Bazen sizin de;

- Çevrenizdeki - neredeyse - herkesin sizi kullandığı hissine kapıldığınız,

- İnsanların egoları ve egoizme olan tutsaklıkları sebebiyle en yakınlarını bile yok sayabildikleri gerçeğinin yüzünüze çarptığı,

- Siz ortak ülküleriniz uğruna bedel öderken; aynı dünya görüşüne sahip olduğunuz, kol kola, omuz omuza yürüdüğünüz yol arkadaşlarınızı yanınızda, arkanızda göremediğiniz,

- Bin parçaya bölünmenize, her şeye yetişmek, her şeyin en iyisini başarabilmek için anormal bir gayret sarfetmenize rağmen, insanları bir türlü memnun edemediğinizi gördüğünüz,

- Ve bütün bunların sonunda yaşadığınız düş kırıklıkları ile baş etmeye çalışırken, farkında olarak ya da olmayarak, sizi hayal kırıklığına uğratanları silip atma, dost bildiklerinizden vazgeçme noktasına geldiğiniz oluyor mu?



KEŞKE...

İnsanları aldattığımızı zannederken, aslında aldattığımızın kendimiz olduğunun farkına varabilsek.

Yazının devamı...

27 Şubat 1997’de İsrail’deydik

28 Şubat döneminde muhabirdim.

atv Ankara Bürosu’nda hem Savunma hem Başbakanlık muhabiri olarak görev yapıyordum.

Yani hem Genelkurmay Karargahı başta olmak üzere askeri haberleri takip ediyordum hem de başta Başbakanlık, merkezinde iktidarın bulunduğu siyaset gündemini.

Mesleki olarak zor bir süreçti ama bir o kadar da önemli bir tecrübeydi.

O dönemde Türkiye’nin en çok izlenen haber bülteni, Ali Kırca ile atv Haber’di.

Bültenin büyük bölümünü Ankara haberleri oluştururdu. Dolayısıyla, Ankara Büro, atv Haber’in yükünün büyük bölümünü omuzlardı.

Ben de o büronun, gündem ve dönem itibariyle, en kritik haberlerine imza atan muhabirlerinden biriydim.

Doğrusu, bırakın günlük gibi düzenli kayıt tutmayı, not bile almadım o günlerde yaşananları. Hafızamda kalanlarda eminim eksikler vardır ama bir hatıram var aktaracak...



Türkiye, İsrail ile ilişkilerinin en sıcak dönemini Refah - Yol iktidarı sürecinde yaşadı.

Özellikle de merhum Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı döneminde.

İsrail’e negatif bakışı, İsrail ile ilgili olumsuz düşünceleri herkesin malumu olan Erbakan’ın yönetimindeki Türkiye, o İsrail ile askeri eğitim ve işbirliği anlaşmasına imza atmış ve iki ülkenin üniformalıları arasında çok yakın bir ilişki başlamıştı.

Modernizasyon projeleri, ortak tatbikatlar vs...

Türk ve İsrailli asker / sivil yetkililer o dönemde (28 Şubat’ın öncesinde ve sonrasında) art arda, karşılıklı resmi ziyaretlerde bulunuyorlardı.

Dönemin Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir ve dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın Tel Aviv ve Kudüs’e yaptıkları ziyaretleri hatırlıyorum. (Filistin topraklarında, El Halil’de, Türk İrtibat Timi görev yapıyordu o senelerde. İsrail’e giden yetkililer El Halil’deki Türk askeri birliğini de ziyaret ederlerdi.)

Bir ve Karadayı’nın temaslarını yerinde izleyen gazeteciler arasında ben de vardım.



Dönemin Genelkurmay Başkanı’nın ziyaretinde, İsrailli muhatapları Orgeneral Karadayı’ya, Türkiye’deki iktidarın politikalarına ilişkin endişeleri olduğunu iletiyorlardı. Özellikle de Başbakan Erbakan’ın İsrail hakkındaki görüşlerinden ve İran ile yakınlığından tedirgin olduklarını...

O günkü haberlerden anımsadığım kadarıyla, Karadayı, siyasi ya da diplomatik bir diyaloğa girmeden, sadece şu genel prensibi hatırlatıyordu İsrailli yetkililere:

“Devlette olduğu gibi devletler arası ilişkilerde de devamlılık esastır. Hükümetler, demokratik her ülkede, gelip geçicidir. Aslolan devlet ve devletler arası ilişkilerdir.”

