Şampiy10
Magazin
Gündem

Jean Valjean 150 yıl sonra bu defa poğaça çaldı

Jean Valjean (Jan Valjan) Victor Hugo’nun yarattığı bir karakter.

Fransız edebiyatının en önemli kalemlerinden birinin yani.

Hugo, dünya yazın tarihinin tartışmasız en büyük isimlerinden biri aynı zamanda.

Sadece Fransa’nın değil, dünyanın en büyük sanatçılarından.

İşte o yazarın tam 17 yılını verdiği ve başyapıtı sayılabilecek romanın baş karakteri Jean Valjean.



Bir ekmek çaldığı için tam beş yıl kürek cezasına çarptırılan...

Kaçma teşebbüslerinin sonucu olarak cezası

19 yıla kadar yükselen ‘ekmek hırsızı’ Jan Valjan.

Sadece bir ekmek...



Hugo ‘romantik’tir kategorik olarak.

Romanı da ‘romantizm’ akımının başyapıtlarından biri.

Ama aslında ‘realizm’in, gerçeğin ta kendisidir Jean Vealjean’ın yaşadıkları.



Jan Valjan adını dünyaya duyuran roman, dünyada en çok okunan klasiklerden biri.

Hugo’nun romanı bitirdiği tarih 1862.

Sene 2012...

2012 - 1862 = 150.

Jan Valjan’ın öyküsünü tam 150 sene önce kaleme almış Fransız yazar.



Bir buçuk asır sonra, aynı kıtanın bir başka ülkesinde...

Türkiye’de...

İki poğaça ve iki meyve suyu çalan bir kişi hakkında 4 yıldan 12 buçuk yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.



Savcı davayı “Açın’ dedi...

“Açtım” dedi hırsız, çaldığı poğaçaları bir parkta yerken, ‘suçüstü’ yakalandığında. Aç... Karnı aç.



Neyse...

Haberi de biliyorsunuz, Hugo’nun yarattığı Jan Valjan’ı da.

Uzatmaya gerek yok.

Ama unutmadan...

Pekiyi hangi eserin baş karakteriydi

Jan Valjan?

Hatırlıyor musunuz?

Orijinal adı, “Les Misérables”.

Türkçesi mi?..

“Sefiller” !



Hani, “3 kupalı takıma sponsor mu yok”tu?..

Beşiktaş; geçen yıl, futbolda dramatik, basketbolda ise fantastik bir sezon geçirdi.

Potanın Kartalları Türkiye Kupası, EuroChallenge ve Beko Basketbol Ligi şampiyonluklarını kazandı, “3’ü 1 arada” yaptı.

Beşiktaş Basketbol Takımı’nın sponsoru ‘Milangaz’dı geçen sezon.

Üç kupalı tarihi başarıya rağmen, ‘devam etmeme’ kararı aldı Demirören Grubu basketbol sponsorluğuna.

Detaya girmeye lüzum yok. Bu durumun nedenlerini, niçinlerini Beşiktaş camiasında hemen herkes biliyor.

“Üç kupalı takıma sponsor mu yok?” dedi çoğunluk.

“Milangaz bırakırsa bıraksın, biz sponsorlardan sponsor beğeniriz” diye düşündü ekseriyet.

Milangaz’ın terk kararı, efsane kadronun dağılmasını da beraberinde getirdi. Önce koç gitti, ardından takımın omurgasını oluşturan isimlerin çoğu.

(Bu arada bir not...

Giden koçun eski oyuncularını yeni takımında da istemesi normal ama işi, zor duruma düşen eski takımının ‘içini boşaltmak’ noktasına vardırmasını da yadırgıyor, şık ve etik bulmuyorum.)

Yönetim, çok önemli bir ismi getirdi takımın başına. Ana bütçeden de basketbola pay ayırdı.

Geldiğimiz noktada, Beşiktaş Basketbol Şubesi yeni sezona sponsorsuz başlayacak gibi görünüyor.

Ne olursa olsun yine “Şeref’i ile oynayıp, Hakkı ile kazanacak” Beşiktaş, Euro League’de de. Buna zerre şüphem yok.

Ama sonuçta; yaptıkları, yapabileceklerinin teminatı olan bir takım dağıldı. Kurulu düzen bozuldu.

Gerek var mıydı?

Bence yoktu.

İşte bu nedenle; markadan, grubun adından bağımsız bir gerçek değindiğim.

İnsanları, markaları, sermaye gruplarını ‘küstürmek’; potansiyel adayları da ‘tedirgin edip kaçırmak’ gerçeği...

Herkesin biraz düşünmesi gerekiyor bu nokta üzerine.

En azından bana öyle geliyor.



KEŞKE...

Şarkı sözleri ile gerçek hayatın örtüştüğünden çok, çeliştiğini fark edebilsek.

Yazının devamı...

Hayat ve Fevzi Tuncay örneği

Hayat bazen ‘Sergen’in Kadıköy’deki son dakika frikiği’, bazen ‘Fevzi’nin Gazhane tarafındaki kalede ayağının altından kaçırdığı top’tur...” yazmıştım geçen hafta Twitter’da.

