Şampiy10
Magazin
Gündem

Onlar sizin evlatlarınız olsaydı


Geçen Salı (3 Nisan 2011) bu köşenin başlığını oluşturan iki isim vardı. Nadir Özgen ve Kemal Ekinci.

PKK’nın elindeki bir polis memuru ve bir uzman çavuş...

Biri altı, diğeri yedi ay önce terör örgütü tarafından kaçırılmış; geçen süre içinde de hepimizce unutulmuş iki güvenlik görevlisi.



Üç isim daha vereyim size..

Kenan Erenoğlu, Abdullah Söpçeler ve Zihni Koç.

Kenan Erenoğlu, kaymakam adayı... 12 Ağustos 2011 tarihinde, Diyarbakır Kulp ilçesi Muş karayolunda, Panak mevkiinde yol kesen PKK’lılar tarafından kaçırıldı.

Abdullah Söpçeler, astsubay... 9 Temmuz 2011 tarihinde Diyarbakır-Bingöl karayolunda teröristlerce kaçırıldı.

Zihni Koç, uzman çavuş... O da astsubay Söpçeler ile birlikte götürüldü teröristlerce.



Uzman Çavuş Kemal Ekinci: 6 (altı) aydır örgütün elinde.

Polis Memuru Nadir Özgen: 7 (yedi) aydır örgütün elinde.

Stajiyer Kaymakam Kenan Erenoğlu: 8 (sekiz) aydır örgütün elinde.

Astsubay Abdullah Söpçeler ve Uzman Çavuş Zihni Koç: 9 (dokuz) aydır örgütün elindeler.



Bu arada...

Tam liste kimsenin elinde yok!

Bu ülkede kaç kişi PKK’nın elinde rehin, kesin olarak bilen yok!

Varsa da, kamuoyuna açıklayan yok!

Bir milletvekili, “Medyadan takip edebildiğimiz kadarıyla; PKK’nın kaçırdığı kaymakam adayı, uzman çavuş, astsubay, polis, korucu ve öğretmen, devlet görevlilerimiz ile sivil vatandaşlarımızın sayısı 40 civarında” dedi geçenlerde düzenlediği basın toplantısında.

“Medyadan takip edebildiğimiz kadarıyla...!”



6 ay dediğiniz 180 gün.

7 ay 210, 8 ay 240, 9 ay 270 gün; hanımlar beyler.

270 gün ! 270 tane 24 saat !



İçişleri Bakanı Sayın İdris Naim Şahin;

6 evladınızdan birinden... Değil 270, sadece 2 gün ayrı kalsanız, 2 gün haber alamasanız, ne hissedersiniz?

Milli Savunma Bakanı Sayın İsmet Yılmaz;

Siz Sayın Bakan, siz, 3 çocuğunuzdan birinden... Değil 270, sadece 2 gün ayrı düşseniz, bilemeseniz nerede olduğunu?

İçişleri eski Bakanı, Başbakan Yardımcısı Sayın Beşir Atalay;

Siz efendim, 3 evladınızdan biri... Değil 270, sadece iki gün kaybolsaÖ Eşiniz ve siz nasıl geçirirsiniz o 48 saati?

Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sayın Bekir Kalyoncu;

Siz Sayın Komutan, tek evladınızdan, değil 270 gün, 270 dakika haber alamasanız ne hale gelirsiniz?

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Sayın Hayri Kıvrıkoğlu;

İki çocuğunuzdan biri, değil 270, sadece bir gün kaybolsa...

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Necdet Özel;

Sizin tek çocuğunuz, değil teröristlerin elinde 270 gün, sadece 24 saat, bilmediğiniz bir yerde tutulsa... Eşiniz, aileniz, siz ne duruma gelirsiniz?

Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan;

4 evladınızdan birinin başına gelse böyle bir şey...

Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül;

3 çocuğunuzdan biri yaşasa böyle bir durumu...

Nice olur haliniz; sizin, eşinizin, aile üyelerinin?



Bırakın 270 günü, 240 günü, 210 günü, 180 günü...

Sadece tek bir gün, hatta sadece birkaç saat yaşasanız böyle bir acıyı, ne hissedersiniz sayın yetkililer?

‘Yetkili’ olarak değil...

Bakan, komutan, genelkurmay başkanı, başbakan yardımcısı, başbakan, cumhurbaşkanı olarak değil; ‘baba’ olarak yanıtlayın lütfen bu soruları.

Bize vermeyin yanıtınızı. Aynadaki kişiye, sessizce, içinizden verin cevabınızı... Hatta onu bile yapmayın. Sadece düşünün yeter...

“Allah kimsenin başına vermesin” öyle değil mi?

Ama verdi...

Sizin değil ama birilerinin başına verdi Allah bu acıyı. Hâlâ da veriyor !

Bilmem anlatabildim mi?..



KEŞKE...

“Empati” denilen duyguyu sadece karşımızdakilerden, sadece başkalarından beklemesek...

