Şampiy10
Magazin
Gündem

Kabine revizyonu haberinin sağı, solu, önü, arkası

“Kabinede şubat ayında bir revizyon olacak ve bu nöbet değişiminde; İdris Naim Şahin İçişleri Bakanlığı’ndan alınacak, yerine Yalçın Akdoğan getirilecek.”

Gündemdeki iddia bu.

Kime ait bu iddia?

Enver Aysever’e.

Enver Aysever kim?

Gazeteci. Aynı zamanda kısa dönem Parti Meclisi üyesi olarak da görev yapmış bir CHP’li.

Kaynağı kim Aysever’in?

AK Parti kulisleri.

Kişisel olarak, Aysever’in; ‘siyasetçi’ kimliğiyle, iktidar partisini hedef alan stratejik bir hamle yaptığını değil, ‘gazeteci’ şapkasıyla bir ‘kulis haberi’ vermek kaygısı taşıdığını düşünüyorum.

Soru - cevaplara devam...

İdris Naim Şahin kim?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın genel sekreteri olarak yıllarca partiyi emanet ettiği, ardından İçişleri Bakanlığı’na getirerek taltif ettiği yol arkadaşlarından biri.

Pekiyi Yalçın Akdoğan? O kim?

Erdoğan’ın en yakın mesai arkadaşlarından; eski danışmanı, şimdi milletvekili. Milletvekili olsa da Başbakan’ın danışman olarak vazgeçmediği isimlerden. Parti içindeki ‘sakin güç’lerin en önemlilerinden. Siyasi danışman olarak halen sürekli Erdoğan ile teşrikimesaide.

Ve Başbakan Erdoğan, Enver Aysever’in iddiasından haberdar olduğunda, muhtemelen Yalçın Akdoğan da yanındaydı.

Akdoğan’ın karşı karşıya kaldığı durumu bir düşünsenize...

Haberi duyduğu anda Başbakan ile birliktesiniz... Yorum yapsanız bir türlü, yapmasanız başka türlü. Mimiklerin bile önemli olduğu bir an...

Pekiyi ana muhalefet partisine üye bir gazetecinin, iktidar partisi kulislerinden aldığını açıkladığı bu haber, o kulislerde nasıl yankı buldu?

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, AK Parti cenahındaki hakim kanaat; böyle bir söylentinin gerçekten kendi içlerinden fısıldanmış olduğu yönünde.

Ancak yine iktidar partisinde, kısa vadede bir kabine revizyonuna ihtimal veren yok. Kime sorsanız, “Altı ayını daha yeni doldurmuş bir hükümette nöbet değişimi çok zor” diyor. Ağustos - Eylül döneminde AK Parti’nin kongresi var ve kimse, 2012 sonbaharına kadar (çok özel bir durum olmaması halinde) hükümette bir değişiklik olacağını düşünmüyor.

İçişleri Bakanı Şahin’in art arda yaptığı ve kamuoyunun tepkisini çeken açıklamalar, iktidar kulislerinde de en hafif ifade ile ‘gaf’ olarak değerlendiriliyor.

‘İdris Naim Şahin’in hükümetin en zayıf halkası olduğu’ görüşü hakim parti içinde.

Ama bu duruma rağmen, Başbakan’ın geçmişte bu tip örnekler karşısındaki tavrına da dikkat çekiliyor AK Parti’de. Yani, muhalefet ve kamuoyu istiyor diye hiç kimseyi gözden çıkarmama prensibine...

“Belki bazı arkadaşlarımız, gelecekte yaşanabilecek bir revizyonda Akdoğan’ı o koltuğa yakıştırmıştır” diyen birkaç AK Partili var.

Lakin tüm bunların ötesinde, “Parti içinden birileri Yalçın Akdoğan’ın önünü kesmek istiyor” diyenlerin sayısı çok daha fazla iktidar kulislerinde. Böyle düşünenlerin sayısı, azımsanmayacak seviyede. Durumu böyle yorumlayanlar, Başbakan’a çok yakın çalışan isimlerin zaman zaman (içeriden de) bazılarının hedefinde olduğuna vurgu yapıyorlar.

Durum bu.



Muharip gözüyle Uludere

Aşağıdaki tespit, yorum ve değerlendirmeleri, yazanın siyasetçi kimliğinden bağımsız okudum. Hakkari Dağ ve Komando Tugayı’nın eski komutanı, emekli tümgeneral Osman Pamukoğlu’nun bir brifingi olarak...

- Kaçakçı konvoyu, PKK’nın sınıra yaklaşmasına benzer mi? Hayır. PKK böyle uzun kollar yapmaz, çünkü bunun ölüm olduğunu bilir. Üstelik kullandığı hayvan sayısı 1 veya 2’yi geçmez. Eğer 2 ise ayrı ayrı istikametleri kullanır. İnsan olarak da baskın noktasına gelinceye kadar 6-8 kişiden fazla insanı bir istikamette tutmaz. PKK konvoy yapar mı? Üstelikte topçu ve havan silahlarının menziline girdiğinde!

- Haber toplamak ve bilgi almaktan çok daha önemli olan istihbaratın değerlendirilmesidir ve bu ameliye en zeki ve en yüksek tecrübeye sahip kişilerce yapılmalıdır.

- Kaçakçılar çoğu zaman iki taraf için istihbarat taşıyan elemanlardır. İnsansız Hava aracı bir nesnedir. Kameraya alır veya fotoğraf çeker. Bu, teknik bir aletin istihbarat teşkillerine ve elemanlarına bilgi sağlamasıdır. Esas iş, en önemli iş ve uzmanlık, asıl bundan sonra yapılan değerlendirmenin isabetli olmasıdır. Anlaşılan o ki bu becerilememiştir.