Öyle durup dururken düşüvermişti bu cümle zihnime.

Başta Beşiktaşlılar olmak üzere, Fenerbahçeliler, Galatasaraylılar ve futbol ile yakından alakalı diğer renklerin sevdalılarının anlayabileceği bir metafordu ‘hayat’a dair yazdığım.

O ‘Fevzi’ futbolu bırakmış.

Bu konuya birazdan geleceğim...



Bir düşünün; gerçekten de yukarıdaki futbol örneğindeki gibi değil mi aslında hayat?

Hepimiz; aynı anda hem golcü, hem kaleci değil miyiz şu hayatta?

Attığımız son dakika golleri ve hatalı yediklerimizden ibaret değil mi aslında ‘hatırat’ dediğimiz bütün?

Bizi biz yapan tecrübeler, o attıklarımız ve yediklerimizin toplamı değil mi bir bakıma?

Tabii kurtardıklarımızın da...



Arşive baktım...

14 Eylül 1996’da atmış Sergen Yalçın, Kadıköy’deki o unutulmaz frikik golünü.

Yüzlercesinden biri belki ama sembolleşmiş bir diriliş... Bir yeniden doğuş.

Ümitler tam tükenmişken... Tam “Herşey bitti” derken, tekrar ‘can’ bulmak.

Hayatın ‘bire bir’i işte.

İster, “Kul sıkışmayınca hızır yetişmezmiş” atasözüyle açıklayın bu durumu inançlarınız doğrultusunda...

İster, daha realist bir bakışla, “İnsanın, yeteneklerini kullanarak ve çalışarak, eline geçen şansı değerlendirmesi” deyin.

İnsanı hep ‘umutvar’ yapan, hep ‘canlı’ tutan gerçek, ‘serbest vuruştan gelen son dakika golü’dür. Hiç yoksa, öyle bir golün olabilme ihtimali.



Şimdi gelelim, diğer boyutuna aynı hayatın...

Fevzi Tuncay’ın unutulmaz, acı başrol performansı ile zihinlerimize kazınan ‘hazin’, ‘bedbaht’ yanına.

14 Nisan 2000 tarihinde, İnönü Stadı’nda, maçın bitimine 10 dakika kala, defans arkadaşı Halilagiç tarafından kendisine verilen bir geri pasta topu ıskalamıştı genç kaleci.

Beşiktaş, Galatasaray karşısında 1 - 0 öndeydi...

Sadece Beşiktaşlıların değil, Türkiye’de futbol ile ilgilenen hemen herkesin ‘en dramatik anlar’ listesindedir o ıska.

Yüzlercesinden biri belki ama sembolleşmiş bir çöküş... Bir tükeniş.

Ümitler tam şahlanmışken... Tam “Herşey tamam” derken, yitip gitmek.

Hayatın ‘bire bir’i işte.

İster, “Kısmet değilmiş” deyimiyle açıklayın bu durumu inançlarınız doğrultusunda...

İster, daha realist bir bakışla, “İnsanın, sınırlı yetenekleri ve yetersiz çalışması nedeniyle, eline geçen şansı değerlendirememesi” deyin.

İnsanın bir yanını hep ‘umutsuz’ yapan, hep ‘kötümser’ tutan gerçek, ‘geri pası ıskalayıp yenebilecek o gol’dür. Hiç yoksa, öyle bir golün yenebilme ihtimali.



Hayat insanın; bazen kendi kalesine attığı goller, bazen rakibe son dakikada attıkları, bazen de rakibin 90’a gönderdiği topları kurtarması yani.

Hem forvetiz şu hayatta hepimiz, hem kaleci...

Ve o ’ıska’olasılığı hep var şu hayatta.



Beşiktaş’ın eski kalecisi Fevzi Tuncay’ın yaşamındaki tek ‘dram’, geri pası ıskalayarak kalesinde gördüğü o gol değil.

O ‘talihsizlik’ ile başlayan süreç ‘takımını yakan’ hatalar zinciri ile sürdü.

Üstelik; sıkıntılar, zorluklar yeşil sahalarla sınırlı kalmadı...

Özel yaşamındaki ‘tsunami’leri bilenler biliyor. Bilmeyenler de arşivlere bakıp öğrenebilir.

Fevzi Muğlaspor’da başlayan futbol kariyerini noktaladığını açıklamış.

“Direğe kafa atan adam futbolu bıraktı” başlığıyla verildi bu kararının haberi. Kafasını taşlara değil, kaderini sınırlayan kale direklerine vurduğu günlere atıfla...

Beşiktaş’ta geçen yedi yılın ardından oynadığı takımların listesine bir bakar mısınız?

Gaziantepspor, Samsunspor, Malatyaspor, Vestel Manisaspor, tekrar Malatyaspor, Fethiyespor, bir kez daha Malatyaspor, Diyarbakırspor, Kocaelispor, Giresunspor ve son olarak TKİ Tavşanlı Linyitspor.

Bu bir kariyer değil, ‘savruluş’ listesi aslında.

Hayatın bire biri...