Yazının devamı...

Tayyip Erdoğan nasıl bir yönetici?


Önceki akşam, Türkiye’nin Bükreş Büyükelçiliği’nin bahçesindeyiz...

Bir grup gazeteci, AB Bakanı Egemen Bağış ile sohbetteyiz...

Siyaset, diplomasi... Farklı başlıklarda uzunca bir sohbet...

Bakan Bağış, Türkiye’nin artık geçmiş dönemlerden çok farklı bir noktada olduğunu anlatıyor özetle.

Sohbetin bir yerinde somut bir örnek veriyor.

29 Kasım 2011 tarihinde Brüksel’deki Türkiye - AB Karma Parlamento Komisyonu toplantısında yaşanan gerginliği hatırlatıyor.

Hani şu Avrupa Parlamentosu’nun Hollandalı üyelerinden aşırı sağcı Barry Madlener’e “O karikatürü alıp, münasip bir yerinize koyabilirsiniz” dediği olayı...

- Ben mesela Rahmetli Ecevit hükümetinin bir bakanı olsaydım ya da mesela Tansu Çiller, Mesut Yılmaz hükümetlerinden birinin bakanı olsaydım bunu yapamazdım, böyle davranamazdım. O dönemler bir korku, bir çekinme vardı, “Aman kırmayalım, kırıp dökmeyelim” diye. Tabii bir de Türkiye ve Türk bakanlar, yetkililer, Türk insanı bugünkü özgüvenine sahip değildi geçmişte.

Bağış, bu değerlendirmesinin ardından konunun bir başka boyutuna vurgu yaptı:

- Geçmişin aksine bugün bizler, bulunduğumuz her ortamda, ülkemizin gücünün de verdiği özgüven ile hareket ediyoruz. Ben o gün Brüksel’de, Hollandalı parlamenterin o terbiyesizliğine sessiz kalsaydım, pısırık şekilde davransaydım, Ankara’ya dönüşte önce Sayın Başbakanımız benden hesap sorardı. “Neden gereğini yapmadın, neden vermedin hak ettiği cevabı?” diye kızardı.

Egemen Bağış’ın işte bu sözleri, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetim anlayışı ve tarzına, yöneticilik karakterine ilişkin önemli bir işaret niteliğindeydi.



11 yıl sonra tekrar Bükreş

En son Haziran 2001’de gelmiştim Romanya’nın başkenti Bükreş’e. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in resmi ziyaretini takip etmeye...

Gerçi genel görüntüye bakıldığında daha yapılacak çok iş var ama yine de, aradan geçen 11 senede bayağı değişmiş Rumen başkenti. Avrupa Birliği’nin eli değmiş buraya da.

Global ekonominin yansımaları da gözleniyor şehirde. Tabii kapitalizmin kaçınılmazlarıyla donanmış şekilde...

Sürecin doğal sonucu olarak, özellikle genç nesilde, sadece AB’ye entegrasyon değil, aynı zamanda gözle görülür bir Amerikanlaşma, Amerikan hayranlığı da söz konusu.

Romanya ekonomisi, büyük oranda ‘yabancı sermaye’ ile dönüyor. Uzun dönemde en ciddi risk de bu gibi görünüyor. Bükreş yönetimi yakın gelecekte özkaynak üretemezse, bugün -göreceli de olsa - ‘iyi’ gibi görünen durumun terse dönme riski yüksek.

Ülkede asgari ücret 200 Euro dolayında. Buna karşılık emlak ve gayrimenkul ile konut kiraları astronomik boyutlarda. Misal, Bükreş merkezindeki 25 yıllık bir binada, 1+1, 65 metrekarelik bir daireye sahip olmanın maliyeti 100 bin Euro’yu buluyor.

Toplum katmanları arasındaki ekonomik durumda makas çok açık ve uçurum her geçen gün daha da derinleşiyor. Zengin daha zengin oluyor günden güne, fakir ise daha da fakirleşiyor.

Aslında, dünyanın birçok farklı bölgesinde olduğu gibi...



Bükreş notları

- Türkiye’nin Bükreş Büyükelçisi Ömer ™ölendil ve Müsteşar Korhan Karakoç’un hem işlerini iyi yapan, konularına hakim hem de sıcak ve içten tavırlarıyla hep görmek istediğimiz türden diplomatlar olması...

- Egemen Bağış’ın yakın çalışma arkadaşlarının dinamizmi ve Bakan’ın onlarla kurduğu diyaloğun verimliliğe olumlu yansıması...

- George Hagi’nin, ülkesi Romanya’da, bizlerin tahmininin aksine, aslında pek de sevilen bir futbol insanı olmaması... Buna karşılık, Mircea Lucescu’nun hem saygı gören hem de çok sevilen bir karakter olması...

