Şampiy10
Magazin
Gündem

4+4+4'ten 8+4'e dönüşte hanımların da etkisi olmuş mudur?

"... Muş’ta yaşayan ve üniversite sınavına kendi çabalarıyla çalışıp ilk 500 arasına girmeyi başaran Rukiye Işık adlı öğrenciyi örnek gösteren Bayan Gül, kendisine mektup yazan bir kızın öyküsünü ise şu sözlerle anlattı: “Birkaç ay önce okulların açıldığı günlerde, Mardin’in Suriye sınırına yakın bir köyünde yaşayan bir kızımız bana mektup gönderdi. Eğitimine devam etmek için benden yardım isteyen bu kızımız, yazdığı mektubu göndermek için bile, Diyarbakır’da yaşayan bir akrabasından yardım almak zorunda kalmış. Çevresindekilerin 'Nasıl sesini duyurabilirsin, sana kim yardım edebilir ki' şeklindeki tüm olumsuz telkinlerine rağmen ümidini kaybetmeyip, okuma arzusuyla tüm imkanlarını zorlayan Nevin bugün eğitimine devam ediyor...”

(24 Aralık 2010 - Meridyen Derneği’nin İstanbul’da düzenlediği “İnsana Yatırım - Global Ölçekte Başarının Teşviki” temalı toplantıda yaptığı konuşmaya ilişkin haberden.)


"... Kız çocuklarından derslerine çok çalışmalarını isteyen Bayan Gül şunları kaydetti: 'Sizlerden bir şey istiyorum. Derslerinize çok çalışın, mutlaka okuyun. Kendinize bir hedef belirleyin ve çıtanızı hep yüksek tutun. Emin olun sizlerin başarısı bizler için en büyük mutluluk olacaktır.' (...) Bayan Gül, 'Bütün çocuklar eğitim alsın' yazan kâğıdı okudu..."

(10 Aralık 2010 - "Adana'da Sevgi Evleri ziyareti"ne dair haberden.)


Yukarıdaki iki alıntı, iki haberden...
O iki haber, Cumhurbaşkanlığı'nın resmi internet sayfasından...

Sayfanın, "Hayrünnisa Gül" başlıklı bölümünden.
"Haydi kızlar okula" ya da "Eğitim her engeli aşar" gibi çok saygın projelere 'anne'lik yapan Hayrünnisa Gül'ün 'eğitim' başlığındaki konuşmalarından sadece iki örnek.

***
Devam ediyorum...
Himayesinde yürütülen, "Ana - kız okuldayız" kampanyasının yanında, her fırsatta kız çocukları ve kadınların eğitim seviyesinin artırılması gerektiğine vurgu yapan Emine Erdoğan'ın sözleriyle devam ediyorum...

***
"... Bugün artık kadınlar, ne ekmek, ne de merhamet istiyorlar. Bugün, dünyanın her yerinde kadınlar, haklarını, en temel insani haklarını, eğitim haklarını, çalışma haklarını, eşitlik haklarını istiyorlar. Kadınlar, her zamankinden çok daha fazla öğrenmek, bilgilenmek istiyor, kendileri için, çocukları için, gelecek nesiller için artık daha fazla eğitim istiyorlar, hayatın her alanındaki etkinliklerde daha fazla söz sahibi olmak istiyorlar. Kadınlar, hibe değil, sadaka değil, insan onuruna yaraşır bir şekilde var olma hakkı istiyor ve artık çok daha güçlü şekilde bunun için mücadele veriyorlar. (...) Ülkemde, benim bizzat öncülüğünü yaptığım bir kampanya ile ülke genelinde 350 bin kadın ve kız çocuğu okulla buluştu, okuma yazma öğrendi.

Türkiyede, son dönemde, (...) oluşan güven ortamıyla birlikte aileler çocuklarını, özellikle de kız çocuklarını okula göndermeme tavrından hızla vazgeçtiler. Kız çocuklarını uzak şehirlere göndermek istemeyen aileler, şehirlerine kurulan okul ve üniversitelere çocuklarını güven içinde göndermeye başladılar. Ülkemde şu anda, özellikle eğitim noktasında yürütülen kampanyalar, geleceğin annelerini eğitiyor ve gelecek nesiller adına umut verici bir tabloyu müjdeliyor."


Emine Erdoğan bu konuşmayı bir yıl önce, 22 Şubat 2011 tarihinde, New York'ta Birleşmiş Milletler Kadının Statüsü Komisyonunun 55'inci oturumunun açılışında, onur konuşmacısı olarak, BM Genel Kurulu'na hitaben yaptı.


Bu konuşmaları şunun için hatırlattım:
Acaba?..

'Eğitimde 4 + 4 + 4 modeli'nin 8 + 4'e dönüşmesiyle sonuçlanan süreçte...

Yani, kamuoyunda ortaya çıkan ve kısa sürede MGK toplantısında devletin zirvesine kadar uzanan hassasiyetin sonuç vermesi sürecinde...

Bir yandan, özellikle kız çocuklarının eğitimine, kendi kızlarınınkinden ayırt etmeden, tam bir anne duyarlılığıyla yaklaşan Emine Erdoğan'ın...

Diğer taraftan, yüksek öğrenime devam etmesinin önüne çıkartılan engeller karşısında; 8 Eylül 1998'de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'ne eşi (dönemin Kayseri Milletvekili Abdullah Gül) ile birlikte giderek isyan eden... Ardından, yüksek öğrenim almak için verdiği haklı mücadelesini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar taşıyan Hayrünnisa Gül'ün,
yukarıdaki aktardığım düşüncelerinin de, dolaylı bir etkisi olmuş olabilir mi?


KEŞKE...

