Şampiy10
Magazin
Gündem

Akaryakıt kaçakçılığında dahiyane (!) yöntem


Türkiye’nin en önemli limanlarından birinde, çok büyük çaplı bir kaçakçılık faaliyeti tespit edildiğini duydum.

Hangi liman olduğunu henüz bilmiyorum. Çok yakında çıkar ortaya, hepimiz öğreniriz.

Ülkenin en büyük, en tanınmış akaryakıt firmalarının da aralarında bulunduğu dokuz dev şirketin adı geçiyormuş devam eden soruşturmada. O limandan akaryakıt ithalatı yapan 11 firmanın dokuzu soruşturma kapsamındaymış.

Ulaşabildiğim ‘ilk bilgiler’e göre sistem şöyle işliyormuş:

Yurt dışından gelen petrol ürünü yüklü tanker limana yanaşıyor.

Diyelim ki, 5 bin ton akaryakıt var tankerde.

Ve yine diyelim ki, alıcı (ithalatçı) firmanın gümrüğe beyan ettiği miktar, 3 bin ton.

Vanalar bağlanıyor, tankerden 3 bin ton akaryakıt, dev hortumlardan akıp, sözkonusu şirketin deposuna aktarılıyor.

Bu, işin görünen ve yasal kısmı... Yani ‘su yüzündeki’ bölümü.

“Su yüzündeki” diyorum çünkü bir de suyun altında yaşananlar varmış. Zaten kaçakçılık da suyun altında yaşanıyormuş.

Örnek verdiğim o 5 bin tondan 3 bini, resmi olarak ve görünür şekilde (karadan) depolara aktarılırken, geriye kalan 2 bin ton da eş zamanlı olarak (suyun altından) başka bir depoya ulaşıyormuş, gizli vanalar ve gizli hortumlar vasıtasıyla.

Limanda, denizin altına yerleştirilmiş vanalar ve bu vanalara bağlanmış hortumlardan oluşan hatlar çıkartılmış ortaya. Hortumların diğer uçlarının ulaştığı yerler ise kayıtlarda gözükmeyen gizli depolarmış.

Yani dev tankerlerden, limandaki depolara sevkiyat yapılırken, ikinci bir hat da alttan ‘kaçakçılık sistemi’ne bağlıymış.

Limanın adı, şirketlerin isimleri, söz konusu olan akaryakıt miktarı gibi detaylara henüz ulaşamadım ama ortaya çıkarılan bu ‘dahiyane kaçakçılık yöntemi’ ve şebekenin ayrıntılarının yer aldığı dosyalar şu anda Ankara’da ‘gereğini’ yapacak olan yetkililerin önünde.

En azından bu kadarını kesin olarak biliyorum.



Güneydoğu’da ucuz mazot devri kapanıyor mu?

Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin ekonomisinde en önemli kalemlerden biri olan, Irak’ın kuzeyi ve Suriye’den getirilen akaryakıt ile ilgili önemli bir düzenleme yapıldı geçenlerde.

Biliyorsunuz, Habur, Cilvegözü, Nusaybin, Öncüpınar, Akçakale gibi gümrük kapıları üzerinden yoğun bir akaryakıt girişi var bölgeye, dolayısıyla Türkiye’ye.

‘Mutad depo uygulaması’ kapsamında, bir TIR ya da kamyon, Türkiye’den yüklediği ihraç mallarını Irak ya da Suriye’ye götürüp teslim ettikten sonra dönüşte, eklemelerle kapasitesi artırılmış depolarını akaryakıt ile dolduruyor. Çoğunlukla motorin olan bu akaryakıtın maliyeti, Türkiye’deki satış fiyatının neredeyse üçte biri.

Halk arasında ‘kaçak mazot’ olarak bilinen ucuz motorin (ve benzin) böyle geliyor ülke topraklarına.

Yıllardır devam eden bu uygulama aslında bir anlamda devletin göz yumması ile yaşanan adeta legalleşmiş bir kaçakçılık faaliyeti.

Bölge halkının en önemli gelir kaynaklarından, bölge ekonomisinin can damarlarından biri, hatta belki de en önemlisi bu akaryakıt trafiği.

On gün sonra ise bölgede yeni bir dönem başlıyor.

2009/15481 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nın 96’ncı maddesinde değişiklik yapan Bakanlar Kurulu Kararı 11 Ocak 2012 tarihli Resmi Gazete’de yayınlandı.

1 Şubat itibariyle yürürlüğe girecek olan değişikliğe göre, akaryakıtı eskisi gibi getirmek için artık, bir ay içinde sadece ‘dört sefer’ hakkı var kamyon ve TIR’ların.

Beşinci seferden itibaren, mutad depolardaki mazot ve benzin vergiye tabi olacak.

Söz konusu olan tek ve maktu bir vergi.

Litre başına motorinde, 1.95675 TL, benzinde ise 3.012 TL.

Yani, bir ay içinde ilk dört seferini eskisi gibi vergiden muaf yapacak olan bir tanker, sonraki her girişinde, bir ton mazot için bin 956 TL vergi ödemek zorunda kalacak.

Benzindeki vergi ise çok daha yüksek.

Ankara’dan bakıldığında vergi gelirlerini artırıcı bir adım gibi görünse de, Güneydoğu Anadolu’da ‘ucuz mazot’ döneminin kapanması anlamına geliyor bu uygulama.

Alınan bu kararın, bölgede hem ekonomik (dolayısıyla) hem de sosyal sonuçlar doğuracağı kesin. Tabii yeni siyasi tartışmaları beraberinde getireceği de...

Bu arada unutmadan...

Söz konusu vergi mevzuatı sadece Güneydoğu Anadolu Bölgesi için geçerli değil. Aynı uygulama Türkiye’nin bütün gümrük kapılarında geçerli olacağından mesela Kapıkule’deki akaryakıt trafiğini de aynı şekilde etkileyecek.

