Şampiy10
Magazin
Gündem

Egemen Bağış’ın ‘tecavüzcü gazeteci’ savunması

“Türkiye’de mesleği yüzünden tutuklanan hiçbir gazeteci yok. Gazeteci kimliği taşıyan bazı kişiler var, birine tecavüz ederken yakalanan, banka soyarken yakalanan... Bu kişiler beğenmediğimiz yazılar yazdıklarından dolayı tutuklanmış değiller. Çok daha kötü yazılar yazmış olan gazeteciler var ve bu kişiler hala bu haklarını kullanmaya devam ediyorlar’”

Avrupa Birliği (AB) Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın BBC’nin efsane programlarından Hardtalk’taki sözleri böyle. Ve bu sözler, o programın ekrana geldiği 1 Mart 2012 Perşembe gününden bu yana tartışılıyor.

Birçok meslektaşım, haklı olarak, defalarca seslendi Bakan Bağış’a, “Tecavüzcü gazeteci kim? Açıklayın, kamuoyu da öğrensin, biz de öğrenelim” diye.

‘Tecavüz’ değil, ‘cinsel taciz’

Baktım; Egemen Bağış’tan tafsilatlı, tatmin edici bir açıklama gelmiyor, böyle olunca da konunun gündemden düşeceği yok, aradım ve doğrudan kendisine sordum mevzuyu.

Telefonda küçük bir ‘hard talk’ da biz yaptık...

- Sayın Bakan, kim bu bahsettiğiniz tecavüzcü meslektaşımız?

- Ben isimlere hiç bakmadım.

- O zaman bu ifadeyi nasıl kullandınız?

- “İsnat edilen suçlar arasında var” dedim. Tekrar ediyorum, benim için isimler, siyasi görüşler hiç önemli değil. Ayrıca “O listedeki gazeteciler, o suçları işledi” de demedim. “Bu suçlar isnat ediliyor” dedim. Suçlu oldukları kesinleşmiş yargı kararlarıyla sabit oluncaya kadar, herkes gibi bu insanlar da elbette masumdur.

- Ama sözlerinizden çıkan sonuç, net şekilde, “Türkiye’de tecavüzcü gazeteciler var” şeklinde oldu. Böyle olunca da, haklı olarak hepimiz merak ediyoruz o kişinin kim olduğunu.

- Ben tutuklu gazeteciler listesinde, o gazeteciler hakkındaki suçlamalar bölümüne baktım. Sadece iddia edilen suçlara baktım. İsimler bölümüne bakmadım. Çünkü dediğim gibi isimlerle ilgilenmiyorum.

- Yani o zaman, o listedeki, ‘isnat edilen suçlar’ın arasında ‘tecavüz’ de vardı öyle mi?

- Cinsel taciz vardı... Banka soygunculuğu vardı, adam öldürme vardı, terör örgütü üyeliği vardı.

- ‘Tecavüz’ değil, ‘cinsel taciz’ suçlaması vardı yani listede?

- Evet.

- Bu iki fiil arasında fark var tabii... Tecavüz ile cinsel taciz arasında...

- Yanlış kelime kullandığım için benim özür dilemem birilerini rahatlatacaksa, ben özür dilerim. Üstelik ben bu insanlar peşinen suçludar da demedim, demiyorum. Böyle bir suçlama olduğunu söylüyorum. Bazı gazetecilerin bu noktada neden bu kadar alıngan davrandıklarını da anlamakta zorluk çekiyorum doğrusu.



Araya bir not düşeyim...

Tartışmanın kilitlendiği nokta ‘tecavüzcü gazeteci’ ifadesi. Bu ifadenin diğerlerinin önüne geçmesinden daha tabii bir şey yok.

Egemen Bağış, Hardtalk’ta, “raping” ifadesini kullandı. ‘Rape’ fiilinin Türkçe karşılığı ‘tecavüz etmek’.

‘Cinsel taciz’in İngilizce’deki karşılığı ise ‘sexual harassment’. Aynı sözcük değil yani. Anlamları, suçun niteliği, işlenmesi halinde karşılığı olan ceza da aynı değil elbette.



Ve ikinci bir not...

Bağış gibi İngilizce’ye son derece hakim bir ismin bile böyle bir sözcük hatası yapmasını, sanırım katıldığı programın niteliğine, formatına ve tabii zorluk derecesine bağlamak lazım. BBC’de “Hard”talk’a konuk olmak, adı üzerinde, “zor” iş...

Nitekim Bağış da, “Bugüne kadar, Türkiye’den kim Hardtalk’a, üstelik de üç kez katılmış? Bakın bakalım var mı başka kimse?” diye soruyor.

Haklı...

Çünkü HARDtalk‘ta Stephen Sackur‘un karşısındaki sandalyeye oturmak öyle herkesin (özellikle de siyasetçilerin) kolayca göze alabileceği bir risk değil.

Bir haberci olarak özlemim; bir politikacı ya da herhangi bir yetkilinin, Türkiye’de, bu ülkenin kanallarından birinde yayınlanan bir program için de aynı düşüncelere sahip olabildiğini görmek.

İsteğim; Türk medyasında da bir röportajcının bu denli ‘zor’ soruları muhatabına ‘kolay’ca yöneltebilmesi ve bu yolla saygın bir şöhrete sahip olabilmesi. Ve tabii hakkının da bizzat karşısına oturan politikacılar tarafından teslim edilmesi...