Bir fikri paylaşmak ya da desteklemenin, o fikre karşı çıkmak ya da eleştirmek kadar doğal olduğunu kabul edebilsek...

Yazının devamı...

Hiç sormayın...


Sorsanız; hepimiz, nefret ettiğimizi söyleriz ‘popülizm’den...

Lakin en çok ‘popülizm’ yapanların yazdıkları, söyledikleri hoşumuza gider. En çok primi, en ‘popülist’e yani sadece duymak istediklerimizi söyleyenlere, okumak istediklerimizi yazanlara veririz.



Sorsanız; hepimiz, ‘eleştiri’nin faydalarından, yol göstericiliğinden, gelişime katkısından söz ederiz...

Fakat hiç dayanamayız ‘eleştirilme’ye. Sevmeyiz ‘eleştiren’i. Böyle olmasına rağmen biz eleştiririz. Kıyasıya... Hoyratça...



Sorsanız; hepimiz, ‘anlayış’lı olmanın, ‘tahammül’lü olmanın nasıl büyük bir edrem olduğunu dakikalarca anlatabiliriz...

Ama ‘anlayış’ göstermeyiz en yakınımıza bile. ‘Tahammül’ etmeyiz bizden farklı olana, farklı düşünene.



Sorsanız; hepimiz, “Söz gümüşse sükut altındır”dan girer, “Dinlemeyi bilmek lazım”dan çıkarız...

Ancak dinlemeyiz karşımızdakini genellikle. Dinlesek de ‘gerçek’leri duymaktan hoşlanmayız. Kendi ‘doğru’larımızın dışında söylenen her söze hemen itiraz ederiz.



Sorsanız; hepimiz, ‘demokrasi’nin önemi ve vazgeçilmezliği üzerine nutuklar atabiliriz...

Lakin ‘demokrasi’nin olmazsa olmazları ile karşılaştığımız anda en anti-demokratik tavırları, en acımasız şekilleriyle sergileriz. Farklı fikirleri duymak bile istemeyiz mesela. Ya da azınlık olanın hak taleplerini yok sayar, söz hakkı isteyeni hadsiz ilan ederiz.



Sorsanız; hepimiz, ‘saygı’ isteriz...

Fakat sadece kendimiz için. Sadece bize gösterilmesini bekleriz ‘saygı’nın. Sıra bize geldiğinde, hak görürüz karşımızdakinden ‘saygı’yı esirgemeyi. Muhakkak bir gerekçe üretiriz karşımızdakine ‘saygı’ göstermemeye.



Sorsanız; hepimiz, “Her şey para değil”, “Hayatta maddiyattan daha önemli şeyler var” türünden onlarca cümle kurabiliriz art arda, tek bir nefeste...

Ama - büyük çoğunluğumuz - üç kuruş fazla maddi menfaat uğruna şekilden şekile gireriz. Söz konusu olan para olduğunda, hangimizin omurgasının daha elastik olduğu konusunda amansız bir yarışa tutuşabiliriz hiç tereddüt etmeden.



Sorsanız; hepimiz, ‘dedikodu’nun ne kötü bir alışkanlık olduğunu anlatırız ağzımızı doldura doldura...

Ancak mesela üç kişi bir arada otururken, biri masadan kalktığı anda diğeriyle birlikte, o kalkıp uzaklaşan hakkında atıp tutmaya ba∫larız. Genelde de aynı anda, hemen, aynı süratle.



Sorsanız; hepimiz, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma’nın kötü ve yaygın bir alışkanlığa dönüştüğünden dem vururuz...

Lakin bilmediğimiz konularda ahkam kesmeyi, hatta asıp kesmeyi pek severiz. Bileni yanlış bilmekle itham eder, bilmediğimizi bilmeyiz.



Sorsanız; hepimiz, zor durumdakilere, ihtiyaç sahiplerine, aç - açıkta olanlara yardım edilmesi gerektiğini söyleriz...

Fakat hemen arka sokağımızdaki garibana kafamızı çeviririz. El açanın elini ittiririz. Bir rica ile yaklaşan gördüğümüzde koşar adım uzaklaşır gideriz.



Sorsanız; hepimiz “En önemlisi dürüstlük” deriz...

Ama doğru söyleyeni dokuz köyden kovarız. Sevmeyiz ‘dürüst’çe, açıkça yüzümüze karşı konu∫anı. Buz gibi soğuruz öyle davranandan.



‘Yalan’ı kötüler, yalan söyleriz...

Borç isteyene, farklı yollarla “Hayır” der, aldığımız borcu - en azından zamanında - ödemeyiz.

‘Söz’ verir tutmaz, ‘söz’ verenin tutmasını isteriz.

‘Yaya’ iken araçların yol vermesini ister, direksiyona geçince yoldaki hiç kimseye yol vermeyiz.

Atasözlerinin, özdeyişlerin, deyimlerin hep - ve sadece - işimize gelenlerini kullanırız.



Sorsanız; vefasızlığın, riyakarlığın, iki yüzlülüğün ne denli aşağılık davranış şekilleri olduğu hakkında mangalda kül bırakmayız...

Ancak ‘menfaat’imiz söz konusu olduğunda, değil ‘iki yüz’lü, binbir surata dönüşüveririz çoğumuz.



Sonra da...

Sorsanız; ‘çifte standart’lardan dert yanarız.




Sorsanız...

Hiç sormayın bence!



KEŞKE...

Eleştiri ile hakaret, samimiyet ile hadsizlik arasındaki ince çizgiyi herkes görebilse.

Yazının devamı...

Devlet hangi ölümleri denetler?


Birçok farklı sektör ve kuruma ilişkin denetleme ve inceleme raporları var Devlet Denetleme Kurulu’nun.

