Şampiy10
Magazin
Gündem

Yeni bir ‘YAŞ’ gündemi ile daha karşınızdayız sayın seyirciler

“... Ankara’daki güvenilir kaynaklar, ‘Yasalar ne diyorsa o yapılacak’ diyor. Yani, bu YAŞ toplantısında, tutuklu muvazzaf subaylar terfi de ettirilmeyecek, emekli de.

Mevcut yasal mevzuatta da belirtildiği gibi, ‘tutuklu’ bulunan askeri personelin durumu, yargı sürecinin sonuna kadar ‘dondurulacak’...”

Bu üç cümle, tam bir yıl önce, 1 Ağustos 2011 tarihinde bu sütunda yer alan haberin en can alıcı kısmıydı.

Durumları YAŞ’ta görüşülen tutuklu muvazzaf personel ile ilgili karar da, aynen bu şekilde çıkmıştı.



Aradan tam bir sene geçti.

Ankara’nın yıllık olağan ‘YAŞ’ gündeminin vakti geldi. Yüksek Askeri Şura’nın (YAŞ) yaz toplantıları yarın (1 Ağustos 2012) başlıyor.

Ve geçen yıl manşetlere konu olan personelin durumu, yeni eklenenler ile birlikte şimdi yarın, bir kez daha Şura üyelerinin önüne geliyor.



Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ile karşılaştık birkaç gün önce.

Bakan Yılmaz, YAŞ gündemindeki bu kritik başlık hakkında, “Çalışmalar sürüyor” deyince, (yukarıda alıntı yaptığım) geçen yılki durumu hatırlatıp sordum:

- Sayın Bakan, bu yıl da aynısı mı olacak?

- Bilemiyorum.

- Geçen yıl “Yasal mevzuat ne diyorsa, o olacak” denmişti, öyle de oldu...

- Mevzuat ortada. Ben bir şey diyemem.

- Pekiyi geçen yılki mevzuat ile bu yılki arasında bir fark var mı? Benim bildiğim kadarıyla son bir yıl içinde mevzuatta bir değişiklik olmadı.

- Hayır olmadı. Mevzuat aynı.

- O zaman, bu durumda, mevzuat aynı ise çıkacak kararın da aynı olacağı sonucuna varabilir miyim?

- Ben bilemem. Hayırlısı. Ne olursa, Türkiye için en iyisi, en güzeli olur merak etmeyin.



YAŞ’ın Başbakan ile birlikte iki sivil üyesinden biri olan Milli Savunma Bakanı ile aramızda geçen diyalog aynen bu şekildeydi.

Şimdi...

Gelelim, yarın başlayacak Yaz Şurası’nda tutuklu muvazzaf personelin akıbeti ile ilgili kararların ne olacağına.

Bakan’ın da dediği gibi mevzuat geçen seneki ile aynı.

Yani görünen o ki, cezaevindeki general, amiral ve albaylar için yine aynı formül işleyecek.

Bu kişiler emekliye sevk edilmeyecek ama terfi de ettirilmeyecek. Yani durumları dondurulacak.

Ancak bu noktada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir ayrıntı var.

Bu personel için, aynı rütbe ve aynı kıdemde olanlar emsal kabul ediliyor.

Yani tamamen aynı durumdaki bir subay, üç yıllık rütbe bekleme süresi dolduysa ve bu nedenle kadrosuzluktan emekli ediliyor ise cezaevindeki (aynı rütbe ve aynı kıdemdeki) silah arkadaşı için çıkan karar da ‘emeklilik’ oluyor.

Ve şu anda Hasdal ve Hadımköy Askeri Cezaevleri’nde yatan, durumları Şura’da görüşülecek olan muvazzaf subayların arasında, üç yıllık rütbe bekleme süreleri dolanlar da var.



Hadımköy ve Hasdal’a hakim olan havayı, tutuklu sanık avukatlarına sordum.

Aldığım cevap şöyle oldu:

“Üç yılı dolmamış olanlar, geçen yılki uygulamada olduğu gibi, bir yıl daha uzatma almayı bekliyorlar. Ancak üç yıllık bekleme süresini tamamlayan komutanların, haklarında yeni bir dondurma kararı çıkması yönünde umutları yok. Bu durumda olanlar, ‘emeklilik’ kararı bekliyorlar. Üçüncü Yargı Paketi sonrasındaki taleplerimiz reddedildiği için, Şura’nın bitiminden sadece iki gün sonra, 6 Ağustos’taki duruşmadan da tahliye kararı çıkmasını maalesef kimse beklemiyor. Bu durumdaki müvekkillerimiz, ‘Bizi emekli ederler ve biz de buradan çıkar Silivri’ye gideriz’ diyorlar.”

YAŞ toplantısı arifesinde son durum işte böyle.



KEŞKE...