KEŞKE...

Hepimiz, ‘doğru’ ile ‘gerçek’ arasındaki farkın ayırdında olabilsek...

Yazının devamı...

Bütün okurlar böyle olsa...

“Kusura bakmayın ama sizden şikayetim var...”

Önceki gün Ankara’da, ‘sokaktaki insan’tan duydum bu cümleyi.

“Buyurun; neymiş şikayetiniz? Dinliyorum” dedim.

Emekli Maliyeci İbrahim Bey, “Somalili korsanların peşindeki Türk gemisi Giresun ile ilgili yazı diziniz...” diye başladı açıklamaya.

“Sadece iki gün sürdü, tadı damağımızda kaldı. Eminim daha fazlası vardır sizde. Kısa kestiğiniz için şikayetçiyim.”

Bu kadar dikkatli ve takipçi okurlara sahip olmak hem büyük şans hem de zor doğrusu...

Teşekkür edip, “Hemen hemen her detayı yayınladık ama tamam kalan birkaç notu da Salı günü yazacağım söz” dedim.

Verdiğim sözü tutayım...

15 gün seyir 3 gün liman

TCG Giresun’un Arap Denizi, Aden Körfezi ve Somali açıklarındaki görev süresi altı ay.

Bu dönem, 15’er günlük seyirler ve üçer günlük liman bölümlerinden oluşuyor. Yani gemi 15 gün açık denizde görev yaptıktan sonra, üç gün, belirlenen limanda kalıyor. Katar’ın Doha, Umman’ın Muscat ve Salalah ile Cibuti limanlarında; hem geminin yiyecek, içecek, bakım gibi ihtiyaçlarının giderilmesi hem de personelin dinlenmesi için üçer günlük molalar veriliyor.

Askeri personel, geminin limana demirli olduğu günlerdeki izin saatlerinde sivil kıyafetlerle çıkıyor karaya.

Fırkateynin yakıt gereksinimi, limanların yanı sıra, açık denizde, seyir halindeyken Amerikan yakıt tankerlerlerinden yapılan ikmallerle de gideriliyor.

Gemide hayat 24 saat esasına göre, vardiya usulü devam ediyor.

*****

Sınır tanımayan kurmay adayıÜsteğmen Mehmet Çark...

O bir kurmay subay adayı. Öyküsünü kendi ağzından dinledik TCG Giresun’da:

- “Kasım sonu gemide göreve başladım. Aralık ayının son haftasında akademi sınavları vardı İstanbul’da. Cibuti’den İstanbul’a gittim ve 26-31 Aralık arasındaki kurmaylık sınavlarına girdim. 31 Aralık, yani yılbaşı gecesi dönüş yolundaydım. Yeni yıla Katar’da, Doha Havaalanı’nda girdim. 1 Ocak günü, Umman’ın başkenti Muscat Limanı’nda tekrar gemiye katıldım. Sonuçlar açıklandığında, kazandığım haberi biz Kenya’ya yaklaşırken geldi. Şimdi yakında, yine Doha / Katar’da gemiden ayrılıp İstanbul’a Deniz Harp Akademisi’ne, iki yıllık kurmaylık eğitimine gideceğim.”

“Bir Türk subayının küreselleşme öyküsü” mü dersiniz yoksa “Sınır tanımayan kurmaylık hikayesi” mi bilemem ama Üsteğmen Çark’ınkinin özel bir anı olduğuna şüphe yok.





Tuğamiral Sinan Azmi Tosun, bölgedeki NATO Gücü’nü komuta ediyor. Farklı ülkelerden birçok subay ve personel onun emri altında. Ona ise bugüne kadar NATO’daki komutanları dışında tek bir kişi görev vermiş. Hem de çok özel bir görev. O kişi, 13 yaşındaki kızı Simay.

Simay, Somali’de açlık ve sefaletin pençesindeki çocukları görmüş ekranda. Somalili bir annenin kucağındaki çocuğu ile televizyon kameralarına, “En büyük hayalim evladıma çikolata yedirebilmek. Ben tadını bilmiyorum, bari o yiyebilsin” dediğini duymuş ve babasından rica etmiş. “Benim için alabildiğin kadar çikolata alıp, Somali’deki çocuklara dağıtır mısın?” diye.

Sonrasını Tuğamiral Tosun anlatıyor:

- “Tabii ki aldım çikolataları. Somali’de karaya çıkmadık ama Kenya ve Cibuti’deki çocuklara götürüp, Simay ve 9 yaşındaki oğlum Oğuzhan’ın adına, tabii bütün Türk çocuklarının selamıyla dağıttım çikolataları. Sonra da o fotoğrafları Simay’a yolladım. Çok mutlu oldu, teşekkür etti ve bu göreve devam etmemi istedi.”



19.03

Dün 19 Mart’tı. Yani 19.03...

Her Beşiktaşlının ikinci doğum günü yani.

O Beşiktaşlı ki; saatine, her gün aynı dakikada, akşam yediyi üç geçe, derin bir tebessüm ile bakar.

O Beşiktaşlının Siyah-Beyaz dünyasının en özel günüdür Mart’ın 19’u.

Sonsuz ve ortak ‘aşk’ı, BeşiktAşk’ı paylaşanların 19.03’ü
kutlu olsun.





Her nimetin bir külfeti olduğunu unutmamayı

başarabilsek.