Güle güle Fevzi Tuncay.

Eğer hala demediyse; umarım hayat - çok yakında - bir gün, “Yeter artık, ben de çok yüklendim bu çocuğa” der.



KEŞKE...

Mesleki heyecan ve hırsın, insani hasletleri gölgelemeden de yaşanabileceğini hepimiz görsek.

Yazının devamı...

Org. Özel’in ikinci Hasdal ziyareti ve 3 saat 10 dakikalık görüşme

“Tutuklu TSK personeli, aynı ortak kaderi paylaştığımız silah arkadaşlarımdır. Ziyaretimin amacı insanidir. Ziyaretimize başka anlamlar yüklemek yanlıştır. TSK hukukun üstünlüğüne her zaman önem vermektedir, bu safhada başka bir değerlendirme yapmayı uygun bulmuyorum.”

Bu açıklamanın tarihi 25 Kasım 2011.

Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, CNN Türk’n yazılı sorularına verdiği yanıtta, Balyoz davası sanıklarının tutuklu bulunduğu Hasdal Askeri Cezaevi ziyareti ile ilgili işte bunları söylemişti.



Orgeneral Özel’in ‘bilinen’ Hasdal ziyareti geçen yıl Kasım ayında gerekleşmişti. Bu ‘ilk’ti ama son olmadı.

Genelkurmay Başkanı, birkaç ay önce Hasdal’daki muvazzaf silah arkadaşlarını bir kez daha ziyaret etti.

Aldığım bilgiye göre, Orgeneral Necdet Özel, Nisan ayında, Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Yalçın Ataman ile birlikte ikinci defa gitti Hasdal’a.

Sessiz sedasız gerçekleşen bu ikinci ziyaret basına yansımadı. (Daha doğrusu, şu ana, yani bu yazıya kadar yansımamıştı.)



Özel’in ziyaret ettiği Hasdal’da - yanlış bilmiyorsam - 39 muvazzaf general ve amiral yatıyor.

Ve...

Aralarında, Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Bilgin Balanlı’nın da bulunduğu bu general ve amirallerden bir bölümünün geleceği, yaklaşık bir ay sonra, Ağustos başında toplanacak Yüksek Askeri Şura’da (YAŞ) belirlenecek.

Ve...

Özel’in, bir bölümünün akıbeti bu Yaz Şurası’nda belli olacak olan silah arkadaşları ile görüştüğü, ikinci Hasdal ziyaretinin tarihi, Nisan ayı.

Aynı Necdet Özel’in, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı (yakın tarihin en uzun Başbakan - Genelkurmay Başkanı görüşmesi olarak kayıtlara geçen) 3 saat 10 dakikalık ikili buluşmanın tarihi de 1 Mayıs 2012.



O sıra dışı uzunluktaki görüşme, Orgeneral Özel’in planlı ABD seyahatinin hemen öncesinde gerçekleşmişti. Toplantının ana gündem maddesinin bu ziyaret olduğunu, 8 Mayıs 2012 tarihinde bu köşede okumuştunuz.

Şimdi bu yeni haber (ikinci Hasdal ziyareti ve tarihler) ışığında, ‘Erdoğan - Özel randevusunun görülmemiş derecede uzun sürmesi’ konusu üzerine bir kez daha ve biraz daha kafa yorabiliriz.



Asker - sivil yetkililerin hepimize borcu

Suriye tarafından düşürülen RF-4’te şehit olan iki pilot, Yüzbaşı Gökhan Ertan ve Teğmen Hasan Hüseyin Aksoy yarın (bugün) Malatya’dan uğurlanacak sonsuzluğa.

Malatya’daki törene Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi tam kadro katılacak.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, kuvvet komutanları ve Jandarma Genel Komutanı Malatya’da, son kez selam duracak şehit pilotların önünde.

Komutanlar, şehit pilotların ailelerine başsağlığı dileyecek, acılarını paylaşacak hiç şüphesiz.

Yalnız bu noktada bana göre, hem komutanların hem de ülkeyi yöneten sivil yetkililerin başta o acılı aileler olmak üzere, bütün Türkiye’ye bir borçları var.

‘O uçağın tam olarak nerede ve ne şekilde düştüğünü kamuoyuna açıklamak’ o borç.

İki haftadır zihinlerimizi bulandıran çok sayıdaki soru işaretini silmek.

Tabii sonra da, Suriye nezdinde ‘gereği’ni yapmak. Ama sözde değil, özde yapmak. Gerçekten yapmak.

Bahsettiğim elbette savaş değil.

Bu çağda; ciddi, etkili, güçlü ve büyük bir devletin yapması gereken ne ise o.



KEŞKE...

Bazılarının yaptıkları, yapacaklarının teminatı olmasa.

Yazının devamı...

O röportajın önü arkası, sağı solu

Türkiye - Suriye ilişkilerinde, yakın tarihin en gergin dönemi yaşanırken, Ankara’dan bir gazeteci Şam’a gitti ve Beşar Esad ile bir röportaj yaptı.

Uzun, kapsamlı bir röportaj...

Tarihi mülakatın altındaki imzanın sahibi Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer.

