Şampiy10
Magazin
Gündem

PKK’nın yeni tuzağı sensörlü bombalar

“Terör örgütünün yola döşediği uzaktan kumandalı mayın...”

Ya da,

“PKK’nın yerleştirdiği, cep telefonu düzeneği bağlı el yapımı patlayıcı...”

Veya,

“Örgüt’ün yol kenarına gömdüğü kablo düzenekli bomba...”

Bu ifadelerin hepsi tanıdık.

Şimdi ise PKK’nın gözünün ne kadar döndüğünün somut göstergesi olan yeni bir bomba türü ile tanışmak durumundayız.

Örgüt son dönemde, Hakkari bölgesinde, ‘sensörlü el yapımı patlayıcılar’ (EYP) kullanmaya başladı.

Asker - sivil ayırt etmeyen, önünden geçen herhangi bir araç ya da canlının hareketiyle patlayan bombalar...

Hedef seçmeyen sensörlü bomba gerçeği, vicdanı olan herkesi isyan ettiren ‘sivil ölümleri‘nin yakın gelecekte daha da artacağı anlamına geliyor.

Kablo, telsiz ya da cep telefonu yerine sensör

PKK, çoğunlukla piknik ya da 12 kg’lık tüpleri amonyum nitrat, yani gübre ile doldurup, içine büyük çiviler ya da demir bilyeler koyarak parça tesirli hale getirdiği EYP’leri kullanıyor bölgede. Bu bombayı patlatmak için de bazen uzun bir kablo, bazen de telsiz ya da cep telefonu kullanıyor. Daha doğrusu, kullanıyordu.

Kablolu düzenekte, yerine göre patlayıcıdan birkaç yüz metre uzaklıkta gizlenen bir örgüt üyesinin, aracı ya da konvoyu görerek, butona basıp fünyeyi ateşlemesi gerekiyor.

Telsizi mandallayarak ya da cep telefonunu arayarak patlatılan bombalarda da yine bir kişinin görerekve doğru zamanda mandala ya da tuşa basması lazım.

Telsiz ve cep telefonu düzeneklerinin önünde bir de güvenlik kuvvetlerinin kullandığı jammer yani sinyal kesici engeli var tabii...

İşte bu nedenlerle, PKK son dönemde, kendi açısından çok daha kesin ve güvenli bir yol olan ‘sensörlü bomba’ları tercih etmeye başladı.

Bu yolla hem jammer engeli aşılmış oluyor hem de patlayıcının yerleştirildiği noktayı görebilecek mesafede kalmak gerekmiyor.

5 - 10 Liralık plastik malzeme

Genel adı PIR (Passive Infrared Sensor) yani harekete duyarlı algılayıcı olan bu sensörlerin hem kablolu modelleri var hem de kablosuz bağlantı yapılabilenleri. Ve tabii zaman ayarlı olanları da...

Hemen her elektrikçide bulunabilen, ucuz ve basit bir malzeme.

Hani şu, çoğunlukla umumi kullanım alanlarında aydınlatma sistemlerine bağlanan ve içeri biri girdiğinde ışıkların yanmasını sağlayan plastik gözler var ya... Onlar işte.

Bir hareket algıladığında, bağlı olduğu mekanizmayı (ister hemen, isterseniz ayarladığınız saniye kadar sonra) harekete geçiriyor.

O mekanizma bir avize ise ampulleri yakıyor, bir patlayıcıysa infilak ettiriyor.

PKK’nın yola döşediği patlayıcıya bağlı olan sensör, yoldan geçen aracın hareketini algılıyor ve ayarlandığı süre dolduğunda ateşlemeyi yapıyor. Yani bomba patlıyor.

Örgüt, bu yeni tür EYP’leri genelde sivil trafiğin neredeyse hiç olmadığı, askeri konvoyların geçiş güzergahlarında kullanıyor. Ancak yoldan ilk geçen bir sivil araç olursa, o da hedef olabiliyor.

Afganistan ve Irak’ta kullanılıyor

‘Sensörlü bomba’, Afganistanve Irak’ta Amerikan askerlerine yönelik saldırılarda sıkça kullanılan bir yöntem.

Hatta Amerikan güçleri bu nedenle, her iki ülkede de askeri konvoylarında ‘öncü’ olarak, ‘gergedan boynuzu’ adı verilen bir uzatma aparatı monte edilmiş zırhlı araçları kullandı.

Yani konvoyun önünde ilerleyen zırhlı aracın ön kısmına, birkaç metre uzunluğunda bir parça yerleştirildi. Amaç sensörün araçtan önce bu uzatma parçasını algılaması ve bombanın, konvoy patlayıcının hizasına gelmeden önce patlamasını sağlamaktı.

‘Gergedan boynuzu’ ilk zamanlar işe yaradı. Birçok bomba, askeri personele zarar vermeden patlatıldı. Ancak bir süre sonra, sensörlerin zaman ayarlarında yapılan küçük bir değişiklik bu önlemi de etkisiz kıldı. Bombayı kullananlar, sensörleri daha uzun sürelere ayarlamaya başladılar. Böylece, ilk hareketi algılama ile patlama arasındaki süre uzadı ve Amerikan askerleri yine kayıp verdi.