- Türkiye ile Romanya, daha da somutu, Bükreş ile İstanbul Laleli arasında, yıllardır devam eden ‘bavul ticareti’nin hala aynı yoğunlukta sürüyor olması...

- 400 seneden fazla bir süre sınırları içinde yer almasına karşın, Romanya’da Osmanlı’nın izine neredeyse hiç rastlanmaması...



Keşke...

Atanamayan öğretmenlerin art arda gelen intihar haberleri hepimize bir şeyler ifade etse...

Yazının devamı...

İç gündeme dışarıdan bakış


Bükreş / Romanya

Avrupa Birliği (AB) Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış ile birlikte Romanya’nın başkenti Bükreş’teyiz. Bağış ile bu ülkedeki resmi temaslarının yanı sıra Türkiye gündemine dair de konuştuk.

Haşim Kılıç’ın sözleri

İlk başlığımız, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın siyaset dünyasında büyük yankı uyandıran sözleriydi.

Bağış’ın bu konuda söyleyecek sözü olduğunu düşünüyordum çünkü AK Parti’nin kapatılması istemiyle Yüksek Mahkeme’de açılan dava kapsamında o da yargılanmıştı.

Hatta dava sonuçlandıktan sonra tepkisini dile getirirken kendini şöyle tanımlamıştı:

- “Başörtüsü kullanma özgürlüğünü, en az mini etek kullanma özgürlüğü kadar önemsiyorum” ve “Millet neyse, vekili o olmalıdır” dediği için Anayasa Mahkemesi’nde yargılanmış bir siyasetçiyim.

Bakan Bağış, Başbakan Erdoğan’ın konuyla ilgili yaptığı değerlendirmeyi hatırlatıp devam etti:

- Biz kuşatma altında olan bir yargının ne demek olduğunu çok iyi bilen bir kadroyuz. Yargıda militanlaşmak isteyenler için bu kuşatmanın cezbedici yönleri vardı. Bu millet, “Yargıya CHP’lileri almayacaktım da kimi alacaktım?” diyen Adalet bakanlarını gördü. Şimdi aynı zihniyet 12 Eyül referandumunda “Hayır” kampanyası yaptıktan sonra, bugün gelip 12 Eylül davasına müdahil oluyor. Umarız bu kendileri için bir siyasi tövbe ve arınma belirtisi olur.

Ana muhalefet partisi CHP’yi Bükreş’ten bu sözlerle eleştiren Bağış, ‘vicdan-cüzdan’ söylemini de hatırlattı:

- Biz her zaman bağımsız ve tarafsız bir yargı arzusunda olduk ve bu çerçevede dört tane reform paketi hazırladık. 12 Eylül referandumu ile yargıyı belli çevrelerin değil milletin arka bahçesi haline getirdik. Ve çok önemli bir nokta; yargıçlarımızın ‘vicdanları ile cüzdanları arasında’ kalmamaları için her türlü imkanı sağladık. Bundan sonra, daha da iyiye gitmek noktasında, AB standartlarında hukuk herkese lazım. AB standartları ortak paydamız olmalı.



MHP’ye Hamdullah Suphi göndermesi

Bağış’ın Bükreş ziyaretindeki ilk durağı Atatürk Anıtı’ydı. Anıta çelenk koyduktan hemen sonra da Rumen başkentindeki Türk Şehitliği’ne gittik.

Birinci Dünya Savaşı’nda verilen şehitlerin ruhlarına Fatiha okuduktan sonra, iki dikkat çekici mezar taşının başında bir araya geldik bakan ile.

“İlyas Oğlu Ali”, “Mehmet Oğlu Osman”, “Mustafa Oğlu İsmail” gibi yüzlerce ismin arasında, ‘farklı’ olan o iki mezar taşından ilkinin üzerinde “Stefan Oğlu Yani” yazıyordu.

Osmanlı Ordusu’ndaki bir Rum’du bu mezarda yatan şehit.

İkinci ‘farklı’ mezar taşında ise ‘Kosti’nin adı vardı. ‘Anastasi Oğlu Kosti’...

Sadece Rumlar değil, Ermeniler de vardı şehitler arasında.

Bağış bizlere dönüp, “Görüyorsunuz değil mi?” dedi önce.

“Bizim Ermenilere soykırım uyguladığımızı iddia edenlerin bu isimlere bakması yetmez mi?” diye sordu.

Ardından da sözlerine (CHP’den sonra bu kez) MHP’yi hedef alan şu cümlelerle devam etti:

- Ama birilerinin daha bu şehitliğe bakıp kendilerini sorgulamaları gerekiyor. Bu şehitliği, Bükreş Büyükelçiliği döneminde oluşturan kişi Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Hamdullah Suphi yazarlık ve siyasetçiliğinin yanında, aynı zamanda Türk Ocağı’nın kurucusu. O Hamdullah Suphi’nin torunlarının bugün Ülkü Ocakları’nı getirdiği noktaya dikkat çekmek istiyorum. Tanrıöver’in kurduğu şehitlikte gayrimüslim şehitlerimiz yatarken, torunları bugün “kim şehit, kim değil” onu belirlemeye soyunuyor, onu tartışıyor. Bu durum, buradan bakınca daha da çarpıcı görünüyor.



