Şampiy10
Magazin
Gündem

Şamil Tayyar: Şike defterini kapattım

“Ben bu şike defterini kapattım. Bu konuda konuşmuyorum artık.”

Şamil Tayyar son günlerde içinde yer aldığı tartışmalı gündeme ilişkin işte böyle dedi telefonda.

12 Haziran 2011’e, yani milletvekili seçildiği genel seçimlere kadar “Şamil”di, diğer meslektaşları gibi benim için de. Ama artık “Sayın Tayyar”.

Dün “sen”di, bugün “siz”.

Eski ‘meslektaş’, şimdi ‘haber kaynağı’ çünkü o.

Bu aralar eleştiren çok ama baktım arayıp görüşlerini soran yok, aldım telefonu, Adalet ve Kalkınma Partisi Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar’ı aradım dün.

“Şike yasası” olarak adlandırılan gündemde yaptığı açıklamaları hatırlatıp, kendisine yönelen eleştirilere bakışını öğrenmek; ve tabii aldığım yanıtları yazmak için.

“Siyasete girince bu tür eleştirilere de alışmak gerekiyor herhalde” diye başladı söze.

- Önce karşı çıkıp, Başbakan’ın tavrı netleşince, “Tek realite var, o da Recep Tayyip Erdoğan” şeklinde açıklama yapmanız çok eleştirildi.

- Benim duruşumda değişen bir şey yok. Bu konuyla ilgili “AK Parti’de çatlak” vs gibi yorumlar yapılınca söyledim ben o sözü.

- Ama ilk başta sergilediğiniz net tavır, Cumhurbaşkanı’na mektup yazmanız, açıklamalarınız... Bunlardan sonra bir ‘U dönüş’ görüntüsü çıkmadı mı ortaya?

- Şöyle bir talihsizlik oldu... O mektubun zamanlaması ve Sayın Başbakan’ın ameliyatı... Ameliyat birkaç gün sonra duyuldu biliyorsunuz. Dolayısıyla Sayın Başbakan’ın bu konudaki düşüncesi, görüşleri de bilinemedi bir süre. Grup başkanvekilleri bile birkaç gün sonra açıklama yaptı. Ama sonuç olarak ben olaya şöyle bakıyorum: İnsanlar vicdani bir refleks gösterdi başta. Sonra konu bambaşka bir boyuta taşındı. Yok çatlak varmış, bölünme varmış gibi. Ben de onun üzerine söyledim, “Tek realite var” diye. Hala da öyle düünüyorum. Bu partide Recep Tayyip Erdoğan’ın otoritesini sorgulamaya yönelik hiçbir şey olmaz.

- Yıllarca takip ettiğiniz, yeri geldiğinde eleştirdiğiniz siyasetçilerden biri olmak farklı anlaşılan...

- Ben düşüncemi söyledim. İçimden geleni söyledim... Ama milletvekili arkadaşlarımın bazılarından bile, “Sen şikeye karşısın da, biz şikeci miyiz?” gibi tepkiler, serzenişler geldi mesela.

- Bir ‘kıssadan hisse’ var mı bu süreçten payınıza düşen?..

- Yani bu konuda yapılan her açıklamanın, söylenen her cümlenin birden fazla ve birbirinden farklı sonucu oluyor. Bunu gördüm. Onun için ben artık bu konuda konuşmamaya karar verdim. O defteri kapattım. Şike defterini kapattım.

- Bu sözleriniz, bundan sonra benzer durumlarda, yani netameli konularda daha ‘ihtiyatlı’ davranacağınız anlamına mı geliyor?

- (Gülerek) Ona bakacağız artık...



Medyanın gündem ile imtihanı

Tam adı, ‘6259 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’...

Her haberde bu kadar uzun şekilde kullanılması mümkün değil. Dolayısıyla medya kısaca “Şike yasası” dedi, gündemin adı “şike şasası” oldu.

Daha önce bazı başka ‘spesifik’ konularda olduğu gibi, şike yasasının farklı boyutlarının tartışıldığı televizyon programlarını izlerken de hep aynı şeyi söyledim: “Haberci olarak hepimizin her konuyu bilmesi mümkün değil. Lakin biraz ‘ders çalışmak‘ da çok zor olmasa gerek.”

Nitekim...

İddianame açıklandı;

O iddianameyi eline alıp ekrana çıkan bazı meslektaşlarımızın, ellerindeki metni okuma zahmetine dahi katlanmamış olduğu çıktı ortaya.

Metris’ten sekiz sanık tahliye edildi, yani tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı;

O anları canlı yayında ekrana taşıyan ama ‘kimin kim’ olduğunu bilmeyen meslektaşlarımız arasında, “Ben zaten futboldan anlamam, bu vesile ile ben de konuya girmiş oluyorum” türünden sempatiklikler (!) ile karşımıza çıkan bile oldu.

İnsan bir mevzuyu bilmeyebilir. Ama o insan ‘haberci’ olduğunu iddia ediyor ve bu sıfatla ekrana çıkıyorsa durum farklı.

Konuyu bilmiyorsanız, en azından ‘en iyi bilen’i bulur, konuk edersiniz programınıza ya da bülteninize.

Ama ‘bilmeyen’, doğru konuğu seçmeyi de bilemeyince işin tadı iyice kaçıyor.

Bir habercinin; ‘bilmediği konu’da, üstüne bir de ‘konuyu bilmeyen konuklar’ ile yaptığı yayının ciddiyeti ve inanırlığı olabilir mi?

Yazının devamı...

YAŞ’ta o görüntü aynı kalıyor

Perşembe günü Kış Şurası toplanıyor Ankara’da.

Yüksek Askeri Şura’nın (YAŞ) rutin Aralık ayı toplantısı.