Cumhurbaşkanlığı’nın internet sitesinde, “Faaliyetler” ana başlığının altında “DDK Raporları” bölümüne girdiğinizde bulabiliyorsunuz detayları.

Toplam 33 rapor ve rapor özeti var Köşk’ün internet sayfasında, ‘yayınlanması uygun görülen’ ibaresiyle yer alan.

Sektörel ve kurumsal raporların yanında; üzerinde toplumsal hassasiyet oluşan, kamuoyunun tartıştığı, soru işaretli konulara ilişkin olanlar da var bu 33 raporun arasında.

‘Ölümler’, hakkındaki raporlar...

Çok konuşulan, çok tartışılan, kafa karıştıran ölümler hakkındaki incelemelere dair raporlar...



- 2008’de Tuzla tersanelerindeki işçi ölümlerini mercek altına almış mesela DDK.

Raporu www.tccb.gov.tr adresinde...

- 2010 yılında Adli Tıp Kurumu’nun raporlarını masaya yatırmış DDK. Kurumun, 2007-2008 ve 2009 senelerinde düzenlediği ve tartışma yaratan raporlarını.

Devlet adına yapılan denetlemede ortaya çıkartılanlar da yine orada duruyor. Köşk’ün internet sayfasında...



- Geçen yıl, 21 Ocak 2011 tarihli raporu var DDK’nın. Başlığı şu:

“Büyük Birlik Partisi Genel Baskanı Sayın Muhsin YAZICIOĞLU ve beraberinde seyahat eden kisilerin hayatlarını kaybetmesine yol açan 25.03.2009 tarihli helikopter kazasına iliskin arama ve kurtarma faaliyetleri ile kaza nedeninin belirlenmesine dair yurutulen calışmaların yeterliliğinin değerlendirilmesi.“

Gizlilik ve kişisel veri mahremiyeti nedeniyle sınırlı olsa da açıp okuyabiliyorsunuz DDK’nın Yazıcıoğlu raporunu. Listede 30’uncu sırada.

- Maden kazaları var mesela DDK’nın incemeye aldığı ölümler arasında.

32’nci başlık.



Ve güncel rapor...

33’üncü ve (dün itibariyle) ‘DDK Raporları’ bölümündeki son çalışma. Hrant Dink cinayeti raporu...

Raporun konusu şöyle yazılmış internet sayfasında:

“Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fırat (Hrant) DİNK’in oldurulmesi ile ilgili olarak; olay öncesi ve sonrasında yürütülen idari tasarruf ve işlemlerin hukuka uygunluğu ile doğruluk ve yeterliliğinin arastırılması ve incelenmesi ve bu kapsamda AİHM kararlarında da eleştirilen kamu görevlilerinin yargılanması ile ilgili iç hukuk duzenlemelerinin geliştirilmesi amacıyla konu ile ilgili mevzuatın genel bir değerlendirmesinin yapılması.”

Bu rapor da ‘sınırlı’ şekilde paylaşıldı kamuoyu ile. Büyük bölümü ‘gizli’.



Şimdi...

Neden yazdım biliyor musunuz bütün bunları?..

Şu soruyu aktarabilmek için...

Benim değil soru. Şengül Hablemitoğlu’nun.

18 Aralık 2002 akşamı, Ankara’da evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun eşinin...

Dokuz yıldan fazla zaman geçti Hablemitoğlu suikastının üzerinden.

Ve o günden bugüne iki kızı ile birlikte yaşama tutunan Şengül Hablemitoğlu dün twitter üzerinden bir kez daha haykırdı...



Sordu yaşayan Hablemitoğlu:

“Devlet Denetleme Kurulu’nun Hrant Dink raporu yayınlanmış (...)

Muhsin Yazıcıoğlu için de el atan bu Kurul, dosyası olmayan Hablemitoğlu cinayetine neden el atmaz?

Bu ilgiye mazhar olmak için kaşımızın gözümüzün rengi mi önemli yoksa başka özellikler mi gerekiyor?”

Ve sorularının ardından isyanı geldi Şengül Hablemitoğlu’nun:

“Hablemitoğlu deyince ortalığa çıkıp anlatacak kimse de olmayınca kim bakar gözümüzün yaşına!!! Yazıklar olsun...

Diliyorum ki, Hablemitoğlu’nun akan kanı buna karışanların ve ilgisiz kalanların belası olsun !!!”



Twitter’da bu mesajları okuduktan sonra aramayı düşündüm Şengül Hablemitoğlu’nu. Vazgeçtim sonra. Aramadım.

Yukarıdaki satırlardan daha ‘hakiki’, daha ‘içten’ ne söyleyebilirdi ki zaten telefonda?

Geçen dokuz senede göz pınarları kurumuş olsa da, bir ihtimal, gözyaşlarının eşlik edeceği bir ses duymak istemedim belki de...



Hablemitoğlu bir örnek sadece...

Devlet Denetleme Kurulu’ndan medet ummak da sembolik bir mesaj.

Asıl beklenti, asıl istenen, özlenen; devletin bu tür karanlık suikastları aydınlatması. Bunca zamandır çoktan aydınlatmış olması...

Yazının devamı...

Demirören ve Tüzmen’den ilk mesajlar

Futbol Federasyonu’nun yeni başkanı kim olacak?

Adaylar belli oldu.

En kuvvetli aday Beşiktaş Kulübü ve Kulüpler Birliği Vakfı Başkanı Yıldırım Demirören gibi görünüyor.

Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) 27 Şubat’ta yapılacak olağanüstü genel kurulunda başkan adayı olduğunu dün resmen açıklayan sürpriz ve öne çıkan ikinci isim ise Kürşad Tüzmen oldu.

Bana düşen de bir gazeteci olarak her iki adayı da arayıp, ilk mesajlarını almak oldu.