Yazının devamı...

Mavi Vatan’dan selam getirdik...


Yoktuk birkaç gündür memlekette.

VATAN’ın tecrübeli foto muhabiri İlker Akgüngör ile birlikte Umman’daydık.

Kelime anlamı “Okyanus, büyük deniz” olan Umman’ın Salalah Limanı’ndan, NATO’nun bölgedeki sancak gemisine bindik.

Aden Körfezi ve Hint Okyanusu’nda Somalili korsanların peşindeki uluslar arası gücün komutasını yürüten Türk fırkateyni TCG Giresun’a...

“Dünya karşılaştığınız fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinizle ilgilenir” yazıyordu yemek yediğimiz salonun duvarında.

Bir anlayışın göstergesiydi bu cümle... Hayata bakışın göstergesi.

NATO güçlerini komuta eden Türk Tuğamiral’den aynı gemideki erlere, Türk komutanın emrinde çalışan Yunan subaydan gemideki SAT Timi’ne kadar her detayı yarından itibaren okuyacaksınız VATAN’ın sayfalarında.

Laf aramızda, konuyla ilgili son dönemin en detaylı ve doyurucu haberi oldu. Yarın başlıyoruz yazı dizimize...



Umman seyahatinden birkaç notum var aktaracak...

Ülke dışına çıktığınızda; özellikle de ikinci ya da üçüncü dünya ülkelerine gittiğinizde, Türkiye’nin nasıl büyük bir gücü ifade ettiğini çok net görüyorsunuz. Hele de son dönemde, müslüman coğrafyasında...

Umman’da da durum aynıydı.

Yeni havaalanını bir Türk firması inşa ediyor.

Umman’da otoyolları başka Türk inşaat şirketleri yapıyor.

Birçok büyük projede Türk markalarının imzası görülmeye başlanmış.

Yalnız bu noktada bir sorunun altını çizmeliyim...

Dönüş yolunda karşılaştığımız taşeron şirketler bünyesinde çalışan işçiler, çalışma koşulları ve gördükleri muameleden son derece rahatsız olduklarını söylediler.

Çalışma Bakanlığı’nın, yurt dışına çalışmaya giden işçilerin sorunlarına da eğilmesini istediler.

Yiyecek - içecek ve barınmadaki problemler, mesai saatlerinin sözleşmeye uygun olmaması, ücretlerin düzenli ödenmemesi gibi birçok konudan yakındı, şartlar yüzünden kesin dönüş yapmak zorunda kalan işçiler.



Gelelim Ummanlılar’a...

Nereli olduğumuzu soran her Ummanlı, “Türküz” yanıtını duyar duymaz, “Oooo... Turkiyaaa...” dedi önce. Ardından gelen ikinci kelime ise “Erdogaaaann” oldu.

“Türkiye” değil, “Turkiya”... “Erdoğan” değil, “ErdoGan”.

Recep Tayyip Erdoğan’ın İslam ülkelerinde sahip olduğu popülarite Umman’da da aynı şekilde geçerli.

Türk Başbakan’ın imza attığı ‘One minute’ vakası ve Kahire ziyareti gibi olaylar Muscat’ta, Salalah’ta da yakından takip edilmiş.

Hatta Umman’da; Erdoğan’ın ününün, neredeyse Türkiye’ninkinden önde olduğunu söyleyemek abartılı ya da yanlış olmaz. O derece yani...



Türkiye’nin Somali‘ye gösterdiği yakın ilgi de başta bu ülke olmak üzere bölgede büyük yankı uyandırmış. Bunu da net şekilde gözlemledik Umman’da.

Bir başka konu daha var, Türkiye’nin gücünün kanıtı olan.

Hint Okyanusu’nda görev yapan çok uluslu güçte yer alan Yunan fırkateyni Hydra geçenlerde görevini bırakıp ülkesine dönmüş.

Atina’nın, Nisan ayında sona erecek bu önemli görevi bir ay önce sonlandırma gerekçesi ‘ekonomik’ kriz koşulları.

Yunanlılar, “Paramız yok” deyip gemilerini çekerken, Türk gemisi görevini - üstelik de - komutan sıfatıyla sürdürüyor.

Para demişken...

TCG Giresun’da halihazırda bulunan mühimmatın maddi değerini duysanız hayret edersiniz.

Gizli bilgi olduğu için buradan yazamıyorum ama inanın “Güç ve prestij, para ile ölçülmez” prensibini hatırlatacak boyutta bir miktar söz konusu olan. Bu arada, dikkatinizi çekerim; sadece mühimmattan söz ediyorum.



Türk Bahriyelisi, “Mavi Vatan” diyor görev yaptığı sulara.

Türk gemisi, Türkiye toprağı...

Vatan Gazetesi adına, “Mavi Vatan”da olmak ayrı bir güzeldi doğrusu.

“Mavi Vatan”dakilerin hepinize çok selamları var...



KEŞKE...

İçinde yaşadığımız ortam ve koşullara, bazen, çıkıp, dışarıdan da bir bakabilsek...

Yazının devamı...