Yazının devamı...

Selçuk Dereli Fenerbahçeli çıktı


Salı akşamı TRT Avaz’da Futbol Avrasya programındaydık. Teknik direktör Mesut Bakkal ve eski FİFA kokartlı hakem Selçuk Dereli ile yaklaşık iki buçuk saat sohbet ettik. Futbol ile ilgili gündemde ne varsa konuştuk. Fenerbahçelilerin facebook ve twitter üzerinden sert ve tepki dolu mesajlar gönderdi Dereli’ye. Selçuk Dereli, 14 Mayıs 2006 tarihinden bu yana Fenerbahçelilerin tepki duyduğu bir isim.

“Neden?” diye sordum yayında.

“Fenerbahçe’nin şampiyonluğu kaçırdığı Denizlispor maçı yüzünden” dedi ve anlattı Selçuk Dereli: “Sahaya atılan konfetiler yüzünden oyun uzun süre durdu. Sonunda da 16 dakika geç bitirdim. Ama o maçı tatil etmedim diye tepki gösteriliyor. Ben futbol oyun kurallarını uyguladım. Üstelik öyle bir maç sahada bitmeliydi, masa başında değil. Şampiyon olacak takım da, dü∫ecek olan da sahada belli olmalıydı. Ama kaidelere göre tatil etmem gerekse elbette ederdim.”

Denizlispor maçı 1-1 bitti. Fenerbahçe son maçta şampiyonluğu kaybetti. (O yıl Galatasaray şampiyon oldu.)

Bu kadar da değil... Beşiktaş’a kaybedilen bir Kupa finali sonrası kendisine küfür ve hakaret ettiği gerekçesiyle FB Kulüp Başkanı Aziz Yıldırım hakkında dava açtı Dereli. Davayı kazandı da. Yıldırım’ı tazminata mahkum ettirdi. Bütün bunları konuştuktan sonra söz, o hep çok merak edilen konuya geldi. Hakemler takım tutar mı? Hangi hakem hangi takımı tutuyor?

Ben sordum, Dereli yanıtladı:

- Sizin de tuttuğunuz bir takım var mı?

- Tabii ki var.

- Hangisi pekiyi?

- Onu söylemem. Ama babam Beşiktaşlıdır. Hatta evine gittiğimde Beşiktaş terlikleri giydirirdi bana zorla.

- Sizin gönül verdiğiniz renkler üç büyüklerden biri mi pekiyi?

- Evet.

- Babanız size, Be∫ikta∫ terliklerini “zorla” giydirdiğine göre Be∫ikta∫lı değilsiniz...

- Değilim.

- E söyleyin hocam artık...

- Yok söylemem. Ama şu kadarını söyleyeyim, açıklasam herkes çok şaşırır inanın.

Bu noktada Mesut Bakkal girdi söze.

- Aslında söyledi sayılır. Belli ki Fenerbahçeli Selçuk Hoca.

Dereli gülümsemekle yetindi ama kesinlikle Bakkal’ın tespitini teyid eder bir tebessümdü yüzündeki. Bana dönüp, “Vallahi korkulur sizden, bir terlikten yakaladınız beni” dedi.

Sonuç olarak, Fenerbahçelilerin adeta düşman bildikleri Selçuk Dereli’nin aslında kendini bildi bileli bir Fenerbahçeli olduğu çıktı ortaya. Kendisi ısrarla söylemedi, ağzından çıkmadı ama ben kesin olarak söyleyebilecek durumdayım.

Selçuk Dereli bir Fenerbahçeli.

“Bundan bize ne?” türünden burun kıvırmaya niyetlenenlere hemen, peşinen cevap vereyim.

O hakem, o başkan, o kulüp, o maç, o maç ve onunla bağlantılı diğer bazı karşılaşmalar (ve dolayısıyla kulüpler) ile ilgili o dönem gündeme taşınan iddialar, o kaçan şampiyonluk, o dava...

Hepsini bir arada bir düşünün. Sonra bugüne gelin; devam eden yargı sürecini, Türkiye’nin konuştuğu o davayı da düşünün. “Futbol sadece futbol değildir” deyişini hatırlayın. Endüstriyel futbol çarkının nasıl devasa bir mali boyutu olduğunu da unutmayın. Son aylarda farklı örneklerini defalarca gördüğümüz ve görmeye devam ettiğimiz; futbol, kulüpçülük, taraftarlık ve fanatizm gibi gerçeklerin, kitleleri harekete geçirmekte ne denli etkin kavramlar olduğunu da ekleyin üzerine.

İşte tüm bu başlıklar ışığında, tüm bu sebeplerle... Bu, magazin boyutu olan bir spor yazısı değil. ‘Haber’ niteliği var.





Başkent Ankara’da bir özel okul... Yükselen Koleji. Okulun bir ‘Yayın İletişim Kulübü’, bu kulübün de yılda dört kez çıkardığı bir gazete var. Bu genç (hatta küçük) gazeteciler, gazetenin son sayısı ile birlikte çok özel bir hediye dağıttılar. Her gazete ile birlikte bir kitap ayracı. Ayracın üzerinde “Türkçesi varken !“ yazıyor. Altında da 25 satırda 50 sözcük.

Sıkça kullandığımız sözcükler ve yanında ‘yerine önerilen’ Türkçeleri. Trend yerine eğilim gibi mesela. Global yerine küresel, itibar yerine saygınlık, cv yerine özgeçmiş, monoton yerine tekdüze, departman yerine bölüm gibi örneğin. Lokal - yerel, naturel - doğal, sponsor - destekçi, kriter - ölçüt, legal - yasal, kaide - kural, versiyon - sürüm, avantaj - kazanım, dizayn - tasarım, ambiyans - ortam; kitap ayraçlarının üzerindeki sözcüklerden bazıları. Çok sevdim ‘Türkçesi varken!’ ayraçlarını. Birinin üzerinde yer alan şu vecizeyi ise pek sevemedim nedense !