Tüzmen: “Başbakan ile görüşeceğim”

Aday olduğu haberini duyunca, eski bakan Kürşad Tüzmen’i aradım önce.

“Nereden çıktı bu adaylık?” diye sordum... Gülerek, “Arkamdan ittirdiler...” dedi Tüzmen. Espri ile karışık bu girişin ardından, Kürşad Tüzmen’e, adaylığının öyküsünü ve konuyu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşüp görüşmediğini sordum.

İşte ‘sporcu’ Tüzmen’in telefonda söyledikleri:

- Sporun, futbolun ağabeyleri ittirdi beni böyle bir adaylığa. Bir değerlendirme yaptık; “Bu zor durumdan sen çıkarabilirsin Türk futbolunu” dediler. Çok ani oldu. Benim için de ani oldu. E, biz de zor işlerin adamıyız tabii... Tamam dedik nihayetinde. Sayın Başbakanımız ile görüşeceğim... Daha önceden genel olarak Türk sporu ve Türk futboluna ilişkin görüşmelerimiz olmuştu ama şimdi tabii bu özel duruma ilişkin bir görüşme yapmamız gerekecek... Dediğim gibi çok ani oldu. Hayırlısı bakalım; Sayın Başbakanımız ile görüşüp, konuşacağız...”

Demirören: “Güçlü bir yönetim kurup UEFA ile masaya oturacağız”

Ve Yıldırım Demirören...

Adaylık başvurusunu yaptıktan sonra Demirören’i de aradım.

“Şu an için diğer adaylardan sadece biriyim” diye başladı söze Yıldırım Demirören.

Sadece Süper Lig kulüplerinin değil, Bank Asya Birinci Lig’den amatör kulüplere kadar herkesin ortak teveccühü ile göreve gelmek istediğini söyledi.

“Çünkü” dedi ve devam etti:

- Güçlü bir yönetim ile gelmek istiyoruz. Güçlü olalım, herkesin desteğini arkamızda hissedelim zira bu süreçte hepimiz için, taraftarlar için, kulüplerimiz için, Türk futbolu için uğraşmak istiyoruz.

Daha önce “Fenerbahçemiz” ifadesini kullanan Demirören, kendisine destek vermeyeceğini açıklayan iki kulüp ile ilgili de konuştu:

- Hedefimiz, Türk futbolunu şu an içinde bulunduğu kaos ortamından çıkartmak ve en iyi şekilde yönetmek. Biz bu süreçte, Galatasarayımız ve Bursasporumuz gibi diğer bütün kulüplerin de başkanı, yönetimi olmak istiyoruz. Tek hedefimiz bu kaosu, kimse üzülmeden, kimse yara almadan, Türk takımları, Türk spor kamuoyu, taraftarlar üzülmeden ortadan kaldırmak. Türkiye’de insanların kaybettikleri futbol sevgisini, futbol aşkını onlara tekrar kazandırmak istiyoruz.

Pekiyi ya UEFA ve FIFA meselesi?..

- UEFA ve FIFA ile yaşanan süreci, TFF’nin yeni yönetiminin kuracağı diyalogla, akılcı, sağlıklı ve en iyi şekilde çözmek için yola çıkıyoruz. Bu süreçte, kurulları değiştirmekten yana değilim, kurul üyelerini değiştirmek bu süreci olumsuz etkileyebilir. Ama yönetim kurulunu çok titiz bir çalışma ile belirleyeceğiz. UEFA ve FIFA ile yeniden masaya oturacağız. Sayın Aydınlar yönetiminin bazı çalışmaları oldu ama bizim yeni çözüm önerilerimiz ve formüllerimiz var. Türk futbolunu içine düştüğü, içinde bulunduğu durumdan çıkarmak için gecemizi gündüzümüze katacağız. UEFA ve FIFA ile bir kavga değil, uzlaşı ortamı oluşturarak süreci yöneteceğiz.

Beşiktaş’ta ne olacak?

Yıldırım Demirören’in TFF Başkanlığına aday olması ile birlikte, Beşiktaş cephesi de hareketlendi.

Demirören’in bu konudaki değerlendirmeleri ise şöyle:

- Dokuz sene başkanlık yaptım Beşiktaş’ta. Dört yıl aktif yöneticiliği de ekleyin; 13 sene gibi bir süre... Çok güzel, çok mutlu günlerimiz geçti bu süre içinde. Birçok başarının, mutluluğun yanında, tabii ki hatalarımız da oldu bu süreçte. Ama unutmayın, çalışan insan hata yapar. Çalışmazsanız, hata da yapmazsınız. Biz camiadan öte, bir aileyiz Beşiktaş olarak. Şimdi ayrılmak elbette hiç kolay değil. Beşiktaş Kulübü yeni başkanını seçer. Beşiktaş Genel Kurulu o eşsiz sağduyusuyla, kendi kararıyla, öz iradesiyle seçer yeni başkanını. Allah hepimizin yardımcısı olsun. Hem Beşiktaşımın hem Türk futbolunun.

Yazının devamı...

Bir dönem Osman Öcalan’ın yakın koruması kimdi?



Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) terör örgütü PKK’nın içine ajanlarını yerleştirmesi...

İstihbarat elemanlarının PKK’nın şehir yapılanması olarak adlandırılan KCK’nın da içine sızması...

Son dönemin gündemindeki konu bu. ‘Haber’ demiyorum, ‘konu’ bu. Çünkü aslında bu durumun ‘haber’ niteliği yok.

Birçok kişi bu durumu; ‘ilginç’, ‘yeni’ ya da ‘çarpıcı’ bir gelişme olarak görüp, öyle değerlendiriyor ya... Asıl ‘ilginç’, asıl ‘çarpıcı’ olan bu bence.