Trafikte ‘yayaların otomobillere yol vermesi’ni normal karşılıyor olmamızda bir terslik olduğunun farkına varabilsek.

Yazının devamı...

“Akıllı olun Ertuğrul Bey”

Başlıktaki cümle, dikkat ederseniz iki tırnak (“”) içinde. Yani alıntı... Tırnak içindeki bu cümlenin sahibi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.

Erdoğan’ın “Akıllı olun” dediği “Ertuğrul Bey” de, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay.

Başbakan’ın Günay’dan, “akıllı davranmasını” istediği konu ise BJK İnönü Stadı‘nın yeniden inşası projesi.



Kültür ve Turizm Bakanı Günay’ın, Beşiktaş İnönü Stadı’nın yıkılıp, aynı yere yenisinin yapılmasına başından beri karşı çıktığını herkes biliyor. Hatta tek karşı çıkan olduğunu...

Üstelik, Başbakan Erdoğan’ın proje ile ilgili defalarca olumlu görüş bildirmiş hatta söz vermiş olmasına karşın.

Mesela...

29 Mart 2009 yerel seçimlerinden hemen önce, 16 Mart 2009’da, AK Parti’nin Beşiktaş Belediye Başkan Adayı Sibel Çarmıklı’nın düzenlediği toplantıda, Başbakan, dönemin Beşiktaş JK Başkanı Yıldırım Demirören’e dönerek aynen şöyle demişti:

“Yıldırım Bey, Kadir Bey (İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş) de bu işe hazır. Yeter ki sen parayı bul ve projeyi o şekilde uygula.”



O günden sonra da, defaten projeye olumlu baktığı mesajını verdi Erdoğan.

Pek kimse bilmez ama Başbakan’ın bu olumlu yaklaşımında, İstanbul Milletvekili (bugünün AB Bakanı) Egemen Bağış’ın büyük katkısı vardır.

Kendisi Fenerbahçeli olmasına karşın, Beşiktaş Kulübü’nün bu süreçteki en büyük destekçilerinden biridir Bağış.



2009 Martındaki bu açık taahhütten yaklaşık üç yıl sonra; bu senenin Şubat ayında Başbakan Tayyip Erdoğan, konu ile ilgili iki bakanı ile birer görüşme yaptı.

Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, BJK İnönü’nün mevcut yerinde yeniden inşası konusunda Başbakan ile aynı görüşteydi.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ise Başbakan’a da, ‘Beşiktaş Kulübü’ne, İstanbul’un bir başka yerinde yeni bir stat yapılması’ndan yana olduğunu yineledi.

Aldığım bilgiye göre, bunun üzerine Başbakan, bakanına aynen şunları söyledi:

“Ertuğrul Bey, o stat bulunduğu yerde yapılacak. Bu konuda verdiğimiz sözler var. Projenin, sizin hassasiyetleriniz çerçevesinde revize edilmesinde de bir sorun yok. Ama siz hala itiraz ediyorsunuz. Bakın Ertuğrul Bey, akıllı olun. Bizler siyasetçiyiz. Akıllı olmak, akıllı davranmak zorundayız. Karşımızda büyük bir kulüp ve camia var. Böyle bir konuda, koskoca bir camiayı karşımıza almamız doğru olmaz, akıllıca olmaz. Ayrıca, kaldı ki, o stadın kullanım hakkı zaten daha 30 küsur sene Beşiktaş Kulübü’nde. Yani 30 küsur sene daha orada ve bu şekilde kalabilir. Onun için lütfen Suat Bey (Kılıç) ile birlikte bu işi biritirin artık.”



Tayyip Erdoğan noktayı Şubat ayı sonunda işte bu sözlerle koydu.

Ertuğrul Günay (belki biraz mecburen ama) “Tamam” dedi.

Suat Kılıç da, bu görüşmeden birkaç gün sonra bir röportajında ‘Beşiktaş’a müjde’yi verdi.

Konu, Başbakan’ın bizzat devreye girip talimat vermesi sonucu, hükümet açısından Şubat’ın son haftasında işte bu şekilde noktalandı.



Bu bilgiyi ‘double check’ yani ‘çifte teyid’ maksadıyla paylaştığım Erdoğan’a yakın isimlerden aldığım yanıt da şu oldu:

“Beyefendi, bu stat mevzuunda, Beşiktaş’ın projesini ilk günden bu yana makul karşılıyor. Bu süreçte, Ertuğrul Bey’in (Günay) görüşlerinin de dikkate alınması konusunda da hassas davrandı. Ama son aşamaya gelindiğinde, bizzat devreye girdi çünkü verdiği sözler konusunda çok hassastır. Sözünü muhakkak tutar. Söz verip de o sözü tutamamış gibi algılanmayı, böyle bir duruma düşmeyi asla kabul etmez.”



KEŞKE...