Çocuk gelinin oğlu Mahsun Kırmızıgül


“Ramo’nun karısı Havar karakteri benim yaşadıklarımı yaşamış. Beni de dayımın oğlu ile 13 yaşımda evlendirdiler. Kocam olan dayımın oğlunu 24 yaşımda kaybettim. Tek başıma kiremithanelerde çalışarak dört tane yetim büyüttüm. Bu filmi tüm taraflar izlesinler, izlesinler ki insanların ne durumda olduklarını görsünler. Ben filmi izlerken kendimi, etrafımdaki çaresiz insanları gördüm. Filmde oğlum benim hayatıma yer vermiş. O beni çok etkiledi. Yazıktır, günahtır çok analar, babalar, çocuklar ağladı, çok ocak söndü, çok insan perişan oldu. Bu filmi izlesinler ki, bir şeyler yapsınlar artık.”

Faike Bazencir, yaklaşık üç yıl önce, 2009 senesinde, ‘Güneşi Gördüm’ adlı filmi izledikten sonra söylemişti bunları.

Faike Bazencir mi kim?..

Abdullah Bazencir’in annesi... Yani bilinen, Türkiye’nin tanıdığı adıyla Mahsun Kırmızıgül’ün.

“Babam dört evlilik yapmış, üçü imam, biri resmi nikahlı. Annem imam nikahı kurbanı olmuş, ben de tabii. Ben doğduktan sonra babam bizi bırakıp Bingöl’e gitmiş, orada resmi nikahla evlenmiş. Çok uzun yıllar yüzünü bile göremedim onun. Arayıp da sormazdı bizi. Özellikle bayram sabahları çok üzülürdüm. Babamın elinden tutup gezmeye gitmek isterdim hep.”

Bu cümleler de Mahsun Kırmızıgül’ün 1999 yılında verdiği bir röportajdan.

Son yıllarda konuşmuyor Kırmızıgül bu konularda. Geçmişinden, ailesinden bahsetmiyor pek. Ama o röportajda çarpıcı detaylar var anlattığı:

“Bizim oralarda bir oduncu vardı. Bir gün hızarı bozulmuş, ‘Mahmut Ağabey, oduncu seni çağırıyor’ dediler. Ağabeyim gitti, bir daha dönmedi. ‘Elektrik fişini çekin, elektrik direğine çıkacağım’ demiş. Adam fişi çekmeyince ağabeyim direkte can vermiş. Ben koştuğumda ağabeyimi direkten indirmişlerdi. Bana göstermediler yüzünü. Hem ağabeyimi, hem babamı kaybetmiştim. Ağabeyim Mahmut’un ölümünden sonra annem de çalışmaya başladı. Kiremit ocağında çalışırdı annem. Saatlerce toz toprağın içinde kalırdı.”

12’sinde gelin, 14’ünde anne

Mahsun Kırmızıgül’ün annesi 13 yaşında evlendirilmiş. Daha 13’üne basarken. 12 yani...

14’ünde de ilk oğlu Mahmut’u almış kucağına... Kırmızıgül’ün ağabeyi Mahmut’u yani.

12’sinde gelin olan Faike Ana, 14’ünde doğurduğu Mahmut’u da 14 yaşına geldiğinde evlendirmiş.

Böyle bir ailenin üyesi işte Mahsun Kırmızıgül.

Türkiye’nin kanayan yaralarından biri olan ‘çocuk gelinler’ gerçeğine duyarlılığı bundan.

Hacettepe Üniversitesi’nin araştırmasına göre, en fazla çocuk evliliğinin Konya’da gerçekleştiği bilgisine dikkat çeken Kırmızıgül, ekibine “Bu sadece Doğu ve Güneydoğu’nun sorunu değil” diyor.

‘Hayat Devam Ediyor’ dizisiyle, konuyu televizyon ekranlarına taşımasının gerekçesini de şöyle açıklıyor Mahsun Kırmızıgül:

“Bu sorunun hedef kitlesi, sinema ile alakalı olmayan insanlar. Bu kitleye ulaşmanın tek yolu televizyon. Televizyon projesini tercih etmemin nedeni işte bu.”

Kırmızıgül, birlikte çalıştığı arkadaşlarına dikkat çekici bir bilgi daha veriyor:

“Bu konuyu savcılar bile maalesef tam olarak bilmiyordu. İnsanlar da bilinçlendi. Şimdi böyle bir ‘çocuk gelin’ gördüklerinde polise, savcıya başvuruyor insanlar. Polis ve savcı da artık konunun üzerinde daha hassas duruyor.”



Süpürge Meclis’e uçtu

Uçan Süpürge Derneği, ‘Çocuk Gelinler’ projesi kapsamında toplanan 50 binin üzerinde imzayı TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e götürdü dün.

Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde Meclis’te atılan bu adıma, medya pek ilgi göstermedi.

4 + 4 + 4 düzenlemesinin görüşüldüğü komisyonda kavga çıktı çünkü.

Yani...

Erkeklerin kavgası bir kez daha, sadece kadınların değil insanlığın en büyük ayıbı olan ‘çocuk gelinler’ konusunu gölgeledi.

Uçan Süpürge’nin başkanı Halime Güner’in verdiği şu bilgileri bir okuyun. Okuyun da görün insanlık olarak ‘ayıbımız’ın boyutunu.

Türkiye’de;

- 18 yaşın altında evlendirilen kadınların oranı yüzde 28.

- 15-19 yaş arası yapılan doğumlarda anne ve bebek ölüm riski, yetişkin hamileliklerine göre dört kat fazla.

- Dünyada her 10 çocuktan birinin annesi çocuk yaşta.