Karadayı’nın seslendirdiği genel bir prensip olsa da, İsrail tarafı bu sözleri bir tür garanti gibi algılıyor ve rahatlıyordu.

Org. Karadayı’nın İsrail ziyaretinin tarihleri 24 - 27 Şubat 1997’ydi. Karadayı ve beraberindeki heyet 27 Şubat 1997 Perşembe günü Ankara’ya döndü.

Ertesi gün 28 Şubat’tı.

“Karadayı İsrail’den döndü ve 28 Şubat oldu” gibi sığ bir yaklaşıma itibar edilmesin diye yazdım tarihleri.

28 Şubat 97 MGK toplantısının gündeminin de, içeriğinin de ve tabii o tarihi kararların da, Karadayı’nın İsrail gezisinden önce hazır olduğu gayet açık.



KEŞKE...

İstisnalar bazen kaideyi bozabilecek güce ulaşabilse...



Bir not:

Bu köşedeki “Keşke...” parçası, üzerinde yer alan yazıdan bağımsız bir bölüm. Yani yazının konu ya da konuları ile herhangi bir ilgisi, ilintinsi yok. Soranlar oluyor da, kayda geçireyim dedim.

Yazının devamı...

Güveni 45 milyon TL’ye geri alabilir misiniz?

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu sordu.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek yanıtladı.

Hepimiz öğrenmiş olduk.

Son beş yılda...

Devlet; haksız yakalama, arama, gözaltı ve tutuklama faaliyetleri nedeniyle 45 milyon 141 bin 135 TL tazminat ödedi. Eski parayla 45 trilyon... Bu miktar, başkent Ankara’nın doğalgaz işletmesinin bir yıllık karı kadar.

İdareye, yani devlete, 9 bin 219 dava açılmış. Bunlardan 4 bin 375‘inde mahkum olmuş Türkiye.

Ödenen tazminat tutarı da böylece 45 milyon TL’yi geçmiş.

Benim param bu. Sizin paranız. Hepimizin parası.

Yazık günah değil mi?..



Durum böyle olunca, insan düşünüyor tabii...

1) Sözkonusu olan uygulamalar ‘haksız’ yakalama, arama, gözaltı ve tutuklama.

Bu faaliyetlere, iki makam imza atıyor bu ülkede. Yargı ve kolluk kuvveti. Yani savcı ve/veya hakim ile polis ya da jandarma.

Yapılan uygulamalar ‘haksız’ ise ‘haksızlık’ yapanlar belli. Dolayısıyla, ortaya çıkan bu tazminat yükünden de bu makamlar sorumlu.

Türkiye’nin tazminata mahkum olduğu dosyaların hangileri olduğu biliniyor.

O dosyalardaki ‘haksız’ yakalama, arama, gözaltı ve tutuklama kararlarını veren savcı ve hakimler ile uygulayan polis ya da jandarmaların adları da öyle.

Özel sektörde, herhangi bir nedenle, çalıştığınız şirketi maddi zarara uğratsanız bedeli ne olur?

Ya sebep olduğunuz kaybı sizin maaşınızdan keserler veya işinizden olursunuz.

Pekiyi o zaman bu paralar neden benim, sizin, hepimizin cebinden çıkıyor?

Görevini yaparken ‘haksızlık’ eden ve zarara sebep olanlar belli ise neden bedeli onlar değil de hepimiz ödüyoruz?

(Bu arada, mağdur olmasına rağmen, dava açmayanları hiç hesaba katmıyorum.)

Bu, konunun ‘maddi’ boyutu.



2) Meselenin, tazminat miktarından, yani ‘para’dan çok daha önemli bir boyutu var.

‘Haksız’ uygulamaların, toplumda ‘adalete olan güveni zedelemesi’ boyutu.

Eğer bir ülkenin yargısı ve kolluk güçleri, ‘haksız uygulama’ iddiası ile açılan 10 bine yakın davanın neredeyse yarısından mahkum olduysa...

Eğer her iki yakalama, arama, gözaltı ve tutuklama kararından birinin ‘haksız’ olduğu tescil edilmişse...

O zaman bu ülkenin insanı; “Benim yargıya, polise, jandarmaya güvenim yok” deme hakkına fazlasıyla sahip demek değil midir?