- Kara gözetlemesiyle tespit edilen kaçakçı konvoyuna (ki bu konvoylar yılan gibi, ip gibi uzundur) esas silahların etkisine girmeden, çok uzaktan havan ve top mermisi ile ateş açıldıysa; bu da akıl almaz bir şeydir. Eğer bu kol, PKK koluysa neden yaklaşmaları beklenip pusuya düşürülmeleri planlanmaz, düşünülmez? Dağlık ve kayalık alanda uzaktan atılan topçu ve havan mermisi kime zarar vermiş, birkaç tesadüf dışında? Bu nasıl bilinmez? “Size zarar vermek istemiyoruz” mu demek istenmiş?

Yazının devamı...

GES yeni adı ve yeni personeliyle aynı yerden dinleyecek

Türkiye’deki en gelişmiş istihbarat (dinleme ve takip) merkezlerinden biri, geçen haftaya kadar Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı olarak çalışıyordu, artık Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) bünyesinde...

Karar aylar önce alınmıştı.

Son üç ay, hazırlıklarla geçti. Bu süre içinde, GES yani Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanlığı’nın (subay ve astsubaylardan oluşan) askeri personeli, MİT’in sivil personeli ile birlikte çalıştı. Son teknoloji ürünü donanım ve bu sistemin ‘çok gizli’ kodlu yazılımları yeni kullanıcıları için güncellendi.

Ve GES Komutanlığı 2011’in son haftasında MİT’e devredildi. Böylece ‘askeri istihbarat’ın, en donanımlı ve kapasitesi en yüksek birimi ‘sivil istihbarat’ın parçası haline geldi. Daha doğru bir ifade ile devletin en güçlü istihbarat merkezlerinden biri sivilleşti.

Türkiye’deki ‘sivilleşme’ sürecinin önemli bir parçası olmasının yanı sıra, GES’in MİT’e devri, ‘istihbaratın tek elde toplanması’ prensibi bağlamında da büyük ve kritik bir adım.

Kulak yerinde kaldı

‘İstihbarat ve dinleme üssü’ Ankara’nın Gölbaşı İlçesi’nde, yani mevcut yerinde devam edecek faaliyetine. Ama yeni adı ve - birkaçı dışında - yeni personeliyle...

Görevin özellik ve niteliğine uygun şekilde inşa edilmiş özel ve bağımsız yerleşkenin adı artık GES Komutanlığı olmayacak elbette.

Türkiye’nin bu ‘en büyük ve en hassas kulak’larından biri, MİT’in Teknik İstihbarattan sorumlu Müsteşar Yardımcısı’na bağlı olarak ve ‘MİT Bilgi Sistemleri Başkanlığı’ adı altında görev yapacak. Genelkurmay’dan MİT’e devredilmesiyle birlikte bu kritik birimin personelinin de hemen hepsi değişti. “Hemen hepsi” diyorum çünkü GES’te uzun süredir ‘kozmik’ koltuklarda oturan az sayıdaki askeri personel yeni dönemde de yerinde kaldı. Kadroları MİT’e alınan bu subaylar, aynı görevlerini şimdi sivil statüde sürdürecek.

Sınırlı sayıdaki bu özel personelin dışındakiler ise Silahlı Kuvvetler’in farklı birliklerine tayin edildi. Onların yerine MİT’in sivil görevlileri mesaiye başladı Gölbaşı Yerleşkesi’nde.



Kaplan: Onlar PKK bayrağı değil, Kürdistan’ın renkleriydi!

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Grup Başkanvekili ve Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan’ı aradım.

Uludere ile ilgili yorumları, gündeme taşınan soruları sıralayıp sordum.

Kaplan’ın cevapları fazla ağırdı.

Şöyle ki...

- Siz ilk günden beri Uludere’deydiniz. “Hayatını kaybedenler korucu ailesiydi ama cenazeleri BDP ve PKK sahiplendi. Bu normal bir durum değil, bu işte bir karışıklık var” değerlendirmesine ne diyorsunuz?

- Bakın oralar bizim yüzde 70 oy aldığımız bölgelerdir. Korucu ailesi olması bize oy vermesine engel değil.

- “Ölenler masum siviller değillerdi, bunun kanıtı da cenazede tabutların üzerinde yer alan PKK flamaları” şeklinde yorumlar var?..

- Bu tür haber yapan medya organlarını dava edeceğim. Çünkü onlar PKK bayrağı değildi.

- Neydi pekiyi?

- Benim halkım şehit olarak görüyor o insanları. ‘Sarı-kırmızı-yeşil’ de Kürdistan’ın renkleridir. Bizim partimizin renkleri de aynıdır mesela. Ve şehitlerini kendi renkleriyle uğurladı insanımız. Olay budur.

- Sizin “Devlet ve hükümet yetkililerinin taziyeye gelmemesi” yönündeki açıklamanız da çok tartışıldı... Sadece ‘provokasyon’ endişesi değil belli ki... Neden “Gelmesinler” dediniz.

- Bizde, katiller taziyeye gelmez. Aileleri, o insanların ölümünden hükümeti sorumlu tutuyor. Önce öldürüp sonra taziyeye gelinmez.

Dedim ya; Hasip Kaplan çok ağır ifadeler kullandı.

Endişem o ki; bu keskin üslup bir şekilde yumuşamazsa, Uludere gerginliğinin bölgede oluşturduğu tansiyon daha da artacak. Tabii bu durumun Ankara’ya muhtemel yansımaları da o derece hissedilir olacak.