Neden böyle söylediğimi sadece bir örnek ile izah edeyim:

90’lı yılların başı...

Sonradan örgüt ile yollarını ayıran Osman Öcalan’ın Kuzey Irak dağlarında aktif olduğu dönem...

Örgüt liderinin kardeşinin bir yakın koruması var. Kara yağız bir genç... Osman Öcalan’ın canını emanet ettiği iki kişiden biri.

Kim biliyor musunuz?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir üsteğmeni!

Güneydoğulu, Kürtçesi en az Türkçesi kadar iyi bir üsteğmen.

Değil örgütün içine sızmak, lider kadronun kalbine yerleşmiş bir istihbaratçı. Bir yıldan fazla süreyle Osman Öcalan’ın yakın koruma görevini yürüten, Türk Ordusu’nun bir üsteğmeni...

MİT’ten değil, askeri istihbarattan.

Zaten bir farkı da yok. Çünkü yapılan, devlet adına gizli bir istihbarat görevi.

Kim olduğunun, şu anda nerede, ne yaptığının bilinmemesi gereken biri o kişi.

Bu sadece bir örnek. Benim bildiğim tek bir örnek.

Yani...

Son dönemde gündeme gelen yeni bir konu değil...

Yeni olan maalesef bu çalışmaların, üstelik de ajanların kimlikleriyle birlikte deşifre olması.

Yeni ve vahim olan bu.



Birand, Akar’a bir cevap vermeli

Rıdvan Akar, CNN Türk’te yayına giren 28 Şubat Belgeseli ile ilgili bir yazı yazdı birkaç gün önce.

Daha doğrusu yıllarca birlikte çalıştığı Mehmet Ali Birand hakkındaydı kaleme aldığı yazı.

Birand’ın adını vermemeyi tercih etmiş Rıdvan. Bence doğrudan, isim vererek yazmalıydı ama kendi tercihi elbette... “Patron” diye anmış yazısı boyunca hedefine yerleştirdiği kişiyi.

Detaya girmeyeceğim... Zaten yazının son bölümüne baktığınızda gerek de yok ayrıntı vermeye:

“... O belgesele ter akıtanların hakkı artık beklemez. Sustukça muhatabınızın cüreti artmış, sizi ‘uysal koyun’ sanmıştır. Yapılanın adını koyarsınız. Bu bir emek ..rsızlığıdır.

Pardon! Kelimeyi tamamlamayı unutmuşum. Okuyucu da ‘bu noktalar ne ola ki hırlı mıdır, hırsız mıdır’ diye merak edebilir. ‘A’ ekleyecektim. Yapılanın adı EMEK A’RSIZLIĞIDIR...”

Bu cümlelerle biten Rıdvan Akar imzalı yazıya, muhatabı M. Ali Birand’dan dün öğleden sonraya kadar herhangi bir yanıt, bir tepki gelmemişti.

Hem bir okur ve izleyici hem de bir meslektaş olarak Birand’ın Akar’a bir yanıt vermesini bekliyorum doğrusu.

İster kamuoyu ile paylaşır yanıtını, ister ‘Rıdvan’a özel’ verir. O kendi bileceği iş. Ama bir cevap vermeli.

Sonrası da Rıdvan’a kalır. İster açıklar aldığı yanıtı, ister içeriğini kendine saklayıp, cevap aldığını duyurmakla yetinir.

Beni; hem bir okur ve izleyici hem de bir meslektaş olarak ilgilendiren şu:

Yıllarını emek yoğun bir mesai içinde geçirmiş böyle bir ikili gerçekten bu noktaya gelmiş midir?

Eğer öyle ise neden, nasıl ve ne(ler) uğruna?..

“Sana ne bunlardan?” demeyin lütfen.

O belgeseli büyük bir beğeni ile takip eden bir izleyici ve hem Birand’ın hem Akar’ın bir okuru olarak ne olup bittiğini bilmeye hakkım var.

Ayrıca... Bir meslektaşları olarak; meslek ve sektör adına, işin aslını öğrenmek sadece benim değil bu alanda çalışan ve çalışmayı planlayan herkesin hakkı.

Ve işte bu nedenle, sadece benim değil hepimizin, “Mehmet Ali Birand, Rıdvan Akar’ın iddia ve ithamlarına herhangi bir yanıt vermedi mi?” diye sormamız, bu meseleyi merak etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Yazının devamı...

Atakan’ın hediyesi Portekiz’den geldi

Portekiz’deydik Pazar gününden düne kadar.

Beşiktaş’ın UEFA Avrupa Ligi’ndeki Braga mücadelesi için.

Maç sabahı telefonum çaldı. Kardeşim arıyordu Ankara’dan...

“Abi be...” dedi, “İnşallah bu akşam kazanacağız...”

“İnşallah” dedim.

Bige devam etti:

- Bizim Kartallar, Türkiye’ye hediye edecekleri mutluluğun yanında, bir güzellik daha yapsalar... Yavru Kartal Atakan için bir forma imzalasalar... Hem Atakan’ı hem de Gamze’yi ayrıca mutlu etseler nasıl olur? Ayarlar mısın sen böyle bir sürpriz?..

Bige’nin bahsettiği Yavru Kartal, Gamze Akbaş’ın gelecek ay üç yaşına basacak olan oğlu Atakan’dı.

Yukarıdaki fotoğrafta Beşiktaşlı babası Emrah ile birlikte Siyah - Beyaz formalar içinde gördüğünüz ufaklık.

Gamze Akbaş’ı biliyorsunuz artık...

“Seyahate giden anne gibiyim” başlığıyla yazdığı, adeta bir vasiyet niteliğindeki o içimizi titreten yazısıyla Türkiye’nin tanıdığı Gamze Akbaş’ı...