Her sene Aralık’ın ilk günlerinde yapılan toplantı bu yıl, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ameliyatı sebebiyle iki hafta ileri atıldı.

Şura’da gündem ile birlikte (hatta gündemden de önde) yine ‘görüntü’ yer alacak gibi görünüyor.

Bu toplantıda, iki orgeneralin koltuğu boş.

Ağustos toplantısında ‘Yaş üyesi’ sıfatıyla rütbesinde tutulan Orgeneral Bilgin Balanlı cezaevinde.

İnternet andıcı soruşturması kapsamında hakkında yakalama kararı bulunan EDOK Komutanı Orgeneral Nusret Taşdeler de GATA’da tedavi görüyor.

Bu iki isim katılmayacak YAŞ toplantısına.

Ve daha önemlisi, Perşembe günü Genelkurmay Karargahı’ndaki Çakmak Salonu’ndan kamuoyuna yine ‘tekli fotoğraf‘ yansıyacak.

Başbakan, Ağustos toplantısında olduğu gibi yine ‘tek başına’ olacak başkanı olduğu Şura’nın toplantı masasının başında.



Hatırlayacaksınız, ‘istifa krizi’nin gölgesinde yapılan Yaz Şurası’nda Başbakan Erdoğan’ın masanın başında tek başına yer aldığı fotoğraf oturmuştu gündeme.

Hükümet üyeleri, Başbakan’ın hemen yanında Genelkurmay Başkanı olmayan o fotoğrafı, “Türkiye’de sivilleşmenin, demokratikleşmenin yeni bir örneği, yeni bir işareti” olarak değerlendirmişlerdi.

Askeri kaynaklar ise “Necdet Özel’in henüz asaleten ataması yapılmadı. Bizde vekil, asilin yerine oturmaz” şeklindeki yorumlarla, Orgeneral Özel genelkurmay başkanı olduktan sonraki ilk toplantıda o fotoğrafın yine eskiye dönebileceğini ima etmişlerdi.



Şura toplantılarında salondaki tüm detaylardan, aynı zamanda YAŞ’ın sekreterya görevini de yürüten Genelkurmay İkinci Başkanı sorumlu. Oturma düzeninden, ikrama kadar her ayrıntıdan...

Görünen o ki, Başbakanlık ‘oturma düzeni’ konusunda hassas davranmış ve tedbirini almış.

Neden mi böyle diyorum? Çünkü gelen haberler, Perşembe sabahı masa düzeninin ‘Ağustos ile aynı’ olacağı yönünde.

Yani Ağustos 2011 öncesi var olan ve bir ‘iki baş(kan)lılık‘ hissi uyandıran o görüntüye geri dönülmeyecek.

Genelkurmay Başkanı, Başbakan’ın yanında değil, Şura
üyelerinin ilk sırasında oturacak.

YAŞ’ın da başkanı olan Başbakan, aslında olması gerektiği gibi, masanın başında ‘tek başına’ yer alacak.

Bu da demek oluyor ki, Ağustos ayında askeri kaynaklardan gelen “Bu görüntü değişikliği tamamen teknik nedenle ortaya çıktı. Genelkurmay Başkanı asaleten atandıktan sonra oturma düzeni yine eskisi gibi olacaktır” şeklindeki teamül esaslı yorumlar boşa çıktı.



“Bunda bu kadar konuşulup yazılacak ne var?” demeyin.

“Şekilcilik hastalığı” diye de düşünmeyin bu konuyu.

Bazı durumlarda ‘şekil’ önemlidir.

Bazen ‘görüntü’ çok şey söyler.



Somali ve Kenya’dan organ sortileri

Somali’de açlıkla baş etmeye, hayatta kalmaya çalışan insanlar; uluslararası organ mafyasının hedefinde. Özellikle de çocuklar...

Yazıya tam bu cümle ile başlamıştım ki, twitter’da eski arkadaşım Şerif Turgut’un mesajını gördüm. Dünkü The Wall Street Journal’da (WSJ), Joel Millman ve Matt Bradley imzasıyla yayınlanan bir haberin linkine yer vermişti Şerif tweetinde.

(Bu arada Şerif Turgut’u hatırladınız değil mi? Hani Bosna savaşı sırasında, o coğrafyada olup biteni atv ekranından tüm çıplaklığıyla Türkiye’ye duyuran cevval muhabir vardı ya. O Şerif işte. Yeniden Türkiye’ye döndü Şerif Turgut.)

WSJ, organ simsarlarının Mısır’daki mültecilere yönelik faaliyetlerini konu ediyordu haberinde. Mısır’da yaşayan Ürdünlü, Eritreli, Etiyopyalı, Somalili, Iraklı ve Suriyeli mültecilerin organlarının (ç)alınıp satıldığını.

Ben de, Somali’de yaşananlardan bahsedecektim...

Geçmişte Kosova’da, Irak’ta, Pakistan’da, Haiti’de görülen ‘organ trafiği’ son dönemde Somali ve komşusu Kenya’nın başkentlerinde yaşanıyor.

Bir tarafta Kenya’da, Birleşmiş Milletler’in (BM) Dadaab Mülteci Kampı yakınında bulunan BM kontrolündeki havaalanına inen özel jetler...

Diğer yanda Somali’de, Mogadişu Havaalanı’na inen neredeyse her BM ve Avrupa Birliği insani yardım uçağı...

Hepsi, en az birkaç ‘soğutucu çanta’ ile ayrılıyor ‘kara kıta’dan.

Geçmişte savaşın, kıtlığın, açlığın yaşandığı diğer ülkelerde işlenen ‘insanlık suçu’ şimdilerde Somali’de, hem de göz göre göre sahneleniyor.