Dün aradım Utku’yu...

“Benim için sadece doğru zamanda, doğru kişi ile röportaj yapmaktı esas olan ve doğrusu, faydalı da olduğunu düşünüyorum” diye başladı söze.

Her lider belli bir amaçla konuşur

Önemli röportajı yapan gazeteci ile o röportajına dair bir röportaj oldu galiba benim yaptığım.

Buyurun:

- Böylesine kritik bir dönemde, Ankara’nın canını en çok sıkan yabancı devlet başkanına, kendi propogandasını yapma imkanı tanımak mıydı senin yaptığın?

- Her lider yapar bunu. Her liderin elbette kendi görüşlerini duyurmak gibi bir amacı olur. Bunun içinde, kendi propogandasını yapmak da vardır elbette.

- Bu röportajda da böyle mi oldu?

- Bu röportajı değerlendirmek, başarılı olup olmadığını ölçmek bana düşmez. Benim baktığım noktadan, önemli olan şu: Biz bu röportaj ile Türk kamuoyu için ne aldık? Tabii dünya kamuoyu için de. Ve açıkçası, iyi ipuçları aldığımı düşünüyorum.

Esad: “Diğer gazeteciler de gelebilse iyi olurdu”

- Sonuçta bir tek sen gittin ve sadece sen konuştun ama yazılıp çizildi; herkes biliyor ki, aslında bir grup Türk gazeteciye randevu vermişti Suriye Devlet Başkanı. Bu mevzu açıldı mı hiç sizin görüşmenizde?

- Hayır, işin o boyutu hakkında fazla bir şey konuşmadık.

- “Diğerleri niye gelmedi?” gibi bir soru sormadı mı yani? Ya da bir yorum yapmadı mı?

- Konuyu biliyor, takip ediyordu belli ki. “Gelebilselerdi sevinirdim” dedi. “Dünya çapında saygın isimler vardı aralarında. Onlar ile de konuşabilsek iyi olurdu” dedi sadece.

- Pekiyi sana, Şam’a gitmemen, bu röportajı yapmaman yönünde bir telkin, herhangi bir uyarı ya da bir mesaj geldi mi?

- Şahsen bana gelmedi. Genel Yayın Yönetmenime de geldiğini sanmıyorum... Bana ne doğrudan, ne onun vasıtasıyla gelen bir şey oldu.

- Pekiyi gelseydi?.. O zaman ne yapardın?

- Doğrusu, bana gitmemem yönünde bir mesaj gelseydi, yine de gitmek için elimden geleni yapardım. Gitmek isterdim yani. Ama Genel Yayın Yönetmenim “Vazgeçelim, gitmeyelim” deseydi, o zaman sanırım yapabileceğim bir şey olmazdı.

Erdoğan’ın üslubu Esad’ın psikolojisini etkilemiş

- Pekiyi, Tayyip Erdoğan ile bir süre öncesine kadar var olan özel dostluk ilişkisinden, bugün bu noktalara gelmiş olmalarını sorguluyor mu Beşar Esad?

- Benim gördüğüm şu: Esad, Erdoğan’ın üslubunun sertleşmesinden çok etkilenmiş gözüküyor. Son uçak düşürme olayına kadarki, artarak devam eden üslup sertleşmesini kastediyorum. Erdoğan’ın kendi açısından haklı olarak yaptığı sert çıkışların, Esad‘ın psikolojisini etkilediğini gördüm. Tabii sonra da, uçak konusunda Başbakan Erdoğan’ın çok haklı ve sert, o bildiğimiz açıklamaları geldi. Bize röportaj vermesinin ardında da, genel olarak, uzunca bir süredir Erdoğan’ın üslubundan duyduğu bu rahatsızlık var gibi geldi bana.

Eksik kalan soru varsa, umarım meslektaşlarım tamamlar

- Röportajı yayınlamaya başlamanız ile birlikte - az sayıda da olsa - eleştirel yorumlar da gelmeye başladı. “Şunu da sormak lazımdı” veya “Esad şuna da cevap vermeli” türünden... Sen sorulması gereken bütün soruları sorduğunu düşünüyor musun?

- Ben olabildiğince her şeyi sormaya çalıştım. Toplamda 55 soru sordum. 40 dakika demişlerdi ama görüşmenin tümü toplam iki buçuk saat sürdü.

- “Keşke şunu da sorsaydım” dediğin bir nokta kaldı mı?

- Hayır. Dediğim gibi, 55 soru sordum. Ama tabii ki, eksiklerim olmuştur, olabilir. Hepimizin eksikleri vardır, olur... Eğer varsa, inşallah kalan soruları da bundan sonra oraya gidip konuşacak olan meslektaşlarım sorar ve eksikleri tamamlar.

- Röportaj ile ilgili, bizim medya mahallesinde konuşulanlar seni rahatsız ediyor mu?

- Rahatsızlık demiyelim ama röportajdan çıkarılacak sonuçlar var. Başka yönleriyle konuşulmasını değil, röportajın içeriğinin tartışılmasını istiyorum.

KEŞKE...

Had, bildirilmeden bilinse.