Lucescu’nun kulakları çınlasın

Ünlü futbol adamı Mircea Lucescu Türkiye’de çalışırken söylemişti, olay olmuştu...

Bir Rumen atasözü diyor ki, “Nu mor caii cand vor cainii”. Yani, “Köpekler istedi diye atlar ölmez.”

Hatırladınız değil mi?..

Egemen Bağış bu sözü, Bükreş’te, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan müzmin muhaliflerin tavrını eleştirmek için kullandı. İsim vermedi ama hedefindeki siyasi, Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy idi. Bağış Bükreş’te, iki ülke arasındaki mutabakat zaptını imzaladıktan sonra da, “Bazı ülkeler Türkiye’ye katı bir defans yapsa da, biz bu imzalar ile Hagi’ninkiler gibi güzel bir gol atmış olduk” esprisini yaptı.



KEŞKE...

Kendimizi batılı ülkelerle; sadece ithalat-ihracat rakamlarıyla değil, aynı zamanda kentlerimizdeki müze, meydan ve parkların nicelik ve nitelikleri ile de kıyaslayabilsek...

Yazının devamı...

Nadir Özgen ve Kemal Ekinci

10 Eylül 2011 Van...

1 Ekim 2011 Şırnak...

Bu tarihler ve yerler ne ifade ediyor size?

Yaklaşık 7 ay önce Van’da ne olduğunu hatırlayanınız var mı?

Ya da 6 ay önce Şırnak’ta ne yaşandığını?



Unuttuk gitti.

Polis Memuru Nadir Özgen’i de unuttuk, Uzman Çavuş Kemal Ekinci’yi de.

PKK yaklaşık 7 ay önce, 10 Eylül 2011’de Van’da Polis Memuru Nadir Özgen’i; 6 ay önce, 1 Ekim 2011’de de Şırnak’ta Uzman Çavuş Kemal Ekinci’yi kaçırdı.

Özgen ve Ekinci hala örgütün elinde rehin.



“Neden bizimle ilgili bir çaba yok?” diye soruyor Polis Özgen.

“Sivil toplum örgütleri neden harekete geçmiyor? Başbakan bizimle neden ilgilenmiyor?” diye soruyor çaresizce.

Nerede mi soruyor bu soruları?..

Televizyon ekranında.

PKK’nın yayın organında.

Görüntüler internette durup duruyor hala.



Örgüt, elindeki Türk güvenlik mensuplarını konuşturmuş Kurban Bayramı’nda. 6 Kasım 2011 tarihinde kaydedilmiş görüntüler.

“İyiyiz” diyorlar.

“Sağlığımız iyi...”

“Koşullarımız iyi, bize iyi bakıyorlar”

“Ailemizin, sevdiklerimizin bayramını kutluyoruz” diyorlar.

Örgüt, psikolojik harbin somut bir örneğini daha veriyor bu yolla.



6 Kasım 2011’den bu yana, yani 5 aydır yeni bir ses, bir seda yok rehin asker ve polisten.

“Devlet ne yapmış, ne yapıyor pekiyi?”

Söyleyeyim...

PKK parayı çekemesin diye, rehin polis memurunun maaş hesabını dondurulmuş.

O parayı, 7 aydır her gün evlatlarından iyi bir haber almak umuduyla diken üstünde yaşayan ailesine verecek bir formül yaratmak yerine, hesabı bloke etmekte bulmuş devlet çözümü.

Maliye Bakanı açıkladı alınan bu önlemi.

Dâhiyane değil mi?



“Çekemesin diye”ymiş !

Oysa, bıraksalar...

“Örgüt üyelerinden biri dağdan inip, para çekme makinesinden o parayı çekse, “PKK, bir memur maaşına muhtaç” diyenler çıkardı belki de memlekette!

Ya da; o ATM’nin güvenlik kamerası ve sonrasında MOBESE kamera kayıtlarından takiple dağdaki rehinelere ulaşılırdı belki de CSI tarzı bir çalışmayla!

Konu hassas. Espri kaldıracak türden değil.

Ama ‘devletin aldığı önlem’ bizatihi espri, hatta bir ‘1 Nisan şakası’ gibi.

‘Kötü’ bir şaka gibi...



Bağış Romanya yolcusu

Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış ile birlikte bu akşam Romanya’nın başkenti Bükreş’e gidiyoruz. Bağış’ın iki günlük resmi temaslarını yerinde izleyeceğiz.

Yarın başlayacak ziyaretin yoğun programında rutin görüşmelerin dışında dikkatimi çeken, Perşembe öğleden sonraki konferans oldu.