Frekans dalgası çözüm olabilir mi?

Pekiyi ‘sensörlü bombalar’a hedef olmaktan kurtulmanın bir yolu yok mu?

Yüzde 100 olmasa da var aslında...

Çarenin adı, ‘yüksek frekans dalgası’.

Irak ve Afganistan’da yola çıkan birçok konvoyun ilk aracı artık jammer değil. Öncü artık sinyal kesmiyor, ‘yüksek frekans dalgası’ yayıyor.

Yayılan bu frekans dalgası sensör tarafından hareket şeklinde algılanıyor ve bomba patlıyor. Erkenden, konvoy o noktaya henüz ulaşmadan... Böylece patlama gerçekleşiyor ancak hedefe zarar vermesinin önüne geçilmiş oluyor.

Her ne kadar frekansın gücü ve yayılma açısı gibi faktörler nedeniyle kesin çözüm olamıyorsa da, Afganistan ve Irak’taki Amerikan güçleri ile bu ülkelerin yerel silahlı kuvvetleri şimdi, sensörlü bomba tehdidine karşı işte bu araçları yani ‘frekans dalgası yöntemi’ni kullanıyor.

Yazının devamı...

Kudüs’te Tayyip Erdoğan cezası



Azzam Maraka...

Doğu Kudüs‘te bir esnaf...

Filistinli Maraka’nın kentin merkezinde bir marketi, bir de lokantası var. Turistik bölgedeki iş yerlerinin ‘eski’ adı Ebu El-İz, yani İz’in Babası. (İz, Azzam Maraka’nın ilk oğlunun ismi.)

“Eski adı” diyorum zira Maraka, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’tan itibaren, Filistin davasını sahiplenmesine duyduğu hayranlık üzerine dükkanının ismini ‘Ebu El-İz Erdoğan’a (İz Erdoğan’ın Babası) çevirmiş.

Bu kadarla da kalmayıp, süpermarketin camlarını büyük boy Tayyip Erdoğan posterleriyle kaplamış. İçerideki dolaplar, kasanın çevresi, lokantanın adisyon fişleri, faturaları ve marketin sipariş kartları... Hepsinin üzerinde Erdoğan’ın fotoğrafları var.

Maraka, lokantanın önündeki caddeye de Türk bayrakları asmış.

Erdoğan sevgisi ve hayranlığının, Azzam Maraka’nın başını İsrail polisiyle derde soktuğu, bir süre önce Anadolu Ajansı’nın (AA) Kudüs’ten geçtiği haberle medyaya yansımıştı.

Ancak sonradan unutuldu, gitti.

Oysa, o dükkandaki mücadele sürüyor.

Daha iki gün önce Doğu Kudüs’ten gelen habere göre, Maraka’nın polis ve Kudüs Belediyesi ile yaşadığı sorunun artarak devam ediyor.

Bugüne kadar polis ve belediye zabıtalarının Azzam Maraka’ya kestiği cezalar Türk parası ile bin lirayı geçmiş.

İsrail polisi, Tayyip Erdoğan posterleri ve Türk bayraklarını kaldırmaması halinde market ve lokantayı kapatacağı tehdidinde bulunmayı da ihmal etmemiş.

Filistinli esnaf, kesilen cezaları ödememiş, hatta İsrail Emniyeti ve Kudüs Belediyesi aleyhine dava açacakmış.

AA’ya, “Biz Erdoğan’ı bizim için savaş veren tek kişi, tek lider olarak görüyoruz” diyen Maraka, Tayyip Erdoğan poster ve fotoğraflarını kaldırmamakta, İsrail polisi de ceza kesmeye devam etmekte ısrar ediyor.

Bölgedeki Müslüman esnaf, mücadelesinde Azzam Maraka’ya tam destek veriyor.

Bu arada önemli bir not; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, kurmayları vasıtasıyla Doğu Kudüs’te yaşanan bu mücadeleyi takip ediyor.





Önceki akşam Gençlerbirliği - Beşiktaş maçı için Ankara 19 Mayıs Stadı’ndaydık.

Maça yaklaşık yarım saat kala, protokol tribünü girişi hareketlendi. Polisler, kapıya doğru ilerleyen iki kişiye yöneldi.

Başkent’in futbol günlerinde, o noktada alışıldık bir durumdur bu tür hareketlenmeler.

Ya bir bakandır gelen, ya üst düzey bir bürokrat, ya da protokolde yer alan bir başka isim.

Ancak bu kez durum biraz farklıydı.

Gelenler Erdal Beşikçioğlu ile Fatih Artman‘dı.

Yani...

Üniformalı polis memurlarının bir anda çevresini sardığı ikili, Behzat Ç. ile Harun‘du !

Polislerden biri Beşikçioğlu’na, gülerek, “Hoş geldin amirim” derken, bir başkası cep telefonunu çıkartmış Artman ile fotoğraf çektiriyordu.

Kapıdaki görevli, “Bu kadar mısınız?” diye sordu.

Erdal Beşikçioğlu, “Hayalet ile Akbaba da geliyor şimdi” diye cevap verdi.

Ve 30 saniye sonra, Sabri İnanç Konukçu ile Berkan Şal göründü az ötede...