NOT: 1) Kişisel olarak rahatsız olsam da, ağzından çıktığı şekilde aktardım Kaplan’ın sözlerini çünkü süreçte söyleyecek sözü olan herkesin bu görüşleri bilerek hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum.

NOT: 2) Bugün yaşananları, 4 Ekim 2011 tarihinde BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın bu köşede yer alan açıklamalarına göz attıktan, o açıklamaları hatırladıktan sonra bir defa daha değerlendirmekte fayda var.

http://haber.gazetevatan.com/demirtas-bdpnin-durdugu-noktayi-anlatti/403299/4/Haber adresinden ulaşabileceğiniz o yazının internet üzerinden okuma imkanı olmayanlar için sadece bir paragrafını hatırlatayım:

“Evet PKK’nın tabanı ile bizim tabanımız örtüşüyor. Bizim tabanımız PKK’yı büyük ölçüde destekliyor. BDP, PKK’nın ne uzantısıdır, ne siyasi kanadı. PKK ile bir organik bağımız yok ama bize oy verenlerin PKK’ya bir sempatizanlığı, bir duygusal bağı, bir manevi bağı vardır.”

Böyle demişti Demirtaş üç ay önce...

Yazının devamı...

Nasıl olur?

“Keşke” demeyi sevmiyorum... O yüzden, “Nasıl olur?” diye bir umut ifadesiyle yazıyorum beklentilerimi.

Ve umarım bunlar için ‘beklenti’ sözcüğü yerindedir. ‘Hayal’ sınıfında değildir umarım az sonra okuyacaklarınız...

Tümünün hayata geçmesini elbette beklemiyorum ama şu aşağıdaki listenin maddelerinden sadece birkaçı gerçekleşse diyorum 2012’de... O bile yeter.

Yeni yılda;

- Ölümler olmasa...

- Sapla saman, at izi ile it izi karışmasa...

- İnsanların emeklerine saygı gösterilse...

- Asgari ücret yoksulluk sınırının altında kalmasa...

- İnsanlar depremin değil başka insanların sahtekarlıklarının yıktığı binaların altında can vermese...

- Bir sürücü, en azından yaya geçidinde, bir yayaya yol verse...

- “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” sözüne bu kadar fazla itibar edilmese...

- ‘Hata’nın insani bir durum olduğu gerçeği kabul edilse...

- ‘İyi niyet’ ile ‘acz’ arasındaki ince çizginin farkına varanların sayısı artsa...

- Aynı şekilde, ‘samimiyet’ ile ‘hadsizlik’ arasında da çok ince bir çizgi olduğu görülse...

- Sabır, anlayış, tahammül sadece karşıdakinden beklenmese...

- ‘Empati’ denilen davranış biçimi yaygınlaşsa, yani insanlar kendilerini karşısındakinin yerine koyma erdemini sergilese...

- Yapılan kötülükler, yapanın yanına kar kalmasa...

- En büyük kazıklar, en yakındakilerden yenmese...

- İnsanlar birbirlerini, ‘bizden olanlar’ ve ‘olmayanlar’ diye kategorize etmese...

- “Yasalar önünde herkes eşittir” prensibinin devamında “Ama bazıları daha eşittir” fiili durumu gelmese...

- İddia sahipleri ispatla mükellef olduklarını iddialarını kanıtlamaya mecbur kalsa...

- Hepimiz daha fazla tebessüm etsek...

- Daha az yalan söylesek...

- İnsanları kullanmasak...

- Emek hırsızlarına ‘muteber insan’ muamelesi yapmasak...

- Korkunun ecele faydası olmadığının farkına varsak...

- Haysiyet cellatlarına, hep birlikte karşı çıksak...

- Namusluların da en az namussuzlar kadar cesur olması gerektiğini hatırlasak ve her fırsatta hatırlatsak...

- Güçlüden değil, haklıdan yana olanların sayısını artırmak için uğraşsak...

- Bir “Merhaba”yı, bir “Günaydın”ı esirgemesek birbirimizden...

- Daha çok bağıranın daha haklı olduğu genel kabulüne başkaldırsak...

- Bizden farklı düşünenleri hemen ötekileştirmesek ve tabii yaftalamasak...

- Adalet olması gerektiği gibi adil olsa ve gecikmeden yerini bulsa...

- Yalancının mumu yatsıdan sonra da yanmaya devam etmese...

- Gelenler gidenleri aratmasa...

- Sükutun her zaman ‘ikrar’dan gelmediğini görebilsek...

- Hayatın her şeye rağmen güzel olduğunu, her türlü acıya, her türlü zorluğa rağmen yaşamak için, şükretmek için birçok nedenimiz olduğunu unutmasak...

ÖNEMLİ NOT:

Ben bu yazıyı, 2001 yılından beri, gazetede görev yaptığım her yeni yıl arifesinde yazıyorum.

Her sene de, “Umarım bu liste seneye birkaç madde kısalır” diyorum ama aksine uzuyor maalesef... Endişem seneye de bu geleneğin değişmemesi...

Gönlünüze göre bir yeni yıl dileğiyle...

Yazının devamı...

Köşk neden mesaj yayınlamadı?


“Menemen Olayı, hiç şüphe yok ki, yakın tarihimizin en karanlık, en vahim, en trajik hadiselerinden biridir. Ne var ki, bu provokatif saldırıyı gerçekleştirmek suretiyle milletimizin birlik ve beraberliğini hedef alanlar, kirli emellerine ulaşamamış, milletimizin sağduyusu sayesinde, kurulan tuzaklar bozulmuştur.”

