Şampiy10
Magazin
Gündem

CHP’nin Köşk adayı Baykal olur mu?

“CHP’nin de elbette bir cumhurbaşkanı adayı olacak.”

Bu cümle Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu‘na ait.

Önceki akşam Ankara’daki bir sergi açılışında karşılaştığımız Kılıçdaroğlu’na, cumhurbaşkanlığı konusunun hep Abdullah Gül - Recep Tayyip Erdoğan ekseninde konuşulduğunu hatırlatıp sordum:

“CHP, aday çıkarmayacak mı cumhurbaşkanlığı seçiminde?”

Kılıçdaroğlu net yanıt verdi:

- Cumhurbaşkanlığı konusu hep tek bir isim üzerinden tartışılıyor. Sanki tek aday Recep Tayyip Erdoğan olacakmış gibi... Oysa, tabii ki biz de aday çıkaracağız.

- 2014 Ağustosu’na daha çok var ama kim olabilir CHP’nin cumhurbaşkanı adayı?

- Bir isim belirlemek için henüz çok erken. Daha çok var. Zamanı geldiğinde biz de elbette oturur konuşur, tartışır ve adayımızı netleştiririz.

- Eski genel başkanınız olabilir mi mesela bu isim? Deniz Baykal’ı cumhurbaşkanlığına aday göstermeniz söz konusu olabilir mi?

- Bütün bunlar değerlendirilir. Dediğim gibi şu anda isim bazında konuşmak için çok erken. Herkes olabilir. Günü geldiğinde değerlendirir, karar veririz. Şimdiden bir isim telaffuz etmek, en başta o kişiye haksızlık olur diye düşünüyorum.



Gündeme dair aklımda deli sorular...

Dün gün boyu, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş‘in Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı tarafından ifadeye çağrılması olayını izledik. Bu yeni gelişmeye kafa yorduk. Kafalar gerçekten yoruldu.

O yorgun kafanın içinde uçuşan soruları paylaşmak gerek...

‘Önem sırası’ gözetmeden, ‘ima’ ya da ‘mesaj kaygısı’ taşımadan...

- Fidan, Taner ve Güneş ‘şüpheli’ sıfatı ile mi davet edildiler ifadeye?

- Eğer bu üçlü ‘şüpheli’ ise neden telefonla ve iki gün sonrası için davet edildiler? Bu süre içinde delil karartmaları ya da yurt dışına kaçma ihtimalleri yok mu?

- Eğer bu üçlüye PKK’lılar ile yaptıkları görüşmeler sorulacak ise... Her ne olursa olsun, işe devletin resmi görevlilerinden değil de, terör örgütü üyelerinden başlanması gerekmez miydi? Devlet adına o görüşmeleri yapanlardan önce, teröristlerin yargıya hesap vermesi gerekmez mi? Kendi yetkililerinden önce o PKK mensuplarını bulup, yakalayıp, sorgulamak değil midir devletin görevi?

- Eğer, bir ülkenin istihbarat servisinin başında bulunmuş ve bulunmakta olan yetkililere, “Siz terör örgütünün şehir yapılanmalarına bilgi sızdırdınız mı, onlarla doğrudan ya da dolaylı bir işbirliğiniz oldu mu?” mealindeki sorular yöneltilecekse... Cevabı “Hayır” olsa dahi, bu tür bir sorunun sorulabilmesi bile başlı başına vahim değil midir?

- Fidan, Taner ve Güneş, Özel Yetkili Savcı’ya, “Görevimizin gereği, bu sorduğunuz sorular ‘devlet sırrı’ niteliğinde. Cevap vermemiz mümkün değil” derlerse, Cumhuriyet Savcısı, “Pekiyi, teşekkür ederim” deyip konuyu kapatacak mı?

- Dönemin MİT Müsteşarı ve yardımcısı, Özel Yetkili Savcı’ya, “Biz, diğer kozmik görevlere olduğu gibi, o göreve de doğrudan bağlı bulunduğumuz Başbakan’ın talimatı ile gittik” derse... Hakan Fidan da, “Ben Oslo’ya Başbakan’ın özel temsilcisi olarak gittim” diye eklerse, Cumhuriyet Savcısı nasıl bir tutum sergileyecek? Tabii eğer Fidan ifade vermeye giderse...

- Başbakan Erdoğan’ın, “PKK ile hükümet değil, devlet görüştü” şeklindeki sözlerini bu gündemin neresine koymak gerekiyor?

- Genelkurmay eski Başkanı’nın, ‘silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek’ suçlamasıyla (üstelik de tutuklu olarak) yargılandığı bir ülkede, İstihbarat Teşkilatı’nın başındaki isimlerin (doğrudan ya da dolaylı olarak) silahlı - bölücü bir (başka) terör örgütünün şehir yapılanmasını konu alan bir soruşturmaya iliştirilmesi ne anlama gelir?

- İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat ve Terör şubelerindeki görev değişikliklerinin zamanlamasından işkillenenler paranoyak mıdır?