“Bir ulusu yok etmek istiyorsanız işe önce dilinden başlayın.” (Konfüçyus)

Yazının devamı...

Uludere pilotlarının akıbeti ve bir soru

Başkent Ankara’nın askeri kulislerinde dün günün konusu, Hürriyet Gazetesi Yazarı Şükrü Küçükşahin’in yazısındaki bir ‘soru’ idi.

“Devlete göre BDP ile Sinn Fein farkı” başlıklı yazısının son bölümünde çarpıcı bir haber veren Küçükşahin, “Teyid edecek bir yetkili bulamadım ama...” deyip şu cümlelerle bitiriyordu dünkü yazısını:

“Kaynağımdan ise çok emin olduğum için ‘Bu nedir’ diye sormak isterim.

Soruşturma çerçevesinde bombalamayı yapan pilotlara, o günden beri karargah dışına çıkma izni verilmiyor, sanki gözetim altında tutuluyorlarmış.

Ailelerin, ‘verilen koordinatları tam tutturdukları için kahraman görülmesi gereken evlatlarının’ tek suçlu ilan edilmesinden korktuklarını belirtmeli.”

Şükrü Küçükşahin’in bahsettiği ‘bombalama’, F-16’ların 30 Aralık 2011 tarihli Uludere görevi.

‘Pilotlar’ da, Uludere’de 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan o hava operasyonunda Savaşan Şahinler’in kokpitlerinde yer alan subaylar. Yani savaş uçağının levye (kumanda) kolunun üzerindeki kırmızı ‘fire’ (ateş) düğmesine baş parmağı ile basıp, bombayı belirlenen hedefe gönderen pilotlar...

Fatura pilotlara mı kesildi?

Küçükşahin’in - bizim mesleki terminolojideki ifadesiyle - yazısının sonuna ‘gömdüğü’ bu duyuma ilişkin, dün ‘mevzuya hakim’ birçok kişi ile görüştüm.

Her ilgili, söz birliği etmişçesine ilk söz olarak şunu söyledi:

- O pilotlar, değil bir ceza ya da uçuştan kesmek gibi bir tasarrufa muhatap olmak, takdirname ile ödüllendirilmeli çünkü onlar kendilerine verilen görevi tam manasıyla ve büyük bir başarı ile yerine getirdiler. Evet sonucu itibariyle ortaya maalesef hepimizin yüreğini yakan bir tablo çıktı ama onların görevi, verilen hedefi tahrip etmekti.

Askeri kulislerde ‘maalesef’ şerhiyle seslendirilen bu değerlendirmeyi, aşağıdaki şu tespitler takip etti...

- Pilotlar, o irtifadan hedefe ilişkin detaylı bir ayırım yapamazlar. Ancak belki cami ya da okul gibi belirgin unsurlar pilot tarafından ayırt edilebilir. Söz konusu hava harekatındaki hedeflerin o yükseklikten görülmesi mümkün değildir.

- Uludere operasyonunun, sonucu itibariyle kamuoyunda doğurduğu hassasiyet ortada. Pilotlar sadece kendilerine verilen görevi yerine getirmiştir. Dolayısıyla faturanın onlara kesilmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Böyle bir ‘günah keçisi ilan edilme’ durumu da zaten yok.

Pilotların üsten çıkması yasak mı?

Hava harekatlarına katılanlar, Diyarbakır’daki 2’nci Hava Kuvvet Komutanlığı’nın bünyesindeki 8’inci Ana Jet Üs Komutanlığı’nın F-16 filoları...

Kendilerine ‘imha edilecek hedef’ olarak verilen koordinatlara bombaları bırakıp dönen pilotların, o günden bu yana ‘birlik dışına çıkmalarına izin verilmediği’ yani bir anlamda ‘gözetim altında tutuldukları’ bilgisine gelince...

Askeri kaynakların bu konuda yaptığı ilk değerlendirme, “Böyle bir durum varsa da, bu kesinlikle personelin güvenliği içindir” şeklinde.

Kulislerden gelen bilgiler şöyle:

- Diyarbakır’da görev yapan personel zaten ekseriyetle, mecbur olmadıkça üs dışına pek çıkmaz. Hatta, şehirdeki karacılar ve jandarma personeli bile akşamları ya da hafta sonları sosyal imkanları çok daha gelişmiş olan Hava Kuvvetleri yerleşkesine gelir.

- Ayrıca, bölgede büyük operasyonlar veya ses getiren hava harekatlarının sonrasında tüm personel, “Dışarıya çıkmayın, çıkmanız gerektiğinde ise ihtiyatlı olun, emniyet tedbirlerine tam manasıyla riayet edin” şeklinde uyarılır. Bu da rutin, personelin emniyetini gözeten ve sadece pilotlar için değil, personelin tümü için geçerli olan bir uygulamadır.

Soruşturmalar sürerken kritik bir soru daha

Uludere operasyonu ile ilgili soruşturmalar devam ediyor. Ortada hala yanıtını bulmamış çok kritik, birden fazla soru var.

“Operasyon emrini kim verdi?” sorusu bunlardan sadece biri.

Bölgede terörle mücadelenin daha etkin şekilde gerçekleştirilebilmesi için alınan önlemleri biliyoruz. Emir - komuta zincirinden kaynaklanan gecikmelerin önüne geçmek için, karar alma ve uygulama mekanizmasını hızlandırmak maksatlı tedbirlerden söz ediyorum.

“Operasyon emrini kim verdi?” sorusunu bu çerçevede de okumak gerekiyor.