Bu cümleler, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın, 23 Aralık 1930’da Menemen’de şehit edilen Kubilay’ın anısına bu yıl yayınladığı mesajdan.

Erdoğan, Asteğmen Mustafa Fethi Kubilay’ın şehit oluşunun 81’inci yıldönümü mesajında, Menemen olaylarını ‘provokasyon’ olarak niteledi. Bu bir ‘ilk’ti.

Ancak Ankara’da bu konuda yaşanan tek ‘ilk’, Başbakan’ın bu yaklaşımı değildi.

Bu sene ilk kez, Çankaya Köşkü’nden ‘Devrim Şehidi Kubilay’ mesajı gelmedi.

Cumhurbaşkanlığı’nın 23 Aralık sessizliği özellikle sosyal medyada birçok farklı yorumu beraberinde getirdi.

Bu tepkiler üzerine Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever‘i aradım ve “Neden?” diye sordum.

“Unuttum” dedi Ahmet Sever.

Sever, “Bu tür mesajlar benim görev alanımda ve sorumluluğumda. Tamamen insani bir durum. Gözümden kaçtı, unuttum. Maalesef işin aslı bu” diye devam etti.

“Üzgünüm” diyen Ahmet Sever, günü geçtiği için bu yılki mesajı artık yayınlamayacaklarını söyledi ve ekledi:

“Farklı anlamlar yüklemenin, konuyu speküle etmenin bir anlamı yok. Tamamen kişisel bir hata... Kimse merak etmesin, şehit Kubilay mesajı, geçen yıla kadar olduğu gibi gelecek seneden itibaren her 23 Aralık’ta yine yayınlanacaktır.”



‘Yine bir açılım, yine Beşir Atalay’ ise eğer...

“Türk Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu gibi mevzuata da bakıp mümkün olabildiğince şiddet taşımayan bütün düşüncenin özgürlüğünü sağlama. Ana odak noktası bu. Yeni dönemde üzerinde çalıştığımız ana motif de bu diyebilirim.”

Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, hükümetin yeni dönemdeki çalışmasını, hedefini bu sözlerle ifade etti.

Yani hükümet, “Şiddet içermeyen her türlü düşünce ifade edilebilmeli” diyor.

Açıklama böyle olunca, ortaya bir dizi soru çıkmıyor mu?

Şöyle ki...

- Bir ülkede, bir Başbakan Yardımcısı, “şiddet taşımayan bütün düşüncenin özgürlüğünü sağlama” ifadesini kullanıyorsa, bizatihi bu sözler, o ülkede ‘düşüncenin özgür olmadığı’nın itirafı değil midir?

- Sene 2012’ye gelmişken, neredeyse 90 yıllık bir ‘cumhuriyet’te, hükümet hala ‘düşünce özgürlüğünü sağlamak’ gibi bir hedef tespit ediyorsa bu işte bir yanlışlık yok mudur?

Bugüne kadar bu ülkeyi yönetenlerin bu konuda yüzleri biraz olsun kızarır mı acaba?

- Beşir Atalay’ın açıklamasındaki iki kelime, yani “mümkün olabildiğince”; ihtiyat payı olmanın ötesinde nasıl bir anlam taşımaktadır?

Düşünce özgürlüğü, neden ‘mümkün olabildiğince’ hedeflenir?

Namümkün noktalar olacağı öngörüsü nereden kaynaklanmaktadır?

“Biz bu ülkede mümkün görülmeyenleri, hayal bile edilemeyenleri hayata geçirdik” diye övünen (ve birçok alanda da haklı olan) bir hükümetin Başbakan Yardımcısı, konu ‘düşünce özgürlüğü’ olduğunda neden ‘mümkün olabildiğince’ şerhini kayıtlara geçirir?

- Açıklamada bahsedilen ‘şiddet’in niteliği ve dozu ile ilgili soru işaretleri nasıl, ne derece ve ne zaman ortadan kaldırılabilir?

Şiddetin tanımına dair netlik yasalarda, kağıt üzerinde sağlansa dahi uygulama aşamasında yine çok tartışılacak bir nokta olarak kalmaz mı?

- Yazının başında, tırnak içinde yer alan üç cümlelik açıklamayı bir daha okuyun lütfen... Böyle bir konuda yapılacak açıklamanın ifade netlik düzeyi bu mu olmalıdır?

Tam manasıyla ‘bağlayıcı olmaması’ ya da sonradan daha farklı şekiller verilmesine elverişli kalsın diye özellikle mi bu boyutta bırakılmıştır açıklama?

Yoksa; değil altının boş olması, altının nasıl doldurulacağı konusunda henüz herhangi bir adım atılmamış olması nedeniyle mi?

Ve son olarak...

- Bu ülkede, düşünce hürriyeti ile ilgili bir iyileştirme çalışması yapılacaksa... Böyle bir hamleyi; cumhuriyet tarihinin belki de en iddialı, en kritik ‘açılım süreci’ndeki performansı orta yerde duran bir isim üzerinden yapmak, bu dosyayı da (bırakın kamuoyunu, AK Parti ve hükümet içinden dahi açıkça eleştirilen) aynı isme emanet etmek, hükümet açısından ne derece doğru bir tercihtir?

Yazının devamı...

Benim Fransızlarım

‘Fransızcacı’yım ben.

‘Fransızcı’ değil, ‘Fransızcacı’.

Ankara Tevfik Fikret Lisesi mezunuyum.

Hazırlık, orta, lise; toplam yedi yıl Fransızca eğitim - öğretim gördüm.