Davulun sesinin ‘yakından’ da nasıl geldiğini merak etsek.

Yazının devamı...

Bolu’da bu kez, Akbaba Lokantası

Ülkenin en önemli doğa ve yaban hayatı fotoğrafçılarından biri, dostum Mehmet Gürbüz (http://www.mgurbuz.net) “Akbaba lokantası açıyoruz” dediğinde, bir an duraksadım. Mehmet güldü: “İlk anda kimse anlamıyor zaten” dedi ve devam etti:

“İlk duyduğunda, ‘Akbaba eti yeniyor mu?’ diye soran da oldu, ‘Akbabalar leş yer. Bir restoran için uygun bir isim olduğundan emin misin? diyenler de...”



Mevzu şu...

‘Akbaba Lokantası’, Ornitofoto Kuş ve Yaban Hayat Fotoğrafçıları Derneği’nin bir projesi.

‘Dörtdivan Akbabalarını Koruma Projesi’.

Projenin finansmanını Birleşmiş Milletler Küçük Destek Programı sağlıyor.

Amaç, Bolu - Dörtdivan bölgesinde yaşayan akbabaları ve bu hayvanların yaşadığı habitatı korumak.

Kara Akbaba, Kızıl Akbaba, Küçük Akbaba ve Sakallı Akbaba... Dörtdivan’da, dördü de yaşıyor.

Besin zincirinin sonunda yer alan akbabaların kendi aralarında da bir sıra, bir hiyerarşi var.

Şöyle ki:

Havadaki leşçillerden, karadaki hayvan leşini ilk bulan ‘kuzgun’ oluyor. Ama bulduğu leşin derisini yırtamadığı için yiyemiyor ve ölü hayvanın çevresinde beklemeye başlıyor.

Hemen ardından ‘küçük akbaba’ geliyor leşin başına. Deriyi kesemediği için, o da kuzgun ile birlikte bekliyor.

Üçüncü sırada gelen ‘kızıl akbaba’, leşin yaralı ya da kesik bölgeleri varsa, o noktalardan yemeye, daha doğrusu didiklemeye başlıyor.

Ama leşin - tabiri caiz ise - cerrahı, ‘kara akbaba’. O, kalın deriyi kesiyor ve etin de büyük kısmını yiyor.

Leşin başında beklemekte olan, ilk gelen üçlü de bu aşamada devreye giriyor. ‘Kızıl akbaba’ iç organlar, ‘küçük akbaba’ ile ‘kuzgun’ da geriye kalan parçalar ile besleniyor.

Leşin artık sadece kemikleri kaldığında ise sıra ‘sakallı akbaba’ya geliyor. Sakallı’nın besin maddesi kemikler...



Akbabalar leşçil kuşlar.

Yiyecekleri hayvanları öldüremiyorlar. Diğer hayvanların öldürdüğü ya da bir şekilde ölen canlıların leşleri ile (yukarıda anlattığım sıra ile) besleniyorlar.

Anadolu’da hayvan popülasyonunun

azalması ve diğer etkenler sonucu, açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalan akbabaların nesli tehdit altında.



Dördivan Akbabaları Projesi kapsamında kurulacak olan beslenme istasyonlarında (yani Akbaba Lokantası’nda) akbabaların düzenli ve sağlıklı besine ulaşması sağlanacak. Üstelik de veteriner kontrolünde...

Çevredeki entegre üretim tesislerinden toplanacak kanatlı hayvan leş ya da atıkları akbabalar için kullanılacak.

Dörtdivan Akbaba Ofisi, bölgedeki avcılar ile bir iletişim ağı kuracak. Avcıların, arazide tespit ettikleri yaralı, sakat ya da ölü hayvanları yetkililere bildirmesi, ayrıca avladıkları ancak yemedikleri, mesela yaban domuzlarını beslenme istasyonlarına getirmeleri sağlanacak.



Bu kadar da değil...

Ornitofoto Derneği’nin iştigal alanı fotoğrafçılık.

- Akbaba Lokantası’nın yakınına, yurt dışındakiler gibi bir ‘kamuflajlı fotoğraf çekim alanı’ inşa edilecek. Dünyanın dört bir yanından gelen yaban hayatı fotoğrafçıları, buradan akbabaların fotoğraflarını çekebilecek.

- Avcı derneklerine fotoğraf eğitimi verilecek. Silahla değil, fotoğraf makinesi ile ‘görüntü avcılığı’ yapsınlar diye...

Dörtdivan, Ankara - İstanbul arasında ve Kartalkaya yolu üzerinde.

- Bu konum avantajı kullanılacak ve turistler akbabalar ile tanıştırılacak.

- Çocuklar, kuşlar ve doğal hayata dair bilgilendirilecek.

- ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ bağlamında, bölgedeki kadınların sürece, etkin bir şekilde katılmaları sağlanacak.