İnansız Hava Aracı’nın (İHA) aktardığı görüntülerdeki gruba yönelik hava harekatının nihai emri (rutin şekilde) Diyarbakır’daki yerel (sivil ya da askeri) yetkililer tarafından mı verildi, yoksa gelen istihbarat Ankara’ya iletilip, ‘merkez’in ‘son onay’ı alındıktan sonra mı düğmeye basıldı?

Uludere soruşturması işte bu “Rutin mi, özel mi?” sorusunun da içinde yer aldığı birçok bilinmezi aydınlatacak. Daha doğrusu aydınlatmalı...

Yazının devamı...

Bağış çiftinin Atina kaçamağında neler yaşandı?


Karadağ ve Litvanya ziyaretlerinde, resmi görüşmelerden arta kalan zamanlarda AB Bakanı Egemen Bağış ile sohbet etme imkanımız da oldu. İşte o sohbetlerin birinde, Bağış’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı Atina ziyaretinden açıldı konu.

“Ziyaret eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın orman yangınları açıklamasından hemen sonraya denk gelince farklı anlamlar yüklendi, farklı yorumlar yapıldı ama Atina gezimizin bununla hiç alakası yoktu” diye başladı Bağış söze.

Eşi Beyhan Bağış ile baş başa kısa bir tatil için gitmiş Bakan, komşu başkente. Eski dostları Yunanistan Savunma Bakanı Dimitris Avramopoulos’un daveti üzerine, kısa bir aile ziyaretine...

“Üç günlük turistik bir seyahatti ama resmi ziyaret gibi oldu neredeyse” diyen Egemen Bağış anlatıyor...

Dimitris, Pınarhisar’ın kapısından çevrilmişti

- Dimitris 1995’te Atina Belediye Başkanı’ydı. Tayyip Bey de İstanbul... Gerçekten çok vefalı bir insandır. 99’da Tayyip Bey cezaevine girince Atina Belediye Başkanı olarak ziyaret etmek istemişti. Pınarhisar’a kadar gelmiş ama ziyaretine izin verilmeyince kapıdan “Selam söyleyin kardeşime” deyip dönmek zorunda kalmıştı. Dostluğumuz o günlere dayanır.

- Yoğun tempo sebebiyle, bizlerin ailelerimize fazla vakit ayırmamız mümkün olmuyor. Eşim Beyhan ile birlikte Atina’ya gittik. Kentin tarihi ve turistik bölgelerini gezdik. Daha önce gittiğimde göremediğim yerleri... Beyhan ile birlikte Akropolis’i, Parthenon Tapınağı’nı istediğimiz gibi, doya doya gezdik. Ayrıca, Korint Kanalı’na da gittim. Adriyatik ile Ege arasında, insan yapımı bir kanal biliyorsunuz... Gidip gördüm. Bizim Kanal İstanbul projemiz bundan çok daha büyük ve bu projeyi 2023’te tamamlayacağız, çalışmaları sürüyor.

Yunan Savunma Bakanı 24 saat Ege’yi izliyor

- Dimitris’in makamına, Savunma Bakanlığı’na gittik. Bizim özel aile ziyareti bu şekilde sızdı basına. Dimitris’in makam odası çok ilginçti. Masasında büyük bir monitör var. İki ülke arasında sürekli sorun olan hava ve kıta sahanlığını o büyük bir bilgisayar monitöründen 24 saat izliyor. Onlara göre sorun olunca ekranda kırmızı ışık yanıp sönmeye başlıyor, alarm veriyor sistem. Dimitris’e, “Sizin mil ölçümünüze göre bu monitor sürekli kırmızı kalır. O ışık hiç sönmez” dedim, karşılıklı gülüştük.

- Odasının her yerinde savaş gemisi, savaş uçağı ve birçok silahın maketleri, fotoğrafları var. Baktım, makam kotuğunun hemen arkasında, duvarda iki güvercin resmi var. “Sen en iyisi, diğer maketleri bırak, sadece bu resmi dikkate al” dedim. O da “Zaten odada bana ait olan tek şey bu resim. Diğerleri eskiden kalma, geldiğimde bu şekildeydi oda” diye yanıt verdi.

Yunan Genelkurmay Başkanı’nın mektubu Özel’de

- Bu arada öğrendim ki, Atina’yı ziyaret sırası Türk Genelkurmay Başkanı’ndaymış. Ancak bizde Genelkurmay Başkanı değişince daveti henüz yapamamışlar. Dimitris, Genelkurmay Başkanı’nı makama çağırdı. Hem tanıştık, hem de Necdet Özel Paşa’ya yazılı davetini bana verdi, ben de Türkiye’ye dönüşte ilettim kendisine.

- Atina’da olduğumu öğrenince Dışişleri Bakanı Stavros Dimas da görüşmek istedi. Kıbrıs meselesini ayrıntılı şekilde ele aldık. Doğrusu, Yunanistan’ın yeni hükümetini bu meselenin çözümü konusunda, geçmişe oranla daha istekli gördüm. Onlar da artık problemin çıkış noktasını, sıkıntının kaynağını görüyorlar. Yeni dönemde, Atina’dan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne çok daha ciddi bir baskı olacağı kanaatindeyim. Zaten herkes, Kıbrıs meselesinin çözümünün, Türkiye - AB ilişkileri açısından ne ifade ettiğini biliyor. Bu meselenin makul şekilde çözümlenmesi Türkiye’den çok AB’nin çıkarına.

- ‘Çok vitesli Avrupa’ kavramı malumunuz... Güvenlik alanında bütüncül ama ekonomide yerelci bir yaklaşım gözleniyor AB’de. Haftada 60 saat çalışan Alman, haftada 25 saat çalışan Yunanlı’yı beslemek istemiyor artık. Hatta, değil o Yunanlıyı, kendi ülkesinin bir başka bölgesindeki insanın bile yükünü sırtlamak istemiyor. 50 yıl sonra ‘şehir devlet’ yapılanmasına gider AB bu şekilde bence.