İzmir’den, ama asıl bir annenin yüreğinin ta derinlerinden gelen sese duyarsız kalmadı Türkiye.

Lösemi; O’nu evladından, ailesinden koparamasın diye uğraşıyor Türkiye şimdi. İhtiyaç duyduğu ilik nakli için uygun donör arıyoruz hep beraber.

Ve inanıyoruz hepimiz... Bulacağız o uygun iliği.

Kurtulacak Atakan’ın annesi. İnanıyoruz hepimiz...

Galibiyetten önemlisi işte bu duyarlılık


Telefonu kapattım, “Hayırdır, konu ne?” sorusunu duydum. Soruyu soran az ileride oturan Yıldırım Demirören’di.

Anlattım mevzuyu... İlk sözü, “Hemen... Tabii ki... Dönüşte uçakta halledin” oldu Demirören’in. “Allah evladına bağışlasın o anneyi, Allah şifa versin” diye de ekledi.

Beşiktaş Başkanı’nın bu sözlerini, Yönetim Kurulu Üyesi Cengiz Zülfikaroğlu‘nun “İstanbul’a dönüşte, uçakta imzalatırız Yavru Kartal’ın hediyesini. İnşallah iyileşir annesi” cümleleri takip etti.

Beşiktaş rakibi Braga’yı 2 - 0 yendi. Portekiz’den mutlu döndük. Sahada ter döken futbolcular da, İstanbul’a dönüş uçağında imzaladı Yavru Kartal Atakan’a gidecek hediyeyi.

Fotoğraftaki de, işte o forma...



Acının rengi olmaz

Baba-oğul Akbaşlar Beşiktaşlı olduğundan, çorbaya küçücük bir tutam tuz katmak bizlere kısmet oldu. Emrah ve Atakan Akbaş başka renklere gönül vermiş olsalar, bizim yerimize farklı camialardan dostlarımız yapacaktı aynısını.

Acının rengi yok çünkü...

Geçmişte de yaşadık farklı birçok örnek.

Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar olarak birçok eksiğimiz, birçok yanlışımız, birçok kötü huyumuz olabilir ama üzücü gelişmeler karşısında hep beraber dağlanır bizim yüreklerimiz.

Acılarda “bütünleşme”yi biliriz biz.

Son örnek de Gamze Akbaş işte...

Kanı ‘Siyah - Beyaz’ akanlar da donör olmak için koşuyor hastanelere, ‘Sarı-Lacivert’, ‘Sarı-Kırmızı’, ‘Bordo-Mavi’, ‘Yeşil - Beyaz’ olanlar da.

‘Kırmızı’ kanlar doluyor tahlil tüplerine, ‘Ak’başların geleceğini ‘Beyaz’a boyayabilmek umuduyla.



Sosyal medyanın gücü

Kardeşim Bige, kendisi gibi ‘yeni anneler’in buluştuğu bir internet sitesinde tanışmış Gamze Akbaş ile. Çocuklu hayata ilişkin sosyal bir paylaşım ortamında...

Anneler, tecrübelerini (belki de tecrübesizliklerini) paylaşıyorlarmış bilgisayar ekranları vasıtasıyla. Sonradan babalar da katılmış aralarına. Bir süre sonra, yazışmaların yerini önce telefonlar, ardından da yüz yüze görüşmeler almış.

Gamze Akbaş, 10 ay önce siteye üye olduğunda, “Dert ortağım benim” grubuna şöyle yazmış:

“Kanserdim, yendim, şimdi oğlumun ve eşimin yanındayım çok şükür.”

Ama bu başlığın altında doldurduğu satırlar umut ile umutsuzluğun acı bir harmanı niteliğinde.

“Ya tekrarlarsa kanser? Ya evladım ile birlikte büyüyemezsem?” kaygıları maalesef bir süre sonra gerçeğe dönüşmüş.

Şimdi yeniden tutunmaya çalışıyor anne Akbaş hayata.

Yeniden tutmak için çabalıyor eşinin ve oğlunun ellerini.

Ve işte bir kadının bu mücadelesinde, çağın gerçeği internet ortamı ve sosyal medya, gücünü bir kez daha kanıtlıyor bugünlerde.

Başta Twitter ve Facebook olmak üzere ‘sanal’ alemde, ‘gerçek’ bir dayanışma yaşanıyor.

Çok önemli bir dayanışma.

“Bugün Gamze’ye, yarın belki de bize” bilincini oluşturan bir dayanışma...

Yazının devamı...

Bir ‘duruş’un fotoğrafı



Portekiz

Şu fotoğrafa iyi bakın lütfen...

Bu kareyi, Beşiktaş kafilesini, UEFA Avrupa Ligi’ndeki Braga karşılaşması için Portekiz’e taşıyan özel uçakta çektim.

Futbol ile ilgiliyseniz, hele de Beşiktaşlı iseniz arka sıradaki üçlüyü kolayca tanırsınız.

Beşiktaşlı eski futbolcular Gökhan Keskin, Samet Aybaba ve Metin Tekin‘i yani.

Pekiyi onların hemen önündeki üç kişi?..

Yine futbol ile ilgili, hele de Beşiktaşlı olanların çoğu onları da tanır eminim. Tabii yaşı 50’nin üzerinde olanların işi daha kolay...

Ben yeni nesil ile tanıştırayım onları:

Ön sırada, cam kenarındaki ‘ak saçlı delikanlı’, Lütfü Isıgöllü.

Hemen yanındaki, ön sıranın ortasındaki ‘beyaz saçlı genç’, Tezcan Ozan.

Ve sağdaki, yani Sarı Fırtına’nın önünde oturan ‘az saçlı kaptan’, Sanlı Sarıalioğlu.