- “Hakan Fidan’ın eski bir astsubay olmasının yaşananlarla bir ilgisi yoktur değil mi?” diye soranlar espri mi yapmaktadırlar?

- Yaşanan bu gelişmenin ardında; aslında neler, nasıl bir bilek güreşi, nasıl bir güç gösterisi, nasıl bir mesaj, nasıl bir gövde gösterisi var tartışması bir yere varır mı?

- Ülkede uzun süredir yaşanan gelişmelerin asıl amacı zaten hepimizin kafasını işte bugünkü gibi olabildiğince bulandırmak mıdır acaba?

Yazının devamı...

Ankara’da bir garip olay

Şimdi size bir hikaye anlatacağım...

Gerçek bir hikaye... Bir tanıdığın başına gelenler...

Anlatmak kolay olsun diye bu yazıda “Ahmet” diye adlandırayım o tanıdığı.



Bizim Ahmetler’in bir kedisi vardı.

Ailenin 12 yıllık üyesi.

Hastalandı geçenlerde.

Önceki gün de öldü.

Veteriner kliniğindeki ameliyat masasından kalkamadı.

Her evcil hayvan sahibi gibi Ahmet de çok üzüldü kedisinin ölümüne.

Veterinere, Ankara’da hayvan mezarlığı olup olmadığını sordu.

Ülkenin başkentinde bir hayvan mezarlığı yoktu.



Ahmet aldı dört ayaklı dostunun cansız bedenini, çıktı klinikten.

Ailece veda etmek istediler ölen kedilerine.

Nereye gömeceklerini bilemediler...

Eşe dosta sordular. Biri akıl verdi...

Ağaçlandırılmakta olan, yeni bir fidanlıkta karar kıldılar. Uygun bir yere gömmeye karar verdiler kediciği.

Karşıyaka Mezarlığı’nın arka sırtında, çevre yoluna bakan kesimde ve ana yolun hemen kenarında bir gecekondu mahallesi, sözünü ettiğim yer... Ovacık Beldesi.

Adaklık kurban satışı ve kesiminin yapıldığı bir bölge...

Gündüz gözüyle, kendi otomobilleriyle gittiler. Kazma küreği alıp, yolun hemen kenarında, iki ağacın arasına küçük bir çukur açtılar ve vedalaştılar ölen kedileriyle.



Ahmet evine döndü, aradan sadece üç saat geçmişti ki, kapı çaldı.

Gerisini bizim Ahmet’in ağzından dinleyelim:

- Kapıyı açtım, karşımda iki sivil polis... Hakkımda ihbar olduğunu söylediler. İlk anda anlamadım ne olup bittiğini. Konuyu söylediklerinde rahatladım. Anlattım yaptığımızı. Kedimizin ameliyat sırasında öldüğünü, Ankara’da bir hayvan mezarlığı olmadığı için oraya gömdüğümüzü söyledim. Güpegündüz, herkesin görebileceği bir yer olduğunu, gizlimizin saklımızın olmadığını da anlattım.

“O zaman buyurun, önce veterinere gidelim” dediler.

Şaşırdım ama elbette “Tamam” dedim, gittik. Veteriner de şaşırdı yaşanana. Bizim kedinin ‘ölüm raporu’nu aldık veterinerden.

Oradan çıktık, “Kediyi gömdüğünüz yere gidiyoruz” dediler. Yer göstermeye...

Birkaç saat önce bizim kedicik ile vedalaştığımız yere geldiğimizde gözlerime inanamadım.

Her tarafta polis araçları ve farklı birimlerden ekipler vardı.

Terörle Mücadele, Bomba İmha, Olay Yeri İnceleme ve Cinayet Masası...

Bomba imha uzmanları benimle birlikte tam gömdüğümüz noktaya geldi. “Bubi tuzağı olmadığından emin olmamız lazım, prosedür böyle” dediler.

Ben bir yandan olayın şaşkınlığını yaşamaya devam ederken, bir yandan kürekle, kedimizi gömdüğümüz yeri kazdım. Soğuğun etkisiyle, toprak, geçen birkaç saat içinde sertleşmişti. Neyse ki, kumaşa sarıp gömmüştük hayvancağızı. Kazıp çıkarttım.

Herkes rahatlamıştı.

“Olay bitti, artık gidiyoruz” diye düşünürken, zannederim bölgeden sorumlu karakolun polisleri geldi. Konuyu savcılığa intikal ettirmek zorunda olduklarını söylediler. Nöbetçi savcı ile görüştüler. Savcı, polisin kendisine aktardığı bilgilerden sonra ifademe başvurmaya gerek görmemiş.

Bizim masumane ve duygusal ‘kedi cenazesi’ işi, işte böyle bir ‘alarm’a dönüştü ve konu saatler sonra bu şekilde sonuçlandı.



Şimdi...

1.) Anlaşılıyor ki vatandaşta, gördüğü şüpheli bir olayı hemen polise bildirme bilinci oluşmuş. Gayet olumlu bir gelişme.