Ekip tamamdı...

Behzat Amir’in sakalları iyice uzamış, Harun gözle görülür şekilde kilo vermiş, Hayalet her zamanki gömleğini bu kez giymemiş, Akbaba ise boynuna Gençlerbirliği atkısı takmıştı.

Sanatçı Erdal Beşikçioğlu koyu bir Gençlerbirliği taraftarı. Ekranda canlandırdığı Cinayet Büro Amiri Behzat Ç. de öyle...

Kırmızı - siyahlıların ikinci golünden sonra Lig Tv kamerasına yansıyan sevinç gösterisi, Erdal B.‘nin içtenlik ve fanatikliğinin en somut ve sempatik kanıtıydı. Yalnız, ekibin diğer üyelerinin Gençlerbirliği’ne olan ilgisi biraz ‘amir durumundan’ gibi geldi bana.

Gençler’in maçı, 2-0’dan 4-2’ye çevirmesi, yeni sezon öncesi Behzat Ç. ekibine büyük moral oldu.

Maç öncesi ve devre arası karşılaştıkları yoğun ilgi Beşikçioğlu, Artman, Konukçu ve Şal’ı biraz bunaltmış görünüyordu. Belki biraz da bu yüzden, maç henüz 3-2 iken tribünden ayrıldı ‘efsane dörtlü’.

Şöhretin kaçınılmaz sonucu olan bu ‘hayranlara mesafeli duruş’ sebebiyle takımının dördüncü golünü göremedi Behzat Amir.

Yazının devamı...

Bu soruların muhatapları kendilerini bilir...


- Hayatınızın her evresine hakim olan şu sizin gelenekselleşen alışkanlığınız ‘çifte standart’, artık adeta bir ‘genetik kod’a dönüşmedi mi? Çocuklarınıza sirayet edeceğinden de mi endişe etmiyorsunuz bu kötü huyunuzun?

- ‘Cahil cesareti’nin siyasetten medyaya, ticaretten yargıya kadar neredeyse her alanda ‘rutin’e dönüşmüş olduğunu görmüyor musunuz, yoksa görüyor ama bundan rahatsız mı olmuyorsunuz?

- Bilgiye, tecrübeye, yetkinliğe, özene; nihayet emeğe ‘saygı duymak’ yerine, buna hiç ‘gerek duymamak’ ve üstelik böyle olmaktan hiç ‘rahatsızlık da duymamak’ nasıl bir duygu?

- Sadece eş-dost sohbetlerinde değil, gazete sayfaları ve televizyon ekranlarında da dilinize pelesenk ettiğiniz o ‘evrensel ve saygın prensiplerin 180 derece aksini icra etmeyi bir yaşam biçimine çevirmiş olmanız’ durumunu hangi sıfatlarla nitelersiniz?

- “Gemisini yürüten kaptan” ve “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” özlü sözlerinin harmanında bulduğunuz çözümler, ağzınızda değil ise de vicdanınızda da mı ‘kekremsi’ bir tat bırakmıyor?

- Sizden önce de, sizin gibi yüzlercesinin kendini vazgeçilmez zannettiğini bilmiyor musunuz?

- Ölümü görüp razı olduğunuz sıtmanın, sizi er ya da geç o ölüme götüreceğini fark edemiyor musunuz?

- En büyük namertliğin, ‘nalıncı keseriniz’i; “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim” kalıbı ile bilemek olduğunu bilmiyor musunuz? Siz bilmiyor gibi davransanız da, bu durumun dışarıdan görülmediğini, fark edilmediğini mi sanıyorsunuz?

- Rekabet etmeye cesaretiniz ve gücünüzün olmadığı rakipleri ‘düşman’ bellemek nasıl bir ruh halinin tezahürüdür?

- Devekuşlarının vücutlarının dışarıda kalan kısmının, kuma gömdükleri başlarından çok daha büyük olduğunu size kimse söylemedi mi?

- Aza tamah etmenin getireceği zararın, özlü de olsa sadece bir ‘söz’den ibaret olduğunu mu düşünüyorsunuz?

- ‘Çıplak kral’ların görünmez olma hallerinin çok da uzun sürmediğini bilmiyor musunuz?

- Bozuk saatin bile günde iki kez doğru zamanı göstermesinin bu çağda herhangi bir kıymeti kalmadığının farkında değil misiniz?

- Sizin için bir anlamı olmasa da, ‘samimiyet’ ile ‘hadsizlik’ arasındaki ince çizgiyi bazılarının hala önemsediğini bilmek size bir şey ifade ediyor mu?

- ‘İyi niyet’i ve efendiliği ‘acz’ göstergesi olarak algılamaya, ‘sükunet’in sadece ‘ikrar’dan kaynaklandığını zannetmeye daha ne kadar devam edeceksiniz?

- Sadece başkalarının ezberleri midir bozulması gereken?

- İşinize gelen her durumda pervasızca kullandığınız, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” prensibi, sizin için de her zaman geçerli mi?

- Bu sorulardan, fazla değil, sadece bir tanesini alıp üzerinde düşünmeye ne dersiniz?

- Bu sorulardan, fazla değil, sadece birine dürüstçe cevap verebilirsiniz?