Bu ülkenin başbakanı, yıllar önce, belediye başkanlığı döneminde, “Talim Terbiye’nin onay verdiği bir şiir yüzünden hapis yattım” diyerek, bir dönemin yargısının; bağımsız olmadığını, o dönemin hakim güç odaklarından aldığı talimatlar doğrultusunda hüküm verdiğini söylüyorsa...

Yıllar sonra, bugün birileri, “Yargı bağımsız değil. Yargı da, kolluk kuvvetleri de; siyasallaştılar, bugünün hakim güç odaklarının etkisi altında karar alıp faaliyet gösteriyor” diyorsa...

Ve bu insanların dile getirdikleri ‘haksız uygulama’ iddiaları, ülkenin ödemeye mahkum olduğu tazminatlar ile doğrulanıyorsa...

Yargı ve kolluk kuvvetleri siyasallaşmışsa...

Yargı ve kolluk kuvvetleri dönemsel güç dengelerine göre pozisyon belirliyorsa...

Yargı ve kolluk kuvvetleri durumdan vazife çıkartıyorsa, durum vahim demektir.

Ve bu vahim durumda, insanların bu makamlara olan itimatlarını yitirmemelerini beklemek olsa olsa hayalciliktir.

Üstelik böyle bir durumda, ödediğiniz, daha doğrusu ödediğimiz tazminat miktarının da hiçbir önemi yoktur.

Çünkü savcıya, hakime, polise, jandarmaya duyulan güven kaybolduğunda, bunun yeniden oluşması parayla olacak iş değildir.

O güveni yerine geri, kolay kolay koyamazsınız.

Kaç milyon TL öderseniz ödeyin.



KEŞKE...

Stadyum ve spor salonlarında, rakibe küfür etmenin ya da sahaya yabancı madde atmanın maçı kazandırmadığını anlayabilsek...

Yazının devamı...

Fişleme paranoyasının ulaştığı nokta


Saat gece yarısını geçmiş...

Avrupa yakasında, lüks semtlerden biri...

İstanbul Emniyeti’nin trafik ekipleri mesaide...

(Terörle mücadele olunca ‘tim’ diyoruz ama polis, trafik polisi olunca ‘ekip’ diyoruz ya malum...)

‘Uygulama’ var... ‘Çevirme’ yani.

Alkol kontrolü yapıyor iki memur.

“İyi geceler. Ehliyet, ruhsat...” diyor, aracı elindeki fenerle yönlendirerek sağa yanaştırıp durduran ilki. Sürücü veriyor evrakı.

Memur, ekip otomobilindeki arkadaşına iletiyor eskimiş, çatlamış sürücü belgesi ile sigorta şirketi ve acentesinin isimlerini taşıyan suni deri kılıfın içindeki motorlu taşıt tescil belgesini.

Ekip arkadaşı ruhsat ve ehliyet üzerinden araç ile sürücünün kayıtlarını kontrol ederken, ilk memur alkol ölçüm cihazını hazırlıyor.

Tek kullanımlık küçük beyaz boruyu, jelatin ambalajının içinden çıkartıyor, alkolmetrenin ucuna takıyor. “Ben tamam deyinceye kadar üfleyin” diyerek uzatıyor aleti sürücüye doğru.

(Bu arada-konuyla ve ortamla hiç ilgisi yok ama- dikkatimi çeken, polis memurunun, o beyaz plastik borucuğu içinden çıkarttığı naylon parçasını yere attığı oluyor. O maddenin doğada çözünmeyeceğini düşünüyorum, sürücü dudaklarını beyaz boruya doğru uzatırken.)



Sürücü üflüyor, memur “Tamam” deyinceye kadar.

“Alkol almıştınız değil mi?” diye soruyor memur, cihaza baktıktan sonra.

“Evet. İki saat kadar önce, sadece tek bir duble rakı” diyor sürücü.

“Tamam” diyor polis, “Belli...”

Alkolmetrenin küçük dijital ekranında “0.11” yazıyor. 11 promil yani...

Yasal sınır 50 promil. Ceza yok. Sürücü temiz.

(Bu arada memur, ‘kullan-at’ beyaz plastik boruyu ‘kullan’ıp ‘at’ıyor gerçekten. Atıyor ama ekip otosunun yanındaki çöp torbasına değil, yere. Yola. Asfaltın üzerine fırlatıp atıyor, bir sonraki araca doğru ilerlerken. Ve ben, “Bu hiç çözünmez doğada...” diye geçiriyorum içimden, yine konu ve ortamla hiç ilgisi olmasa da.)