- Yöresel ürünler ve hediyelik eşya satışı ile bölge ekonomisi canlandırılacak.

Bütün bu eko-turizm faaliyetinden elde edilecek gelir de, uzun vadede projeyi finanse etmeye devam edecek.

Akbaba Lokantası, Uluslararası Akbaba Farkındalık Günü olan 1 Eylül 2012’de

Dörtdivan’da açılıyor. Yemeğe değil ama desteğe hepimiz davetliyiz...



KEŞKE...

“Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” prensibini, öncelikle bu sözü diline pelesenk edenler uygulasa.

Yazının devamı...

Suriyeli sığınmacının Viagra talebi ve ötesi...

Türkiye’de bulunan Suriyeli sığınmacı sayısı 43 bin 564.

Açıklama resmi kaynaktan... Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, AFAD verdi bu rakamı.

Yine AFAD’dan verilen bilgi, Suriye’den kaçanların, Hatay’da 5, Şanlıurfa’da 2, Gaziantep’te 1 olmak üzere toplam 8 çadır kent ve Kilis’teki 12 bin kişilik konteynır kentte yaşamakta olduğu yönünde.

Bu yaşam alanlarında barınmanın yanı sıra, yiyecek (üç öğün sıcak yemek), sağlık, güvenlik, sosyal aktivite, eğitim, ibadet, tercümanlık, haberleşme, bankacılık hizmetleri veriliyor zorunlu misafirlere.

Çadır kentler ve konteynır kentte; okul, cami, ticaret, polis ve sağlık merkezi, basın brifing birimi, çocuk oyun alanları, televizyon izleme üniteleri, su deposu, arıtma merkezi, trafo ve jeneratörler de var.



AFAD’ı bu tafsilatlı açıklamayı yapmaya iten, şüphesiz, önce Kilis’teki ardından da Gaziantep / İslahiye’deki kamplarda yaşananlar.

Sığınmacıların isyanı...

İsyanın nedeni, ihtiyaçlarından bazılarının yeteri kadar karşılanmadığı iddiası.

Başta su olmak üzere temel ihtiyaçlar elbette tamam. Elbette karşılanmalı. Su tedariğinde eksiklik ya da sıkıntı varsa (hele de o sıcakta) bu durum insanların tepkisine yol açabilir.

Ama...

Hürriyet Gazetesi’nden Cansu Çamlıbel’in, dün Twitter’a yazdığını görünce, ister istemez duraksadım.

Cansu, “Nisan’da gezdiğim Kilis’teki kampta Suriyelilerin tüp bebek, viagra gibi talepleri vardı...” diye yazdı.

Meslektaşımın bu tweetine bir tıp doktorundan gelen yanıt da şu oldu:

“Kilis kampında çalışan biri olarak söylüyorum; istekleri arasından pudra, saç boyası, güneş kremi var ve vermeyince kızıyorlar.”



Şimdi...

Ülkesindeki zulümden, hatta muhtemel bir ölümden kaçan insanların, kendilerine kucak açan ‘komşu’nun evinde bu yaptıkları üzerine ne hissedilir, ne düşünülür?

Ev sahibinin refleks tepkisi, “Nankör bunlar” şeklinde olur tabii.

Geçici misafirlerin yaptığına, “Şımarıklık” der ev sahibi.

“Buldular da bunuyorlar” der.

Duygusal tepkiler bunlar olur hemen.

Ve doğaldır.



Oysa...

İlk anda, ‘lüks’ ya da ‘abartılı’ görünen bazı talepler, o ortamdaki mevcut koşullar düşünüldüğünde gerçekten ihtiyaç olabilir.

Mesela yukarıdaki örneklerden pudra ve güneş kremi...

Ama saç boyası, cinsel güç artırıcı ilaç ya da tüp bebek tedavisi gibi talepler elbette kabul edilebilir, anlaşılabilir türden değil.

Her ne kadar, münferit örnekler olsa da.



Fakat asıl önemlisi...

Türkiye’de yaşayan o 43 bin 564 sığınmacının arasında;

- PKK ile bağlantılı kaç kişi var? Ya da kimse var mı?

- Suriye İstihbaratı El Muhaberat’tan kaç kişi var? Ya da kimse var mı?

- Amerikan İstihbaratı CIA’e çalışan kaç kişi var? Ya da kimse var mı?

- Rus İstihbarat Teşkilatı KGB’den maaş alan kaç kişi var? Ya da kimse var mı?

- İran İstihbarat Servisi SAVAK’ın görevlendirdiği kaç kişi var? Ya da kimse var mı?

- İsrail Gizli Servisi MOSSAD’dan kaç kişi var? Ya da kimse var mı?

- Kuzey Irak Kürt Yönetimi’ne istihbarat sağlayan kaç kişi var? Ya da kimse var mı?