Yazının devamı...

Türk’ün (*) adalet kavramıyla imtihanı

Önceki gün Çağlayan Adliyesi’nden eş zamanlı çıkan ‘mahkumiyet’ ve ‘tahliye’ kararları bir kez daha gösterdi ki; toplum olarak ‘adalet’ kavramı ve yargı mekanizması ile ilişkimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Hem de ciddi biçimde.

Nedeni şu...

Şike davası sadece örneklerden biri. Son örnek.

Geçmişte, bambaşka konulardaki bambaşka davalarda da benzer durumlar yaşandı.



Bir insan, herhangi bir suç isnadı ile tutuklanıyor. Hatta bırakın tutuklanmayı, daha gözaltına alınıyor; hep beraber ‘suçlu’ ilan ediyoruz o kişiyi. Bakış açımız, sorgusuz genel kabulümüz, gerekçemiz de son derece bilimsel (!): “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” atasözümüz.

“Suçu yargı kararı ile kesinleşinceye dek herkes masumdur” ilkesi geçerli değil bu coğrafyada.



Ev sahibi atasözü, deplasmandaki evrensel ilkeyi, saha ve seyirci avantajı ile yeniyor her seferinde.



Aynı kişi yargılanıyor. İddianamenin hazırlanması ve uzun yargı süreci boyunca, kamu vicdanını zedeleyecek şekilde cezaevinde tutuluyor.

Toplum bu durumun beraberinde getirdiği tartışmalarla meşgul oluyor.

Aylar, yıllar boyunca süren yorucu gerginlik, yıpratıcı kamplaşma...

Nihayet dava sonuçlanıyor. Mahkeme safhası bitiyor. Elbette Yargıtay aşaması, yani temyiz süreci var ama mahkeme son sözünü söylüyor.

Karar: “Suçlu”.

Suçlu ama “Tahliyesine...”



‘Suçsuz’ken cezaevinde yatıyor insanlar. ‘Tutuklu sanık’ sıfatıyla.

Mahkeme ‘suçlu’ olduğuna karar veriyor, hapis cezasına çarptırıyor.

‘Tutuklu sanık’, hüküm giyiyor. ‘Hükümlü’ sıfatıyla ise tahliye oluyor.

Ve kafalar karışıyor...

“Madem ‘suçlu’ neden serbest bırakıldı?” şeklindeki naif soruya, karmaşık, uzun cevaplar veriyor hukukçular.

Sonuçta;

Herkes anlayabildiği kadarını anlıyor.

Herkes istediğine inanıyor.

Herkes kendi açısından bir yargıya varıyor.

Herkes kendi sanığını, kendi hükümlüsünü, kendi davasını diğerlerininkilerden ayrı tutuyor.

Ve...

Türk’ün adalet kavramı ve yargı mekanizması ile imtihanı bir türlü bitmiyor, bitemiyor.

(*) Burada kullanılan ‘Türk’ sözcüğü herhangi bir etnik kimlik ifade etmemekte olup, bu topraklar üzerinde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümünü tanımlamaktadır.

Not: ‘Türk’ sözcüğü ile ilgili yukarıdaki gibi bir izahat mecburiyeti hissetmek bile memlekette geldiğimiz noktayı göstermesi açısından kayda değerdir.



Kuruyan haber kaynakları

Geçen haftanın sıcak gündemi, Türk RF-4’ünün Suriye tarafından düşürülmesiydi malum.

Haberci olarak bizlere düşen, olayın ve konunun teknik detaylarına ulaşıp, bunları sayfalarımız, ekranlarımız aracılığıyla kamuoyuna duyurmaktı.

Dünyada bunun en doğru, en sağlıklı, hatta neredeyse tek yolu; mevzuyu uzmanları ile konuşmaktır.

Bir savaş uçağının, komşu bir ülkenin silahlı güçleri tarafından düşürülmesi konusunun uzmanı kimdir?

Tabii ki, öncelikle Hava Kuvvetleri’nden emekli subaylar. Mümkünse de, komutanlık yapmış olanlar.

Pekiyi bugünün Türkiyesi’nde, gazetecilerin ulaşabileceği kaç ‘kaynak’ var bu konuda?

Aslında ‘çok’ ama fiiliyatta ‘yok’.

‘Emekli yüksek rütbeli havacı’ların çoğu farklı davalar kapsamında tutuklu.

Yani kaynaklar cezaevinde.

Dışarıda olanlar da, gazeteciler ile temas etmeye, konuşmaya çekinir durumda.

Dolayısıyla kaynaklar - neredeyse tümüyle - kurumuş vaziyette.

Bu arada, şöyle bir düşündüm de; ‘denizciler’in görev ve uzmanlık alanında yaşanabilecek gelişmeler için de durum aynı.



Keşke...

Mustafa Kemal Atatürk adlı yazar (!)ın, “Nutuk” adlı eseri; okullarda zorunlu ders olarak okutulsa.

Yazının devamı...

44

4 Mayıs’tan düne, yani 27 Haziran’a kadar PKK terörüne verilen şehitlerin sayısı bu.

Yazıyla, kırk dört.