“Gidebilir miyiz?” diye soruyor sürücü.

“Evet” diyor trafik polisi.

“Alayım o zaman ehliyet ile ruhsatı” diyor sürücü.

“Arkadaşım kaydınızı yapsın, alın” diye cevap veriyor memur. Ve ekip aracındaki arkadaşına sesleniyor:

“Çift sıfır 22... 11 promil.”

“Ne kaydı bu?” diye soruyor sürücü.

Cevap: “Bu dakikada, bu ölçümü yaptığımızı ve çıkan sonucu forma yazıyoruz.”

“Saat 00.22’de, şu nolu sürücü belgesinin sahibi falancanın alkol muayenesi sonucu şu şekildedir.” Matbu forma yazılan bu.

Kayıtlara geçiyor sürücü.

Yasal sınırlar içinde olsa da, direksiyon başına, alkol almış şekilde geçtiği devletin bilgi bankasına yatırılıyor bir ‘data’ olarak.



Alkolmetre akıllı cihaz. İçindeki çipe kaydediyor her ölçümün sonucunu, tarih ve saatiyle birlikte.

Emniyet, alandaki memurunu, doldurulan o form sayesinde denetliyor. Memuruna güvenmediğinden değil elbette. İşin layıkıyla, eksiksiz ve şaibesiz yapılabilmesi için.

Alkolmetrenin dijital kayıtları ile o ekibin, o uygulamada doldurduğu formdaki bilgiler birbirini tutmak zorunda.

Bu yöntem sayesinde ‘kaçak’ ihtimali sıfırlanıyor. Polis memurunun, herhangi bir şekilde, alkollü bir sürücü hakkında işlem yapmama olasılığı ortadan kalkmış oluyor.

Sonradan kimse çıkıp, “Rüşvet alıp, alkollü sürücüye göz yumdu” falan diyemiyor böylece. İyi bir şey yani yapılan...



Sürücünün bilgileri forma kaydedildikten sonra evrakı alıp, biniyoruz otomobilimize. Yolumuza devam ediyoruz...

Kayıtlara geçen sürücü, gözünü yoldan ayırmadan mırıldanıyor:

“Her şey iyi güzel de... Suç işlemiş değilim. O zaman niye kayda geçiriliyorum? Yasal sınırlar içinde olsa da, bir şekilde benim alkol kullanan bir kişi olduğum devletin kayıtlarına geçmiş olmadı mı şimdi?”

“Olsa ne olur?” diyorum.

“Ne demek olsa ne olur? Olur mu?.. Bir nevi ‘fişleme’ değil mi bu yapılan?” diye soruyor tepkiyle.

“Yok canım...” diyecek oluyorum, belli ki ikna olacağı yok. Kararı kesin:

“Fişleme işte bu. Basbayağı fişleme. Bal gibi fişleme. Kim içki içiyor, kim içmiyor, kaydediyorlar hepimizi. İçki içenleri fişliyorlar işte bu şekilde.”

“Sanmam...” diyorum son söz olarak, “Abartıyorsun. Bu yaptığın paranoyaklıktan başka bir şey değil senin.”

“Hepimiz paranoyak olduk” diyor gülerek. “Hepimiz paranoyağız...”

Konuyu kapatıyoruz ama “Sen yine de bir düşün bu dediğimi” diyor sürücü, gözlerini yoldan ayırmadan...

28 Şubat dönemine ilişkin fişleme iddialarının yargılanmakta olduğu şu günlerde, doğrusu düşünmek bile istemiyorum böyle bir ihtimali.



KEŞKE

Can çıkmasa da, huy çıksa arada bir...

Yazının devamı...

ANGRY TURKS

Hayatı bazen fazla mı ciddiye alıyoruz acaba?

Gereğinden fazla mı abartıyoruz, yaşadıklarımızı?

Ya da isteyip de yaşayamadıklarımızın, elde edemediklerimizin yarattığı etkiyi?..



Hüzünlerimizin, hayal kırıklıklarımızın ne kadar abartılı olduğunun farkında mısınız?

Üzücü her gelişmeyi dünyanın sonu gibi görüp yıkılmak, toplumsal genetik kodumuza dönüşüyor her geçen gün.