Ve son soru...

- Yukarıdaki ve benzeri soruları hiç üzerinize alınmamanın çözüm olduğunu mu sanıyorsunuz?

Yazının devamı...

Fatih Çiftçi: Sorumlu kim ise gereği yapılsın

Fatih Çiftçi...

AK Parti Van milletvekili. Ama daha önemlisi, Erciş eski Belediye Başkanı.

O sıfatıyla ana muhalefetin hedefinde.

Başbakan açık konuştu:

“Milletvekilimiz hangi inşaatlara ruhsat verdi, vermedi, benim bir bilgim yok. Bu tür binalar varsa, gerek yapı denetim kuruluşları, gerekse belediye başkanlarının ortak sorumlulukları vardır. Partimin bir milletvekili olması, olmaması, bunlar hiçbir şeyi değiştirmez.”

Aradım Fatih Çiftçi’yi...

Depreme Erciş’te yakalandığını, o dakikadan bu yana da ilçede olduğunu anlattı önce. Bir de depremde ailesinden dokuz kişinin hayatını kaybettiğini...

Başsağlığı dileğinin ardından Başbakan’ın (yukarıdaki) sözlerini sordum.

“Kimin sorumluluğu varsa gereği yapılsın. Zaten yasal süreç başladı, kimse önüne geçemez. Sorumlu olan kim varsa hesabını verecektir ve versin de zaten” dedi.

“Siz...” dedim, “Sizin de sorumluluğunuz var mı? Herkes bunu konuşuyor...”

Milletvekili Çiftçi uzun uzun anlattı. Ben başlık başlık aktarayım:

- Prosedür bellidir. Bir bina eğer mevzuata uygun olarak ruhsatlandırılmışsa, belediye başkanının hukuki sorumluluğu olamaz. Hukuki sorumluluk denetim elemanlarının, mühendislerin ve müteahhitindir çünkü bir belediye başkanının teknik konuları bilebilmesi mümkün değildir.

- Ben vicdanen rahatım. Hukuki sorumluluğum söz konusu değil.

- Erciş’te toplam 191 bina yıkıldı. Bunlardan sadece biri benim belediye başkanlığım dönemimde ruhsatlandırılmış.

- Yıkılanlar, biri hariç, hep benden önce ruhsatlandırılan ya da ruhsatsız yapılan binalar. Herkes gidip o biralarda yaşayanlara, ne zaman inşa edildiğini sorabilir.

- Erciş’te ve Van’da inceleme yapan üniversite profesörleri, yıkılan binaların çoğunda statik hatalar olduğunu tespit etti.

- Yedi yıllık görev dönemimde; yasal olmayan, imar kanununa, ruhsat yönetmeliğine aykırı hiçbir izin vermedim. Hatta, hem PKK ile hem de büyük lobilerle mücadele ettim, hiç taviz vermedim.

- Ben hukukçuyum. Mühendis değilim, müteahhit değilim. Betonun, demirin kalitesinden anlamam. Belli ki teknik eksiklikler var. Yıkılan binalar ortada, sayısı belli, ruhsatlandırılan ve inşa edilen dönemler belli.

- Marmara depreminde hiçbir belediye başkanı gündeme gelmedi. Bana yönelik bir siyasi linç kampanyası yapılıyor.





Başlıktakiler, üç eski bakan... Üç eski kadın bakan...

Eski adıyla Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı yapmış üç siyasetçi.

Güldal Akşit, Nimet Baş (Çubukçu) ve Selma Aliye Kavaf.

Bakanlık koltuğunda ifa ettiklerinden çok daha büyük ve önemli bir görev var şimdi yapabilecekleri.

Güldal Hanım, Nimet Hanım, Aliye Hanım;

Ne ile ilgileniyorsanız, hangi konuda çalışıyorsanız koyun bir kenara, erteleyin. İşinizi gücünüzü bırakın.

İster tek tek, ister üçünüz bir arada, gelin, çıkın kamuoyunun karşısına.

‘Berdel’i anlatın bize. ‘Töre’yi anlatın.

‘Çocuk istismarı’nı anlatın. ‘Tecavüz’leri, ‘çocuk gelin’leri, ‘ensest’i anlatın.

Bakanlık dönemlerinizde yaşadıklarınızı, şahit olduklarınızı, öğrendiklerinizi anlatın.

Bu gerçekleri görüp üzerine gitmek istediğinizde ayağınıza dolananları, eteğinizden çekenleri açıklayın.

Bu sorunlarla mücadele etmek için yola çıktığınızda, o yolda hangi engel(leme)lerle karşılaştığınızı, o yola kimlerin hangi mayınları döşediğini açıklayın bize.

Sayın bakanlar; susmayın, konuşun.

Konuşun ki hepimiz öğrenelim neyin ne, kimin kim olduğunu.

Siz konuşun ki; medya asıl kimlerin peşine düşmesi gerektiğini, savcılar asıl kimlerin yakasına yapışması gerektiğini, mahkemelerdeki ve Yargıtay’daki hakimler de asıl kimlerin suçlu olduğunu öğrensin.

Güldal Hanım, Nimet Hanım, Aliye Hanım... Lütfen susmayın.