Benim merak ettiğim işin bu tarafı.

Türkiye - Suriye sınır boyunda kaç ajan var? Kaç provokatör görev başında? Kaç ajan provokatör rakip meslektaşları ile mücadelede?



Türk halkının, Suriye insanını top yekün yaftalamasına varacak bu gidişin sonu.

Kısa bir süre öncesine kadar, dost, kardeş, akraba derken; yakında, “Bu Suriyeliler nankör, şımarık vs” gibi genellemeler kabul görür olacak toplumda.

İktidarların, devletlerin ilişkileri zaman içinde dostluktan düşmanlığa, düşmanlıktan dostluğa dönebiliyor. Görüyoruz.

Ama iki ülkenin toplumları, ulusları arasındaki düşmanlıklar işte bu türden genellemeler, genel kabuller, (ön)yargılar ile oluşuyor.

O yüzden diyorum; o kamplarda kimler neyin stajını yapıyor acaba?..

Ve Ankara, o kamplara, konunun insani boyutunun yanında, bu yönüyle de bakıyor mu acaba?

KEŞKE...

Sahip olduklarımızın kıymetini, onları kaybetmeden de bilsek.

Yazının devamı...

Siyaset, futbol... Ve 200 kelimede ayrışan Türkiye

Okuyup yazanların, ‘genel’e yönelik eleştirilerini seslendirirken kullandığı bildik kalıptır, “200 sözcük ile konuşuyorlar” cümlesi.

Çoğunluğun kelime haz(i)nesinin yetersizliğini vurgulamak için kullanılır bu cümle, bilirsiniz.

İnceden değil, doğrudan bir ‘aşağılama’ tonlaması ile süslenince tam olur.



Bu 200’ün içinde, özellikle de son dönemde, sıklıkla duyduklarımıza bir bakar mısınız pekiyi...

Yeni nesil jargonunun tek taşları; “gider yapmak”, “atarlanmak”... Siyaset literatürünün nadide parçaları; “ötekileştirmek”, “ayrıştırmak”, “bölünmek” ve bu fiillerin eş anlamlıları.

İlk beş... Çok kullanılanlar...

Beş sözcük... Birer de eş anlamlısı; etti 10.

200 kelimenin 10’u... Yüzde 5 eder.



İkinci bir % 5 daha var...

“Dostluk”, “barış”, “kardeşlik”, “birlik”, “bütünlük” ve eş anlamlıları...

Bunlar ise ‘ilk beş’in aksine, ‘çokluğu’ndan değil ‘yokluğu’ndan sık kullanılanlar.

Olmadığı için adı çok geçenler.

Adları ne kadar çok anılırsa, o kadar çabuk oluşacağı, o kadar kolay geleceği düşünülenler. Daha doğrusu zannedilenler.



Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin CEO’su ile beraberdik geçen hafta sonu.

Siyaset ve spor, iki ana başlığıydı yaklaşık iki saatlik sıcak sohbetin.

“Ben artık en yakın dostlarımla bile siyaset konuşmuyorum” dedi bir ara tecrübeli işadamı. “Gerginlik oluyor, tartışma çıkıyor, ilişkilerimiz etkileniyor, dostluklar zedeleniyor, hatta bitiyor” diye doldurdu o ilk cümlesinin altını.

“Haklısınız” demeye dilim varmadı ama haksız değildi maalesef.



Aynı durum; spor, özellikle de futbol için de geçerli bizim memlekette.

Aile üyeleri arasına bile soğukluk girmesine neden olmuyor mu Beşiktaş - Galatasaray tartışmaları mesela?

Fenerbahçe ile Trabzon arasındaki ‘yüksek gerilim’, arkadaşlıklarda ‘kısa devre’lere sebep olmuyor mu 45 dakikalık ‘iki devre’nin çok ötesine geçip?



Tartışma kültürümüzün eksikliği, farklı / karşıt görüşlere karşı tahammül(süzlük) düzeyimiz, sabit fikirlerimize sadakatimiz, çifte standartlarımızın standart donanımımıza dönüşmesi...

Gerekçelerden gerekçe beğenin; gerçek değişmiyor.

Geldiğimiz nokta bu işte.

Lafa gelince hepimiz ‘empati’ diyoruz...

Sorsam, hepiniz bu yazının altına imza atarsınız ‘öyle değil’ mi?

Atarsınız da...

‘Öyle değil’ işte.



KEŞKE...


Herkesin birbirine “kan-ka” dediği bu ülkede, ‘kan’ bekleyen on binlerce ‘ka’rdeşimizin bu ihtiyacına daha duyarlı olsak.



Foursquare’den ikametgah ilmuhaberi yakındır

Genel adı sosyal medya...

Cebimizde taşıyoruz artık hepimiz.