- Önlem alınmazsa, on yıl içinde dünyadaki çocuk gelin sayısı 100 milyonu geçecek.

Ve Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği’nin TBMM’nden istedikleri...

- Evlilikle ilgili mevzuat, çocuklar lehine gözden geçirilsin.

- Medeni Kanun’daki evlilik izin yaşı 17’den 18’e çıkartılsın.

- Yasal evlilik yaşının altındaki kadın ve erkek bireyler için, ‘ebeveyn onayı ve mahkeme kararıyla evlenme’ izni kaldırılsın.

- Yasal evlilik yaşından önce çocuklarını rızaları olsa bile - evlendiren ebeveynin, para ve hapis cezası dahil cezai yükümlülüğünün artırılsın.

Uçan Süpürge diyor ki:

- Türkiye Parlamentosu ve kamuoyuna sesleniyoruz: Çocukların evlendirilmesi suçtur. Bu suça ortak olmayalım! Çocuklarımızı erken evliliklere kurban etmeyelim!..

Yazının devamı...

Dünya ‘bayan’lar (!) gününde başarılı erkeklerin arkasındakiler


Dünya Kadınlar Günü bugün... 2012’nin 8 Martı’ndayız.

Ve bu çağda, bu çağın Türkiyesi’nde hala;

‘Kadın’ sözcüğünü telaffuz etmekte bile zorlanıyoruz. Şu malum ‘bayan’ ifadesinden kurtulabilmiş değiliz daha.

Sanki ayıp “Kadın” demek.

Söz konusu ‘erkek’ olunca, ağzımızı doldura doldura söylüyoruz, yazıyoruz ama “Errrkek” diye.

O ‘erkek’ kadınını, “Kadınım” diye sahipleniyor. “Bayanım” demiyor, “Kadınım” diyor.

‘Kadını’nı koruyor kendince, ‘kadını’nı kolluyor, ‘kadını’nı seviyor.

Evin kapısı açılıp dışarıya çıkıldığında ise o ‘kadın’ bir anda oluyor, ‘bayan’.

Adeta ayıp, “Kadın” demek.

Şehirlerarası otobüs ya da tren yolculuklarında, bir erkeğin o ‘kadın’ın yanına oturması da ayıp!

Uçaklarda henüz serbest. Henüz...

Şimdilik uçağa binen erkek de kadın da, otobüs ya da trene binenlere oranla ‘medeni’ kabul ediliyor. Şimdilik...

“Uçağa binmeyen kalmayacak” diye çıkılan yolda uçak bilet fiyatları otobüs seviyesine inmiş ama yolcunun ‘seviyesi’ni şimdilik farklı görüyoruz. Uçak yolcuları karşı cins ile yan yana oturabilir. Otobüs veya tren yolcuları oturamaz.

“Bayan yanı” kavramıyla yaşıyoruz yani biz bu topraklarda hala. Bu devirde... 2012’nin 8 Martı’nda.

Kadına yönelik şiddetten, siyasetteki kadın kotalarından, kadının adeta bir kuluçka makinası gibi ‘annelik’ten ibaret görülmesinden hiç bahsetmiyorum.

‘Bayan yanında errrkek’ olmak hastalığımızdan söz ediyorum.

“Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” gibi süslü cümlelerle över görünüp; kadının bir şekilde, ‘erkeğin arkasında kalması’ndan memnun olma hastalığımızdan söz ediyorum.

Erkeğin, ‘arkasında’ dursun ‘kadın’. Yanında olmasın ! (‘Bayan yanı’ uygulaması boşa değil yani.)

Kutlanacaksa, erkek kutlasın ‘kadın’ın ‘gününü’. 364 gün ‘gününü göstersin’ kadına; o bir güne gelince, ‘gününü’, 8 Mart’ını, ‘kutlasın’.

İnsan olarak değil, ‘kadın’ olarak görmek mesele... Pardon, ‘kadın’ da değil, ‘bayan’!

8 Mart Dünya Bayanlar Günü (!) kutlu olsun, ne diyeyim...

Bizim güzel

Türkçemiz

“Henüz daha...” ya da “Daha henüz...”

Kerli ferli, eğitimli öğretimli insanlar kullanıyor bu ikilemeyi. Oysa “Henüz” demek yeterli. Ya da “Daha”.

Liste çok uzun aslında. ‘Yanlış kullanım’ listesi...

Hangi birini saysam?..

Özellikle yabancı kökenli sözcüklerin kullanımında ‘şov’ yapıyoruz topluca.

“Şoke” değil, “şok” oluyoruz mesela. Nasıl olunuyorsa “şok”!

Ya da “konsantrasyon”umuz değil, “konsantre”miz bozuluyor. Konsantre meyve suyu misali!..

Başlamıyor, “start alıyor”uz mesela.

Girmiyor, çıkmıyor; “giriş yapıyor”uz mesela. Ya da “çıkış”!..

Anlamlarını bilmediğimiz ‘ithal’ sözcükleri kullanmakta nasıl da cesuruz...

Nasıl da seviyoruz sözlükteki karşılığından bihaber olduğumuz kelimeleri art arda sıralamayı.

Türkçe’ye geçmiş, dilde yer etmiş olanların kullanılması kaçınılmaz. “Yabancı kökenli sözcükleri kullanmayalım” türünden ucuz, popülist bir tavır değil benimki. “Kullanalım ama doğru kullanalım” diyorum sadece.