Konuşursanız, inanın bakanlık dönemlerinizden bile çok daha hayırlı, çok daha kutsal bir görev yapmış olacaksınız.





Geçenlerde haber oldu...

Erciş ve Van‘da depremin hemen ardından ortaya çıkan hazin görüntüler, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında perdeye yansıtıldığında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gözyaşlarını tutamamış.

Çok insani ve doğal bir tepki Gül’ünki.

Doğal olmayan ise o salondan dışarıya bir sızma olması.

MGK toplantılarının gizlilik seviyesi malum.

Tamam sızan bilgi, içeriğe dair değil ama ne olursa olsun, o ‘kozmik’ toplantıdan bir detayın kamuoyuna yansıması da alışıldık bir durum değil.

Yazının devamı...

Kazan Vadisi’ndeki operasyonun perde arkası

19 Ekim 2011 Çarşamba gününün ilk saatinde saldırdı PKK Çukurca’ya.

Saat 01.00’de, sekiz ayrı noktaya eş zamanlı olarak başlayan ateş, güvenlik güçlerinin karşılık vermesiyle çatışmaya dönüştü.

24 şehidin verildiği çatışmalar sabaha karşı saat 05.00’e kadar sürdü.

Saat 09.00 civarında Ankara’dan iki uçak havalandı. Genelkurmay Başkanı, komutanlar ile birlikte bölgede komutayı bizzat devraldığında henüz öğlen olmamıştı.

İlk emir: Hedef Kazan Vadisi

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, önce birlik komutanlarından brifing aldı. Ardından da komandoların, Çukurca’ya saldıran teröristlerin muhtemel kaçış yönü olarak değerlendirilen bölgeye sevk edilmesi emrini verdi.

Bu bölge, sınır hattındaki Kazan Vadisi’ydi.

Çukurca baskınının intikam operasyonu olarak da adlandırılan kara harekatının bu en can alıcı hamlesi, sonradan Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinden şu ifadelerle açıklanacaktı:

“19 Ekim 2011 saat 12.50’den itibaren çatışma bölgelerini takviye etmek maksadıyla dört Komd Tb, teröristlerin muhtemel kaçış bölgelerine helikopterlerle indirilerek bölgede temas araması faaliyetine başlanmıştır.”

Uçaksavar ve MK 19’lar

Skorsky helikopterleri, Kazan Vadisi’ne tam teçhizatlı komandolar ile birlikte ağır silahlar da indirdi. Mavi Bereliler’in operasyonda kullanmak üzere yanlarına verilen ağır silahlar arasında en önemlileri, uçaksavarlar ve 40 mm’lik MK 19 bombaatarlardı.

Uçaksavar ve MK 19’lar çok etkili olmalarına karşın, hareket halindeyken kullanılamayan, ancak zemine sabitlenerek ateşlenebilen ağır silahlardı.

Kısa süre içinde, operasyon bölgesinden, söz konusu ağır silahların komando timlerinin arazideki hareket kabiliyetlerini sınırladığı, askeri yavaşlattığı bilgileri ulaştı Çukurca ve Hakkari’ye.

İkinci emir: Birlikleri hafifletin

Bilgi Genelkurmay Başkanı’na iletildi ve Orgeneral Özel, “Birlikleri hafifletin” emrini verdi.

Kazan Vadisi’ndeki birliklerin ‘hafifletilmesi’ demek, ağır silahların bölgeden geri alınması demekti.

Skorsky’ler bir gün önce dört tabur askeri bıraktıkları noktalara, bu kez o komandolarla birlikte indirdikleri uçaksavar ve bombaatarları geri almak için indi.

Asker, ağır silah yükünden kurtuldu. Elinde artık sadece, piyade tüfeği, roketatar, Kanas (7.62 mm Rus yapımı keskin nişancı tüfeği), Accuracy (12.7 mm İngiliz yapımı AS50 keskin nişancı tüfeği) ve el bombası vardı.

Teröristlerin büyük yanılgısı

Skorsky’ler havalandıktan sonra, Kazan Vadisi’nde beklenmeyen bir gelişme oldu.

Bir gün önce helikopterlerin gelişiyle birlikte arazide saklanan PKK’lılar, aynı helikopterlerin bir gün sonra tekrar gelip ayrılmasının hemen ardından gizlendikleri yerlerden çıktılar. Çünkü teröristler, bölgeye inen Skorsky’lerin ‘askerleri aldığını’, yani komandoların bölgeden ayrıldığını zannetmişlerdi.

Oysa alınan asker değil, sadece timlere yük olan ağır silahlardı.

İşte bu yanılgının yarattığı rahatlama örgüte pahalıya patladı. Çevrede mevzilenmiş askerleri görmeyen örgüt üyeleri, açık araziye çıkmalarıyla birlikte sağlanan sıcak temaslarda büyük kayıp verdiler.

Savcı da mı çatışmanın içinde kaldı?

Bu arada, 23 Ekim Pazar günü, yine Kazan Vadisi’nde dikkat çekici bir gelişme yaşandı.

Bölgeye yönelik hava operasyonlarında ilk kez ‘lazer güdümlü bombalar’ kullanılmış ve örgüt üyeleri, mağaraların içinde de hedef olmuştu.