Devlet başkanları, başbakanlar dahil siyasetçisi, sporcusu, sanatçısı resmi açıklamalarını, duyurularını Twitter‘dan yapıyor artık.

Facebook zaten ayrı bir dünya. Face’in ‘book’u çıkmış durumda neredeyse !

Şimdi beklediğim;

- Open Table hesabı olmayanın yemek yiyecek restoran bulamaz hale, Foodspotting‘de yer almayan mekan ve yemeklerin müşterisiz kalma noktasına gelmesi,

- vesikalık fotoğraflar için Instagram kullanımının mecburi olması,

- ikametgah ilmuhaberinin Foursquare‘den check-in yapmak suretiyle tedarik edilmesi.

Görünen o ki, yakındır tüm bunlar.

Yazının devamı...

Balık çiftlikleri şeytan üçgeni

Fatih Çekirge yazdı defalarca, yıllar önce...

Sonra Sedat Ergin’in kaleminden, teknik detaylarıyla, mevzuatın ayrıntılarıyla birlikte okuduk...

Mevzu, Güney Ege’nin doğa harikası koylarını istila eden ‘balık çiftlikleri’.



En son, birkaç gün önce Yurtsan Atakan değindi aynı konuya Akşam Gazetesi’nde, şu cümlelerle başlayan yazısıyla:

“Bodrum’un balık çiftliklerinden arındırıldığı palavrasını kaç yıldır yiyoruz farkında mısınız?

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın balık çiftliklerinin tamamının Bodrum’dan taşındığına dair açıklaması üzerinden üç yıl geçti. O günden bugüne medyada artık Bodrum’u, pardon Bodrum’un medyatik koylarını kirleten balık çiftlikleriyle ilgili yazı ve haberlere rastlamıyoruz.

Çünkü Bodrum’daki balık çiftlikleri gerçekten de taşındılar. Ama Bodrum’dan taşınmadılar, Bodrum içinde yer değiştirdiler sadece. Yaz aylarında Bodrum’u mekan tutan magazin basınının yolunun düşmeyeceği Bodrum koylarına taşındılar.”

Atakan çok haklı...



Bodrum bölgesindeki balık çiftlikleri artık Yalıkavak, Türkbükü gibi ‘gözde’ beldelerin sularından, Güvercinlik ile Güllük arasındaki, nispeten (ve şimdilik) daha az popüler maviliğe taşınmış durumda.

‘Güvercinlik - Didim - Güllük üçgeni’, adeta bir ‘Balık çiftlikleri şeytan üçgeni’ son yıllarda.

Ben, kıyıdan, hakim bir tepeden baktığımda 20’ye yakınını sayabilmiştim ama bir tanıdık, bölge üzerinde yaptığı uçuşta tam sayısını tespit etmiş; Güllük Körfezi çevresinde tam 42 balık çiftliği varmış.

Çiftlik dediysem, küçük bir tesis diye düşünmeyin. Her biri, bir adacık...

İrili ufaklı onlarca balıkçı teknesi, 24 saat mekik dokuyor bu adacıklar ile Güllük limanı arasında. Üretilen balıkları taşıyorlar limana.

Oradan da, sadece yurt içine pazarlanmıyor bu balıklar. Yakındaki Yunan Adaları’na da ihraç ediliyor. Yani ‘komşu’nun balık ihtiyacı da bizim kıyılarımızı kirleten bu çiftliklerde üretilen balıklarla karşılanıyor.

Yunan Adaları’na giderseniz, uzo ya da şarabın yanında yiyeceğiniz balıkların Türkiye’den geldiğini bilin.

Ve o balığı yerken bir de düşünün; “Yunanlı neden kendisi, kendi sularında balık çiftliği kurmuyor da, maliyeti yüksek olmasına rağmen balık ithal ediyor” diye.

Yunan adalarının sahillerindeki deniz suyu mu daha temiz, yoksa Güllük Körfezi’ninki mi acaba?..



Çoğunlukla çipura ve levrek üretiliyor bu çiftliklerde.

Denizi seven ve naçizane ‘altı’nı bilen biri olarak, evet kabul ediyorum; bu üretim olmasa, yiyecek balık bulamayacağız neredeyse.

Çünkü havanın ve karanın olduğu gibi, denizin de canına okuduk, okuyoruz yıllardır el birliğiyle.

Ama denizde balık üretmenin kuralları var, kaideleri var, kabul edilmiş uluslararası normları, sınırları var.

Bu iş adeta ‘organ mafyası’ usulleri ile yapılıyor bizde.

Tekneleriyle çiftliklere yakın seyredenlerin anlattığına göre, çiftlik etrafında avlanan amatör balıkçı teknelerini engelleyip uzaklaştırmak maksadıyla ‘silahlı görevliler’ bile var o adacıkların üstünde.



Durum vahametini anlayabilmeleri için ilgili / yetkili siyasetçi ve bürokratları Güllük Körfezi‘ne davet ediyorum.