Bu durumu, ‘arabesk kültür’ ya da ‘din’ ile açıklamak işin basit, kolaycı yolu gibi sanki.

Aileden öğrenilenler, toplumun dayatmaları...

Bu ikisinin üstüne bir de öğretim sisteminin ekledikleri.

Sonuçta ortaya çıkan bütünü oluşturan parçalar bunlar.



Hayal kırıklıklarının, üzüntülerin yarattığı tek etki ‘pesimizm’ olsa keşke. İçe dönük bir ‘kötümserlik’ olarak kalsa...

Ama öyle değil.

Son yıllarda ‘Angry Birds’(* )ten çok ‘Angry Turks’ var.

“Şu Çılgın Türkler” değil; ‘çıldırmış’ Türkler vaziyetindeyiz.

Dikkat ediyor musunuz, sokakta ‘düşman’ gibi bakıyor herkes birbirine.

Daha ötesi, düşman gibi davranıyoruz birbirimize. Farkında mısınız?..

Trafikte mesela...

Değil frene basmak, sadece ayağımızı gaz pedalından bir saniye için çekerek bile yol verebileceğimiz birine neler yapıyoruz bir düşünsenize...

Kornaya bas, direksiyonu üstüne kır, camı aç küfür et...

Sonuç?..

Birkaç metre önde olmak için sinir, stres, kavga, dövüş...

Bu sadece trafik versiyonu ‘Angry Turks’ün.



Evde eşine, çocuğuna, anasına, babasına, kardeşine...

Okulda, iş yerinde arkadaşına, amirine, memuruna...

Statta, salonda rakibine... Hatta aynı renklere gönül vermiş yanındakine...

Sokakta tanıdığına, tanımadığına...

Yaşamın her alanı ve her anında, hemen herkese karşı ne kadar ‘hoyrat’ız farkında mısınız?

Ne kadar düşüncesiz...

Ne kadar kaba...

Ne kadar tahammülsüz...

Ne kadar acımasız.



İş lafa geldiğinde mangalda kül bırakmayan bizler; icraat aşamasında, o ‘laf’ların 180 derece aksini uygulamakta ne kadar mahiriz; bir düşünün.

Konuşurken herkes, ‘kibar’lıktan, ‘karşısındakine saygı’dan, ‘empati’den bahsediyor. Söz bitip ‘eylem’ başladığında ise... ‘Çıldırmış Türkler’den biri olarak devam ediyoruz nefes almaya.

“Nefes” dediysem, ‘burnundan solumaya’.



Neyin farkına varmamız gerekiyor biliyor musunuz?

Hiç kimseye değil...

Asıl ‘kendimize yapıyoruz’ böyle yaşayarak.

Ben bu anlamda aranızdan ayrılalı çok oldu.

Hayatı çoğunuz kadar ciddiye almıyorum uzun süredir. Olması gerektiği kadar...

Herkese sadece hak ettiği kadar değer vermeyi öğrendim. Gereğinden fazla değil...

Beklenti hayal kırıklığı dengesini yerli yerine oturttuğumdan beri çok rahatım inanın.

Naçizane, tavsiye ederim.

Ama siz bilirsiniz...

Gerginliğiniz ile başkalarına... Fakat asıl kendinize zarar vermeye devam edebilirsiniz elbette.

Hayatı çevrenizdekilere... Fakat asıl kendinize zehir etmeye devam edebilirsiniz.

Siz bilirsiniz...

(*) Türkçesi ‘Kızgın (sinirli) Kuşlar’ olan bir bilgisayar oyunu.



KEŞKE...

“İddia sahibi iddiasını ispatla mükelleftir” prensibini sadece bizi rahatsız eden iddialar söz konusu olduğunda değil, her daim hatırlasak...

Yazının devamı...

Ankara 14 yıl sonra Şam’dan intikam mı alıyor?


Yıllarca hep, “Bir komşu ülke” olarak adlandırdı yetkililer, hatırlarsınız.

“Teröre destek veren bir komşu ülke...”

“Terör örgütü PKK’yı ve liderini himaye eden bir komşu ülke...”

Sokaktaki insan bilirdi o ‘komşu ülke’nin hangisi olduğunu ama Ankara adını bir türlü söylemezdi. Resmen seslendirilmezdi o ‘komşu ülke’nin adı.

Açıkça, resmen, “Suriye” demezdi Türkiye’yi yönetenler bir türlü.