Ve dünya; yine seyrediyor.

Yazının devamı...

Cemil Çiçek’ten renkli yorumlar


Dün saat 17.45’ti Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Cemil Çiçek ile telefonda konuştuğumuzda.

CHP‘li milletvekillerinin başvurusunu sordum önce.

‘Cezaevinde tutuklu bulunan milletvekilleri’ konusuna çözüm isteyen başvuruyu...

“Hukukçularımız inceleyecek” dedi.

“Sizce ne olur? Olumlu bir sonuca ulaşılır mı?” diye devam edince, Çiçek o bildik üslubuyla yanıt verdi:

“Konserve mütalaa olmaz. Öyle konservenin kapağını açıp servis yapar gibi olmaz. Ben yapmam. Şu aşamada basına açıklama da yapmam. Bir gelişme olursa, bir noktaya varılırsa, o zaman konuşurum.”

Şu meşhur şike yasası...

Meclis Başkanı Cemil Çiçek’e ‘şike yasası’ olarak anılan gündemi de sordum.

- Konu Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında bir gerginlik ya da Gül ile Erdoğan’ın karşı karşıya gelmesi şeklinde ele alınıyor. Siz nasıl bakıyorsunuz?

- Biz maalesef her konuyu kendi bağlamında tartışamadığımız için her şeyden bir siyasi çıkarım yapma peşinde koşuyoruz. Böyle kötü bir huyumuz var bizim millet olarak. En son, en somut örnek de bu yasa işte.

- Yani?..

- Yani, konuyu, konunun özünü konu∫muyoruz; yok gerginlikmi∫, yok restleşmeymiş, herkes bunların peşinde. Oysa ortada şöyle bir gerçek var: Bir konunun tekemmülü (olgunlaşması) için yetkili birden çok makam varsa, her makam konuyu kendi yönünden takdir eder. Bu takdirler bazen örtüşür, bazen ayrışır. Ayrıştığında, bunu hemen bir krizmiş, anormal bir durummuş gibi görmek, öyle yansıtmak yanlış.

Bundan sonra ne olur?

- Pekiyi sizce bundan sonra neler yaşanır? Yani yasa aynı şekilde tekrar gönderilecek gibi görünüyor. Bu durumda onaylamak zorunda olan Cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesi’ne başvurur mu?

- Bakın o kendilerinin takdiridir. Ben kendimi O’nun yerine koyup konuşamam. Veto etmek de kendilerinin takdiriydi, bundan sonrası da öyle. Yetki kendisinde. Ama dediğim gibi konuyu bambaşka yerlere götürmemek lazım. Neticede bu ülkede bir yasa Köşk’ten Meclis’e ilk defa geri gönderiliyor değil.

Son bir not ile bitireyim...

Bu görüşmeyi yaptığımızda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Avusturya’ya gitmiş ve Cemil Çiçek sadece TBMM Başkanı değil, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Vekili’ydi.

CHP ABD yolcusu

Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) dört önemli isim yarından sonra (11 Aralık 2011 Pazar) Amerika Birle∫ik Devletleri’ne gidiyor.

Seyahat bir hafta sürecek. Neti altı gün.

Ve o altı günde yaklaşık 50 (elli) görüşme var programda.

Dört kişilik CHP heyeti, genel başkan yardımcıları Faruk Loğoğlu ve Faik Öztrak ile milletvekilleri Gülsün Bilgehan ve Umut Oran‘dan oluşuyor.

Kimler ile görüşülecek?

Dış politika ve ekonomide deneyimli CHP heyeti Washington’da, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın kurmayları ve Obama’nın ofisinde başkanın danışmanları ve Ulusal Güvenlik yetkilileri ile bir araya gelecek. Programda, (hem Cumhuriyetçiler hem de Demokratlardan) senatörler, Temsilciler Meclisi üyeleri ve düşünce kuruluşları ile görüşmeler de var.

Ve son olarak Amerika’daki Türk sivil toplum örgütleri ile bir toplantı.

Seyahat ve programa ilişkin bu bilgileri veren heyet üyelerinden CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran, “ABD’deki Türk sivil toplum temsilcileriyle yapacağımız toplantı geniş bir yelpazede olacak” dedi.

Oran’ın verdiği bilgiye göre bu buluşmaya, Fethullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen Tuskon da davetli.

“CHP’nin Gülen açılımı” olarak yorumlanır mı bilemem ama dikkat çekici bir not olduğu kanaatindeyim.

Yeni CHP vurgusu

Umut Oran’ın verdiği bilgilere göre ekonomi ana başlığının altında küresel kriz, Avrupa Birliği’nde yaşanan ekonomik gelişmeler ve Türkiye ekonomisi var.

Dış politika ve güvenlik başlıkları ise Türkiye - ABD ilişkileri, Ortadoğu ve terör.

Oran, “Biz 22 Mayıs 2010’dan itibaren Türkiye’nin her yerinde sahadayız. 81 il, 858 ilçeyi iki kez gezdik, üçüncü turun içindeyiz. Aynı prensibi dış politikada da uyguluyoruz. Bir buçuk yıldır hem AB, hem ABD nezdinde ziyaretlerimiz sürüyor. Sosyalist Enternasyonal ile de sürekli yakın temastayız. Mesela, 2012’in ikinci yarısında Sosyalist Enternasyonal’in önemli bir toplantısına ev sahipliği yapacağız“ dedikten sonra bu yöntem için, “Yeni CHP’nin farkı” değerlendirmesini yaptı.

Yazının devamı...

Herkes aynı şeyi soruyor: Şike yasası ne olacak?

“Şike yasası” diyoruz hepimiz ama konusu sadece o değil aslında.

Resmi adı, ‘6250 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’. Yani o meşhur 6222’de değişiklik öngören yasa...