Bir de, doğrudan yabancı bir lisandan alıp, ‘copy-paste’ yaptıklarımız var ki, işte onlara hiç tahammül edemiyorum. İngilizce’den, Fransızca’dan kesip, Türkçe’ye ‘direkt’ yapıştırdıklarımız. (‘Direk’ değil, ‘direkt’.)

Mesela, “down” olanlar...

Mesela, “fake” malzeme...

Mesela, “snob” insan...

Mesela, “ex” kız ya da erkek arkadaş...

Bunlarla karşılaşınca, insan ister istemez düşünüyor; Acaba, “henüz daha”lara, “konsantre”lere, “şok”lara şükür mü etmeliyiz diye...

KEŞKE...

‘Yarın’a bakarken, ‘dün’ü akıldan çıkarmamayı başarabilsek...

Yazının devamı...

CHP heyeti Aziz Yıldırım’la Metris’te 3 saat neler konuştu?

CHP İstanbul Milletvekilleri Umut Oran, Kadir Gökmen Öğüt, Celal Dinçer ile Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, dün Metris’te, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ı ziyaret etti.

Saat 10.00’da cezaevine giren vekillerin Yıldırım ile yaptıkları ‘açık görüş’, yani yüz yüze görüşme üç saat civarında sürdü.

Umut Oran’ı aradım. Yaklaşık 20 dakika konuştuk ziyaret ve konuya ilişkin. İşte CHP’li Oran’ın hem konuya bakışı hem de Aziz Yıldırım ile yaptıkları görüşmeden ayrıntılar... Başlık başlık ve yorumsuz...

Yıldırım gündemi çok yakından takip ediyor

- Öncelikle Aziz Yıldırım’ı, gayet moralli ve sağlıklı gördüm. Günlük olayları düzenli ve çok yakından takip ediyor. Resmin arkasına bakabiliyor.

- Doğrusu ben Aziz Yıldırım’ın neyle suçlandığını anlamadım. Kendisi de bilmiyor, şaşkın. Ama kendine güveniyor. Ortada bana göre de somut bir delil yok. Baştan söylenenler, açıklanmış olan birçok unsur, iddianamede yer almadı. Tutarlılık yok...

- Ben buna “Sözde şike davası” diyorum çünkü mesela Aziz Yıldırım şikeden değil, çeteden yargılanıyor. Hatta neden yargılandığı tam olarak belli bile değil...

Davanın arkasındaki ‘Majeste’ kim?

- Ergenekon, Balyoz ve Odatv davaları gibi “Şike davası” olarak anılan bu davada da, çok ciddi hukuksuzluk ve insan hakları ihlalleri var. Ben bu davayı da ilk günden beri takip ediyorum.

- Şike davasında duruşmalar yeni başlamasına rağmen, sonuçta bu insanlar yaklaşık dokuz aydır içeride yatıyorlar. Biz, diğer davalar gibi bu davayı da takibe alıyoruz. Hukukun adil, eşit ve hızlı bir şekilde işlemesi için mücadele vereceğiz.

- Bu davadaki temel insan haklarının ihlali noktasının masaya yatırılması için ben Meclis’e bir araştırma komisyonu kurulması için başvurdum.

- Bunun arkasında nasıl bir güç var? İktidar mıdır, dini referans olarak kullanılan bir takım güçler mi var? Bilmiyoruz ama bildiğimiz, kesin olan bu davada da bir hukuksuzluk var.

- Bakın ben Galatasaray’da futbol oynadım. Konuyu kulüpler, futbol, hatta siyaset üstü görüyorum. Burada bir operasyon olduğu ortada ve bu her zaman her kulübün başına gelebilir.

- Türkiye’de, “Majesteleri’nin hukuku” var. O majeste kimdir? Recep Tayyip Erdoğan mıdır, Amerika’daki şahsiyet midir? The Cemaat midir? Doğrudan Amerika mıdır? Biz bunu bulmak zorundayız.

Davayı Avrupa’ya taşımak istiyorum

- Süreçte bir sıkıntı var. Başından beri zamanlamalar dikkat çekici. “Var” demiyorum ama bu işin içinde teşvik ya da şike varsa bile yargılama yöntemi bu olmamalı. Şike konusunu Avrupa’nın dikkate almasını sağlamak istiyorum. Bu davanın bir şike davası olmadığı ortada. Ne olduğu belli değil.

- 25 milyon taraftarı olan güzide bir kulübün başkanı yargılanıyor. Futbolun kimyasıyla oynadılar. Fenerbahçe ve Türk futbolu üzerinden elde edilen bir rant var. Reyting var... Ve bu davaya işte bu pencereden de bakılması gerektiğini düşünüyorum.

- Venedik Komisyonu Başkanı, AİHM, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu... Avrupa Birliği’nden, özellikle de son dönemde, Türkiye’deki bu özel yetkili mahkemelerle ilgili çok ciddi eleştiriler var.

- Avrupa, mesela Balyoz davasına baştan nasıl mesafeli duruyordu. Ama süreç ilerledikçe, savunmalar, beraatler geldikçe, aynı Avrupa, şimdi Balyoz’u mercek altına aldı.

- Biz bu dava ile ilgili olarak, bugün Aziz Yıldırım ile yaptığımız görüşmeye de yer vererek bir rapor hazırlayacağız. Bu rapor doğrultusunda da bir eylem planı çıkartacağız ortaya.