Önce havadan bir bölge turu atalım birlikte, denizin üstünde.

Ardından da, takalım maske, şnorkel ve paletleri; suyun içindeki manzarayı beraberce bir görelim.

Kağıt üzerindeki ‘kitabına uygun’ vaziyeti, altına imza attıkları izin belgeleri ve saireyi sonra anlatsınlar hepimize.

Akşamına balıklar benden...



KEŞKE...

Yalandan birileri ölse de, o deyim değişse.

Yazının devamı...

Ertuğrul Günay’ın İçine Sinmeyenler / Vicdan Azapları

Anadolu Ajansı'nın (AA) daha üç gün önceki haberi şöyleydi: - Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Üçüncü Yargı Paketi sonrası yaşanan bazı tahliyelerle ilgili konuştu. Yedi kişiyi ya da siyaset adamlarını katledenlerin tahliye olduğunu söyleyen Günay, "Bu uygulamanın bilmeden ortaklarından birisi olarak doğrusu vicdan azabı yaşıyorum" dedi.

AA'nın bu haberi aslında son örnek.



Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın içine sinmeyenler / vicdan azapları listesi bir köşe yazısı değil, 'yazı dizisi' olacak kadar uzun.

Şöyle bir hafızamı yokluyorum...

- "Allianoi Projesi'ni içime sindiremiyorum ama..." diye başlayan cümlesini anımsıyorum mesela.

Ya da...

- İstanbul'da, tarihi yarımadada inşa edilen ilave otel binası için, "Bu tarihi ve kültürel bölgeye bu kadar cüsseli bir yapının dikilmesini içime sindiremiyorum" sözlerini.

Veya...

- TBMM Genel Kurul Salonu'nun yenilenmesi hakkında, "Pek içime sinmedi" dediğini.



Başka?..

Arşive baktım;

- İstanbul'un eşsiz siluetini bozan, Zeytinburnu - Kazlıçeşme'deki gökdelenler ile ilgili olarak, "Bu konuda ilgili belediyelere üç kere yazı yazdım, şifahen söyledim. Orası turizm bölgesinin dışında. Buna rağmen ben, tarihsel yarımadanın siluetini bozduğu kanaatiyle daha önce yerel yönetimleri uyardım. Artık yapacak bir şeyim yok. Çünkü yetki alanıma girmiyor. Bana göre İstanbul’da büyük bir suç işleniyor" diye konuşmuş Ertuğrul Günay.

O görüntü de içine sinmemiş.



- Yargının işleyişi ve uzun tutukluluk süreleri...

"Vicdanen rahatsızım."

- Dolmabahçe Sarayı'nın kapısında asker yerine polisin nöbet tutması...

"Çok içime sinmiyor."

Keza...

- Muhafız Taburu'nun TBMM'deki varlığına son verilmesi...

"İçime sinmedi."

- Bodrum'da, Pina Yarımadası'nda yanan orman, doldurulan deniz aşamalarının ardından tam bir tabiat katliamı niteliğindeki otel inşaatına karşı çıkması... Ama otelin de çoktan ortaya çıkması...

Bir başka 'içe sinmeme' vakası daha.



Emek Sineması, Taksim Atatürk Kültür Merkezi (AKM) tartışmaları, Şehir Tiyatroları'nın özelleştirilmesi gibi gündem maddeleri var bir de...

Günay'ın tam olarak ne söylemek istediğinin pek anlaşılamadığı. Bakan'ın içine neyin sinip, neyin sinmediğini kamuoyunun tam olarak idrak edemediği durumlar...



Kars'taki 'İnsanlık Anıtı' ile ilgili tartışma, Başbakan'ın tavrı, Günay'ın sözleri, Başbakan'ın Günay'ı açık ve net şekilde yalanlaması ile düştüğü durum...

'Ucube' tartışması hani.

Hatırlarsınız...

O mevzuya hiç girmiyorum.



Hukukçu kimliği...

İçinde yoğrularak büyüdüğü siyasi ideoloji, AK Parti'ye üye oluncaya kadarki söylem ve eylemleri...

Bugün geldiği nokta...

Doğrusu kolay değil işi.

Ama kendi tercihi.



Bu kadar yazdım ama inanın;

"İçime sinmiyor" ya da "Vicdanen rahatsızım" türünden açıklamalarında 'samimi' olduğuna inancım tam.

Lakin bir sorun var.

Bir insan;

Evet, içinde bulunduğu heyetin ortak kararlarına her zaman iştirak etmek zorunda değildir.

Ama aynı insan;

Bu kadar çok 'içine sinmeyen' durum ile...

Bu kadar çok 'vicdanını rahatsız eden' gelişme ile nasıl baş edebilir bilemiyorum.



Bir yandan...