- 2012 - 13 dönemi önemli. Bu yıl Fransa’da, seneye de Almanya’da seçimler var. Avrupa bu iki ülkedeki seçimlerin ardından önünü tam ve net olarak görebilecek. Bunun ardından da, Türkiye’nin AB yolunu çizme dönemi gelecek. Yani biz Türkiye olarak 2014 - 2015’de AB üyelik sürecinde önümüzü çok daha net olarak görüp, konjonktürü de gözeterek kararlarımızı verebileceğiz. Benim kişisel tahminime göre, 2018’de Türkiye’nin Birliğe tam üyelik meselesi hallolur. Her şey konjoktürel duruma uygunlukla bağlı. Bunu unutmamak lazım.

Yazının devamı...

Türkiye Davos’u affetti


Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin ve Avrupa Birliği (AB) Bakanı Egemen Bağış.

Bu yıl Türkiye’yi Davos‘ta işte bu dört bakan temsil edecek. Henüz kesinleşmemekle birlikte, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın da listede yer alma ihtimali var.

Aralarında Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın da yer aldığı bazı bürokratlar ve iş dünyasından birçok tanınmış isim de bu ay sonunda İsviçre Alpleri’ndeki Davos Kasabası’nda olacak.

Dünya Ekonomik Forumu’nun geleneksel Davos buluşması bu sene 25-29 Ocak tarihleri arasında gerçekleşecek.

Ve böylece Türkiye, 29 Ocak 2009’da yaşanan o meşhur ‘One minute’ vakasının üç yıl sonrasında Davos ile barışmış olacak.

AB Bakanı Egemen Bağış, “Davos’un ev sahibi Klaus Schwab özür diledi, biz de kabul ettik” dedi ve ekledi:

- Biliyorsunuz, daha önemlisi, Sayın Başbakanımız’ın “Bir daha gitmem” dedi ve gitmiyor ama o Davos bize geliyor. Dünya Ekonomik Forumu Haziran ayı toplantısı İstanbul’da yapılacak.

Yeni Avrupa kavramı

Egemen Bağış’ın Karadağ Cumhuriyeti ve Litvanya’yı kapsayan resmi gezisi sürüyor.

Karadağ’ın başkenti Podgorica’da geçen iki günün ardından dün gezinin ikinci durağı Vilnius‘a geçtik. Litvanya’nın 500 bin nüfuslu başkentine gelirken Bağış ile uçakta konuştuk Davos programının detaylarını.

“25 Ocak’ta Davos’taki ilk konuşmam, ‘The New Context in Europe’ konulu oturumda. Yani ‘Avrupa’da Yeni Kavram.’ Bir anlamda, ‘Yeni Avrupa Kavramı’... Biz bir süredir hep, ‘Yeni bir Avrupa, Türkiye ile mümkün’ diyoruz. İşte tam da bu slogan ile örtüşen bir oturum” diye başladı söze Egemen Bağış.

- O oturumda Yeni Avrupa kavramına bakışımızı ve oluşacak bu Yeni Avrupa’da Türkiye’nin yerine dair düşüncelerimizi, görüşlerimizi anlatacağım. Daha sonra, ‘Re-Modeling Europe’ yani ‘Avrupa’yı Yeniden şekillendirme’ konulu oturumda da bir konuşmam var.

Davos’ta İstanbul Gecesi

Bağış’ın yanı sıra diğer bakanlar ve bürokratların yer alacağı oturumlarda da temsil edilecek Türkiye. Geçen yıl sadece Maliye Bakanı Mehmet Şimşek katılmıştı Davos toplantılarına. Bu kez gerçekleşecek yüksek katılımla bir anlamda 2009 öncesine dönülmüş olacak.

26 Ocak akşamı Doğuş Grubu’nun katılımcılar onuruna vereceği bir resepsiyon ve 27 Ocak Cuma günü bir ‘İstanbul Gecesi’ var Davos’ta.

‘İstanbul Gecesi’nde, Haziran 2012’de İstanbul’da yapılacak Dünya Ekonomik Forumu toplantılarının lansmanı, yani tanıtımı yapılacak.

Bağış, Davos’a gitmeyen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İstanbul toplantılarında ev sahibi olarak yerini alacağını söyledi.



Karadağ’ın başmüzakerecisi Mor ve Ötesi hayranı çıktı

Bakan Bağış’ın resmi ziyaretini izlemek üzere gittiğimiz Podgorica dünyanın belki de en mütevazı ve sakin başkentlerinden biri. En azından benim gördüklerim arasında...

Karadağ Cumhuriyeti’nin nüfusu sadece 650 bin civarında. Başkent Podgorica’da ise yaklaşık 150 bin kişi yaşıyor. Yani bizim Ankara’da ya da İstanbul’daki hallice bir mahalle kadar...

Avrupa’nın güneydoğusundaki Karadağ’ın komşuları; Arnavutluk, Kosova, Sırbistan, Hırvatistan ve Bosna-Hersek. Ülkenin güneyi Adriyatik Denizi’ne olan kıyısı.

Eski Yugoslavya’yı oluşturan altı cumhuriyetten biriydi Karadağ. Yugoslavya parçalanınca, yeni Yugoslavya’nın içinde yer aldı. Sonra, 2003’te kurulan Sırbistan - Karadağ federasyonu dönemi var. 2006 Haziran’ından bu yana ise bağımsız bir devlet. şimdi Avrupa Birliği üyeliği yolunda ilerliyorlar.

Karadağ’ın AB Başmüzakerecisi Aleksandar Pejoviç ile yan yanaydık önceki akşam resmi yemekte.