- Bu dava bana kalırsa; belki uzayacak ama bu işin sonunda hiçbir şey olmayacak. İçi boş, önceden planlanmış bir dava bu ama bir yere varmayacak. Ben bu ‘sözde şike davası’nı böyle görüyorum.



Yukarıdaki sözler, değerlendirmeler, yorumlar ve beyanlar CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran’a ait...

Ağzından çıktığı gibi...

Özellikle yorumsuz aktardım Oran’ın telefonda sorularıma verdiği yanıtları.

Çünkü;

Bir milletvekilinin, Metris Cezaevi’nde, ‘Şike Davası’sının (iddianamedeki iki ama kamuoyunun gündemindeki bir numaralı) sanığı Aziz Yıldırım ile yaptığı görüşmenin ardından söylediklerinin önemli olduğunu ve arşivde, ‘olduğu gibi’ yer alması gerektiğini düşündüm.

KEŞKE...

Karşımızdakilerden görmeyi beklediğimiz anlayışın yüzde birini karşımızdakilere çok görmesek...

Yazının devamı...

Ne ‘mekan’ ama


“Bir başkadır benim memleketim” dedirtecek türdendi önceki akşam.

“Memleketim” dediğim, İstanbul.

30 senedir Ankara’da yaşayan bir İstanbullu olarak, her gelişimde ‘memleketim’in ayrı bir yerini, ayrı bir mekanını keşfetme geleneğimi sürdürdüm önceki akşam, bir dostum sayesinde. Beyoğlu’nda bir mekana götürdü beni meslektaş ve renktaş (gazeteci ve Beşiktaşlı yani) dostum.

Mekana dediysem, gerçekten “Mekan”a.

Mekanın adı “Mekan” çünkü.

İstiklal Caddesi’nde, Taksim’den Tünel yönüne giderken, Galatasaray Lisesi’ni geçtikten sonra, biraz ileride, soldaki küçücük sokaklardan birinin içinde, küçük bir meyhane.

Üç İstanbullu el ele vermiş, sımsıcak bir “Mekan” yaratmış Beyoğlu’nda.

İki kadın ve bir erkek...

Mari, Ceki ve Moşe...

Mari Ermeni. Ceki ile Moşe Musevi.

Biz müşteriler Türk.

‘Mekan’cılar da ‘biz’den yani. Ya da ‘biz’ onlardanız; aynı şey...

Yok birbirimizden farkımız. Hiçbirimizin diğerinden farkı yok.

İstanbul’un, Türkiye’nin, bu toprakların hediyesi bize bu.

Kıymetini bilmediğimiz, bir türlü bilemediğimiz hediyesi...

Ne söz ama...

Sohbetin bir yerinde Moşe ne dedi biliyor musunuz?

“Sevmediklerime büyük, sevdiklerime küçüğüm ben.”

Tam böyle dedi işte...

Bir aile büyüğünün sözüymüş.

Nasıl ağır, nasıl derin, nasıl dolu bir söz. Ne kadar büyük anlamlar sığmış topu topu beş kelimeye.

“Sevmediklerimin karşısına bir dağ gibi çıkarım, sevdiklerim için ise çok azım” mesajını aldım ben o vecizeden.

Hepimizin olmayı isteyeceği gibi yani. Daha doğrusu, hepimizin olmayı istemesi gerektiği gibi.

Yerine ve karşımızdaki kişiye göre devleşmek...

Yine yerine ve adamına göre küçücük oluvermek...

Bir deneyin derim... Doğrusu bu bence.

Promilini bil

Mekanlarda tuvalet önemlidir.

Restoranın, kafenin, barın; hatta evin - bence - en mühim göstergesidir tuvalet.

Mekanları yaratan ve daha önemlisi, farklı kılan insanların; sadece temizlik ve hijyen hassasiyetini değil, sahip olduğu ‘özen’ seviyesini ölçebilirsiniz çünkü tuvaletine bakarak.

‘Mekan’ın tuvaletinde ise ‘özen’in yanı sıra, bir başka ölçüm daha yapılabiliyor. Alkol seviyesi ölçülebiliyor.

Meyhane, malum mekan...

Alkol tüketiyor müşterileri.

Tuvaletin duvarında bir cihaz... Sigara, saç jölesi, prezervatif vs satın alınabilenlerden değil ama.

“Promilini bil” yazıyor üzerinde. 1 TL ile çalışıyor.

Alttaki bölmeden bir pipet alıyorsunuz, ambalajandan çıkartıp üstteki deliğe takıyor, ardından da üflüyorsunuz... Polisin alkol muayenesinde kullandığı alkolmetre yani aslında karşınızdaki.

Yemekten sonra yola çıkmadan, direksiyona geçecek durumda olup olmadığını test edebiliyor müşteriler. Araç kullanabilecek sınırı aşıp aşmadığını öğrenmiş oluyor böylece.

Denemedim ama sordum; bire bir doğru sonuç veriyormuş. İşe yarıyormuş yani.

Bu makine, sadece ‘ehliyet’i değil, belki ‘hayat’ı kurtarabilecek bir imkan.

Tabii eğer, o cihazdan faydalanmayı düşünemeyecek kadar alkollü değilseniz.

Daha önce herhangi bir yerde görmemiştim ‘Promilini Bil’i...

Faydalı bir icat gibi geldi bana.

KEŞKE...