Lakin artık, mümkün değil değişmez üzerine yapışan isim. O artık “şike yasası.”

Aklı başında birçok hukukçu “Tam da öyle değil” dese de, toplumda oluşan algı, “Bu yasa değişikliği ile başta Aziz Yıldırım olmak üzere Metris’teki tutuklulardan birçoğu salıverilecek” şeklinde oldu. Algının böyle şekillenmesinde en büyük rolü, medyada konu ile ilgili haberlerin oynadığını söylememe gerek yok herhalde.

Değil hukuk terminolojisine hakim olmak, neredeyse savcı ile yargıç arasındaki farkı bilmeyenlerin kaleme aldığı haberlerden bahsediyorum. (Örneği, durumun vahametini anlatabilmek için elbette abarttım.)

Grup başkanvekillerinin ardından, dün bakanlardan da ‘kararlılık’ açıklamaların gelmesi önemli... Ankara’nın kulis gündemi, söz konusu yasa değişikliğinin safahati ve akıbetine ilişkin söylentilerden müteşekkil. Her ne kadar, “Burası Türkiye” ve “Siyasette 24 saat çok uzun bir süre” ise de başkent kulislerindeki havayı şöyle özetlemek mümkün: “Yasa TBMM Genel Kurulu’na geldiğinde sürpriz gelişmeler yaşanabilir. Ve bu sürprizler beklenenin aksine BDP kanadından değil, iktidar partisi grubundan gelebilir” görüşü ağırlık kazanmış durumda.

Eğer bu sürprizler amacına ulaşamaz ve yasa Meclis’ten, ‘değiştirilmeden’ geçerse, yani Köşk’e ‘aynı şekilde’ tekrar gönderilirse (ki kuvvet ile muhtemel böyle olacak) Cumhurbaşkanı yasayı mecburen onaylayacak.

Ankara’da, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Anayasa Mahkemesi’ne başvurma yoluna gitmeyecek” diyenler çoğunlukta. “Çünkü Gül, vereceği mesajı verdi” diyor bu görüşün sahipleri...

Sonuç olarak da, değişiklikler hayata geçecek ve Metris’teki isimlerden bazıları tutuksuz yargılanmak üzere serbest kalacak. Görünen o.

Vaziyet özetle böyle... Daha doğrusu, dün itibariyle böyleydi.



Twitter’ın faydaları

Kelime anlamı ‘cıvıltı’. Sosyal paylaşım ortamı ‘twitter’daki mesajlara verilen ad ‘tweet’in kelime anlamı...

Yani ‘tweet atmak’, ‘cıvıldamak’ demek aslında.

Cıvıldayıp duruyoruz internet üzerinden. Twitter çıktı çıkalı bilgisayar ve cep telefonlarının ekranları cıvıl cıvıl...

Bünyesinde; birçok risk, birçok sıkıntı, insanın tadını kaçıracak birçok ‘doğrudan temas’ı barındıyor olsa da, twitter benim için ‘artıları eksilerin fazla’ olan bir mecra.

“Her şeyden anında haberim oluyor” şeklinde sıradan bir fayda değil bahsettiğim. Ya da “Toplumun nabzını doğrudan tutabilme imkanı veriyor” türünden bir kazanımdan da söz etmiyorum.

Bunlar gerçek ama beni ilgilendiren fazlası...

İnternet ortamındaki her iletişim platformu gibi twitter’ın da özel yaşamda partner bulmak vb maksatlarla kullanılması gayet doğal. Konumuz bu da değil.

Cıvıldayıp durmanın benim açımdan faydaları şunlar:

- Konuşma yeteneği çok sınırlı olan bazı insanların, yazarken nasıl birer ‘potansiyel fenomen’ olabildiğini görmek.

- Buna karşılık birçok ‘şöhret’in nasıl boş, nasıl sığ, nasıl hoyrat, nasıl gizli vandal olduğunu fark etmek.

- İnsanların yüzüne karşı asla söyleyemeyeceklerini pervasızca yazan bazılarının, tuşlara basarken nasıl birer ‘gölge kahraman’ olduğunu tespit etmek.

- Küfür ettiği birinden gelen medeni yanıt üzerine (birkaç tweetleşmenin ardından) yaptığından utanıp, saygı çerçevesinde bir diyaloğun tarafı olmayı başarabilen insanların varlığını gözlemlemek.

- Nadiren de olsa; insanın ufkunu açan, herhangi bir konuya farklı bir pencereden de bakmasına vesile olan kişilerle karşılaşmak.

- Bu ortamı salt bir ‘yalnızlık panzehiri’ olarak görmeyip, sosyal sorumluluk projeleri veya topluma fayda sağlayacak organizasyonlar için kullananlar olduğunu bilmek.

- Siyasetçilerin de aslında (bazen) ‘bizlerden biri’ olduğu gerçeğini teyid etmek.

- Toplumsal hafıza ile yurttaşlık bilincini taze ve zinde tutma özelliği.

- Sınıf ve sosyal statü farklılıklarını, sıfırlayamasa da, mümkün olan en alt seviyeye indirebilmesi.

- İnsanların mesajlarını, hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan, doğrudan muhatabına iletebilmesi.

- Başta kan arayanlar olmak üzere yardıma ihtiyaç duyanların imdadına yetişilebilmesi alanındaki işlevi.

Yazının devamı...

Bakın bakalım, neleri unutmuşuz daha 2011 bitmeden

Gece Van ile yatıp, sabah Van ile kalkmamız değil elbette beklediğim.

Tamamen unutup gitmemize itirazım.

“Van’ı unutma, unutturma” ya da “Van’ı unutan bizden değildir” türünden sloganlar da bunun için işte. Farkındalığın sürmesine katkı için...