36 yaşında, genç bir diplomat Pejoviç.

Ülkesine dair sohbetimizde öğrendim ki; biz ‘basketbol’ diye biliyor olsak da Karadağ’da en popüler spor dalı ‘su topu’ymuş.

Hatta Karadağ’ın su topunda Avrupa Şampiyonluğu bile varmış.

Aleksandar Pejoviç için Türkiye’nin yeri ayrı. Eski sevgilisi bir Türkmüş.

İ-pod’undaki müzik albümlerini gösterirken, Mor ve Ötesi’nin ciddi bir hayranı olduğunu anlattı. Ve yakında bir kez daha Türkiye’ye geleceğini söyledi.

Sonuç olarak Karadağ; küçük, huzurlu ve (hele de bizler için fazlasıyla) sakin bir ülke olarak yerini aldı hatıratımızda...

Yazının devamı...

Günay: ‘İnönü küçültülsün’

İKİ yakın dostum art arda ‘açık mektup’ yazdı Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a. Birol Güven‘in mektubu da BJK İnönü Stadı’nın yenilenmesi sürecine ilişkindi, Rıdvan Akar‘ın yazdığı da... Üsluplarında, öne çıkan başlıklarında farklılıklar vardı mektupların ama mesaj ortaktı. Beklenti de öyle...

Birol Güven de, Rıdvan Akar da iyi Beşiktaşlı olmanın ötesinde; gerçekleri gören, neyin ne olduğunu bilen, hakkaniyetli, mantıklı ve ‘iyi insan’lardır.

Laf olsun, reklam olsun, popülizm olsun diye yazmadılar o satırları. Dertleri de üzüm yemek. ‘Bağcı’larla ilgilenmiyorlar.

-BAKAN Ertuğrul Günay’ı aradım.

“Okudunuz mu Birol ile Rıdvan’ın mektuplarını?” diye sordum.

“Okumadım ama konuyu da, içeriklerini de biliyorum. Arkadaşlarım aktardı” dedi. “Pekiyi o zaman, ne diyorsunuz? Buyurun siz söyleyin, ben yazayım” dedim.

İşte Günay’ın telefonda söyledikleri:

- Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun Kasım ayında aldığı karardan sonra çıkmış yeni bir karar yok. Yani ortada izin yok.

- Ben o stadın kapasitesinin artırılarak yenilenmesine karşıyım. Stat geçmişte büyütülmüş. Şimdi eğer tekrar eskiye dönecekse, kapasitesi azaltılacaksa, yani küçültülerek yenilenecekse ona tamam derim.

- İnönü Stadı küçültülsün, butik bir stada dönüştürülsün. Aynı zamanda içinde kültür ve sanat faaliyetlerine ev sahipliği yapacak bölümler yer alsın, o zaman yenilenmesine sözüm olmaz. Sergi salonlarının, galerilerin yer aldığı özel, butik bir proje ile yepyeni, butik bir stadı olsun Beşiktaş’ın.

- Bakın ben böyle bir yenilenmeye “Tamam” diyorum ama bilin ki, hükümet içinde bazı bakan arkadaşlarım, o stadın oradan tamamen kaldırılmasından yana.

- Biliyorsunuz o bölgede geçmişte, Dolmabahçe Sarayı’nın ‘Has Ahırlar’ı varmış. Stadın İstanbul’un başka bir noktasına taşınmasını ve bölgenin geçmişe uygun şekilde yenilenmesini isteyenler de var.

- Eğer mevcut stadın yıkılması ve yerine kapasitesi daha büyük yeni bir stat inşa edilmesinde ısrar edilirse, o zaman ben de “Has Ahırlar geri gelsin” diyenlerin yanında yer almak zorunda kalabilirim.

Ertuğrul Günay’a bu sözleri üzerine “Gökkafes” örneğini hatırlattım bir kez daha. Bir de İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, “İnönü’nün taşıyıcı kolonları artık yenilenemeyecek kadar yıpranmış durumda ve yıkılma tehlikesi var. Yıkılıp, yeniden yapılmalı” şeklindeki raporunu...

- Gökkafes yapılırken ben buna karşı çıkan, protesto eden sade bir yurttaştım. Bahsettiğiniz raporlara gelince... Tek rapor o değil, birçok rapor var konuyla ilgili.

SONUÇ olarak... Bakan Günay, İnönü projesine ancak, stat küçültülüp bir ‘kültür, sanat ve spor kompleksi’ne dönüşürse onay vereceğini söylüyor.

Yazının devamı...

Bağış’tan hem iç hem dış salvolar



Avrupa Birliği (AB) Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış ile birlikte Karadağ‘dayız... Gezinin ikinci durağı Litvanya‘ya da gidip, Perşembe akşamı Ankara’ya dönmüş olacağız.

650 bin nüfusuyla Balkanlar’ın küçük ve sakin ülkesi Karadağ’ın başkenti Podgorica‘da, Bağış ile hem görev alanındaki konuları konuştuk hem de siyasetin gündemindeki başlıkları...

Kılıçdaroğlu ‘guguk devleti’ istiyor

Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı, CHP Lideri Kılıçdaroğlu hakkında adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs iddiasıyla soruşturma başlattı. CHP’nin tepkisi ‘Hodri meydan’ şeklinde oldu.

Bakan Egemen Bağış, Kemal Kılıçdaroğlu’na iki örnek ile tepki gösterdi:

- (AK Parti hakkında açılan kapatma davasını kast ederek) Dört yıl önce Anayasa Mahkemesi’nde ben de yargılandım. Çok zor geçti o dönem ama “Hodri meydan” demedim. Zamanında, şiir okuduğu için yargılanıp mahkum olurken Tayyip Erdoğan da mı “Hodri meydan” demeliydi? “Gelmiyorum” mu demeliydi? Bakın, yargının her yaptığını ben de beğenmiyorum ama ‘hukuk devleti’ istiyorsak yargıya saygı göstereceğiz. Ama Kemal Bey ‘hukuk’ değil ‘guguk devleti’ istiyor galiba. ‘Guguk’ mu, ‘hukuk’ mu karar vermeli.