Rumen mevkidaşı Leonard Orban ile birlikte katılacağı konferansta Egemen Bağış’ın yapacağı konuşmanın başlığı, “Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinin geleceği: Yeni zorluklar ve fırsatlar”.

Fırsatlar tamam, ana hatlarıyla hepimiz biliyoruz da...

AB, Türkiye’ye gelecekte daha ne kadar ve ne tür zorluklar çıkarabilir, gerçekten merak ediyorum.



Keşke...

Bir “Günaydın”ı, bir “Merhaba”yı, bir “Kolay gelsin”i çok görmesek karşımızdakilere...

Yazının devamı...

Biber gazlarının son kullanma tarihleri mi yaklaştı?

Simgesi, CS.

Kimyasal tam adı, O-Klorobenzalmalononitril.

“Kapsaisin” olarak da anılıyor. (Kapsaisin aslında, bibere ‘acı’lığını veren etken madde.)

CS, acı biber gibi kokuyor.

Kamuoyunda yaygın olarak bilinen adı da buradan geliyor zaten.

Konumuz ‘biber gazı.’

Hani şu polisin hemen her kitlesel eylemde kullandığı beyaz duman.

Çok hızlı yayılıyor ve insanlar üzerinde çok etkili.

Biber gazı vücuda solunum yoluyla giriyor ama deriden emilimi de söz konusu oluyor.

Gaz, önce sinir uçlarında birikiyor ve hemen ardından bütün vücuda yayılıyor.

Emniyet’in envanter kayıtlarında, “öldürücü olmayan kimyasal silah” ibaresiyle yer alıyor.

Belki doğrudan ‘öldürücü’ değil ama özellikle kalp damar rahatsızlıkları ve astım gibi ciddi sağlık problemleri olan insanları (yakın geçmişte görüldüğü gibi) öldürebiliyor.

Biber gazının etkisi kişiden kişiye ve maruz kalınan gaz miktarına göre değişiyor olsa da, genellikle; göz yaşarması, burun tıkanması, burun ve boğazda şiddetli yanma, bilinç kaybı, baş dönmesi, nefes darlığı, kusma, görme bozukluğu, panik ve aşırı öfke gibi fizyolojik etkilere yol açtığı biliniyor.



Bu kadar teknik bilginin ardından, başlıktaki soruya gelince...

O soru Ayşenur Arslan’a ait.

Önceki gün CNN Türk’te, Medya Mahallesi’nde, polisin biber gazı kullanma alışkanlığını eleştirirken sordu Arslan bu soruyu.

‘Mahalle’nin ablası, “Biber gazlarının son kullanma tarihleri mi yaklaştı acaba? Hani tarihi geçmeden tüketmek için mi bu kadar sık ve çok kullanıyor polis biber gazını?” diye sordu.

Önce ‘kişisel’ cevabımı vereyim bu soruya, ardından üst düzey emniyet yetkililerinden aldığım bilgileri aktaracağım...

1.) Evet, biber gazlarının son kullanma tarihleri var.

2.) Ama hayır, bence son kullanma tarihleri yaklaşmış olamaz çünkü o kadar sık ve çok kullanılıyor ki, stoklarda ne kadar fazla olursa olsun, son kullanma tarihlerine kadar depolarda kalmaları pek mümkün görünmüyor.



Gelelim o gazları sokaklarda kullanan polis memurlarının amiri konumundaki müdürlerin konuyla ilgili değerlendirmelerine...

Şöyle diyor üst düzey Emniyet yetkilileri:

- Toplumsal olaylarda kitleyi dağıtmak için kullanabileceği enstrüman olarak polisin elinde; cop, su, gaz ve nihayet ateşli silah var ve bunlar sırasıyla kullanılıyor.

- Copun kullanılabileceği durumlar belli. Tazyikli su ile müdahale şansı da her ortamda olmuyor.

- Gaz kullanımı öncelikli bir tercih değil. Eylemin yeri ve kitlenin özelliklerine göre başvuruluyor. Ancak kalabalıkları dağıtma hızı ve etkisi sebebiyle kullanıldığında sonuç veriyor.

- Hızla yayılması ve ortaya çıkan yoğun duman görüntüsü, gazın fazla kullanıldığı yönünde bir izlenim oluşturuyor. Sanki polis çok fazla gaz kullanıyormuş gibi bir intiba doğuyor. Oysa öyle değil. Aşırı bir kullanım yok.

- Türk Emniyeti’nin envanterinde bulunan biber gazları, uluslar arası sağlık örgütlerinden onaylı, standart ürünler. İnsan sağlığını tabii ki olumsuz etkiliyor ama öldürücü bir etkisi söz konusu değil.

- Geçmişte yaşanan can kayıplarının doğrudan biber gazı sebebiyle olduğunu sanmıyoruz. Elbette çok üzücü ama mesela kalp rahatsızlığı olanlar ya da aşırı heyecanlananlar gaza muhatap olmasalar bile; o ortam, yaşanan sıkışıklık, gerginlik ve heyecan, rahatsızlıkları tetikleyebiliyor maalesef.