Ankara’daki yetkililer, açık açık, “Abdullah Öcalan Suriye’nin başkenti Şam’da yaşıyor, Bekaa Vadisi’nde eğitim gören PKK’lılar Lübnan ile Suriye arasında mekik dokuyor. Şam yönetimi terör örgütünü himaye ediyor, sahip çıkıyor” demezlerdi nedense.

Herkes bilirdi; adı telaffuz edilmezdi Suriye’nin.

O dönem, 16 Eylül 1998 ’de kapandı.

Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde Suriye’ye meydan okudu.

Komutan, sınır bölüğünde konuştu.

“Suriye gibi komşular iyi niyetimizi yanlış tefsir ediyorlar. Apo denen eşkıyayı destekleyerek, Türkiye’yi terör belasına bulaştırdılar. Türkiye, iyi ilişkiler konusunda gerekli çabayı gösterdi. PKK destekçisi Suriye, sabrımızı taşırmaya başladı. Suriye iyi niyetimizi suiistimal ediyor ve PKK’yı topraklarında besliyor. Gerektiğinde bu halk sorumlulara dersini verecektir” dedi.

Sonrasını hepimiz biliyoruz...



Aradan geçti neredeyse 14 yıl...

Baba Esad’ın oğlu Beşar’ın icraatı ortada.

Türkiye’nin durduğu nokta da öyle.

Ve Beşar Esad yönetimi şimdi Türkiye’yi suçluyor. Suriyeli yetkililer, “bir komşu ülke” kalıbına hiç gerek duymadan açıkça konuşuyorlar:

“Türkiye, sadece yasadışı oluşumlar eliyle Suriye halkının bir kısmının yasadışı şekilde topraklarına getirilmesini sağlamıyor, aynı zamanda bu yasa dışı oluşumlara silah veriyor ve Suriye’ye yine yasadışı yollarla sızmaları için üs sağlıyor” diyorlar.



Bu durum için, “Men dakka dukka” deyip geçmek işin kolay yolu...

Konuya Suriye penceresinden bakıp, “Başka bir ülkenin iç işlerine karışmak yanlış” diyenler olacaktır elbet.

Olabilir.

Ya da, “Türkiye için PKK ne ise Esad rejimi için de muhalifler o” diye düşünebilir birileri.

Düşünebilir.

Ama...

“Türkiye 14 yıl sonra misilleme yapıyor” ya da “Ankara, Şam’dan intikam alıyor” cümleleriyle özetlenebilecek bu düşüncelere itibar edilmemeli bence.

Çünkü...

Komşu kusura bakmasın, kimse kusura bakmasın...

Bir ülkenin bütünlüğüne kast etmiş bir terör örgütünü yıllarca, sistemli şekilde himaye etmek başka şey; dikta rejimine baş kaldıran, (farklı boyutlarıyla tartışılabilir olsa da, her şeye rağmen) demokrasi ve özgürlük talebiyle sesini yükselten iktidar muhaliflerine destek olmak başka.



KEŞKE...

“Kazanmak için her yol mübah” anlayışının, aslında bir ‘değerler erozyonu’ olduğunu anlayabilsek...

Yazının devamı...

28 Şubat’ın MGK Genel Sekreteri konuştu


Bir süredir bekleniyordu, dün başladı..

28 Şubat soruşturması kapsamında, dönemin askeri yetkilileri, daha doğrusu, ‘dönemin askeri yetkililerinden bazıları’ gözaltına alındı.

Haber dün sabah gündemi hareketlendirince hemen telefon rehberimi taradım.

O dönemin üniformalı yetkililerinden kime ulaşabilirim, kimle konuşabilirim diye...

Emekli Orgeneral İlhan Kılıç ’ın numarası değişmemiş, onu buldum.

Sonradan Hava Kuvvetleri Komutanlığı da yapan İlhan Kılıç, 28 Şubat sürecinin Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri’ydi.

Ve tabii, o tarihi toplantıda yer almıştı Kılıç.

MGK’nın (adı üstünde) sekreterya görevini yapan, o meşhur toplantıda alınan kararların altına, kurul üyelerinin imzalarını toplayan kişiydi.

15 yıl sonra şimdi, 28 Şubat operasyonunu medyadan takip ediyordu emekli komutan.

“Anladığım kadarıyla, konu, dönemin Genelkurmay Karargahı boyutuyla ele alınıyor yargı tarafından” diye başladı sorularımı yanıtlamaya.