2.) Ankara Polisi, kendisine gelen ihbarlar konusunda ne denli titiz davranıyor, bu da ortaya çıkmış oldu. İkinci olumlu gelişme.

3.) Demek ki polis, bir otomobilin plaka numarasından yola çıkıp, MOBESE kameraları gibi teknolojik imkanları da kullanarak, istediği kişiye birkaç saat içinde rahatlıkla ulaşabiliyor. (Zaten biliyorduk ama bir kez daha kanıtlanmış oldu.) Bu da üçüncü olumlu gelişme.



Pekiyi o zaman...

Mesela;

Tam da bu olayın yaşandığı saatlerde Ankara’nın göbeğinde, Tandoğan Meydanı’nda çevreye tabanca ile ateş açan iki kişi, olayın ertesi sabahı itibariyle neden hala bulunabilmiş değildi? (Umarım bu satırlar yazılırken o kişilere ulaşılmıştır.)

Hem eş zamanlı hem de son olay olduğu için bu örneği verdim.

Yoksa (sadece Ankara’da değil, ülkenin her yerinde) daha neler var hepimiz biliyoruz.

Faili meçhul kalan olaylar... Kimliği belirlenemeyen şahıslar... İzi bulanamayan kaçaklar... vs... vs...

Yazının devamı...

Orduevleri sivillere de açılacak mı?

Yakında, mevzuatta yapılacak bir düzenleme ile orduevlerinin imkan ve hizmetlerinden siviller de yararlanabilecek.

Ankara’da, hükümet çevrelerinden gelen son ‘hazırlık’ haberi bu.

Konuştuğum bazı isimler, bu konudaki çalışmanın henüz başında olunduğunu söylediler.

Ve şu anda düşünülenin; uygulamaya, ‘bakanlar’dan başlanması, ardından da aşama aşama; milletvekilleri ve diğer sivil devlet memurları ile devam edilmesi olduğunu...

Yani görünen o ki; orduevlerinin kapıları yakında, ilk olarak ‘bakanlar’a açılacak.

Ve tabii bakanların aile fertleri ile misafirlerine de...



Son dönemde gazetelerde yer alan, “Orduevlerinde yeni düzenleme” başlıklı haberleri okumuşsunuzdur.

Detaylarını, uzun uzun tekrar etmeyeceğim...

Özeti;

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) orduevi, askeri gazino ve eğitim tesislerinde artık, ‘subay’, ‘üstsubay’ ve ‘genel’ ayırımı yok.

Hedef; (yayınlanan emirde belirtildiği ifade ile)

“Orduevleri, askeri gazinolar, sosyal tesisler ve TSK özel, özel/yerel, yerel ve kış eğitim merkezlerinde statü farklılıklarının etkisinin en aza indirilerek tesislerden azami ölçüde yararlanılması...”



‘Subay Orduevi’ ‘Astsubay Orduevi’ ayrımı halen devam ediyor ama artık mesela ne oluyor biliyor musunuz?

Şimdi...

Bir orduevinin yemek salonunu düşünün...

Bütün masalar dolu... Köşede, büyükçe (genelde de yuvarlak) bir masa ise boş. Üzerinde ‘General Amiral’ yazıyor.

Salon, dediğim gibi (o masa hariç) tamamen dolu.

Yemeğe gelen ya da gelmek için rezervasyon yaptırmak üzere arayan diğer personele, “Yer yok” cevabı veriliyor ama o masa boş tutuluyor.

Bir general ya da amiralin misafirleriyle birlikte gelmesi ihtimaline karşı...

Bugüne kadarki uygulama bu şekildeydi.

Şimdi ise o masanın da diğerlerinden bir farkı kalmadı. Olay bu...

Önce rezerve ettiren ya da gelen, oturup yemeğini yiyebiliyor artık.

Yani eğer daha önce geldi ya da rezervasyon yaptırdıysa; bir teğmen yemeğini yerken, bir general ya da amirale “Kusura bakmayın, doluyuz, yerimiz yok” denebiliyor.



Orduevleri, askeri gazinolar ve sosyal tesislerden kimlerin faydalanabileceğinin listesi, 20 Ağustos 2000 tarihli yönetmeliğin 3’üncü bölümünün 10’uncu maddesinde yer alıyor.

İktidar kulislerinde konuşulanlara bakılırsa, işte o listede yakında önemli bir değişiklik yapılacak.

Ve yapılacak o düzenlemeyle, artık ailesinde TSK mensubu bulunmayan bir sivil de, kendi ailesi, yakınları ya da konuklarıyla birlikte askeri tesislerden faydalanabilecek.

Tabii, tüm bu haberlerde, genel olarak ‘orduevleri’ ifadesi kullanılıyor ama planlanan bu yeni uygulama TSK bünyesindeki diğer sosyal tesisler için de geçerli olacak.

Dediğim gibi, ‘yeni dönem’ tam olarak hangi tarihte başlayacak henüz belli değil.

Konunun ilgilileri şimdilik, “Yakında” demekle yetiniyor.