Bağış, Kılıçdaroğlu’nu yakın geçmişte açtığı dosyalar ile ilgili de eleştirdi:

- Yargıya ‘Hodri meydan’ diyen Kemal Bey daha önce de Mehmet Özhaseki, Melih Gökçek, Kadir Topbaş, Şaban Dişli, Dengir Fırat hakkında birçok iddia dile getirdi ama yargıya tek bir belge sunamadı bu konularda.

BDP kendi kendini feshediyor

AB Bakanı Bağış’a, BDP’den gelen “Partimizi kapatmaya hazırlanıyorlar” iddiasını hatırlattık. Bağış’ın yanıtı sert oldu:

- Biz parti kapatmalara başından beri karşıyız. BDP ya da bir başka parti... Kapatma gibi bir konunun gündeme dahi gelmemesi lazım. BDP zaten halk nezdinde kendi kendini feshediyor, kapatıyor. Esasen, Uludere’de yitirdiğimiz canlara kahkaha atmak için değil de isimlerini değiştirmek için toplansalar daha makbule geçerdi. Barış ve demokrasi kelimeleri bu partiye yakışmıyor.

Uludere’yi aydınlatmak

Başmüzakereci Bağış, “Uludere’de yitirdiğimiz canlara bizim içimiz yanıyor” dedi ve devam etti:

- Devlet olarak, hükümet olarak bu olayı aydınlığa kavuşturmak bizim boynumuzun borcudur. AB standartlarını yakalama kararlılığında olan bir ülkede hiçbir şey örtbas edilemez, gizli kalamaz. Gerçekler ortaya çıktığında her şey daha net görülecektir.

Danimarka’nın Roj Tv kararı

Danimarka yargısının Roj Tv’yi kapatmayıp para cezası vermesi hakkında, “Hem terör örgütünün propagandasını yaptığını kabul edeceksiniz hem de o kanalı kapatmayacaksınız. Bu tam anlamıyla sorumsuzluktur” diye konuşan Bağış farklı bir noktaya da dikkat çekti:

- Bu karar teröre ve terör örgütüne hizmet etmektir. Bu karardan en çok, bizzat Danimarka gençliği etkilenecektir. Artık daha fazla Danimarkalı genç, terör örgütünün Avrupa’da saçtığı uyuşturucu zehrine esir olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu kararla, terör örgütü ile kucak kucağa yaşamak zorunda bırakılan Danimarka halkı artık daha güvensiz bir ülkede yaşayacaktır.

GKRY’nin dönem başkanlığı

2012’nin AB sürecimiz açısından zorlu geçeceğini biliyoruz. Fransa’daki seçimler ve tabii Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB dönem başkanlığını devralacak olması, Türkiye - AB ilişkileri üzerinde ekstra bir stres yaratacak. Biz zaten bu tür stres testlerine hazırlıklıyız ve dayanıklıyız. Türkiye bu testi başarıyla geçecektir. Burada AB’nin nasıl tepki vereceği, bu stres testini geçip geçmeyeceği tartışma konusu ve soru işareti. Avrupa Birliği eğer hala hareket ve sorun çözme kabiliyetine sahipse 2012’deki zorlu sınavları tarihi bir fırsata çevirebilir ve böylece sadece Türkiye’nin önünü açmakla kalmaz, aynı zamanda Avrupa’nın bir barış ve özgürlükler coğrafyası olduğuna yönelik inancı da yeniden pekiştirir.

Sarkozy’ye ‘cahil’ suçlaması

Daha önce Twitter’da yazdığı “Sarko’ya kapak olsun” mesajıyla gündeme gelen Egemen Bağış, Fransa Cumhurbaşkanı’nı bu kez de şu sözlerle eleştirdi:

- Gazali, “Cahillerle tartışmaya girmeyin, ben hiç yenemedim” demiş. Biz cahil siyasetçilere, günü düşünen siyasetçilere laf anlatmakla vakit kaybedemeyiz. Biz Fransız halkının zihnini ve kalbini kazanmak için uğraşacağız.

Uyahya’nınki Stokholm Sendromu

Bakan Bağış, Fransa ile yaşanan gerginlikte Türkiye’yi eleştiren Cezayir Başbakanı Uyahya’nın tavrını ‘Stokholm Sendromu’ olarak niteledi.

- Cezayir Başbakanı’na baskı yapıldı ve zorla Stokholm Sendromu, yani en yaygın tanımıyla ‘tecavüzcüsüne aşık olma durumu’ yaşatıldı. Bu süreç Mayıs ayına kadar sürecek ve o tarihte (seçimlerde) Fransız halkı gereğini yapacak.

Yazının devamı...

Necdet Özel’in 19 Kasım mesajları

Yaklaşık bir buçuk ay önce... 19 Kasım 2011 Cumartesi günü...

Yer, başkent Ankara’da, Genelkurmay Karargahı...

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, yıllık olağan ‘General-Amiral Semineri’nin açış konuşması için kürsüde.

Özel, salonu dolduran silah arkadaşlarına hitap ediyor... Türkiye’deki-her rütbeden-bütün general ve amirallere.

Askeri teknik ve stratejik değerlendirmelerin yanı sıra Orgeneral Özel’in uzun konuşmasındaki bazı bölümler önümüzdeki döneme ilişkin çok önemli mesajlar içeriyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) başındaki isim - mealen - “Üniforma bize bir ayrıcalık sağlamıyor. Bizler de, siviller gibi, bu ülkeyi yöneten seçilmişlerin emrinde çalışan bürokratlarız” diyor.