İşte öldürülen o PKK’lıların bulundukları mağaralardan alınıp, savcı tarafından gerekli işlemlerin yapılacağı güvenli noktaya taşınması aşamasında, bu görevi yapan Özel Kuvvetler timine ateş açıldı.

Bordo Bereliler’den bir astsubay şehit oldu, altısı da hafif yaralandı.

İlk ateşte bir şehit veren Özel Kuvvetler timi, girdiği çatışmanın sonunda, saldırıyı gerçekleştiren beş teröristi de öldürdü.

Bu çatışmaya dair gelen ilk haberler arasında, olay yeri inceleme ve tespitle görevli Cumhuriyet Savcısı’nın da bu çatışmanın içinde kaldığı bilgisi yer alıyordu.

Hakkari Cumhuriyet Başsavcılığı ile görüştüm.

Başsavcılık çatışmanın zamanını ve oluş şeklini aynen teyid etti ancak o sırada bir savcının da çatışma bölgesinde bulunduğu bilgisini doğrulamadı.

Yazının devamı...

Deprem vergisinden deprem için hiç para harcandı mı?

Son günlerin şüphesiz en çok sorulan sorusu, “Bunca yıldır toplanan deprem vergileri nerede? Bu kaynağa ne oldu?”

Cevap nihayet geldi dün.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, deprem vergilerin sağlık, eğitim, duble yollar gibi 74 milyonun ihtiyacını karşılamak için kullanıldığını söyledi.

99 Marmara Zelzelesi sonrası ‘deprem vergisi’ adı altında ödediklerimiz şunlar:

Özel İletişim Vergisi, Ek Motorlu Taşıtlar Vergisi, Ek Gelir Vergisi, Ek Kurumlar Vergisi ve Ek Emlak Vergisi.

Pekiyi bütün bu kalemlerden, bugüne kadar toplanan miktar ne kadar?

Bu sorunun yanıtını, ülkenin Maliye Bakanı dahi veremiyor.

Ancak Mehmet Şimşek’in “sadece sağlık harcamalarına ve sadece bir yıl için 44 milyar lira aktarıldığını” söylemesi dikkat çekici.

Yine Bakan Şimşek’in açıklamasında yer alan eğitim ve duble yollar gibi kalemlere de hatırı sayılır oranda kaynak aktarıldığını düşünürsek, 12 yıl içinde deprem vergisi adı altında çok ciddi bir meblağ toplandığı sonucuna varmamız zor olmasa gerek.

Maliye Bakanı “Toplam miktara bir bakmam lazım” cümlesini sarf ettiğinde çevremdeki herkes aynı soruyu sordu: “Bakkal bile defter tutuyor, nereye, kime ne verdiğini biliyor. Devlet nereden ne geldiğini, nereye ne harcadığının hesabını bilmiyor mu?”

Ben ise Bakan Şimşek’in o an için hazırlıksız yakalandığını düşündüm.

Bürokratlarından ister, rakamları alır ve kamuoyu ile paylaşır. Büyük mesele değil.

Ama kanımca asıl önemlisi şu:

Tamam deprem gerekçesiyle toplanan vergilerden sağlık, duble yol ve eğitim alanlarına kaynak aktarıldı.

Peki, ‘deprem vergileri’nden toplanan paralardan ne kadarı ‘deprem’ ile ilgili konulara harcandı. Ya da hiç harcandı mı?

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in vereceği(ni umduğum) rakamlar arasında en çok merak ettiğim, en önemlisi bu bölüm gibi geliyor bana.



Dinar’daki zelzele, Senirkent’teki sel felaketi ve Marmara depremi gibi birçok büyük afet sonrası o bölgelerde görev yapmış, o ortamı çok yakından bilen bir gazeteci olarak Van’da canıyla uğraşan hepinizin acısını yüreğimde hissediyorum...

Hepimiz, gücümüz yettiğince el uzatıyor, omuz veriyoruz size.

En çok da ilk dakikadan bu yana orada, sizin yanınızda hem acınızı paylaşan hem de sesinizi tüm ülkeye ve dünyaya duyuran meslektaşlarımız...

Van Merkez’de, Erciş’te, köylerde görev yapan muhabirler, kameramanlar, fotomuhabirleri, ulaştırma görevlileri, ‘sizin için’ oradalar.

Tarifsiz acınızın etkisiyle zaman zaman öfkelenebilirsiniz. Ama lütfen unutmayın ki (aralarından münferiden hata yapanlar çıksa da) o insanların geçtiği haberler sayesinde gideriliyor birçok aksaklık. Onların görüntüleri, sesleri, fotoğraflarıyla artıyor toplumsal duyarlılık. Yardımların katlanmasında o arkadaşlarımızın payı büyük.

Televizyon ekranlarında gördüğünüz ‘kerameti kendinden menkul’ bazılarının sözlerine gelince...

Kızmanız doğal. Ancak hesabı oradaki ‘haberci’ arkadaşlarımıza kesmeyin lütfen.