Aynı ilgililere sorduğum şu soruya ise sanırım yine şimdilik net bir yanıt alamadım:

“Pekiyi, bu çalışma, TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nde yer alan ‘saç, sakal, kılık, kıyafet’ ile ilgili bölümlerde yeni bir düzenlemeyi de içeriyor mu? Bu başlıklarda da bir değişiklik düşünülüyor mu?..”

Bu sorunun bulacağı yanıt önemli çünkü hepimiz çok iyi biliyoruz ki, konu asıl bu boyutuyla tartışılacak kamuoyunda.

Yazının devamı...

Hakkını helal et Reşo...

90’lı yıllarda yolu Diyarbakır’a düşüp de ‘bizim Reşat’ ile tanışmamış, hatta çalışmamış gazeteci neredeyse yoktur.

NTV’den Uğur (Şefkat) aradı dün. “Bizim Reşo ölmüş” dedi.

Mardin’e giderken, yolda, direksiyon başında duruvermiş kalbi...

İkimizin yaşadığı da ‘bir yakın’ımızı kaybetmiş olma duygusuydu.

Öyleydi de gerçekten Reşo...

Yakınımızdı...





Terörle mücadeleye ilişkin haberlerin, ‘servis edilen Heron görüntüleri üzerinden masa başında’ değil; ‘yerinden’, yaşayarak, iki tarafa da dokunarak yapıldığı günlerdi o günler... Ve işte o yılların ‘emekçi’siydi ‘bizim Reşo’.



Bazen tercümanlığımızı yapardı, bazen kamera asistanlığımızı...

İlk hatırladığım (o dönem çalıştığım ATV’deki kameramanım Ateş Can ile birlikte) sabaha karşı Diyarbakır-Ergani yolundaki kritik bir virajdaki paniğiydi Reşat’ın. 93 yılının başlarıydı sanırım. Saat sabahın 4’üne geliyordu.

Biz iki ‘çömez haberci’, bölge gerçeklerinden bihaber, ısrar etmiştik gece yarısından sonra yola çıkmak için.

Renault 12 station taksisiyle yoldaydık yine.

Dar yolda, sakin ve çok dikkatli şekilde giderken bir anda sonuna kadar basmıştı gaz pedalına. “Ne oluyor?” demeye kalmadan son sürat geçtik yol kenarındaki karaltıların yanından.

Meğer, PKK yol kesmiş... Vadiden çıktıktan sonra söylemişti bize.



Terör örgütünün rehin aldığı askerleri geri alabilmek için, dönemin Refah Partisi Van Milletvekili Fethullah Erbaş ve beraberindeki heyetin PKK’nın Zap Kampı’na gittiğini hatırlarsınız.

95 Eylülü’ydü galiba...

Biz de oradaydık o iki gün boyunca. Murat Karayılan ve Rıza Altun karşılamıştı heyeti Zap’ta.

Gece 10 buçukta başlayıp sabaha karşı 4’e doğru Zap Kampı’nda biten, dağlardaki beş saatlik yürüyüş öncesi, Amediye’ye kadar Reşat ile gelmiştik yine.

İki gün sonra da bıraktığı yerden almıştı Reşo bizi.

Dünya ile bağlantımızın tamamen kesik olduğu o iki günde bizler için nasıl endişelendiği, karşılarken hepimize tek tek sarılışından belliydi.



Uğur (Şefkat), Ateş (Can) ve Sedat (Aral) ile ‘karşı taraf ’taydık bir seferinde de...

94 müydü, 95 mi; Haftanin tarafı mıydı, Hakurk yakınları mı tam hatırlayamıyorum...

‘Peşmergeler’ tarafından karşılanmıştık asfalt yolun bittiği noktada. Köylerine davet etmişlerdi bizi, yemeğe... Yürüyerek 10 -15 dakikada inebileceğimizi söylemişlerdi vadinin içindeki köye.

Biz, “Gitsek mi, gitmesek mi?” diye birbirimize bakınırken, Türkçe, Kürtçe tercümanlığımızı da yapan Reşat’ın, “Köye inersek dönüşümüz gecikir, akşama kalırız, Habur sıkışır, Diyarbakır’a zamanında yetişemeyiz” dediğini hatırlıyorum.

Daveti geri çevirip, gitmemiştik köye...

Yine sonradan söylemişti bize, ‘Isizu’ kamyonettekilerin peşmerge kıyafetli PKK’lılar olduğunu...

Meğer o yüzden, “Geç kalırız” demiş bize.



Özetle...

Kimimizin belki farkında bile olmadan hayatını kurtarmıştır Reşo.

Surdibi’nde en iyi ciğer kebabı nerede yiyeceğimizi ondan öğrenmiştik...

Ya da Türkiye’deki en leziz kuzu haşlamayı, Mardin Otogarı’ndaki sabahçı çorbacısında bulabileceğimizi.

Kimimize ağabeylik, kimimize kardeşlik yapmıştır yıllarca.

Soyadını bile bilmediğimiz; bize şoförlük, kılavuzluk, yarenlik, yoldaşlık yaparken kendi içinde neler yaşadığını umursamayı aklımıza bile getirmediğimiz Reşat...