Beşiktaş yönetimi, farklı jenerasyonlardan eski oyuncularını yurt dışı deplasmanlarda konuk etmeye başlamış.

Futbol Komitesi üyesi Cengiz Zülfikaroğlu, “Bundan sonra da devam edeceğiz bu uygulamaya” dedi.

Tüm bunları neden yazıyorum biliyor musunuz?

Beşiktaş yarın (bugün) Braga’da kazanır, kaybeder, berabere kalır... Bu değil önemli olan.

Sportif başarı bugün olmaz, yarın olur... Önemli değil.

Önemli olan; Lütfüleri, Tezcanları, Sanlı Kaptanları... Gökhanları, Metinleri, Samet Kaptanları kucaklayan, onlardan kopmayan anlayıştır.

Sadece Beşiktaş’ta, sadece futbolda değil... ‘Hayata bakış’ın bir göstergesi olması açısından önemlidir bu anlayış.

‘Saygı’nın, ‘vefa’nın, ‘geçmişini sahiplenme’nin kanıtıdır bu fotoğraf ile ortaya çıkan anlayış.

‘Rejenerasyon antrenmanı’ türünden ithal terimlerin literatüre girdiği modern futbol çağında, ‘eski jenerasyon‘unu unutmamış Beşiktaş Kulübü.

O altı Beşiktaşlı’nın gözlerinin içindeki tebessümleri görmenin verdiği haz, en gösterişli Avrupa zaferlerinden daha kıymetli benim için.

O altı Beşiktaşlı’nın aralarındaki dostluğa, sıcaklığa şahitlik etmek, (bugünün endüstriyel futbol dünyasındaki ‘duygusuz, renksiz, aşksız profesyonellik’ gerçeğini bir kez daha sorgulama vesilesi olmanın ötesinde) ‘Baba Hakkı‘ların, ‘Çengel Hüseyin‘lerin, ‘Süleyman Seba‘ların, ‘Vedat Okyar‘ların anıları önünde bir kez daha saygıyla eğilmek fırsatı demek benim dünyamda.

O altı Beşiktaşlı’nın, A takım ile idmana çıkan alt yapı oyuncularınınkine benzer heyecanına tanık olmak, inanın sezonu şampiyon olarak tamamlamaktan daha değerli benim açımdan.

(Bu arada, “alt yapı” demişken... Beşiktaş’ın alt yapısından, Futbol Okulları Genel Direktörü Ufuk Pak da Braga uçağındaydı. Bu da bir ilkti. Efsane teknik direktör Serpil Hamdi Tüzün‘ün yardımcılığını yapmış olan Pak’ın katılımıyla, ilk kez bir alt yapı hocası da takımın yurt dışı deplasman kafilesinde yer almış oldu.)

Bir kulübü kulüp, bir kurumu kurum yapan, yapacak olan...

Bir insanı, bir kulübü, bir kurumu diğerlerinden farklı kılan da işte bu zihniyet, bu ruh, bu anlayış benim gözümde.

Bana bir kez daha, “İyi ki Beşiktaşlıyım” dedirten de işte bu fotoğrafta ortaya çıkan ‘duruş’ zaten.



Mehmet Demirkol’a not

Yukarıdaki fotoğrafın taşıdığı anlamın, ifade ettiği gerçekliğin altını çizerken, bir yandan da bazı yazar ve yorumcuların zaman zaman ‘karaladıkları’nı düşündüm.

Mesela spor yazarı Mehmet Demirkol’un son dönemde Beşiktaş ile ilgili söylediklerini, kaleme aldıklarını...

Beğenmemek, eleştirmek herkesin hakkı elbette. Demirkol’un da öyle.

Sorun, eleştirirken kullanılan üslup.

Doğruya doğru, geçmişte Twitter üzerinden kendisine yönelik çok ağır ithamlarda bulunan bir kişiye Direkt Mesaj yoluyla yazdıkları ile (gerçi sonradan özür dilemişti) kıyaslandığında Demirkol’un üslubunda ciddi bir düzelme olduğu söylenebilir ama yine de ‘eleştiri’ önyargı ürünü olduğunda kıymetsizleşiyor.

Neyse... Uzatmayayım.

Mehmet Demirkol ve benzer üsluba sahip kişilerin, şu yukarıdaki fotoğraf ile bir kez daha kendini gösteren anlayışı idrak etmesini beklemek hata zaten. Ve tabii ‘Beşiktaşlılık duruşu’nu da.

Yazının devamı...

Umarım Fidan gitmemezlik etmez

Kanadoğlu’ndan çarpıcı yorumlar

Ankara’da, tam tabiriyle, her kafadan bir ses çıkıyor. Bilgi bombardımanı mı demeliyiz yaşanana, yoksa bilgi kirliliği mi; bilinmez...

‘Bilinmez’lerden müteşekkil bu ortamda, “Sizce neler olup bitiyor?” sorusunu ‘bir bilen’e sormak istedim.

Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu‘nu aradım.

“Eldeki verilerle resmin tümünü görmek mümkün değil” diye başladı söze Kanadoğlu.

Dolayısıyla; resmin tümünü değil ama dün öğleden sonraya kadarki veriler ışığında görülebilen kısmını konuştuk Sabih Kanadoğlu ile...

Şöyle ki...

Kanadoğlu ile telefon röportajı yaptığımız sırada durum şuydu:

- MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşmek üzere Çankaya Köşkü’ne çıkıyordu.

- Adalet Bakanı Sadullah Ergin Başbakanlık binasındaydı.

- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuyla ilgili sessizliğini koruyordu.

- Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Bir hukukçu olarak soruşturmanın mantığını anlamış değilim. Ortada işlenen bir suç yok, yapılan vazife var” diyerek tavrını açıkça ortaya koymuştu.