KEŞKE...

Memlekette şiir okuyan sayısı, amatör şair sayısından fazla olsa...

Yazının devamı...

BJK İnönü’nün yeri için kim ne planlıyor?


Konu Beşiktaş, konu BJK İnönü Stadı olunca...

Okuyan Beşiktaşlıları duygu seline gark edecek bir yazı yazabilirdim kolayca.

Edebiyat parçalayıp, hamaset yapabilir, en etkileyicisinden bir ‘romantik manifesto’ okutabilirdim size.

Ama hayır.

Gün, o gün değil.

Gün, ‘romantik’ değil; tam aksine, olabildiğince ‘realist’ olma günü.



İnönü Stadı;

Beşiktaşlıların mabedi olmanın yanı sıra tam 65 yıldır ‘Türk futbolu’nun beşiği, kalbi.

Kaldı ki o bölge, 1930’ların şehir planında bile ‘spor alanı’. Pisinler (yüzme havuzları), tenis kortları var ta o dönemin kent planlarında.

Daha da ötesi...

Açın bakın resmi evrakı, aynen şöyle yazıyor:

“1998 yılında Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile BJK arasında imzalan sözleşme ile 49 yıllığına kiralanmış ve adı Beşiktaş İnönü Stadı olarak değiştirilmiştir. Bu sözleşmeyle BJK İnönü Stadyumu ile ilgili tasarruflarda bulunmaya sadece Beşiktaş Jimnastik Kulübü Derneği’nin yetkili olduğu hukuken tescil edilmiştir.”

Yani aslında, o stat tam 35 yıl daha BJK’nın.



Durum böyle olmasına rağmen;

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Beşiktaş İnönü Stadı’nın bulunduğu yerde yenilenmesine karşı çıkıyor ya...

Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ne İstanbul’un herhangi başka bir yerinden arazi tahsis edilip, stadın o yeni yere inşa edilmesini istiyor ya...

Hatta ‘över gibi’ yapıp, “Beşiktaş’ın büyüklüğüne yakışan, o araziyi İstanbul’a bahşetmektir” gibi süslü cümleler kuruyor ya...

Üstelik bütün bunları, aynı kabinede görev yaptığı Gençlik ve Spor Bakanı daha birkaç gün önce, “İnönü Stadı’nın bulunduğu yerde yenilenmesi”nin uygun olacağını açıklamışken, daha da öte ve önemlisi, bu ülkenin Başbakanı, o stadın aynı yerde yenilenmesi projesine şifahi onay vermişken söylüyor ya...

İşte o zaman;

İnsan ister istemez merak ediyor olmaz ama “O stat oradan kaldırılırsa yerine ne yapılacak?” diye.

İnsan ister istemez düşünüyor, “Sadece İstanbul’un, sadece Türkiye’nin değil; dünyanın en kıymetli arazilerinden biri olan o alan için kimin aklında ne var, kim ne planlıyor?” diye.



Hiç eveleyip gevelemeden, hiç uzatmadan soruyorum:

O stadın üzerinde bulunduğu arazinin değeri ne kadardır?

Kaç sıfırlı TL, dolar ya da euro?

Ne kadar? Kaç para?

O arazi için daha şimdiden kimler, neler düşünmeye başlamıştır?

O arazinin üzerine kondurulacak herhangi bir proje, ne boyutta bir ekonomik rant yaratacak ve buradan elde edilecek kâr kimlerin cebine girecektir?

Bunlar herkesin aklına gelen, soyut gibi görülebilecek, ‘genel’ sorular.



Soruları ‘şimdilik’ teke indirip somutlaştırayım, netleştireyim:

Mesela, dünyaca ünlü bir Amerikan yatırım ve inşaat firması...

Mesela, İstanbul’un yine çok değerli bir arazisini birkaç yıl önce ihale yoluyla alıp, üzerine ‘birkaç milyar Dolar’lık muazzam bir konut projesi inşa eden yerli bir ortak ile...

Mesela, Dolmabahçe’deki o kupon arazi için daha şimdiden çok özel bir proje üzerinde çalışmaya başlamış olabilir mi?

Hatta mesela, aracılar vasıtasıyla, resmi makamlar nezdinde girişimler için arayış içine daha şimdiden girmiş olabilir mi?



Muhtemelen yoktur ne böyle bir yabancı firma, ne muhtemel yerli ortak, ne böyle bir proje, ne de bu tür girişimler, arayışlar.

Muhtemelen yazanın hayal gücünün ürünü ya da paranoyak ruh halinin yansımasıdır tüm bunlar.

Yoktur yani bu işin içinde bir rant planı.

Yoktur da...

Dedim ya;

İnsanın aklına geliveriyor işte.

İnsan ister istemez merak ediyor, düşünüyor.