Bölgedeki şöhretinin bedeli vardı elbette.

Dedim ya, bilmezdik neler yaşadığını ama bir dönem, örgüt tarafından ‘istihbaratçı’ diye damgalandığını, istihbaratın ise ‘örgüte yakın’ diye rapor ettiğini duymuştum o yıllarda.

Mardinli diye kalmış aklımda... Derik’ti galiba memleketi.

Önemi yoktu benim için nereli olduğunun. Kürt müydü, Arap mı, Türk mü; hiç önemsemedim.

‘İnsan’dı çünkü ‘bizim Reşo’.

Kaderde bir gazete köşesinden helallik istemek varmış Reşat’tan.

Hepimiz üzerinde hakkın vardı Reşo... Hakkını helal et. Mekanın cennet olsun...

Yazının devamı...

CHP’de de ‘3 dönem’ sınırlaması geliyor



Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 26 Şubat’taki Olağanüstü Kurultayı seçimli mi olacak?

Ana muhalefetin gündemindeki soru bu.

Cevabı hemen vereyim; “Hayır.”

Kurultayın gündeminde seçim yok.

Peki ne var?

Tüzük değişikliği.

Üstelik, Kılıçdaroğlu’nun kurmaylarının tabiriyle, bu kurultayı isteyen muhaliflerin taleplerinin ötesinde, çok daha geniş kapsamlı bir tüzük tadili geliyor.

Genel Merkez’den dün akşam üstü itibariyle aldığım haber bu.

Detayları ise şöyle haberin:

- Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibi aslında Temmuz ayında hayata geçirmeye hazırlanıyordu yeni tüzüğü. “Şimdi, beş ay öne, Şubat’a çekmiş olduk” diyorlar.

- Örgütlere daha fazla hareket imkanı sağlayan,

- Ön seçimi öne çıkaran,

- Oyu düşen örgütlerin, genel başkan da dahil, gözden geçirileceği bir yapı.

Ve belki de en önemlisi, geçen yıl yaz aylarında gündeme gelen ama sonradan unutulup giden ‘üç dönem sınırlaması’ yer alacak yeni tüzükte.

CHP’de; genel başkanlık, milletvekilliği ve belediye başkanlığı üç dönem ile sınırlanacak.

İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nde olduğu gibi...



Tepkiler bana umut verdi

Cuma günü “Büyüklük ve farklı olmak aşağılamak değildir” ( http://haber.gazetevatan.com/Haber/427171/1/Gundem ) diye yazdım ya...

Yıldırım Demirören’in (Kulüpler Birliği Vakfı Başkanı sıfatıyla) “Fenerbahçemiz” ifadesini kullanmasından yola çıkarak, “Keşke Beşiktaş Başkanı olarak da bunu söyleyebilse, hatta keşke herkes bunu yapabilse...” dedim ya...

Twitter’dan ve elektronik posta yoluyla yüzlerce mesaj geldi.

Ve açıkçası, ‘şaşırtıcı’ ama bir o kadar da ‘memnuniyet verici’ olan, mesajların büyük çoğunluğunun ‘destek’ içeriyor olmasıydı.

Yüzde 30’lar seviyesinde kalan olumsuz tepki ler ise tam da beklediğim şekildeydi.

O üçte biri, sadece Beşiktaşlılar oluşturmuyordu. Fenerbahçeliler ve Galatasaraylılar da kızmıştı.

Küfür yoktu ama kendince hakaret boldu.

Ancak dediğim gibi asıl önemli , asıl umut verici olan, yazıya gelen tepkilerin çok büyük oranda ‘destek’ mahiyetinde oluşuydu.

Türkiye’de insanların hemen her konuda ‘ayrıştığı’ bir dönemde, bu ayrışmanın en ‘sert’ şekilde yaşandığı futbolda holiganizme, düşmanlığa “Dur” denilmesi gerektiği noktasında büyük oranda hemfikir olduğumuzu gördüm ben o mesajlarda.

Taşlı-sopalı, şişeli-döner bıçaklı kavgaların yaşandığı maç sabahları ndan geliyorum ben. Molotoflu şafak baskınlarının gurur meselesi, onur nişanı sayıldığı bir tribün ortamı nda büyüdüm...

Ve işte bu yüzden, yeni neslin de aynı ‘kanlı’ ortamda yetişmesini istemiyorum.

Bir adım ileri gideyim...

Yasa koyucudan, resmi yetkililerden önce; bu konuda, benim gibi, benim kadar fanatiklerin adım atması gerektiği ne inanıyorum.

Fanatizmi; ‘gönül verdiği renklere bağlılık’ boyutunda yaşamaktan söz ediyorum, ‘rakip renklere düşmanlık’ şeklinde değil...

Bu kadar net, bu kadar açık işte.

Yazının devamı...

Büyüklük ve farklı olmak aşağılamak demek değildir


“Bizim sadece BeşiktaşıMIZ var!”