- Özel Yetkili Savcı’nın telefonla davet ettiği isimlerden hiçbiri henüz Beşiktaş Adliyesi’ne gitmemişti.

Kanadoğlu’nun tabiriyle, “eldeki veriler” işte bunlardı...

Hangi sıfat ile çağırıldılar?

Yargıtay Onursal Başsavcısı Kanadoğlu, “MİT Müsteşarı, eski Müsteşar ve eski Müsteşar Yardımcısı’nın hangi sıfat ile çağırıldığı çok önemli” dedi.

Sonra da şöyle devam etti:

- Biliyorsunuz, Sayın Müsteşar’ın ifade vermesi konusunda, “Başbakan’ın izni gerekir mi, gerekmez mi?” tartışması var. İşte bu noktada belirleyici olan, sözkonusu yetkilinin hangi sıfat ile davet edildiğidir. Eğer ‘şüpheli’ sıfatı ile çağrılıyorsa, o zaman savcı, 250’inci maddede sayılan katalog suçlar kapsamında bir soruşturma yürütüyor demektir ki, bu durumda Başbakan’ın izin vermesi şartı yoktur.

Kanadoğlu, yakın geçmişten bir hatırlatma da yaptı bu noktada:

- 250’inci maddede tek istisna var. O da, “Yargılaması Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’da yapılacaklar açısından bu madde geçerli değildir” deniyor. Ama eski Genelkurmay Başkanı (İlker Başbuğ’u kastediyor) hakkındaki olay bile özel yetkili savcılık ve mahkemede yürüyor. Oysa o soruşturmada Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, kovuşturma aşamasında da Yüce Divan’ın yetkili olması gerekiyordu. Ama uygulama bu şekilde olmadı.

Sabih Kanadoğlu, yukarıdaki tespitleri yaptıktan sonra yaşananlar için, “Aslında ortadaki durum, baştan sona en hafif tabiriyle içler acısı” dedikten sonra şöyle sürdürdü sözlerini:

- Bu son olay, 250’nci maddenin bu şekilde düzenlenmiş olmasının ne kadar yanlış olduğunun da son kanıtı oldu. Şimdi iktidar kanadından gelen değerlendirmelere bakıyorum (Başbakan Yardımcıları Bülent Arınç ve Bekir Bozdağ’ın açıklamalarını kastediyor) ve doğrusu şaşkınlık içindeyim.

- Neden?

- Nedeni şu... Eğer bir hukuk devletiyseniz, şu anda sizin yarattığınız hukukun uygulanması değil midir bütün bu yaşananlar? Ayrıca, geçmişte, eleştirilebilecek, eleştirilmesi gereken birçok uygulama yaşandı. O uygulamalarda hiç sesinizi çıkartmıyordunuz. Şimdi ne oldu, ne değişti?

İki ihtimal çıkar

- Duayen hukukçu Kanadoğlu’na, “Peki bütün bu tartışmaların dışında, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Özel Yetkili Savcı’nın davetine icabet etmezse ne olur?” diye sordum.

- “Gitmeyeceğim” dememesini dilerim. Çünkü o zaman iki ihtimal çıkar önümüze. Birincisi, savcı, Müsteşar Fidan hakkında ‘yakalama kararı’ çıkartır... O zaman ne olur, bir düşünün.

- İkinci ihtimal nedir?

- O da en az ilk ihtimal kadar vahim... İkinci ihtimal şu: Hakan Fidan ifade vermeye gitmez ve hiçbir şey olmaz. Eğer bu ihtimal gerçekleşirse, yargı büsbütün yok olur. Zaten şu anda da var mı, yok mu tartışılır ama eğer böyle olursa tamamen yok olur yargı. İşte bu yüzden diyorum, “Umarım gitmemezlik etmez” diye.

HSYK devreye girebilir

“Ortada kesinlikle çok tatsız, çok can sıkıcı bir durum var” diyen Sabih Kanadoğlu “Sorumluluk Yürütme’dedir” notunu düştü ve çok kritik bir olasılığa dikkat çekti:

- Yürütme, ki HSYK eliyle yargıya egemendir, bu soruşturmanın savcısı ile ilgili bir tasarrufta bulunur mu? Tıpkı, geçmişteki bazı örneklerde olduğu gibi... Hoşuna gitmeyen, uygun görmediği eylemleri yürüten savcı ve hakimleri işlevsiz bırakma uygulamalarında olduğu gibi yine devreye girer mi? HSYK, bu soruşturmayı, yürütmekte olan savcıdan alıp bir başka meslektaşına verir mi? Bu ihtimali göz ardı etmemek lazım. Böyle bir ihtimal var. Ama eğer HSYK’dan böyle bir müdahale gelirse, o zaman Türkiye’de yargının tamamen yürütmenin egemenliği altında olduğu tescil edilmiş olur. Bakın, “Ortaya çıkar” demiyorum, “Tescil edilmiş” olur diyorum. Çünkü zaten öyle...

Asıl büyük vahamet

Ve son olarak...

Sabih Kanadoğlu, yaşanan gelişmelere, sadece ‘hukuk’ bağlamında değil, ‘bütün’ olarak baktığında ise şu değerlendirmeyi yaptı.

- Şu anda devlet, gerçekte olması lazım gelen o işbirliği ve bütünlüğü kaybetmiş durumdadır. Devlet kurumlar arası işbirliği ve bütünlüğü kaybetmiştir ve Türkiye açısından en büyük felaket budur. Bu ülkede, uzunca bir süredir, “Bu nasıl bir hukuk devletidir?” sorusu soruluyor. Ama artık gelinen noktada, böyle giderse, o soru değil, “Bu nasıl bir devlettir?” sorusu gündeme gelecektir ki, ülke adına asıl vahim olan budur.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.