55 günde 44 şehit verdi bu ülke.

Subay, astsubay, uzman çavuş, er, polis, korucu...

55 günde 44 can.

Neredeyse her güne bir şehit.



Evet, Suriye krizi önemli.

Evet, Aziz Yıldırım ve şike davası önemli.

Evet, Özel Yetkili Mahkemeler konusu önemli.

Kürtaj gündemi, sezeryan konusu önemli, evet.

Güney Kıbrıs’ın AB dönem başkanlığını devralacak olması, depremler, sel felaketleri, Avrupa Futbol Şampiyonası...

Tamam hepsi önemli, hepsi haber.

Hepsine tamam.

Pekiyi söyler misiniz bana; hangi gelişme, hangi olay, hangi haber, yitip giden bir ‘can’dan daha mühimdir?

Bir ‘can’dan daha ‘can alıcı’, bir insanın ‘hayat’ından daha ‘hayati’ ne olabilir, söyler misiniz?



Aldığı emir üzerine ölüme giden bir uzman çavuşun evladı için...

Verilen görevi yerine getirirken canını veren bir polisin annesi için...

Bataklığı kurut(a)mayıp, “Sen git sivrisinekleri öldür” diyenlerin talimatı doğrultusunda yaşamını yitiren bir subayın kardeşi için...

Şehit olan;

bir korucunun eşi,

bir erin babası,

bir astsubayın nişanlısı için, dünyanın en önemli meselesi, en mühim haberi olsa ne ifade eder ki?



Sadece şehitler mi?..

PKK’nın kaçırdığı ve kaç gündür örgütün elinde rehin, nerede, ne durumda olduğu bile hatırlanmayan...

Kaç kişi oldukları, görevleri, isimleri dahi resmi makamlarca tam olarak açıklanmayan insanlarımız var bir de.

Sizin unuttuğunuz, bizim unuttuğumuz; ailelerinin, yakınlarının, sevenlerinin ise hergün, her saat düşünmekten bitap düştüğü... Habersiz geçen hergün, her saat ölüp ölüp dirildiği insanlarımız.

Teröristler kamera karşısına geçirip, birkaç cümlelik konuşmalarını kaydedip internetten yayınlayacak ki, en azından hayatta olduklarından haberdar olabilelim.

Yetkililere soruyorsunuz... Tek aldığınız, “Merak etmeyin, nerede olduklarını sürekli takip ediyoruz. İstihbarat birimlerimizin, kaçırılan insanlarımızın attıkları her adımdan haberi var” türünden gayrıresmi ve off the record beyanatlar.



Unuttuğumu düşünmeyin.

Gazilerin yaşadıkları, o insanların değişen yaşamları ve bir daha dönüşü olmayan gerçekleri münhasıran bir başka yazının konusu...



Vaziyet böyle olunca, yazıya noktayı başka türlü koyamıyorum:

Yusuf Hayaloğlu’nun; Ahmet Kaya’nın sesinden zihnimize kazınan o dizelerindeki gibi...

Gözüm yaşarıyor...

Ciğerim yanıyor...

Göğsüm daralıyor,

Yüreğim kanıyor.

Not: Şiirin, “Olmasaydı sonumuz böyle” dizesini özellikle yazmadım. Bu işin ‘son’u bunca yıldır olamadığı, o ‘son’ bir türlü gelemediği için.



Keşke...

Doğru sözleri çoğunlukla yanlış insanlar söylemese.

Yazının devamı...

Pilotlarımız kokpitte mi şehit oldu?

Suriye’nin düşürdüğü RF-4’ümüz ile ilgili yazacağım...

Bilgisayarın başına ‘eğreti’ oturdum. Parmaklarım mütereddit klavyenin üzerinde...

Birçok güzelliğinin yanında, bizim mesleğin ‘tatsız’, ‘huzur kaçıran’, ‘sıkıntılı’ yanlarından biridir bu.

“Birazdan yazacaklarımı, Yüzbaşı Gökhan Ertan ile Teğmen Hasan Hüseyin Aksoy’un aileleri, yakınları, sevenleri de okursa ne hissederler?” sorusunun zihnimi kemirmesinden söz ediyorum.

Bir yanda haberciliğin gerekleri, diğer yanda insanı insan yapan o karmaşık duygu med cezirleri...

Malatya’dan kalkan Phantom’un kokpitindeki iki kahramandan hala haber yok. Arama sürüyor ama maalesef -umarım yanılırım- çok büyük olasılıkla şehit oldu iki pilotumuz.



Suriye açıkladı, “Füze ile değil, uçaksavar ile vurduk.”

Zaten füze ile vuramazdı büyük olasılıkla. RF-4’lerde kendisine yönelen, kilitlenen füze tehdidini algılama sistemi var zira. Orijinal adı ALR - 501 cihazın. Modernizasyon sonrası çok daha gelişmiş versiyonları yüklendi jetlere. Güncellendi ALR - 501.

Omuzdan atılan füzelere bile duyarlı ama uçaksavar ateşini algılayacak bir sistem değil.