‘Anlı’ - şanlı bazı şöhretler(!)e tepki duymakta haklısınız. Ama o tepkiyi lütfen, orada, sizin yanınızda, zaman zaman gözyaşları içinde çalışan ‘gazeteci’lere yansıtmayın.

O meslektaşlarımız, ‘sizin için’ orada... Lütfen unutmayın.

Yazının devamı...

F-16 ilk kez mağaranın içini vurdu

“(...) Kazan Vadisi/Cevizli bölgesinde ilk gün çıkan çatışmalarda öldüğü değerlendirilen 7 terörist cesedi bir mağara içerisinde bulunmuştur.”

Genelkurmay Başkanlığı’nın 22 Ekim 2011 günü saat 16.50’de resmi internet sitesine koyduğu 21 numaralı basın açıklamasının bir bölümü böyle.

Bu cümle neden önemli biliyor musunuz?

Bu cümle, Çukurca bölgesine düzenlenen son ‘hava operasyonları’nın öncekilerden farklı olduğunun somut ve resmi kanıtı da o yüzden.

Mağaranın içine füze

Son üç yıldır Hava Kuvvetleri’nin eğitim ve tatbikatlarında denediği ‘lazer güdümlü füzeler ile nokta hedeflere taarruz’ yöntemi, ilk kez gerçek harekat koşullarında kullanıldı.

Aselsan tarafından üretilen ve kısa adı LİMÖS olan Lazer İşaretleme ve Mesafe Ölçme Sistemi ile belirlenen koordinatlar havadaki F-16’lara iletildi.

Savaşan Şahinler’in kanatlarının altından boşluğa bıraktığı lazer güdümlü bombalar da, LİMÖS ile işaretlenen noktalara ulaştığında infilak etti.

LİMÖS’ün en etkili şekliyle kullanılmasıyla birlikte, bu son hava akınlarında - bugüne kadarkilerden farklı olarak - atılan füzeler, teröristlerin gizlendiği mağaraların ‘içini de’ vurdu.

Yazının başında alıntı yaptığım cümle, ‘LİMÖS ile yönlendirilen lazer güdümlü füze gerçeği’nin kanıtlarından sadece biri. (Yani hava operasyonunun bir gün sonrasında bölgeye giden kara birliklerinin, bir mağaranın içinde ölmüş 7 PKK’lıyı bulması.)

Bir teğmenin yapabilecekleri

24 şehit verilen Çukurca saldırılarının ardından İHA (İnsansız Hava Aracı) gecikmeli olarak devreye girdi. (Bu bilgi de Genelkurmay’ın açıklamasından.)

İHA’nın Çukurca bölgesinden aktardığı görüntüleri alan ve değerlendiren, Hantepe Üs Bölgesi’nde görevli bir teğmendi.

Hantepe’deki o teğmen; İHA’nın aktardığı görüntüleri tam olarak okudu, değerlendirdi, bölgeyi yerden de çok iyi bilmesinin avantajıyla hava - kara eşleştirmelerini, arazi üzerindeki koordinat tespit ve güncellemelerini eksiksiz yaptı, ardından da son şeklini alan verileri hızla havadaki jetlere iletti.

Lantırn, yani gece görüş sistemine sahip F-16’lar da (hem gündüz hem de gece sortilerinde) bombardımanı bu veriler ışığında gerçekleştirdi.

Jetlerden atılan bombaların bu kez, Çukurca bölgesindeki mağaraların içine kadar ulaşmasının hikayesi işte bu.

ÖNEMLİ NOT: Yukarıda anlattıklarım bir ‘savaş güzellemesi’ değil. Söz konusu olan bir askeri operasyon ve kendine özgü bir terminolojisi var. Teknolojinin son noktasına kadar kullanıldığı bu taarruz tekniği de gösteriyor ki; terörle mücadele, birkaç aylık eğitimin sonunda eline G-3 verilen Mehmetçiğin değil, profesyonel kadroların başarabileceği bir iş.

Bu çağda şu konuştuğumuza bakın

İster cehalet deyin, ister densizlik; Van depremini ‘Türk - Kürt ayrımı’ bağlamında değerlendirenlerin yaptığı, terörist ile (o teröristin öldürdüğü masum) vatandaşı doğrudan aynı kefeye koymaktır. O bölgede yaşayan insanları topyekün terörist saymak, öyle göstermektir.

Asıl vahim, asıl tehlikeli olan da işte bu sığ bakış açısıdır.

Şimdi bir düşünün, şöyle bir soru olabilir mi mesela?

“1999’da İstanbul’da, Gölcük’te, Yalova’da, İzmit’te, Adapazarı’nda ölenlerin arasında kaç Kürt kökenli vardı?”

Olur mu böyle bir soru?

Bu soru ne kadar garip, ne kadar anlamsız ise;

“Van’da, Erciş’te kaç Laz, kaç Arap hayatını kaybetti? Kaç Çerkez yaralandı? Kaç Türk, kaç Gürcü kökenli hala enkaz altında?” sorusu da o denli saçma, bir o kadar şuursuzca değil mi?

‘İnsan’ ve onun hayatı değil midir esas olan?

Doğal afet ile ortaya çıkan acıya, yerine, bölgesine göre bakılabilir mi?

Depremle gelen ölümün; dini, ırkı, etnik kökeni, rengi olur mu?