Şeytanın işi yok, dürtüyor işte.



KEŞKE...

Atasözleri ve vecizeleri, sadece duruma göre ve işimize geldiğinde hatırlamasak...

Yazının devamı...

Şam kararı geç açıklandı çünkü...

Türkiye, Şam Büyükelçiliğini geçici olarak kapattı, Şam Büyükelçisi’ni Suriye’den çekti.

Büyükelçi Ömer Önhon, siz bu yazıyı okurken Ankara’ya ya dönmüş olacak ya da dönmek üzere yolda.

Büyükelçi’nin çekilmesi haberi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın Seul temasları sırasında resmen açıklandı ama Erdoğan ‘tahliye talimatı’nı Güney Kore yoluna çıkmadan önce, İstanbul Atatürk Havalimanı VIP Salonu’nda vermişti...

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Başbakan’a son durumu aktardı, aldığı tahliye talimatını da hemen telefonla Şam’da bulunan Büyükelçi Önhon’a iletti.

Tahliye süreci, işte bu telefonla resmen başladı. Mümkün olduğunca sessiz sedasız ve güvenlik öncelikli bir şekilde.



Ankara aslında, Şam Büyükelçiliği tahliye planını çok önceden yapmıştı.

Şam sokaklarında tansiyonun yükseldiği, gösterilerin Türk Büyükelçiliği’nin önüne taşındığı günlerde...

Ancak Türkiye, aynı Libya’da olduğu gibi, bıçağın kemiğe dayanma noktasına kadar sabretmeyi tercih etti.

Büyükelçi Önhon ve elçilik personelinin eş ve çocukları daha önceden Türkiye’ye dönmüştü.

Ömer Önhon da, kriz sürecinde sık sık Ankara’ya gelmiş, son olarak MGK toplantısı için geldiğinde uzunca bir süre Türkiye’de kalmıştı.



Gelinen noktada Şam’daki ortamın gitgide daha da güvensiz hale gelmesinin yanı sıra...

Bu Pazar (1 Nisan) İstanbul’da “Suriye Dostları” toplantısı var.

Türkiye, bir kez daha Esad rejimi muhaliflerine ev sahipliği yapacak.

Yani Ankara, Şam yönetimi karşıtı kampın lideri konumunda.

İşte böyle bir ortamda, Türk Büyükelçinin Şam’da kalmaya devam etmesi, siyaseten ve diplomatik olarak uygun olmamasından öte, güvenlik açısından da çok büyük bir risk anlamına gelirdi.

Dolayısıyla Ankara artık düğmeye basmalıydı ve bastı.



Başbakan Erdoğan, Cuma akşamı (23 Mart) Seul’e hareketinden önce verdi tahliye talimatını ve uçağa öyle bindi.

Türkiye’den bir feribot Lübnan’a gitmek için demir aldığında; Şam Büyükelçisi Ömer Önhon, elçilik personeli, son dönemde sayıları artırılmış olan Polis Özel Harekat timleri, zırhlı araçlar, diplomatik envanter ve Türkiye’ye getirilmesi gerekli bütün resmi evrak da karayolu ile Şam’dan Lübnan’a hareket etmişti bile.

Yani Başbakan Seul yolundayken Şam’dan tahliye operasyonu başlamıştı...



Şam Büyükelçiliği’nin geçici olarak kapatılması kararı, tahliye operasyonu başladıktan yaklaşık 48 saat sonra resmen açıklandı.

Resmi açıklamanın geç yapılmasının öncelikli gerekçesi ‘güvenlik‘ kaygısıydı.

Açıklama için Büyükelçi ve beraberindekilerin Suriye’yi terk edip güvenli duruma geçmeleri beklendi.

Doğrusu da buydu...

Türkiye’den Lübnan’a giden geminin hangi limana yanaşacağı, Büyükelçi ve diğer personelin Lübnan’da nerede bulundukları, bu ülkeden Türkiye’ye ne zaman, hangi yolla gelecekleri gibi detaylar da hep büyük bir titizlikle ‘gizli’ tutuldu.

Olması gerektiği gibi...

Çünkü Suriye’nin Lübnan topraklarında da ne denli etkin olduğu bir sır değil.



Başta dediğim gibi; Şam Büyükelçiliği’nin tahliye operasyonu, siz bu satırları okurken ya bitmiş olacak ya da bitmek üzere.

Ankara’da görüştüğüm diplomatik kaynaklardan biri, “Bu süreci de sağ salim tamamlıyoruz. Bundan sonra yaşanacak gelişmeler sadece iki ülke arasındaki ilişkilerin değil, büyük ölçüde bölgenin de geleceğini belirleyecek. Ve bu süreç sona erdiğinde, Şam’a ilk dönecek olan yine Türk Büyükelçi olur, kimsenin şüphesi olmasın” diye konuştu.



KEŞKE...