Beşiktaşlılar, dün öğleden sonradan itibaren, internetteki sosyal paylaşım ortamlarında hep bu ifadeyi tekrarladılar.

Bir tepki cümlesiydi bu.

Beşiktaş Kulübü Başkanı Yıldırım Demirören’in Ankara’da toplanan Türkiye Futbol Federasyonu Olağanüstü Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma sırasında kullandığı, “Fenerbahçemiz” sözüne tepki...

Beşiktaş’ın Başkanı nasıl olur da bir başka kulüp için “bizim” diyebilirdi !



Yıldırım Demirören’in konuşmasını dinlerken, “Fenerbahçemiz” sözcüğünü duyduğum anda, “İnşallah bir dil sürçmesi değildir” diye geçirdim içimden.

Öğrendim ki, değilmiş...



Bir...

Demirören o kürsüye Beşiktaş Başkanı değil, Kulüpler Birliği Başkanı sıfatıyla çıktı.

Beşiktaşlılığını, bunun yanı sıra Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım hakkındaki ‘kişisel’ duygu ve düşüncelerini yakından biliyorum Yıldırım Demirören’in. Ve işte asıl bu yüzden inanın çok takdir ettim, “Fenerbahçemiz” ifadesini kullanmasını.

Bir insanın, oturduğu koltuğun, taşıdığı sıfatın gereğini yapması mecburiyeti ile karşı karşıya kaldığında duygularından arınabilmesi takdir edilecek bir haslettir çünkü. Bunu herkes başaramıyor, görüyoruz.



İki...

Keşke Demirören, sadece Kulüpler Birliği Başkanı sıfatıyla değil, Beşiktaş Kulübü Başkanı olarak da kullanabilse, “Fenerbahçemiz, Galatasarayımız, Trabzonsporumuz, Karşıyakamız, Altayımız, Vansporumuz, Yozgatsporumuz” vb ifadesini.

Ne var bunda?

Böyle bir tutum sizce Beşiktaşlılığı küçültür mü, yoksa daha da mı yüceltir?

Hatta...

Keşke her kulübün başkanı rakiplerine de “Aslında onlar da bizim” diyebilse, konuya böyle yaklaşabilse.

Bir düşünün; o zaman ‘futbol’ başlığı altında bütün bu nahoşlukları yaşar mıyız bu ülkede?



Üç...

Yıldırım Demirören, o ifadeyi kullandığı konuşmasına kimden bir alıntı ile başladı?

Süleyman Seba’dan...

Peki o Seba, daha altı ay önce (18 Temmuz 2011), Metris Cezaevi’nin kapısında yaptığı açıklamada neler söylemişti, hatırlayan var mı?..

Hatırlatayım:

“Yeğenimi ziyaret etmek, geçmiş olsun dileklerimi iletmek, aynı zamanda arkadaşlarım namına iletmek, hem de Fenerbahçe Kulübü’nün değerli başkanı Aziz Yıldırım’ı da ziyaret edip geçmiş olsun demek için geldik.”

Böyleydi işte Beşiktaş’ın Onursal Başkanı’nın ‘Metris’in önü’nde yaptığı açıklama.

Hatırladınız mı?

Süleyman Ağabey’in Aziz Yıldırım’ın; başkanlığı süresince sergilediği tavırlar, yönetim anlayışı ve kişilik özellikleriyle ilgili ‘kişisel’ düşünce ve duygularını da çok iyi biliyorum. Ve işte onun içindir ki, Büyük Başkan’ı da çok takdir ediyorum, haddim olmayarak.

Çünkü O da, Süleyman Seba olarak değil, Beşiktaş’ın Onursal Başkanı sıfatıyla yaşıyor. Ve her adımını bu ‘ağırlık’la atıyor o Koca Çınar.



Ve son söz... Kişisel bir not...

Bilenler biliyor ama bir kez daha kayıtlara geçireyim:

Elbette benim de sadece Beşiktaşım var.

Benim Beşiktaşım bu ülkenin ‘değer’lerinden biri. Benim gözümde en kıymetlisi...

Benim Beşiktaş Cumhuriyetim yok mesela.

Ya da diğerleri için “Siz annenizin liginde oynayın” türünden ukalalıklar yapacak bir aidiyet değil benim Beşiktaşım’a bağlılığım.

Benim Beşiktaşım’ın bana hediyesi ‘diğerlerinden farklı olmak’ gerçeğiyse eğer; o diğerlerinin aksine, rakiplerime saygı duymak da vardır bu farklılığın içinde, rakiplerimi aşağılamamak da, kendimi ayrı bir cumhuriyet gibi görmemek de...

Gün Beşiktaşlı’nın başkanına tepki gösterme günü değil, ‘bazı başkaları’nın bu gerçek karşısında ezilip, kendilerini sorgulama günüdür bence.

Yazının devamı...

Karadeniz’de kumar alarmı!

Türkiye’de kumarhaneler neden kapatıldı?

Bu soruya birçok farklı yanıt verebilirsiniz.