Pekiyi koskoca Phantom, Suriye gibi bir ülkenin envanterindeki uçaksavarlardan çıkan mermilerle düşer mi?

İşin uzmanları “Hayır” diyor. Bir kere, “F-4’ü uçaksavar ile vurmak hiç kolay iş değil” diyorlar. “Vurulsa bile, o dev tayyare kolay kolay düşmez uçaksavar mermileriyle” diye de ekliyorlar.



Adı ‘uçak’savar ama bir savaş jetini düşürmesi ancak şu şekilde mümkün o ölüm makinalarının:

Mermiler o süratte giden uçağa arkadan yetişmez.

Açı olarak, uçaksavarın, karşıdan (önden) vurması da mümkün değil uçağı.

Uçaksavar ateşi, uçağın seyir yönünde, ‘önüne’ yapılır. ‘Baraj atışı’ deniyor buna havacılık terminolojisinde.

Yani seri ateş ile uçağın önüne -bir nevi- mermilerden bir perde oluşur. Uçak o uçaksavar mermilerinin içine girer ve bu şekilde isabet alır.

Türk jetinin Suriye tarafından vurulması da işte böyle oldu kuvvetle muhtemel. Ve maalesef, önce uçağın burnu, hemen ardından da kokpit isabet aldı.

Görünen o ki; pilotlarımız, kokpit camından giren uçaksavar mermilerine hedef oldu. Ve bu yüzden fırlatma kolunu çekmeleri, uçaktan atlamaları mümkün olmadı maalesef.

Can yoldaşları tayyarelerinden bu yüzden ayrılamadı iki kahraman.



Niye şaşırmadım?

Suriye Enformasyon Bakanı Omran El Zubi, dün A Haber canlı yayınında, “Biliyorsunuz bulunduğumuz bölgede İsrail gibi bir Siyonist ülke var. Türk uçaklarıyla İsrail uçakları birbirine benziyor. İsrail uçağı Suriye’ye girerse ateşle karşılaşır. Uçak İsrail uçağı sanılmış olabilir, biz Türk uçağını düşürmek istemedik” dedi.

Pekiyi dört gün önce, 24 Haziran Pazar günü VATAN’ın sürmanşet haberinde (olasılıklardan biri olarak) biz ne demiştik?

Buyurun:

Türk jetini İsrail uçağı zannetmiş olabilir mi?

Eldeki bilgiler ışığında ortaya çıkan sorulardan biri de bu.

Suriye, Türk RF-4’ünü İsrail savaş uçağı diye hedef almış olabilir mi?

Havacılıkta İngilizce kısaltmasıyla IFF olarak adlandırılan, ‘dost ya da düşman tanıma kodları’ kullanılıyor.

IFF kodlarının açıklanması durumunda konu teknik anlamda netliğe kavuşacak.

Suriye Savunma Bakanlığı’nın açıklamasındaki şu cümleye dikkat:

“Türk jeti sınırlarımızdan 1 kilometre içeri girdi. Hedefi vurduktan sonra Türk uçağı olduğunu tespit ettik.”

Bu bölüm ilginç zira Suriye radarının, havadaki o uçağın Türk jeti olduğunu algılamaması aslında imkansız.

Konunun uzmanlarından birinin dediği gibi, “RF-4’ler, İsrail’in de kullandığı savaş uçaklarından. Ve Suriye radarlarının, İsrail’in envanterinde bulunan uçakları mutlaka tanımlıyor olması lazım.”

Yani Suriye, hedef aldığı savaş uçağının bir RF-4 olduğunu görüyor. Bunun Türkiye’ye mi, İsrail’e mi ait olduğunu da IFF kodlarından biliyor. Daha doğrusu bilmesi gerekiyor.

Bu durumda “Acaba mı?” denilen; Suriye’nin jeti, bir İsrail uçağı olduğunu zannederek vurmuş olması ihtimali de neredeyse sıfırlanıyor.

İşte bu yüzden bu bölümün başlığı, “Niye şaşırmadım?”

İlk günden bu yana Suriye’den gelen açıklamalar tatmin edicilikten ve ciddiyetten uzak.

Şam yönetimi bir karar verse, en başta kendisi için iyi olacak.



Keşke...

Her şerde bir hayır olduğunu unutmasak.

Yazının devamı...

Erdoğan ne diyecek? Ankara neler konuşuyor?

Suriye ile yaşanan tarihi kriz konusunda herkes, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yarın (bugün) partisinin Meclis Grup toplantısında yapacağı konuşmayı bekliyor.

Bu yazının o konuşmadan yaklaşık 18 saat önce kaleme alındığı notunu düşüp başlayayım...

Grup konuşmasının muhtemel içeriği

Başbakanlık çevrelerinden aldığım bilgileri derlediğimde ortaya çıkan tabloyu şöyle özetleyebilirim:

- Erdoğan’ın grup konuşması, ‘süreç ile ilgili genel bir değerlendirme’ niteliğinde olacak. Başbakan aynı zamanda da, mevcut krizin nasıl yönetileceğine ilişkin perspektifi ortaya koyacak.