Kendisine iletilen bilgi, davet vb hiçbir şey olmadığını söyledikten sonra ben sordum, Kılıç yanıtladı:

- O dönemi yaşamış, karar alma mekanizmasının içinde bulunmuş bir yetkili olarak, bugün yaşanan süreç hakkındaki düşünceniz nedir peki?

- MGK, anayasal bir kuruluş. O kararlar da, yani 28 Şubat kararları da bu Anayasal kuruluşta alınmış kararlar.

- Yani?..

- Yanisi... Anayasal bir kuruluşta, o platformda alınan kararlar hakkında kimsenin söyleyebileceği bir şey olduğunu düşünmüyorum.

- Ama biliyorsunuz, Türkiye geçmişi ile yüzleşiyor, hesaplaşıyorÖ Darbe dönemlerinin aktörleri yargılanıyor. 12 Eylül dönemi de yargıda. 28 Şubat için kullanılan tabir de “Post modern darbe” idi malumÖ

- Bakın bence bu soruşturmadan hiçbir şey çıkmaz.

- Neden?

- Çünkü orada, MGK’da, başbakanın, cumhurbaşkanının “Tamam” dediği, altına imza attığı, uyguladığı kararlar bunlar.

BÇG’yi bilmiyorum

Emekli Orgeneral, 28 Şubat döneminin MGK Genel Sekreteri İlhan Kılıç’a, Batı Çalışma Grubu’nu (BÇG) da sordum:

- Konuyla ilgili haberlerde çoğunlukla Batı Çalışma Grubu’ndan bahsediliyor. Soruşturma, BÇG’nin faaliyetlerini mi konu alacak sizce?

- Bakın, ben o konuyu bilmiyorum. Bilemem de.

- Peki BÇG’nin özellikle ‘fişleme’ gibi çalışmalarından söz ediliyor. Siz o dönem BÇG’nin çalışmalarıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?

- Hiçbir şey. BÇG’nin faaliyetleri konusunda, artı ya da eksi hiçbir şey söyleyemem. Ben o konuyu bilemem.



Hakan Fidan geçen hafta Bükreş’te de gündemdeydi

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ilgili açıklamalarını görünce, geçen haftadan bir anekdot aktarayım dedim.

Geçen hafta, AB Bakanı Egemen Bağış’ın resmi ziyaretini takip etmek için Romanya’nın başkenti Bükreş’teydik.

Türkiye’nin Bükreş Büyükelçiliği bahçesinde yaptığımız sohbetin bir yerinde, Bakan Bağış şunları söylemişti:

“Romanya Başbakanı Mihai Razvan Ungureanu ile yaptığımız görüşmede, yeni Rumen Hükümeti’nin Türkiye’nin terörle mücadelesine desteğini görmek bana umut verdi. Başbakan Sayın Ungureanu, biliyorsunuz, başbakan olmadan önce, Romanya İstihbarat Teşkilatı Başkanı’ydı. Benden, MİT Müsteşarımız Hakan Fidan ’a selam söylememi rica etti. Sayın Fidan hakkında çok güzel, övücü ifadeler kullandı. ‘Ona çok saygım var. Çok önemli ve başarılı bir kişi’ dedi. Ben de, görüşmeden çıkar çıkmaz Hakan Bey’i arayıp, Ungureanu’nun selamını ve hakkındaki sitayişkar sözlerini ilettim. Gurur duyduğumu söyledim.”

Bağış’a, “Bu anekdotu biz habercilere anlatma gereğini neden duydunuz?” diye sorduğumda, yanıtı, “Türkiye’deki tartışmaları düşününce, Sayın Fidan’ın nasıl kıymetli bir bürokrat olduğunun bu vesile ile bir kez daha anlaşılması için” oldu.



KEŞKE...

Her ‘bugün’ün, bir ‘dün’ü ve elbette bir de ‘yarın’ı olduğunu hepimiz idrak edebilsek...

Yazının devamı...

İstanbul’a sakal bıyık çizmek

‘Duyarsızlığın vardığı noktayı göstermesi’ boyutunu mu öne çıkarsam?

Yoksa...

“Vahşi kapitalizmin omurgasını oluşturan ‘rant’ gerçeğinin ‘gökyüzü’ne yükselişi” adını mı koysam?

Ne fark eder?

Sonuç ortada.