Evet belki birçok nedeni vardı ‘casino’ların kapatılmasının ama bunlar arasında en önemlilerinden biri, “kumarhanelerde dağılan aileler, biten hayatlar” gerçeğiydi.

Ve ülke geneli için acı bir hatıra olarak geçmişte kalan o ‘gerçek’ şimdilerde ülkenin bir bölgesi için “Geliyorum” diyor. O acı gerçeğin, her yerde değil ama ‘bölgesel’ olarak tekrar yaşanma olasılığı çok kuvvetli görünüyor. Bu riskin, bu tehlikenin tehdit ettiği coğrafya, Karadeniz Bölgesi. Özellikle de Doğu Karadeniz.

Batum kıraathanesi

Gürcistan’ın Batum kenti, Türkiye’nin komşu kapısı.

Hopa’nın hemen yanı başındaki Batum, Karadeniz’in doğusunda yaşayanların son dönemdeki uğrak yeri.

Misal, Trabzon...

Trabzon’da yaşayan bir insan, direksiyonun başına geçtikten sadece iki saat sonra Batum’da...

Üstelik artık pasaporta da gerek yok. Nüfus cüzdanı yeterli sınırın karşı tarafına geçmek için.

Karadenizlilerin Batum’u sebeb-i ziyareti ise kumar.

Bölgeden gelen haberlere göre, son aylarda müthiş bir kumar trafiği yaşanıyor Trabzon, Ordu, Giresun, Rize ve Artvin ile Batum arasında.

Batum’daki beş yıldızlı otellerin kumarhaneleri adeta ‘Karadeniz Kıraathaneleri’ne dönüşmüş durumda.

İlçe masaları bile oluşmuş

Hemşehriciliği ile tanınan Karadeniz insanı, bu geleneğini Batum kumarhanelerine de taşımış.

Şavşatlılar masası, Pazarlılar masası... Yusufelililer, Oflular, Sürmeneliler, Hopalılar masaları oluşmuş ‘rulet’te, ‘black jack’te.

İlçe isimlerini tesadüfi olarak yazdım ama ‘hemşehri masaları’ Batum kumarhanelerinin bir gerçeğine dönüşmüş.

Kendi ilçesindeki mahalle kahvelerinde oturmak yerine, Batum’un beş yıldızlı otellerinin casinolarında oyun oynamaya başlamış Karadeniz insanı.

Karadeniz’in Las Vegas’ı diye anılır olan Batum’daki kumarhanelerde görev yapan Gürcü, Rus, Ukraynalı, Beyaz Rus (genelde de kadın) kurpiyerler ve diğer personel de artık Karadeniz şivesi ile Türkçe konuşmaya başlamış.

Tehlike kapıda

Konunun Karadeniz’e özgü renkli ve esprili boyutu bir yana...

Batum merkezli kumar turizminin, bölge için çok ciddi bir tehlike arz ettiği artık yüksek sesle konuşuluyor.

Yakın geçmişte “Nataşa sendromu” olarak bilinen sosyal sıkıntıyı yaşamış olan Karadeniz’de şimdi aileleri tehdit eden konu başlığı ‘kumar’.

Bölgeden bazı dostların aktardığı bilgiye göre Batum’da dört büyük kumarhane varmış. “Bu sayı 11 olacak, otel ve dolayısıyla casino inşaatları sürüyor. Yani tehlike daha da büyüyecek” diyor Karadeniz’de yaşayan yakınlarım.

“Daha şimdiden varını yoğunu kumar masalarında bırakan birçok ileri gelen var her Doğu Karadeniz şehrinde” diyorlar.

“Yakında kumar yüzünden intihar vakaları, kumar yüzünden boşanmalar, kumar yüzünden hırsızlık olayları duymaya başlayacağız” diyorlar.

“Batum’da kumar mafyası yok. Gürcistan devleti kontrolü elinde tutuyor ama bizim bölge için tehlike kapıya dayandı. Çok geç olmadan önlem alınmalı” diyorlar.

“Bu konuya hassasiyetini bildiğimiz ve bölgenin insanı olan Başbakanımız duysun, bu konuya bir el atsın yoksa çok yakında bazı şeyler için geç olacak” diyorlar.

Yazının devamı...

Aynaya bakmayı sevmek ya da sevmemek


Yunan, sevmez bizi.

İngiliz’in hep gizli emelleri vardır bu topraklar üzerinde.

Fransız, düşmandır ezelden beri.

İran rakip görür, istemez güçlenmemizi.

Suriye dost görünür ama hep kuyumuzu kazar.

Irak, oldum olası riyakardır.

Rus, duruma göre dost görünür ama hayatta istemez palazlanmamızı.

Alman, nefret eder bizden.

Türki Cumhuriyetler adını verdiğimiz Orta Asya devletleri nankördür.

İtalyan, zaten fırsat kollar kanımızı emmek için.

Avusturya, Viyana kapılarına dayanan ceddimizin intikamının peşindedir yüzyıllardır.

Danimarkalı haz etmez, Sırp ters bakar.

Amerikalı zaten her taşın altındadır.