Van depremiyle birlikte, belki de bugüne kadar ilk kez çağdaş manada bir ‘dayanışma’ ruhu oluştu toplumda.

Yardım kampanyalarına sadece madden değil, manen de katıldık bu defa.

Çılgın Türkler, Çılgın Kürtler, Çılgın Çerkesler; hasılı Türkiye (sıradaki sözcüğü olumlu anlamda kullanıyorum) ‘çılgınca’ yardımına koştu Van’ın.

Van, ‘can’ oldu.



Bu durumun tek istisnasıdır belki de, televizyonların ortak yayınlarında bireysel ya da kurumsal reklamlarını yapıp, vaat ettikleri yardımları göndermeyenler.

‘Van yüzsüzleri’ diyoruz biz onlara. “Van yüzsüzleri açıklansın” istiyoruz.

Henüz açıklanmadı bu kişi ve kurumlar. Açıklanmaz da büyük olasılıkla. Lakin Allah biliyor onları. Daha önemlisi onlar kendilerini biliyorlar. Vicdanları peşlerini bırakmaz herhalde. Tabii varsa...



Sürekli, içinde ‘van’ geçen kelime oyunları yapmak geliyor içimden.

Anlamak yerine ‘Vanlamak’ gibi mesela...

“Orada yaşayanların durumunu ‘Vanlamak’ için her gece, üzerimizde ince bir giysi ile evinizin bir penceresini açın ve sadece beş dakika karşısında duralım. Sadece beş dakika.”



Van’ı unutmayalım.

Çok şeyi unuttuk bu sene. Bari Van’ı unutmayalım, unutturmayalım.



2011 bitiyor. Üç haftadan biraz fazla var yeni yıla.

Şöyle bir baktım, “Bu sene neleri unutmuşuz” diye.

Elbette hatırladıklarımız var ama ‘unuttuklarımız” listesi çok daha uzun.

Bir bakalım...

Defne Joy Foster’ın ölümünü unuttuk mesela.

Necmettin Erbakan’ı da...

Seçim öncesi açıklanan ‘Çılgın Proje’ Kanal İstanbul’u unuttuk gitti.

Kütahya - Simav depremini de öyle...

Sivas’taki Madımak Oteli katliamının sorumlusu olarak 18 yıl boyunca aranan Cafer Erçakmak’ın ancak öldüğünde (üstelik de, Madımak Oteli’ne sadece 500 metre mesafedeki evinde) bulunduğunu unuttuk örneğin.

Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının istifa ettiğini de unuttuk...

ÖTV’deki büyük artışı,

Deniz Feneri savcılarına soruşturma açıldığını, davanın sanıklarının ise üç aylık tutukluluktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldıklarını,

Bir kadın voleybolcunun İstanbul’da, otobüse şortla bindiği için darp edildiğini,

Üçüncü Selim’in tahtını lojmanına taşıtan Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Yusuf Benli’yi, “Mini etek giyen kadın tecavüze davetiye çıkarır” diyen Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Orhan Çeker’i, ÖSYM’nin şifre skandallarını ve Başkan Ali Demir‘in savunmalarını, neredeyse her gün öldürülen kadınları, Seçim öncesi MHP’li milletvekillerinin yatak odası görüntülerinin interet üzerinden servis edilmesini ve aynı daha önceki benzer vakalar gibi bunların faillerinin bulunması konusunda da bir arpa boyu yol alınamadığını, yine seçim öncesi YSK’nın BDP destekli 12 isme adaylık izni vermemesini, bu karar üzerine bölgede sokakların karışmasını, bu durum üzerine ise kararın bir şekilde geri alındığını, Fatih ve Eyüp Belediyeleri’nin aile danışmanı Sibel Üresin’in, “Erkeklerin, imam nikahıyla dört kadına kadar eş alması yasal olsun” dediğini, Ergenekon davasının Mahkeme Başkanı Köksal Şengün’ün Bolu’ya atandığını, “Slogan atanı, üniversiteden atarım” diyen Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Pakdemirli’yi, Can Yücel’in mezar taşının kırılmasını, MİT-PKK görüşmelerini, Muhsin Yazıcıoğlu’nun öldüğü helikopter kazasına ilişkin ortaya atılan çarpıcı iddiaları, Ankara Kumrular Sokak’ta patlayan bombayı, trafikte yitip giden canları ve tabii şehitleri; terörle mücadelede kaybettiğiz o gençleri...

Hepsini ve daha birçok olayı, kişiyi, gelişmeyi, iddiayı, gerçeği unuttuk.

Unuttuk gitti.

Yazının devamı...

Bir diğer ‘kederli baba’dan mektup var

‘Aselsan ölümleri’ile ilgili soruşturma dosyası yeniden açıldı.

Ben de bu gündemin yeniden ısınmasıyla birlikte iki yazı yazdım bu hafta.

Bu yazılardan ilki, (29 Kasım 2011 Salı günü yayımlanan) yaşamını yitiren üç gencin eski mesai arkadaşlarının anlattıklarından müteşekkildi.

Ardından dün, (1 Aralık 2011 Perşembe) merhum Hüseyin Başbilen’in babası Vehbi Başbilen’in görüşlerini aktardım.

Bugün de, Evrim Yançeken’in babası Muzaffer Yançeken’den gelen mesaj var paylaşmam gereken...



Öncelikle şu gerçeğin altını çizmem lazım.

Kamuoyu ve tabii biz gazeteciler için ‘haber‘ olan bu ölümler, hayatını kaybeden gençlerin aileleri için birer ‘evlat acısı‘. Yaşamayanın anlayamayacağı büyüklükte bir acı...

Bu vesile ile o üç gence de Allah’tan bir kez daha rahmet diliyorum.