Belki tam olarak bu sözcüklerle değil, daha farklı ifadelerle ama sonuç olarak, verdiği açık mesaj bu Necdet Özel’in.

Rutin seminer, ‘Özel’ mesajlar

Amiral Semineri, her sene Kasım ayında yapılıyor. Askeri eğitim yılının başladığı Eylül ayının iki ay sonrasında...

Türkiye’deki bütün general ve amiraller Kasım ayı içinde belirlenen tarihlerde Ankara’da buluşuyor ve komuta ettikleri birlikler hakkında durum değerlendirmesi yapıyorlar.

2011 yılında, 19-23 Kasım tarihleri arasında yapılan seminerde de, hep olduğu gibi yine, mevcut durum ele alınıyor, yeni döneme ilişkin projeksiyon yapılıyor, hazırlıklar ve planlamalar gözden geçiriliyor.

TSK, Aralık ayında yapılan Kış Şurası (YAŞ) öncesi ‘rutin iç çalışmasını’ yapıyor.

Bu geniş katılımlı buluşmaya damgasını vuran ise Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in seminerin ilk gününde yaptığı konuşma oluyor.

Demokrasiye bağlılık vurgusu

Özel’in konuşması, ilk bakışta önceki yıllarda, seleflerinin yaptıklarına benzer görünse de, satıraralarında yer alan özel vurgularla ‘askeri bürokrasi’nin önümüzdeki dönemde duracağı noktayı göstermesi açısından çok önemli.

Cumhuriyet tarihindeki ‘ilk’ler silsilesinin ardından göreve-erken- gelen Necdet Özel de daha önceki Genelkurmay Başkanları gibi TSK’nin demokrasiye olan bağlılığının altını çiziyor konuşmasında.

Ama bu bağlılığın altını da doldururken, yine mealen...

- Komutanların da siviller gibi bu ‘devletin bürokratları’ olduğunu söylüyor Özel...

- Üniformalı olmanın ayrıcalıklı olmak anlamına gelmediği mesajını veriyor.

Org.Özel; aynı sivil atanmışlardan oluşan diğer kurumlar gibi TSK’nin de, ülkeyi yöneten ‘seçilmişlerin emrindeki görevliler’ olduğunu hatırlatıyor.

“Biz tüm bunları biliyor ve uyguluyor olsak da, bu anlayışımız kamuoyunda zaman zaman karşılığını bulamıyor. Algı bazen farklı, yanlış olabiliyor. Bu yüzden daha da titiz davranmalıyız” demeye getiriyor Birinci Başkan.

“Eski dönem kapandı” demeden...

19 Kasım 2011’de yaptığı konuşma, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in ‘asker-sivil ilişkileri ve askerin sistem içindeki yeri’ ana başlığındaki düşüncelerini özetliyor bir bakıma.

Org. Özel astlarına, kamuoyunda farklı algılamalara yol açabilen eski dönem alışkanlıklarından artık vazgeçilmesi gerektiği mesajını veriyor aslında. Ama bunu yaparken, kullandığı dil ve özenle seçtiği ifadelerle, dinleyenlerin zihninde, “TSK bugüne kadar demokrasiye bağlı değil miydi yani?” gibi bir soru oluşmasına da izin vermiyor.

Eski-yeni dönem ya da geçmiş-gelecek kıyaslaması yapmadan, ‘olması gerekenler’i bir kez daha hatırlatmak yöntemini tercih ediyor Org. Özel.

Konuşma bittiğinde, Necdet Özel’in görev süresi boyunca, siyaset kurumuyla gerginlik yaşamak istemediği izlenimi oluşuyor salondaki katılımcılarda.

Söylemeden söylemek formülü

Genelkurmay Başkanı’nın yaptığı, “TSK, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kendisine verilen görevleri büyük bir azim ve kararlılıkla yerine getirmeye devam edecektir. Anayasa ve yasalar ile kendisine verilen yetkiler çerçevesinde ifa edilecek bu görevlerde ihtiyaç duyduğu gücü de yine her zaman olduğu gibi içinden çıktığı milletinden alacaktır” vurgusu konuşmanın temel taşlarından biri.

Özel’in bu sözleri, kurmayları tarafından, “Askerin görevini layıkıyla ve kararlılıkla yapmaya devam edeceği; ancak bunu yaparken, devletin diğer kurumlarıyla karşı karşıya gelmemek ve kamuoyunda değişik algılamalara yol açmamak konularında daha da dikkatli ve özenli davranacağı” şeklinde algılanıyor.

Konjonktür, dengeler, son yıllarda yaşanan gelişmeler ve ülkenin geldiği nokta...

Ve tabii tüm bu süreçte, Türkiye’de ezberi en çok bozulan kurum TSK...

Bu gerçek ışığında, benim yukarıdaki konuşmadan (ve tabii dinleyenlerin algısından) anladığım şudur:

Yeni Genelkurmay Başkanı askerin;

- Güncel siyasi gündem ve polemiklerden tamamen uzak durmasını,

- Konsantrasyon, mesai ve gücünün tümünü terörle mücadele ve ulusal güvenlik konularına kanalize etmesini,

- Cumhurbaşkanlığı, TBMM ve hükümet ile gerginlik yaşamamasını,

- Geçmişte zaman zaman sergilenen, “Bu ülkenin, bu cumhuriyetin asıl (hatta tek) sahibi biziz” psikolojisinden tamamen arınmasını istiyor ve hedefliyor.

Ama tüm bunları hayata geçirirken, devletin bütün sivil organlarının da başında bulunduğu kuruma yani TSK’ya tam manasıyla sahip çıkmasını yine istiyor ve hedefliyor.

Yani aslında olması gerekeni.

İşin özü, benim anladığım kadarıyla bu.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.