Afedersiniz ama “Mal meydanda !” Kazlıçeşme Meydanı’nda...



İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesinin sembol fotoğrafıydı gördüğünüz bu eser. Dünyanın tanıdığı fotoğraf sanatçısı Rainer Stratmann imzalı ‘İstanbul’un tarihi yarımada silueti’nin bulunduğu yerlerden biri de neresi biliyor musunuz?

İstanbul Atatürk Havalimanı VIP Salonu.

Aprondan VIP’e girişte, hemen sağda asılı duruyor bu enfes kare.

Yani, bu memlekete gelen herkesi karşılayan ilk fotoğraf.

Yani, bu kentin övünç madalyası.



Duvardaki afişte yer alan ünlünün fotoğrafına keçeli kalemle sakal, bıyık, sivilce, ben çizme alışkanlığı olan bir toplumuz biz.

Daha da ötesi, o ünlünün gözlerini oymayı seven bir toplumuz.

Sultanahmet’in, Ayasofya’nın minarelerinin yanından yükselen, Kazlıçeşme’deki o gökdelenler; İstanbul’un tarihi yarımada siluetine çizilen sakal, bıyıktır.

Afişteki İstanbul’un gözlerinin oyulmasıdır.



Peki, o fotoğraf ile dünyaya yaptığımız tanıtımın sloganı neydi, hatırlıyor musunuz?

“İstanbul: The Most Inspiring City in The World Dünyanın En İlham Verici Kenti”.

Birilerinin o ilhamı, sadece ‘rant’ konusunda aldığı belli!



Öğretmenlere çare biz miyiz?

“Öğretmenlere verilen devlet sözü tutulsun.”

Sadece benim değil, bütün meslektaşların elektronik posta kutusu bu başlığı taşıyan e-maillerle doluyor her gün. Oturup saymadım ama her gün yüzlercesi geliyor aynı başlıkla.

Bir de, içeriği aynı olan ama “Sizi son kez rahatsız ediyoruz” cümlesiyle gönderilenler var. Lâkin o “son” bir türlü gelmiyor.

İtiraf etmeliyim ki, bunaltıcı ve etkisini yitiren bir yöntem bu mail bombardımanı.

Hatta, ters tepen bir yöntem...

Ataması yapılmayan öğretmenlerin mağduriyetini elbette görüyoruz. Elbette hak veriyoruz.

Keşke, bizim söylememizle, bizim yazmamızla hallolsa mesele.

Evet, “Verilen söze rağmen hâlâ atanmayan öğretmenlerin görevlendirmesi yapılmalı.”

Evet, “Gencecik öğretmenleri intihara kadar götüren bu travma artık son bulmalı.”

Ama bu sorunun çözümü yolunda, “Size yazmaktan başka çaremiz yok” kolaycılığına da itirazım var.

Çocuklarımızı eğitmeye aday olma iddiasındaki öğretmenlerimizden, gazetecilere e-mail göndermekten daha yaratıcı, daha etkili yollar bulmalarını beklemek de bizim hakkımız olsa gerek.



Meral Okay ve Erdoğan Arıca

Bu yazıyı tamamlayıp, Erdoğan Arıca’nın cenaze törenine gidiyorum.

Yaşarken, işini yaparken, toplum olarak sahip olduğumuz ‘hastalıklı alışkanlık’tan payına düşeni almış bir isimdi Arıca da.

‘Sosyal linç’ geleneğimizden nasibini almıştı, hatırlarsınız...

Neden?

Çünkü hadsizliğe, haksızlığa, terbiyesizliğe karşı; sessiz, tepkisiz kalamıyordu. Karadenizli damarına basıldığında, dizginlenemiyordu.

Göçtü, gitti işte o da...

“Asla unutmayacağız” denilerek birkaç özel insan dışındakiler tarafından - birkaç gün içinde unutacaklar listesindeki son isim oldu.

Meral Okay gibi, diğerleri gibi, belki de herkes gibi..

Dedim ya, cenazeye gidiyorum şimdi.

Zihnimde; Meral Okay’ın büyük aşkı, eşi Yaman Okay’ı anlattığı mektuptan şu küçük parçanın yankılarıyla...

“Bu topraklarda aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır. Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıktaki tutku kutsanır hep. Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre aitiz biz.”



KEŞKE...

Her şeyi çok bilmek yerine, birazcık kendimizi bilsek...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.