Ve tabii, hemen her medya organında yer alan bu haberlerle birlikte, istemeyerek de olsa, maalesef ve maalesef acılarını tazelemek gibi bir duruma sebebiyet verdiğimiz aileleri ve yakınlarına da bir defa daha sabır dileklerimi iletiyorum.



Muzaffer Yançeken de o tarifsiz acıyı yaşamış bir baba.

Buna rağmen büyük bir vakar içinde yazmış düşüncelerini. Son derece saygıdeğer bir üslup ile...

Tabii ki çok üzüldüğünü belirtiyor, Evrim Yançeken hakkında bana anlatılanlara.

Eski iş arkadaşlarının verdiği bilgilerden birini düzeltiyor öncelikle:

“Evrim ODTÜ’yü kazanınca değil, Aselsan’da göreve başladıktan sonra yani okul sürecini sayarsak Ankara’daki beşinci yılında biz Ankaraya taşındık” diyor baba Yançeken.

Bu tashihi yapıp devam edeyim...



“Evrim, size anlatıldığı gibi asosyal birisi değildi” diyor. “Basket ve futbolda hem yetenekli hem de sporu seven, oynayan biriydi. Hafta sonları arkadaşlarıyla yüzmeye gider, sosyal aktiviteleri katılırdı. Arkadaşları evimize de gelirdi” diye sürdürüyor sözlerini.

Muzaffer Yançeken oğlunu anlatırken, “Ankara’yı ve Aselsan’ı kendi isteyerek geldi. İş yerini, ekip arkadaşlarını çok severdi ve ilişkileri de iyiydi” diyor ve devam ediyor:

“İçine kapanık bir yapısı da yoktu. Soysaldi. İşine devam ederken okulunda tezini hazırlıyordu. Programlı, saatinde, yerinde çalışan, eğlenen, dürüst, kişiliği oturmuş bir insandı.”



Merhum Evrim Yançeken’in o dönemki iş ortamından bana yansıyan bilgilere işte tüm bunları anlatarak karşı çıkıyor babası. Aktarmak boynumuzun borcu...

“İntihar mı, cinayet mi?” tartışmasına hiç girmeden, yüreğindeki sızıyı iletiyor Muzaffer Bey bütün içtenliğiyle. Evladı hakkında bu tür haberlerin çıkmasından duyduğu ‘haklı üzüntü’yü ifade ediyor.

‘Aselsan ölümleri’nin tekrar gündeme gelmesi, o büyük acıyı yeniden canlandırıyor kederli ailelerinde...

Tek umudum, bu konuların tekrar tartışılması ve dosyaların yeniden açılmasıyla birlikte, konunun hiçbir şüpheye yer bırakmayacak netlikte aydınlanması...



Bu yazarı ve bu kitapları duydunuz mu?

“Tarih bilgisinden yoksun çocuklar ve gencler, ‘Dün ne oldu?’ sorusuna yanıt veremeden geleceklerini nasıl yönlendireceklerdi? Bizlere utanç verdiği söylenen tarihimizle genc kümeler adına önce ben yüzlesmek istedim. Şark Meselesi’ni NEMESİS’ten ASALA’ya, ASALA’dan PKK’ya, PKK’dan Koçero denilen eşkıyaya kadar tekrar tekrar irdeledim. Türk Milleti’ni ve Turkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bölmeye, parçalamaya, yok etmeye yönelik 690 terör örgütü cıktı ortaya. Bunlardan 587’si yurtdışında, 103’ü ise yurtiçindeydi.”

Bu ifadeler, Serdar Koçak‘ın ilk kitabı ‘AAA Amerika !.. Osman’ın “Okuyucu için not” bölümünden kısa bir alıntı.

Koçak bir gazeteci. Aynı zamanda emekli bir bürokrat.

‘AAA Amerika !.. Osman’dan sonra bir kitap daha yazdı sessiz sedasız. Adını ‘Çığlık - İki buçuk savaş stratejisi’ koydu.

“Amerika, İsrail, İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi!.. Ermeni terör örgütleri ve PKK!.. Ne istiyorlar?” sorusuna tarihin süzgecinde yanıtlar arıyor bu kitabında.

Serdar Koçak, İngiliz gizli belgelerine de yer verdiği ‘Çığlık’ın ardından şimdi de üçüncü kitabını ‘doğurmak’ üzere...

‘Gizli Çizgi’nin doğumu yakın.

“Ulusal Kurtuluş Harekatı öncesi ve sonrası, istihbarat örgütlerinin bu ülke topraklarında yaptıkları çalışmalarını, savaşlarını anlatıyor” diyor Koçak yeni eserinden bahsederken.

Türkiye’nin gündemindeki ve sürekli “Tarihçilere bırakalım” denilen ‘dış kaynaklı’ sorunlara, mevcut ve popüler kaynaklar ile birlikte, bu tarihi araştırmaların penceresinden de bakmakta fayda var.

Ben başladım sayfaları çevirmeye...

Yazının devamı...

Baba Başbilen: Oğlum ihtihar etmedi, öldürüldü

Her şeyden önce evlat acısı yaşamış bir baba telefondaki sesin sahibi...

Yaklaşık beş buçuk yıl önce oğlunu kaybetmiş, o günden bu yana da herkes “Hüseyin intihar etti” derken, “Hayır evladım intihar etmedi, öldürüldü” diye ısrar eden bir baba.

Vehbi Başbilen, Hüseyin Başbilen’in babası...

Aselsan’da mühendis olarak görev yaparken, 7 Ağustos 2006’da otomobilinin içinde cansız halde bulunan Hüseyin Başbilen’in.