Özel okulda okuyorduk ya; kimilerine göre ‘Tıfıl’lıydık, kimilerine göre ‘kolej bebesi’... (Anne ve babamın, ben ‘kolej’de okuyabileyim diye, o yedi sene boyunca aynı manto ve aynı paltoyu giydikleri gerçeğini bilmezdi böyle diyenler. Neyse, konumuz bu değil.)

Sonraları “Francophone” diye anılır olduk yakın çevrede. Övgü müydü bu söylem, yergi mi, bilemedim. Neyse, konumuz bu da değil.

Diyeceğim şu...

Matematikçi Fransızdı. Fizikçi, Kimyacı, Edebiyatçı...

Onlarca Madame, Mademoiselle (matmazel) ve Monsieu’nün (mösyö) ‘rahleitedris’inden geçtim. Bir o kadar da, Fransız kültürüyle yetişmiş Türk öğretmenin.

Bazılarından hazzetmediğim oldu; önce bir çocuk, sonra bir genç olarak. Ama çoğunu sevdim. Hatta kimilerine hayranlık bile duydum.

Şimdi bakıyorum da, o hayran olduklarım hep “liberté, égalité, fraternité” ilkesine bağlı olanlardı.

Yani 1789’un, Fransız İhtilali’nin simgesi “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganında vücut bulan anlayışa bağlı olanlar...

Öylelerine hâlâ gönül bağım var.

Ama ‘öylelerine’ sadece...



Bakıyorum kızmışsınız ‘Pentagon modeli’ne

Dünkü yazımın “Meclis Taburu’ndan sonra Pentagon örneği de düşünülemez mi?”

(http://haber.gazetevatan.com/Haber/419263/1/Gundem) başlıklı bölümü üzerine çok sayıda mesaj aldım.

Bazılarınız destek verdi. Çoğunuz ise sert eleştirilerle tepki gösterdi.

Bu mesajlardan dördünü, yaklaşık 1/4’lük destek - tepki oranını da gözeterek (ve sadece imla hatalarını düzelterek) aktarıyorum. İzin verenlerinkini isimleriyle, gizli kalmasını tercih edenlerinkileri ise isimsiz...

1.) Sayın Murat bey,

Bugünkü yazınızı hayret, ibret ve dehşet ile okudum. Bir ülkenin vatandaşı, kendi içinden çıkan, babası, kardeşi, amcası, yeğeni, arkadaşı olan bir kuruma nasıl bu kadar düşman olabilir ve kin besleyebilir? Sizi bu düşüncelere sevk eden nedir, askerler size ne yaptı onları da açıklama cesareti gösterebilir misiniz? Bu süreçte asker suskun ve sahipsiz, fırsatçılar ise almışlar ellerine kalemi-baltayı kendi askerini doğramaya çalışıyor. Asker hakkında yazı yazmadan, eğer cesaret edebilirseniz 5 Ocak 2012’de başlayacak olan BALYOZ davalarına gelir ve GERÇEKLERİ yazma şansını elde edersiniz. Ama, tatmin olmadı iseniz ve uygun görürseniz TÜM ASKERİ KARARGAHLARI KANDİL’e TAŞIYABİLİRİZ. Sizin de gözleriniz rahatlamış olur.

İyi günler.

2.) Murat Bey,

Bugünkü yazınızı okudum ve birkaç hususa dikkat çekmek için bu yazıyı yazıyorum size.

Askeri binaların meclisin çevresinde olmasından ve bu binaların şu andaki yerlerinden kaldırılması, Pentagon gibi olması gerektiğini söylemişsiniz. Öncelikle Genelkurmay Başkanlığı binasının yapımına 1929 yılında başlanmış ve 1930 yılında tamamlanmıştır. TBMM binasının ise yapımına 1939’da başlandı ama hem İkinci Dünya Savaşı hem ekonomik sıkıntılar sebebiyle bina ancak 1961 yılında hizmete başladı. Yani basit bir bakış açısıyla dağdan gelip, bağdakini kovmayalım, eğer birileri taşınacaksa TBMM taşınsın neden hep bir şeyler vermesi beklenen yer Askeriye oluyor bunu anlamakta zorluk çekiyorum.

(‘Silahlı askeri gücün, demokratik sivil milli iradeyi kuşatması’ gibi yorumlanmaya açık olan mevcut görüntünün ortadan kalkmasına kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum) demişsiniz. Bakın itirazı olanlar var, bu ülkede halen yapılanlar için itirazı olanlar var. Bence sizin gibi gazeteciler bugünkü sivil diktatörlüğün üstüne gitmeli, bu kadar anti-demokratik uygulamaların olduğu dönemi eleştirmelidir.

İyi Çalışmalar.

Fuat BERKTAŞ

3.) Sizi kutlarım değerli

Yazar,

Demokrasiye gönülden bağlı olanların ortak temennilerini dile getirmişsiniz.

Saygılar sunarım.

Prof. Dr. Oktay Çokyüksel

4.) Merhaba,

Kendi askerinden bu kadar korkan bir siyasi irade ile memleket yönetilir mi ?

Bunlar, Yunan askeri değil, bizim askerimiz, Türk askeri, siz galiba üniformaları karıştırıyorsunuz !

Bütün karargahları, isterseniz Erzurum’a yollayın, bu şüphe ve korku varken hiçbir şey değişmez. Bu sefer de “Acaba askerler Erzurum’da ne filmler çeviriyorlar” diye kıvranıp durulur.

Hepimizi paranoyak ettiniz vesselam. Başka işiniz yok mu sizin? Askerimize ayıp oluyor, yarın onlara ihtiyacımız olunca, ne yüzle, “Gidip ölün bizim için” diyeceğiz ?