Sonradan “Keşke...” demek korkusuyla, inisiyatif kullanmaktan, risk almaktan kaçınmasak...

Yazının devamı...

CHP’nin balık gözü fotoğrafı

Cumhuriyet Halk Partisi’nde (CHP) ‘çifte kurultay’ sonrası oluşan durumun bir fotoğrafını çekmek gerekiyor.

Ama şöyle ‘geniş açı’ bir objektif ile... Hatta ‘balık gözü’ (*) ile.

Özellikle de, iki kurultaya da katılmama yolunu seçen eski Genel Başkan Deniz Baykal’ın, “Bu sonuçtan mutlu olan arkadaşlara, bunun hayırlı olmasını ifade ediyorum. Partimizin, önümüzdeki dönemde başarılı olması için herkesin artık geçmişi bırakıp, geleceğe yönelmesi gerekir. Kurultayda yaşanan gerginlikleri, buna üzülen arkadaşlarımız unutsunlar. Kurultaydan yapay sevinç çıkarmaya çalışanlar, bunu fazla mıncıklamasınlar” açıklamasından sonra...

Birinci görüş

Ana muhalefet partisine ilişkin yapılan ilk değerlendirmeleri şu başlıklarla özetlemek mümkün:

- Kemal Kılıçdaroğlu, bu hafta sonuna kadar CHP’de iktidardaydı, artık aynı zamanda muktedir.

- İki gün içinde yapılan iki kurultay gösterdi ki, Baykal ve Sav isimlerinin artık ne kamuoyunda ne de CHP örgüt ve tabanında karşılığı var.

- Kemal Kılıçdaroğlu, ‘çifte kurultay’ sonunda genel başkan olarak güven tazelemenin ötesinde, asıl, ‘liderliğini’ tescil etti ve bundan sonra parti içi dengeler işte bu gerçek doğrultusunda şekillenecek.

- CHP delegeleri, Ankara’daki iki kurultayın sonunda, eski dönemi tamamen kapatmak yönünde irade beyan etti.

- Ortaya böyle bir sonuç çıkmasında belirleyici faktör, Deniz Baykal ve Önder Sav’ın takındıkları tutum ve sergiledikleri tavırlar oldu.

- Kılıçdaroğlu yönetiminin gündeminde bu aşamadan sonra artık “parti içi sorunlar” diye bir başlık kalmadı. CHP, ana muhalefet olma görevine ancak şimdi tam manasıyla konsantre olabilecek ve mesai verebilecek.

İkinci görüş

Yukarıdaki başlıklar, Kılıçdaroğlu kadroları ve genel merkeze yakın çevrelerin görüşleri.

Tabii bir de - artık eskiye oranla daha az etkili gibi gözükse de - karşıt görüşe sahip olanlar var. Doğrudan Deniz Baykal’ın bakışını da yansıtan bu tespit ve öngörüleri de şu şekilde listeleyebiliriz:

- Kemal Kılıçdaroğlu’nun güven tazelediği ya da artık tam ve muktedir bir ‘lider’e dönüştüğü yönünde yapılan yorumlar bir yanılsamadan ibaret.

- Kılıçdaroğlu yönetiminin bundan sonra, özellikle parti içi sorunları çözemediğinde öne süreceği, “Baykal ve Sav” diye iki bahanesi yok.

- CHP, ‘yenileşme’ adı altında, ‘geleneksel’ çizgisinden ve hatta ‘varoluş nedenleri’nden uzaklaşıyor.

- Gelinen noktanın, Genel Merkez Yönetimi tarafından, “sancılı ‘çifte kurultay’ sürecinden büyük bir zaferle çıktık” şeklinde gösterilmesi gerçeği yansıtmıyor. Eğer bir ‘zafer’den bahsedilecekse, bu ancak, CHP’nin önce yerel, ardından genel seçimlerde alacağı sonuçlar ile mümkün olabilir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun muktedir bir lider olup olamayacağı da yine ancak bu sınavlardan alacağı sonuçlar ile ortaya çıkacaktır.

Baykal neden gitmedi?

Deniz Baykal, partisinin art arda yapılan iki kurultayına da katılmadı. Kurultaylar öncesinde yaptığı açıklama ışığında bakıldığında, bu duruma şaşırılmaması gerekiyor.

Baykal ya iki kurultaya da gidecekti ya da ikisine de iştirak etmeyecekti. Birine katılıp diğerine gitmemesi - kendi açısından - olmazdı. Çünkü ilkine gitse Kılıçdaroğlu’nun, ikinciye katılsa Sav’ın yanında yer aldığı algısına yol açacaktı. Nitekim o da, ikinci yolu seçti, iki salona da gitmedi.

Lakin...

Kurultay salonlarında boy göstermemesi, Deniz Baykal’ın bu defteri kapattığı anlamına gelmiyor. Benim Baykal cenahından edindiğim izlenim bu yönde.

Eski genel başkan bu dönemi ‘sessiz’ geçirecek ama sürekli ‘yakın takip’te olacak, bu kesin.

(*) Balık gözü objektif: Fotoğrafçılıkta, görüş açısı en geniş olan objektif türü.



KEŞKE...

‘Sadakat’in ‘yalakalık’ olarak yaftalanmasının; o önemli kavramın içini nasıl boşalttığını ve bu yaklaşım tarzının bir gün sahiplerini de rahatsız edeceğini anlayabilsek...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.