Hakkını helal et Reşo...
.
Vatan Haber
90’lı yıllarda yolu Diyarbakır’a düşüp de ‘bizim Reşat’ ile tanışmamış, hatta çalışmamış gazeteci neredeyse yoktur.
NTV’den Uğur (Şefkat) aradı dün. “Bizim Reşo ölmüş” dedi.
Mardin’e giderken, yolda, direksiyon başında duruvermiş kalbi...
İkimizin yaşadığı da ‘bir yakın’ımızı kaybetmiş olma duygusuydu.
Öyleydi de gerçekten Reşo...
Yakınımızdı...
Terörle mücadeleye ilişkin haberlerin, ‘servis edilen Heron görüntüleri üzerinden masa başında’ değil; ‘yerinden’, yaşayarak, iki tarafa da dokunarak yapıldığı günlerdi o günler... Ve işte o yılların ‘emekçi’siydi ‘bizim Reşo’.
Bazen tercümanlığımızı yapardı, bazen kamera asistanlığımızı...
İlk hatırladığım (o dönem çalıştığım ATV’deki kameramanım Ateş Can ile birlikte) sabaha karşı Diyarbakır-Ergani yolundaki kritik bir virajdaki paniğiydi Reşat’ın. 93 yılının başlarıydı sanırım. Saat sabahın 4’üne geliyordu.
Biz iki ‘çömez haberci’, bölge gerçeklerinden bihaber, ısrar etmiştik gece yarısından sonra yola çıkmak için.
Renault 12 station taksisiyle yoldaydık yine.
Dar yolda, sakin ve çok dikkatli şekilde giderken bir anda sonuna kadar basmıştı gaz pedalına. “Ne oluyor?” demeye kalmadan son sürat geçtik yol kenarındaki karaltıların yanından.
Meğer, PKK yol kesmiş... Vadiden çıktıktan sonra söylemişti bize.
Terör örgütünün rehin aldığı askerleri geri alabilmek için, dönemin Refah Partisi Van Milletvekili Fethullah Erbaş ve beraberindeki heyetin PKK’nın Zap Kampı’na gittiğini hatırlarsınız.
95 Eylülü’ydü galiba...
Biz de oradaydık o iki gün boyunca. Murat Karayılan ve Rıza Altun karşılamıştı heyeti Zap’ta.
Gece 10 buçukta başlayıp sabaha karşı 4’e doğru Zap Kampı’nda biten, dağlardaki beş saatlik yürüyüş öncesi, Amediye’ye kadar Reşat ile gelmiştik yine.
İki gün sonra da bıraktığı yerden almıştı Reşo bizi.
Dünya ile bağlantımızın tamamen kesik olduğu o iki günde bizler için nasıl endişelendiği, karşılarken hepimize tek tek sarılışından belliydi.
Uğur (Şefkat), Ateş (Can) ve Sedat (Aral) ile ‘karşı taraf ’taydık bir seferinde de...
94 müydü, 95 mi; Haftanin tarafı mıydı, Hakurk yakınları mı tam hatırlayamıyorum...
‘Peşmergeler’ tarafından karşılanmıştık asfalt yolun bittiği noktada. Köylerine davet etmişlerdi bizi, yemeğe... Yürüyerek 10 -15 dakikada inebileceğimizi söylemişlerdi vadinin içindeki köye.
Biz, “Gitsek mi, gitmesek mi?” diye birbirimize bakınırken, Türkçe, Kürtçe tercümanlığımızı da yapan Reşat’ın, “Köye inersek dönüşümüz gecikir, akşama kalırız, Habur sıkışır, Diyarbakır’a zamanında yetişemeyiz” dediğini hatırlıyorum.
Daveti geri çevirip, gitmemiştik köye...
Yine sonradan söylemişti bize, ‘Isizu’ kamyonettekilerin peşmerge kıyafetli PKK’lılar olduğunu...
Meğer o yüzden, “Geç kalırız” demiş bize.
Özetle...
Kimimizin belki farkında bile olmadan hayatını kurtarmıştır Reşo.
Surdibi’nde en iyi ciğer kebabı nerede yiyeceğimizi ondan öğrenmiştik...
Ya da Türkiye’deki en leziz kuzu haşlamayı, Mardin Otogarı’ndaki sabahçı çorbacısında bulabileceğimizi.
Kimimize ağabeylik, kimimize kardeşlik yapmıştır yıllarca.
Soyadını bile bilmediğimiz; bize şoförlük, kılavuzluk, yarenlik, yoldaşlık yaparken kendi içinde neler yaşadığını umursamayı aklımıza bile getirmediğimiz Reşat...
Bölgedeki şöhretinin bedeli vardı elbette.
Dedim ya, bilmezdik neler yaşadığını ama bir dönem, örgüt tarafından ‘istihbaratçı’ diye damgalandığını, istihbaratın ise ‘örgüte yakın’ diye rapor ettiğini duymuştum o yıllarda.
Mardinli diye kalmış aklımda... Derik’ti galiba memleketi.
Önemi yoktu benim için nereli olduğunun. Kürt müydü, Arap mı, Türk mü; hiç önemsemedim.
‘İnsan’dı çünkü ‘bizim Reşo’.
Kaderde bir gazete köşesinden helallik istemek varmış Reşat’tan.
Hepimiz üzerinde hakkın vardı Reşo... Hakkını helal et. Mekanın cennet olsun...