Biraz izan lütfen. Bir tarafı yaparken, diğer tarafı kırmamak lazım, gerçek idareci böyle olur benim bildiğim.

İyi günler.

Yazının devamı...

Baykal’ın Erdoğan izlenimleri

“Ailece yapılmış bir geçmiş olsun, bir nezaket ziyaretiydi” diye başladı söze Deniz Baykal.

“Ben Olcay ile gittim, Başbakan da, Emine Hanım ve Sümeyye Hanım ile birlikteydi” dedi Baykal ve devam etti:

- Sağlığını iyi gördüm. Neşeliydi... Siyasetin o gergin, çatışmacı ortamından uzak, sıcak, hoş bir aile sohbetiydi. Çoluk çocuk, torun sohbeti yaptık. Siyasete girmedik.

- Hiç mi?

- Biraz temas ettik tabii. Bu Fransa’daki Ermeni tasarısı konusundan bahsettik biraz.

- Başbakan’ın ameliyatı ile ilgili detayları konuştunuz mu? Ve kamuoyundaki spekülasyonları tabii...

- Hayır, hiç detaya girmedik. Dolaylı olarak dahi konuşmadık. Ben konuyu hiç açmadım, onlar da hiç bahsetmedi.

‘Mehmet Haberal ricası’nın detayları (hemen yanda) Vatan Ankara Bürosu’nun haberinde var. O başlığı geçip, son soruya geliyorum.

“Sizin ziyaretinizin ardından, yarın da (bugün) genel başkanınız Kemal Kılıçdaroğlu ziyaret edecek Başbakan Erdoğan’ı” dedim.

“Evet” dedi Baykal.

“Nasıl yorumlarsınız bu durumu?” diye sordum.

Güldü sadece. Yanıt vermedi. “Haydi iyi akşamlar, görüşürüz...” dedi gülmeye devam ederek.

NOT:

Baykal’dan sonra CHP’yi aradım. Benim gibi merak edenler için aktarayım: Kılıçdaroğlu’nun Başbakan’a yarın (bugün) saat 17.00’da AK Parti Genel Merkezi’nde bulunacağı geçmiş olsun ziyareti için randevu Pazartesi günü alınmış.

Meclis Taburu’ndan sonra Pentagon örneği de düşünülemez miş?

“(...) Konu şimdi, yeni dönem parlamenterlerinin de gündeminde. Şimdilik sadece kulis sohbetlerinde seslendiriliyor rahatsızlık. Ama genel görüş, sivil iradenin tecelli ettiği Meclis’te, askeri bir birliğin yer almasının uygun olmadığı yönünde. Ve sanırım bu düşünce, birileri tarafından yakında, uygun bir zamanda, resmi olarak da seslendirilecektir (...)”

Yeni yasama döneminin hemen başında bu köşede yer almıştı yukarıdaki bölüm... 13 Temmuz 2011 tarihinde, ‘Tabur tartışması yakındır’ başlığının altına böyle yazmışım Meclis Bahçesi’nden.

(http://haber.gazetevatan.com/Haber/388281/1/Gundem)

Bu yazının üzerinden henüz altı ay bile geçmedi ve ‘o tabur’ artık yok. Asker, TBMM Yerleşkesi’nden sınır dışı edildi.

Kişisel olarak ‘doğru’ bulduğum bir tasarruf.

Gerçekten de, ‘sivil irade’nin adresinde ‘üniformalı’ bir parçaya gerek yok.

Karar doğru mu? Evet.

Pekiyi, yeter mi? Hayır.

“Yetmez ama evet” yani. Daha doğrusu, “Evet ama yetmez”.



Ankara’yı bilenler bilir; Meclis’in adeta dört bir yanı askeri karargahlarla çevrilidir.

Bir yanında (Dikmen Caddesi tarafı) Deniz Kuvvetleri Komutanlığı var Parlamento’nun. Deniz Kuvvetleri’nin hemen arkasında Hava Kuvvetleri Komutanlığı... Devamında general - amiral lojmanları... Birkaç yüz metre ileride de Kara Kuvvetleri.

Meclis’in çaprazı Genelkurmay Karargahı. Askerin bir gözü hep TBMM’nin üzerinde yani.

Hatta bu karargahlar ile Meclis arasında, yolun altından güvenli geçiş için gizli tüneller olduğu rivayet edilir başkentte. Doğru mu bilmiyorum ama yer altından birbirlerine bağlı oldukları söylenir karargahların ve Meclis’in.

Tam karşıdaki Jandarma Genel Komatanlığı ve yine Dikmen Kapısı’ının karşı tarafında, biraz yukarıdaki Sahil Güvenlik Komutanlığı’nı listeye alsam mı, almasam mı bilemedim.

Jandarma ve Sahil Güvenlik de, aynı ‘üniforma’lara sahip ama onlar İçişleri Bakanlığı’na bağlı malum. Bu yüzden karar veremedim; listede olmalı mı, olmamalı mı?



Bana kalırsa, ‘TBMM Muhafız ve Tören Taburu’nun Parlamento Kampüsü’ndeki varlığına son verilmesi yetmez. Sözünü ettiğim karargahların da bulundukları yerlerden başka adreslere taşınması yerinde olacaktır.

Hatta bir örnek vereyim...

ABD’nin başkenti Washington DC’de, Pentagon‘un şehir merkezinin dışında bir bölgede olması gibi, Ankara’da da Genelkurmay ve kuvvet komutanlıklarının karargahları merkezden uzakta uygun bir bölgede toplanabilir mesela.

‘Silahlı askeri gücün, demokratik sivil milli iradeyi kuşatması’ gibi yorumlanmaya açık olan mevcut görüntünün ortadan kalkmasına kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum.