- Yaşanan süreçte Türkiye, ne Suriye’den gelen açıklamalar, ne de bir başka ülkenin değerlendirmeleriyle ilgileniyor. Tayyip Erdoğan, bu bağlamda, Türkiye’nin kendi yol haritası olduğunu vurgulayacak.

- Ankara, ‘düşürülen uçak krizi’ndeki politikalarını; sakin, sağ duyulu, akılcı ve uluslararası toplumu yanında tutarak belirleyecek ve Erdoğan bu hakeret tarzına kamuoyundan da destek beklediğinin altını çizecek.

Muhalefete bakış ve beklenti

- İktidar kaynakları, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın olay sonrası art arda görüştüğü muhalefet liderlerinin ilk tavırlarından gayet memnun olduğunu belirtiyor.

- Başbakanlık’ta MHP ve BDP genel başkanlarının davete icabet edip o masada yerlerini almalarının olumlu bir gelişme olduğu görüşü hakim.

- Muhalefetin tutumuna ilişkin tek istisna, CHP’den gelen, “Suriye ile bu noktaya nasıl geldik, ona bakılmalı” şeklindeki açıklama. Kılıçdaroğlu’nun bu demecine kadar, Erdoğan cephesindeki bakış genel olarak çok olumluymuş.

- Hükümet kanadı, “Muhalefetin, ‘Bir defa olgun davrandık, bir daha davranmayız’ demesi olmaz. Bu sürecin sonuna kadar aynı olgunluk ve işbirliğini sergilemelerini bekliyoruz” diyor.

Erdoğan’ın grup konuşmasında ‘muhalefet’ başlığında vereceği mesajların işte bu minvalde olması bekleniyor.

Neden parti grup toplantısı?

Tayyip Erdoğan, Suriye ile yaşanan kriz ile ilgili ayrıntılı açıklamaları neden partisinin Meclis Grup toplantısında yapıyor? Yani neden Başbakan sıfatını öne çıkartmak yerine, iktidar partisi genel başkanı olarak çıktığı bir kürsüden konuşmayı tercih ediyor?

Erdoğan’a yakın kaynaklar bu soruya tepki gösteriyor:

“Böyle kritik bir konuda zarfa değil mazrufa bakmak lazım. Nerede konuştuğunun ne önemi var? Her şey bitti, bir bu mu kaldı eleştirilecek? Şu sancılı ve hassas süreçte bunlarla mı ilgileneceğiz?”

Münferit ve aptalca bir hata mı?

Gelelim, aynı konuda, Ak Parti Grup konuşmasının dışındaki başkent notlarına...

Türk jetine uçaksavar ile ateş açmak ve savaş uçağını düşürmek, Suriye silahlı güçlerinin içinden bir grup ya da birkaç kişinin imza attığı münferit bir hata olabilir mi?

Hükümete yakın isimlerin bu soruya verdiği yanıt çok net.

“Kimse Türkiye’den buna inanmasını beklemesin!”

Aynı kaynaklar şöyle devam ediyor:

- Yapılanın aptalca bir hata olduğunu söyleyen varsa... Diyelim ki bu mümkün... Ama asıl mesele şu: Esed rejiminin son dönemde yaptığı ne aptalca değil ki? Bizdeki bilgilere göre Suriye, hava savunma sistemini yeni kurmuş. Tecrübesi ve bilgisi eksik olabilir ama Şam’ın uzun süredir yaptığı hiçbir şey akıllıca değil ki.

Uluslararası derin güçlerin bir tezgahı mı?

Suriye’nin bir Türk savaş uçağını düşürmesi, Türkiye’nin bu ülkeye savaş açmasını isteyen ve hedefleyen ‘karanlık dış güçler’in bir planı, bir oyunu mu?

Başbakanlık çevrelerinde bu ihtimale hiç itibar edilmiyor. Genel kanı;

- Batılı ülkelerin Türkiye üzerinden herhangi bir manevra yapacak durumda olmadıkları,

- Böyle bir çatışmadan kısa vadede de olsa somut bir çıkarları olmayacağı,

- Bölgesel konjonktür de düşünüldüğünde bu olasılığın geçerli olmadığı yönünde.

Bu olay Mavi Marmara’dan çok farklı

Mavi Marmara baskını sonrası, Türkiye’nin İsrail’e gösterdiği tepkinin boyutu, şiddeti ve sürekliliği herkesin malumu.

Suriye’den ise ne tazminat talebi var, ne özür...

Bu durumu hatırlattığımızda, hükümet kaynaklarının yanıtı net:

- Yaşanan süreç, Mavi Marmara’dan birçok açıdan çok farklı. İki konuyu bir arada değerlendirmek, birbiri ile kıyaslamak yanlış olur. Uçağımızın vurulup düşürülmesi konusunda; Türkiye’nin tepkisi de, söylemi de, eylemi de Mavi Marmara olayından sonra İsrail’e yönelik tepki, söylem ve eylemlerden çok farklı olacak.

KEŞKE...

Biz gazeteciler, bilmediğimiz konularda; sormadan, öğrenmeden yazmasak...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.