“Öfke gelir göz kararır, öfke geçer yüz kızarır” sözünü hafızadan çıkarmadan yaşamayı becerebilsek...

Yazının devamı...

Suat Kılıç, Hamamönü gensorusu için ne diyor?

Duymuşsunuzdur... Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç hakkında gensoru önergesi verdi.

Bakan Kılıç Ankara’da, Altındağ Belediyesi’nin yürüttüğü Hamamönü ‘Sağlıklılaştırma Projesi’ kapsamında ev satın almış.

CHP, bu alımın düşük bedelle ve belediyenin bürokratına verilen vekâletle yapıldığını, Kılıç’ın siyasetçi kimliğini kullanarak haksız kazanç sağladığı ve fırsatçılık yaptığını söylüyor.

CHP Ankara Milletvekili Levent Gök ve 22 parlamenterin imzasıyla verilen önergede serdedilen görüş, “Evlerin ucuza alınması ve hemen arkasından belediyece restore edilerek muazzam bir bedel artışı sağlanması, siyasi nüfuz kullanılarak haksız kazanç elde edilmesi, hangi evin restore edileceğini bilen projeden sorumlu bir belediye bürokratının bu alışverişe aracı olması, siyasetçiye ve devlete olan güveni büyük ölçüde zedelemiş, siyasetçi, bürokrat ekseninde kurulan işbirliğinin ne denli büyük boyutlara ulaştığını gözler önüne sermiştir” şeklinde.

Genel Kurul’da konuşacağım

Mevzuyu doğrudan Bakan Suat Kılıç’a sordum.

Gayrımenkul alımının, gensoru önergesine konu olmasını yadırgadığını söyledi önce. Ardından da ekledi:

“Önerge Genel Kurul’da (TBMM) görüşülürken çıkıp kürsüden anlatacağım konunun detaylarını.”

Baktım, Bakan Kılıç daha fazla konuşmuyor; çevresinden, konuyu bilenlerden derleyip toparladım ben de Kılıç’ın Meclis’te neler anlatacağını.

‘Kendi paramla aldım’

Suat Kılıç bahse konu evi 2009 yılında satın almış.

Konuyla ilgili olarak yakın çevresine;

- O evi bakan olmadan önce aldığını,

- Her vatandaşın hakkı olduğu şekilde, kendi parasıyla bir gayrımenkul satın aldığını,

- Evin restorasyonunu da yine kendi parasıyla yaptırdığını,

- ‘Haksız kazanç’, ‘fırsatçılık’ gibi suçlamaların, muhalefetin siyasi bir yıpratma çabası olduğunu,

- Bu alımda herhangi bir yolsuzluk, usulsüzlük bulunmadığını söylemiş.

Bakan, gensoru önergesi Meclis Genel Kurulu’nun gündemine geldiğinde, kürsüden, işte bu başlıkları daha detaylı şekilde seslendirecek.



Egemen Bağış ‘espritüel kişilik’ mi?

Avrupa Birliği (AB) Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış ile o çok tartışılan ‘tecavüzcü gazeteci’ ifadesinin detaylarını dün konuşup bu satırlardan aktarmıştım.

O sohbetten bugüne kalan da Egemen Bağış’ın, hakkında özellikle sosyal medyada kullanılan ‘esprili bakan’ tanımlaması ile ilgili görüşleri oldu.

- Yumurtalı protestolar için daha önce “Atmasınlar, menemen yapsınlar” demiştiniz, birkaç gün önce de bir “kadınbudu köfte” benzetmesi geldi. Daha evvel, “Leonardo Da Vinci” espriniz vardı ve twitter’da size “Şakacı Egemen” ismi takılmıştı o espri üzerine... Bu tür açıklamaları bilinçli olarak mı tercih ediyorsunuz?

Bağış benim sorumu - tabiri caiz ise - bumeranga döşütürdü ve “Buna ben cevap vermeyeyim. Siz bir gazeteci, bir iletişimci olarak yorumlayın” dedi.

Şöyle cevap verdim:

- Sanırım bu tür ifadeleri bir ‘siyasal iletişim’ yolu olarak yeğliyorsunuz. Kıbrıs Rum Yönetimi için kullandığınız “23 Nisan çocuğu” sözü ya da Ermenistan’ın Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmama kararı için yaptığınız, “Eurovision’dan değil Karabağ’dan çekilsinler” açıklamaları zihinlerde, hafızalarda yer ediyor. Bana, bu yöntemi özellikle kullanıyorsunuz gibi geliyor.

Bakan Bağış gülerek, “Yaptığınızın, tamamen doğru ve yerinde bir yorum olduğunu söyleyeyim o zaman” dedi ve son bir cümle ile koydu noktayı: “Nüfusu genç bir ülkede, genç bir politikacı olarak farklı ve renkli bir siyasi dil kullanmanın önemli olduğunu düşünüyorum.”



KEŞKE...

İnsanoğlu için bir ‘ego törpüsü’ üretilse...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.