Yazının devamı...

Sayko...

‘Restoran’da eti kimimiz ‘veldan’ yiyoruz, kimimiz, ‘midyum’. (‘Medyum’un konuyla ilgisi yok.)

‘Kafe’de bazılarımız ‘latte’ içiyor, bazılarımız ‘makiyato’.

‘Bar’da içkisini ‘singıl’ sipariş verenimiz de var, ‘dabıl’ da.

‘Rezidans’ta oturuyor, üç ya da beş ‘em’ veya ‘ekstra’ ‘market’ten alışveriş yapıyoruz.

Taksitler; ‘bonus’a, ‘vörld’e, ‘maksimum’a,

‘şopenmayls’a.

Ekranda ya ‘si-en-en’ Turk (‘ü’ değil ‘u’ ile tabii ki) açık, ya ‘en-ti-vi’, ya ‘si-en-bi-ci-e’.

‘E-mail’ ile haberleşiyoruz. Veya ‘twitter’dan ‘diem’ (Direct Message) yoluyla. ‘Es-em-es’, ‘em-em-es’, ‘vatsap’, ‘bi-bi-em’ de var isteyenimize. Duvarlara yazı yazmanın suç olduğu memleketimde, ‘Facebook’un ‘wall’unu doldurup taşırıyoruz her gün.

‘Prada’lar, ‘lubutin’ler, ‘luiviton’lar basıyor ‘cip’lerin, ‘iksaltı’ların, ‘seleka’ların gaz pedallarına.

‘Okey’leşiyoruz ‘brasri’lerdeki ‘hepiaur’lar için.

‘Ekslarc’ beden giyenlerin derdi ‘silimfit’ son zamanlarda.

‘Baksır’ don giyiyoruz bazılarımız.

‘Netbuk’a ‘elektrovörld’den bilmem kaç ‘cigabayt’lık ‘flaşdisk’ arıyor, kitap almak için ‘dienar’a gidiyoruz.

Futbol takımlarının ‘kofibrek’i var maç öncesi kampında.

Basketçilerin yedekleri ‘benç’te oturuyor maç sırasında.

Üniversitelerde ‘anır’ öğrencilerle gurur duyuyoruz.

‘Fuleyçdi el-si-di’de ‘bulurey’ film izleyip, otomobilimizde ‘elpici’ yakıt tüketiyoruz.

‘Nayk’, ‘ribak’, ‘ag’, ‘livays’, ‘kempır’, ‘gep’, ‘madırkeyr’, ‘marksenspensır’, ‘aberkrombienfiç’leri giydirip ‘bıranç’lara götürdüğümüz çocuklarımızdan ‘Türkçemiz’i doğru, düzgün ve iyi kullanmalarını istiyoruz.

Du yu andırsitend mi?..



Kilo mu aldın sen?..

Hep yanlışı, eksiği söylemek gibi bir huyumuz var. Yok birbirimizden farkımız. Hepimiz böyleyiz...

“Merhaba”dan sonra ilk cümle olarak, “Aaa, amma kilo almışsın yahu”yu; en hafifinden - o tanıdık vurgulama ile - “Kilo mu aldın sen?..” sorusunu duymayanımız yoktur. İçinden, “Önce bir hal - hatır sorsaydın...” diye geçirmeyenimiz de tabii.

Ya da ne bileyim...

Satın aldığınız otomobilin iyi, üstün özelliklerini yok sayıp, hep eksiklerinden söz etmez mi karşınızdaki?

Kerhen bir “Hayırlı olsun” dedikten sonra, hemen bir başka markayı öven, “Üstelik hem daha az yakıyor, hem de daha ucuz” diye devam eden cümleleri kim bilir kaç kez ve kaç kişiden duymuşsunuzdur.

Henüz duymadıysanız, ilk uygun ortamda duyacağınızdan emin olabilirsiniz. Ve siz de, “Bir ‘kazasız - belasız kullan’ deseydin önce” diyeceksiniz. İçinizden tabii...

Örnekleri çoğaltmak ve çeşitlendirmek mümkün. Lakin anladınız siz ne demek istediğimi...

Karşımızdakinin şevkini kıran, hevesini kaçıran, moralini bozan cümleleri sıralıyoruz önce bir solukta. Sonra da, “Neyse canım...” ile başlayan, ‘sözde nezaket’ kokan bir cümleyle, aklımız sıra gönül alıyoruz.

Ve bu alışkanlığımızı en çok da en yakınımızdakilere karşı sergiliyoruz.

Katmerli yani. Tanıdık torpili...

En çok sevdiklerimize, daha doğrusu en çok sevdiğimizi söylediklerimize ayırıyoruz en acımasız tavırlarımızı. En çok onlara hoyrat davranıyoruz.

Can sıkıcı değil mi?

Can sıkıcıyız

gerçekten...

Aynı örnekle bitireyim:

“Kilo vermişsin” demekten kaçınırken, “Ne çok kilo almışsın” türünden selamlaşmalardaki bonkörlüğümüz adeta reflekse dönüşmüş, farkına bile varmıyoruz. Ama ‘biz yaparken’ farkında olmuyoruz. ‘Bize yapıldığında’ ise rahatsız olma, tepki gösterme hakkımız sonsuz.

Diyeceğim o ki...

Hayatın her aşamasında, karşımıza çıkan her durumda olduğu gibi ‘çifte standart’larımızla mutluyuz biz.

Aferin bize...

Yazının devamı...