Ermeni’yi hiç söylemiyorum bile...

Gün oldu, Kıbrıs Türkü ile bile karşı karşıya geldik.

İsrailli sevmez, Arap sevmez, Anglosakson sevmez, Slav sevmez.

Şu koca dünya üzerinde kimse sevmez mi bizi?..

Kimse mi sevmez arkadaş?..

Belki biraz; Çinliler, Japonlar, Eskimolar, Kızılderililer... Bilemiyorum.

Kanadalılar, Güney Amerikalılar, Avusturalyalı ve Yeni Zelandalılar ile Afrikalılar belki biraz da... Onu da bilemiyorum.



Sorun ne biliyor musunuz?..

Şu yukarıdaki listeyi alın elinize, çıkın sokağa, sorun önünüze gelene.

Sevenleri bilemem ama “Bizi sevmez”ler listesine tereddütsüz katılır 10 kişiden en az 8’i. “En az” diyorum...

Böyle yetiştik çünkü. Böyle yetiştirildik.

“Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” diye büyütüldük.

‘Neden’ini, ‘niçin’ini de hiç sormadık, sorgulamadık.

“Gerçekten bu kadar çok mu sevmeyenimiz?” diye düşünmedik hiç.

“Gerçekten sevmeyenimiz bu kadar çok, sevenimiz neredeyse yok ise, neden acaba?” diye sorgulamadık.

“Haydi diyelim ki bazı örnekler gerçek... Tamam, bazıları sevmiyor bizi ama hepsi mi be kardeşim?” diye bir muhasebe yapamadık hiç.

“Neden olmasın Türk’ün Türk’ten başka dostu?” diye düşünmeye yeltenmedik bile.

Hep kendimizi haklı gördük. Başkalarını ise hep ‘hin’ bazılarını ‘hin oğlu hin’.

“Bu coğrafyanın kaderi” dedik.

“Jeo-stratejik konumumuzun bedeli.”

Kimimiz, “Biz Müslümanız diye sevmiyor Hristiyanlar ile Museviler” dedik; kimimiz, “Osmanlı’nın acısını çıkartıyorlar bizden hala” diye belledik.

“Birinin bu kadar çok sevmeyeni varsa, sorun (ya da sorunun en azından bir bölümü) o ‘sevilmeyen’de de olabilir mi acaba?” sorusunu, değil yüksek sesle ifade etmek, kendimize bile söylemekten kaçtık.



Eurovision Şarkı Yarışması’nda hep birbirine verdi en yüksek puanları ‘gavur(!)lar’.

Biz Türküz, Müslümanız diye penaltılarımızı çalmadı, ofsayt bayraklarını kaldırmadı, gollerimizi vermedi hakemler yıllarca.



‘Biz’i kimse sevmedi. Hala da sevmiyor.

Biraz ‘seven’ varsa...

Yok, sevmiyordur aslında!

Yok, yok; olsa olsa, ‘sever görünüyor’dur.

Bir menfaati vardır kesin, o yüzden öyle görünüyordur!



Neredeyse hepimiz böyleyiz.

Pekiyi hiç soruyor muyuz kendimize,

“Biz, bizi... Biz birbirimizi seviyor muyuz da, başkalarından bizi sevmelerini bekliyoruz?” diye.

Soruyor muyuz?..

NOT: ‘Bir ulusun bir diğerini sevmesi ya da sevmemesi’ şeklindeki ifadenin, bu bakış açısının garipliği, hatta saçmalığını bir yana bıraktım bu yazıda.



24 Ocak

19 yıl önce bugün... 24 Ocak 1993’te, Uğur Mumcu’yu öldürdüler Ankara’da.

11 yıl önce bugün... 24 Ocak 2001’de Gaffar Okkan’ı öldürdüler Diyarbakır’da.

İlk bakışta taban tabana zıt dünya görüşlerine, 180 derece ters ideolojilere sahip olduklarını düşünebilirsiniz Mumcu ile Okkan’ın.

İlk, doğrudan ama sığ bakışta...

Uğur Mumcu bu ülkenin daha iyi, daha sağlıklı, daha mutlu bir geleceğe sahip olmasını istiyordu. Öldürüldü.

Gaffar Okkan bu ülkenin daha güçlü, daha huzurlu, daha hak ettiği bir geleceğe sahip olmasını hedefliyordu. Öldürüldü.

Mumcu’nun ‘gerçek katilleri’ bulundu mu?

Görünen cevap “Evet” olabilir ama dikkat edin, ‘gerçek’ katilleri soruyorum.

Ya Okkan ve korumaları ile şoförünün ‘gerçek’ katilleri?..

“Gerçek katilleri” diyorum, ‘gerçek’!

Bir de 24 Ocak kararları var değil mi bu ülkenin yakın geçmişinde?

Asıl ‘24 Ocak kararları’ hangisi acaba?

O bilinen, ekonomi ile ilgili olanlar mı?..

Yoksa (başka tarihlerde başka değerler için alınanlar gibi) Mumcu ve Okkan’ın infaz kararları mı?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.