Başka sorum yok!

Yazının devamı...

Şehit babasından hepimize mektup

“Murat Bey size bu mailimi bir şehit babası olarak gönderiyorum. Hükümet halk oylamasından önce şehit ailelerinden ikinci bir kişiye iş hakkı verileceği ve maaş alan anne ve babaların ve yetimlerin maaşlarının artırılacağı yönünde sözler verdi. Ancak o gün bu gündür hiçbir çalışma başlatılmadı. Daha sonra 21 Ocak 2011 tarihinde malum Torba Kanun görüşmeleri öncesinde Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent Arınç, şehit ailelerinden ikinci kişiye kamuda iş hakkının ve Toki’den şehit ailesine ev hakkı verilmesine yönelik düzenlemenin Torba Kanunun içine konulacağını belirtti.Torba Kanun geçti gitti yasalaştı şehit aileleri ile ilgili hiçbir düzenleme olmadı. Şimdi ben bir şehit babası olarak soruyorum; Vatan için ölürken bizler kahraman aileler çocuklarımız da kahraman evlatlar oluyor, ancak devletin aynı kahraman ailelere iş ve sosyal hak verme noktasında neden sessizlik oluyor.

Murat Bey, biz bu güne kadar kimseden yardım talebinde bulunmadık. Büyük devletler şehidi ve gazisi için vereceklerinin hesabını düşünmezler. Çünkü şehitler ve gaziler ülkesi için vereceklerini hiç düşünmeden vermişlerdir. Yeni yapılanmayla Şehit Yakınları ve Gaziler Daire Başkanlığının bağlı bulunduğu Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sayın Fatma Şahin’in şehit ailelerinin sosyal haklarıyla ilgili hiçbir açıklaması yok. Bu sessizlik neden? Şehit aileleri neden unutuluyor? Biz şehit aileleri evlatlarımızın acısının yanında bir de ekonomik zorluklar içerisinde yaşamak istemiyoruz. Bu ülke için bizler anne ve babası olarak evlat acısıyla yere çöktük, bizi tekrar ayağa kaldıracak olan devletimizdir. Devletimizin ve milletimizin buna gücü yeter.

Murat Bey, ben şehit babası olarak bu ülkede hiçbir şeyim yokken bu ülke için çok şey verdim 20 yaşında fidanımı verdim. Bu ülkede çok şeyi olanlar bu ülke için bırakın evladının canını vermeyi daha doğru dürüst vergi bile vermiyorlar. Bize yardım edin diye illaki yalvarıp, perişan mı olmalıyız? Şehit ailesi devlete ve millete şehidin birer emanetidir. İnşaallah devletimiz ve milletimiz emanetine sahip çıkar. Biz şehit ailelerine sahip çıkmayanlara ve acımızın yanında geçim sıkıntısı içerisinde gözyaşı döktürenlere hakkımızı helal etmeyeceğiz.

Saygılarımla arz ederim.”

Yazım hatalarıyla birlikte, olduğu gibi yayınladığım bu elektronik posta 6 Ekim 2011 günü ulaştı elime. Neredeyse üç hafta önce...

Çukurca’da bir seferde 24 şehit verilmeden çok önce...

Ve Türkiye’nin, o şehitlerden birinin ailesinin evinde ‘borcu yüzünden elektriklerin kesilmiş olduğu‘ gerçeği ile yüzleşmesinden çok önce...

Hükümet ne yapıyor?

Şehit babası, bildiğim kadarıyla bazı başka meslektaşlarıma da gönderdi yukarıdaki mektubu. Hemen yayınlamak yerine, önce acılı babanın bahsettiği konuları araştırdım.

Durum şu:

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ‘şehit aileleri ve gazilerin ekonomik koşullarının düzeltilmesi’ amacıyla bir yasa taslağı hazırladı.

Taslak Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı’na gönderildi. Şimdi Bu iki kurumdan görüş bekleniyor. Gelecek görüşlerin de eklenmesinin ardından yasa taslağı Bakanlar Kurulu’na sunulacak.

Deprem ile yüzeye çıkan tehlike

Acımız büyük. Üzüntümüz büyük.

Van depremi, birçok acı gerçekle birlikte, yer altında kırılan fayın, yerin üstüne yansımasını da ortaya çıkardı.

Uzun süredir yoğun enerji biriktiğinin sinyallerini veren ‘Türk-Kürt fay hattı’ndaki kayma, hatta kırılma emarelerinden söz ediyorum.

Şimdilik cılız fakat yine de dikkat etmemiz gerekiyor.

Terör illetinin acısını ‘kin’e dönüştürmüş, bu kinle yoğrulan ‘lümpen bir ırkçılığın ayak sesleri’ni duyuyoruz iki gündür.

Ve korkarım, sadece cehalet değil bu durumun nedeni.

Ne mi yapmak lazım?

Yazmak, konuşmak; çekinmeden, korkmadan tepki göstermek lazım bu insanlık dışı yaklaşımı sergileyenlere.

“Ayıp“ dememiz lazım. “Utanın” dememiz lazım.

“‘Türk’ten, ‘Kürt’ten önce ‘insan’ olun” dememiz lazım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.