Bakan Yıldız: Kayseri’de burnum kırıldı ama yüreğim yara almadı

Enerji Bakanı Taner Yıldız‘ın dün Ankara’da, Gazi Üniversitesi’nde kendisini ve hükümeti protesto eden öğrenci ile kurduğu diyaloğu, kimi batı demokrasilerinde görmeye alışığız.

Türkiye’de pek örneği yok. Hatta bu kadarı ilk kez yaşanıyor.

Yıllardır tanıdığım ve insani yanını hep takdir ettiğim Yıldız’ı aradım dün olaydan sonra.

Taner Yıldız yakın geçmişte (Nisan 2010), memleketi Kayseri‘de bir şehit cenazesinde burnunun kırılmasıyla sonuçlanan bir saldırıya da hedef olmuştu, hatırlarsınız.

O olayı hatırlatarak başladık Yıldız ile telefonda sohbete... “Benim o saldırıda, burnum kırılmış olabilir. Kayseri’de burnum yara aldı ama yüreğim yara almadı” diye başladı söze Taner Yıldız.

Sonra da dün yaşanan olaya bakışını anlattı:

- O bizim ülkemizin insanı. Bu ülkenin idaresindeki irade o gencimizi de kucaklayabilecek güçte. Ve doğrusu, insanlar konuştuğunda, konuşabildiğinde çok şey halloluyor.

- Sizi protesto eden öğrenci de şaşırdı galiba sergilediğiniz tavıra?

- Evet, çok şaşırdı. Buna hazırlıklı değil. Beklemiyordu tabii... Çünkü o, böyle bir eylem yaptığında, bağırdığında, polisin güç kullanmasına alışık. Bugüne kadar hep böyle olmuş, böyle bir konsept oluşmuş. Bu konsept yıkılıyor artık.

- Pekiyi tavrı ne oldu? Biraz mahçup oldu gibi sanki?..

- Bakın benim o görüşmenin galibi olmak gibi bir derdim de yok. Benim düşüncem şu: Hoş görüyü ancak güçlüler gösterebilir. Pozisyon olarak güçlü olan benim ve orada o tavrı sergilemesi gereken benim. Ayrıca, hepimiz o sıralardan geçtik. Bir heyecan olabilir o yaştaki gençlerde... Ama önemli olan bu diyaloğu kurabilmek.

Ve son bir not...

Bakan, konuştuğu protestocu öğrenciye “Gözüm” diye hitap ediyor konuşurken. Öğrenci de el sıkışıp ayrılırken, “Ağabey” diyor Taner Yıldız’a.

Demek ki, böyle de olabiliyormuş işte.



Nereden çıktı şimdi bu anket?

Meclis’te herkes, bakanların performans anketini konuşuyor. Özellikle de bakanlar ve kurmayları...

Genel Kurul’da bütçe görüşmelerinin devam ettiği Meclis‘in kulislerinde neredeyse tek konu bu anket.

Ankette ‘başarılı’ gösterilen bakanlar da pek memnun görünmüyor bu durumdan, gerilerde kalanlar da...

“Bu işin arkasında ‘aslında’ kim var?” sorusu herkesin dilinde...

Tabii bir de, hatta asıl, anketin ‘zamanlaması.’

‘Başarılı- başarısız bakanlar listesi’nin tam da Başbakan’ın sağlık sebebiyle Ankara’dan uzak kaldığı günlere denk ge(tiri)lmiş olmasına dikkat çekiyor herkes.

Anlayacağınız, anket ile ilgili dedikodunun bini bir para Meclis kulislerinde.

Ama en ilginç, en dikkat çekici söylenti şu:

‘Gündem’ olan o anketin söylendiği gibi Başbakan Erdoğan’a sunulmuş bir dosya olmadığı...



Atış serbest... Nasılsa soran yok...

Bir doktorun çalışma koşulları hakkında hiçbir fikri olmayan, bir ‘acil nöbeti’nin ne olduğundan bihaber insanların doktorları yargıladığı bir ülkede yaşıyoruz. Ya da bir polisin görev yaptığı fiziksel ortamları bilmeyen, o polisin bir ‘şafak operasyonu’ndaki ruh halinden habersiz olan insanların polisleri zihinlerde mahkum ettiği bir ülkede...

Bir gazetecinin haber peşinde koşarken başına gelenler hakkında en ufak bir bilgisi olmayan, bir muhabirin şehir ya da yurt dışı görevden dönüşte muhasebe servisi ile yaşadıklarını değil anlaması, düşünmesi bile mümkün olmayan insanların habercileri karaladığı bir ülke burası.

Veya genç bir subayın sınır karakolunda nasıl bir hayat yaşadığını tahayyül dahi edemeyen, askeriyle birlikte dağlarda operasyona çıkan o subayın ruh halini öngörmesi söz konusu bile olmayanların sırf üniformalı diye ‘asker’i yerden yere vurduğu bir ülke...

Örnekleri çoğaltmak mümkün...

İşin özü, özeti şu:

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların coğrafyası burası. Üstelik o ‘bilgisiz fikir sahipleri’nin söyleyeceklerini sınırsız bir pervasızlıkla seslendirebildiği bir coğrafya...

İstediği herkesi; değil ‘sorgulamak’ hemen ‘yargılayan’, daha da ötesi, beş dakikada ‘infaz eden’lerin ‘muteber’ sayıldığı bu topraklarda, kim daha fazla bağırırsa o haklı sayılıyor sanki.

Nasılsa hesap soran yok...

Nasılsa mesleki ‘ceza’ mekanizması diye bir uygulama yok... Nasılsa kimse sormuyor, “Kardeşim sen bu hakkı nereden buluyorsun?” diye.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.