‘Aselsan ölümleri’ olarak bilinen üç ölümden ilkiydi Hüseyin Başbilen’in yaşamını yitirmesi.

Hem bileğinde, hem boğazında kesikler vardı mühendis Başbilen’in.

Dosya iki yıl kadar önce kapanmış ancak baba Başbilen’in de başvurusu üzerine yeniden açılmıştı. Üstelik bu kez, bilirkişi, kuvvetli bir ‘cinayet’ ihtimalinden söz etmişti.

Konu bu gelişmeyle birlikte gündemin üst sıralarına tekrar tırmanınca ben de o günleri ve merhumu tanıyanların görüşlerini yansıtmanın yerinde olacağını düşündüm.

Önceki gün bu köşede, Hüseyin Başbilen’in o dönem Aselsan’daki mesai arkadaşlarından birinin “Biz o günleri yaşayanlar, rahmetli arkadaşımızın intihar ettiğine yüzde 99 nokta 9 eminiz” şeklindeki sözlerine yer vermiştim. (29 Kasım 2011 Salı, ‘Aselsan Ölümleri İntihar mı, Cinayet mi? Arkadaşları Anlatıyor’ -

http://haber.gazetevatan.com/Haber/414075/1/Gundem



Vehbi Başbilen ile önceki gün iki telefon görüşmesi yaptık. İlki akşam üzeri, ikincisi gece... Toplamda bir saate yakın konuştuk.

Kah sitem etti Baba Başbilen oğlunun eski mesai arkadaşlarına, kah gözyaşlarına boğuldu konuşurken...

Oğluna, o döneme, cenazesini kaldırdıkları günlere dair birçok ayrıntıyı anlattı telefonda. “Bunları yaz diye değil, bil diye anlatıyorum” dedi sürekli.

Merhumun işi ve eşi ile ilgili anekdotlar aktardı, ailenin özel yaşamına ilişkin detayları paylaştı açık yüreklilikle. Yine, “Yazma bunları, bil sadece” diyerek.

“Tamam” dedim, “Ben yazmak isterim hepsini ama madem öyle istiyorsunuz, yazmam” dedim.

Yazmayacağım da...

Ama iki cümlesi var acılı babanın yüreğime dokunan, zihnime kazınan; onları paylaşacağım.

Gazeteci değil, insan olarak...



Vehbi Başbilen telefon görüşmemizin bir yerinde şöyle dedi sesi titreyerek:

- Ay yıldızlı Türk Bayrağı’nı diktim mezarına Hüseyinim’in... Şehit görüyorum ben rüyamda. Bana, “Baba görüyorum, benim için mücadele ediyorsun” diyor oğlum.

Ülke gündeminin önemli gündem maddelerine dönüşmesinden bağımsız, ‘evladını kaybetmiş bir baba’nın yürek dağlayan haykırışıydı bu sözler.



Ve hayatım boyunca unutamayacağım o diğer cümlesi ‘acılı baba’nın...

- Dünya benim üstümde geziyor, ben dünyanın üstünde değil. Kimse anlayamaz bunu...

Evladını kaybettiği günden beri yaşadığı hayatı, işte böyle tanımladı Vehbi Başbilen.

“Ben dünyanın değil, dünya benim üstümde geziyor...”

Konuşma boyunca birkaç kez, “Ben köylü bir insanım, cahil bir adamım” dedi Başbilen ama zaman zaman bir filozof edasıyla konuştu, zaman zaman da dava dosyasına tamamen hakim bir avukat ya da savcı misali...



Defalarca sordum, ısrar ettim, “Yazayım bu anlattıklarınızı” diye. Kabul etmedi. “İstemiyorum, yazma. Sadece bil. Onu herkesten daha iyi tanıyan babasının anlattığı gerçekleri bil diye anlatıyorum” dedi.

Bu nedenle yazmıyorum konuşmanın detaylarını.

Ama şunu söylemeliyim...

Hüseyin Başbilen’in babasıyla konuştuktan sonra, iki gün önceki o yazımın son bölümünü bir kez daha kayda geçiriyorum:

“(...) ben, bu üç ölümün de tekrar ve hiçbir detay göz ardı edilmeden soruşturulmasının çok isabetli olacağını düşünenlerdenim. Malum bizim meslek ‘şüphecilik’ temeli üzerine kurulu...”

Böyle demiştim, hemen hemen herkes ölümlerin ‘intihar’ olduğundan emin olsa da...

Ve bu görüşüme bir ek yapıyorum şimdi...

Diyorum ki; sadece Başbilen ailesi değil, Ünal ve Yançeken aileleri de Halim Ünsem ve Evrim’in ölümleriyle ilgili dosyaların sonuna kadar takipçisi olmalılar.

Olmalılar zira bu ölümler gerçekten ‘intihar’ ise bu, ortada en ufak bir soru işareti kalmayacak şekilde kesinleşmeli. Bu şart.

Böyle keskin, böyle yıpratıcı bir şüphenin kırıntısı ile bile yaşanmaz çünkü...

Yazının devamı...

Aselsan ölümleri intihar mı, cinayet mi? İş arkadaşları anlatıyor...

Hüseyin Başbilen, Aselsan‘da mühendis olarak çalışıyordu. 7 Ağustos 2006‘da, Ankara’da, otomobilinde ölü bulundu. Bilekleri ve boğazı kesilmişti. Olay, intihar olarak geçti kayıtlara.

Aynı 17 Ocak 2007‘de başında tek kurşunla bulunan Halim Ünsem Ünal ve hemen dokuz gün sonra, 26 Ocak 2007‘de yedinci kattan düşerek ölen Evrim Yançeken‘in dosyaları gibi. İki yıl önce kapanan dosyalar şimdi yeniden açıldı. Hüseyin Başbilen’in ölümünü inceleyen bilirkişinin, ‘cinayet’i işaret etmesi de ölümleri tekrar gündeme taşıdı.

Yeni evlenmişti

Adli soruşturma süredursun, ben o dönemin bir tanığını buldum.

Hüseyin Başbilen’in yakın bir arkadaşı, bakın o günlere dair neler anlattı: “Hüseyin, ölümünden birkaç ay önce evlenmişti. Eşi psikologdu. Kadın, İstanbul’da işini bırakıp Ankara’ya gelmişti ama Hüseyin’in ailesi evlenmelerine karşı çıkmıştı çünkü yanılmıyorsam, yedi ya da sekiz kardeşlerdi ve aileye Hüseyin bakıyordu. Bu nedenle aile evlenmelerini istememişti. Eşi de o kadar kalabalık bir aileyle birlikte yaşamayı kabul etmemişti. Yeni evliydi ama hayata küsmüş bir şekilde gelip gidiyordu işe ölümünden önceki son zamanlarda. Normalde çok neşeli biriydi. Evlendikten sonra ise sürekli başı önde, dalgın ve bitkin haldeydi. Geçmiş gün... Hatırladığım kadarıyla, psikolog olmasına rağmen anlatmamış eşine yaşadığı bunalımı ama eşinin, ‘Hüseyin’in intihar etmesinden endişe ediyorum’ dediği konuşuluyordu bölümde.”

Kozmik bir görevde değildi

O dönemki mesai arkadaşlarından biri devam ediyor anlatmaya...

“Hüseyin öyle kozmik bir görevde değildi. Tüfeklere gece görüş monte hamili (gece görü dürbününün takılacağı aparat) tasarlıyordu. Leopard tank projesinde de yine mekanik bir parçanın tasarımını yapıyordu. Ar-Ge departmanına bağlı Gece Görüş Ürünleri Tasarım Müdürlüğü’nde, Mekanik Tasarım bölümünde çalışıyordu. Ne bileyim, mesela kritik yazılımların yapıldığı bir bölümde olsaydı, belki o zaman komplo teorileri makul karşılanabilirdi. Ayrıca, ardında bıraktığı intihar mektubu ofisteki bilgisayarında bulundu. Aselsan’ın Akyurt’taki binasına girmek, o bilgisayara dışarıdan bir dosya eklemek neredeyse imkansızdır. Dolayısıyla, o dönemi yaşayan bizler, rahmetlinin intihar ettiğinden, neredeyse yüzde 100 eminiz.”

Tek arkadaşı, komşusuydu

‘Aselsan ölümleri’nin ikincisi 17 Ocak 2007‘de başından tek kurşunla vurulmuş bulunan Halim Ünsem Ünal. Ünal, Aselsan’da sadece altı ay çalıştıktan sonra 31 Aralık 2000 tarihinde kurumdan ayrılmış. Yani ölümünden yedi yıl önce. Dolayısıyla Aselsan çevrelerinde, diğer iki ölümden farklı ve uzak bir yere koyuluyor bu olay.

Evrim Yançeken‘e gelince...

Yançeken’i anlatacak bir arkadaşına ulaşamadım doğrusu. Çünkü onu yakın tanıyan tek bir arkadaşı dahi yokmuş. En azından Ankara’da...

Aselsan çevrelerinde Evrim Yançeken hakkında konuşulanlar şunlar:

Evrim ODTÜ’yü kazanınca, ailesi “Çocuğumuz yurtlarda perişan olmasın” deyip İzmir’den Ankara’ya taşınmış... Batıkent tarafında bir ev almışlar.

Okul bitip Aselsan’da mühendis olarak işe başladıktan sonra, çevresindeki herkesin gözlemi, Evrim Yançeken’in asosyal bir yapısı olduğu yönünde... Neredeyse hiç arkadaşı yokmuş.

Tek arkadaşının, yaşadığı apartmandaki komşularından bir lise öğrencisi olduğunu bilirmiş ofisindekiler. O öğrenci ile bilgisayar oyunu oynamaktan başka hiçbir sosyal aktivitesi yokmuş.

Bir süre sonra Ankara’da yaşamaktan çok sıkıldığını, İzmir’i çok özlediğini ve memleketine dönmek istediğini söylemeye başlamış.

Ancak ailesi, “İyi bir işin var. Bırakılıp gidilir mi? Ayrıca biz senin için kurulu düzenimizi bozduk, evimizi sattık gelip Ankara’da ev aldık” deyip karşı çıkmış İzmir’e dönme talebine.

Bu arada, yüksek lisans tezi ile ilgili ciddi sorunlar da, sıkıntılı ruh halinin tuzu biberi olmuş.

Zaten hep içine kapanık bir yapısı olan Evrim Yançeken’in, ölümünden önceki dönemde ağır bir bunalımda olduğu dışarıdan gözlenebiliyormuş.

Evrim hangi birimdeydi?

Çevresindekilerin intihar ettiğine inandığı Evrim Yançeken de, Hüseyin Başbilen gibi ‘kritik’ bir bölümünde görevli değilmiş Aselsan’ın.

O zamanki adıyla MST Grubu, yani Mikrodalga ve Sistem Teknolojileri departmanında görevliymi∫. Bu birimin yaptığı çalışmalar arasında da, radar sistemleri ile füze rampalarının yazılım ve donanımına ili∫kin projeler varmış.

Savunma sanayii, özellikle de Aselsan çevrelerinde konuşulanlar böyle.

Ancak her şeye rağmen ben, bu üç ölümün de tekrar ve hiçbir detay göz ardı edilmeden soruşturulmasının çok isabetli olacağını düşünenlerdenim.

Malum bizim meslek ‘şüphecilik’ temeli üzerine kurulu...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.