'Karar alma mekanizmasında, içeride, iktidarda olup mücadele vermek' anlayışını anlamak, hatta takdir ile karşılamak istiyorum.

Ama diğer taraftan...

Karar alma mekanizmasında yer alıp, alınan kararlara bu kadar tezat noktada dururken...

'İçeride' olup bu kadar 'dışarıda' görüntü verirken...

'İktidarda' bulunup bu kadar 'muhalif' yaşarken nasıl başarılı olunabilir bilemiyorum.



İşin kolayına kaçıp, "Madem bu kadar içinize sinmeyen icraatın içindesiniz, o koltukta oturmaya devam etmek nasıl siniyor içinize?" diye sormayacağım.

"Madem bu kadar vicdan azabı çekmenize sebep olan icraatta ortak sorumluluğunuz var, hala o makamda kalmak vicdanınızı zedelemiyor mu?" diye de...

Çünkü 'bağcı'yı dövmek' değil derdim.

Aynı Günay gibi ben de 'üzüm yemek' istiyorum.

Onun için diyeceğim ve sorum şu:

Sayın Günay, sizin gibi 'güngörmüş' bir siyasetçinin bu günleri 'öngörmüş' olması gerektiğini, bu nedenle de 'bir bildiğiniz olduğu'nu düşünmek istiyorum.

Pekiyi, nereye varacak sizce bu işin sonu?



KEŞKE...

İnsanları sınıflandırmak, etiketlemek, yaftalamak bu denli kolay olmasa.

Yazının devamı...

Ali Şen’in Yalıkavak gündemi

Bodrum Yalıkavak’ta, dostları ziyarete gittik dün. Hemen yan ev Ali Şen’in. Türkiye’nin gündemindeki hırsız giren meşhur çiftlik evi değil ama.



Ali Baba’nın bir de Gökçebel’de, deniz kıyısında evi var. Bahsettiğim bu ikinci ev.

Baktım, Fenerbahçe eski Başkanı iskelesinden denize girip çıktı.

Yanına gittim.

“Geçmiş olsun...” dedim, “Merhaba,

nasılsınız”dan sonra ilk söz olarak.

Teşekkür etti.

“Sabah yazını okudum” dedi. Sonra da hemen sordu: “Nasıl gidiyor Beşiktaş‘ta işler? Ne

diyorsun?”...

“Zor bir dönem tabii” dedim. “Ama Beşiktaş bu, bu zorlukları da aşar. Aşılacak.”



Çay içmeye davet etti Ali Baba, evine...

Gittik.

Sohbetin ilk konusu, kaçınılmaz olarak en popüler mesele, yani evine hırsız girmesi olayıydı.

“Polis, jandarma, savcılık, istihbarat... Hepsi çalışıyor. Bayağı da bir mesafe kat etmişler. Yakındır olayın aydınlanması” dedi.

Sadece sınırlı sayıda üretilen, ‘limited edition’ Fenerbahçe kol saatini çalmamış hırsız(lar). İki saati daha gitmiş o gece.

“O saatten sadece 100 tane var. 15 numara bendeydi” dedi Şen.

“Çalan ya da alacak olan Fenerbahçeli değilse, bileğine takamaz da o saati” diye espri yapmayı da ihmal etmedi.

Uzun uzun anlattı. Hem olay gecesini, hem sonrasında yaşadıklarını. Çalınan kasanın eve yakın bir arazide parçalanmış şekilde bulunduğunu...

Ama...

“Yetkililer, soruşturmanın selamati açısından, bazı detayların medyada yer almasını istemiyor. Onun için yazmazsan sevinirim” dedi anlattığı bazı ayrıntılar için.

“Tamam” dedim tabii ki.

Priştina’dan gelen telefon

Ali Baba ile 10 dakika kesintisiz sohbet etmek mümkün değil. Telefonu susmuyor. Hele bu ara hiç. “Geçmiş olsun” telefonları art arda geliyor.

O çağrılardan biri Priştina‘dan geldi biz çaylarımızı içerken.

Arayan Fadıl Vorki’ydi.

1990 - 92 döneminde Fenerbahçe‘nin santraforu olan Vokri, bugün Kosova Futbol Federasyonu Başkanı.

Ali Şen de, malum, Prizren doğumlu. Kosova kökenli yani.

Eski futbolcusu, eski başkanını, aynı zamanda memleketlisini arıyordu.

Çünkü...

Dört yıl önce bağımsızlığını ilan eden Kosova,

FİFA’dan, futbolda uluslar arası maç yapabilmek için izin almak için uğraşıyor.

Şen’in devreye girmesiyle o izin, alınma aşamasına geldi. Ancak Sırbistan’ın yanı sıra Hırvatistan da kesinlikle “Hayır” diyor, Kosova’nın kabulüne.

Vokri de telefonda son durumu anlattı Şen’e:

“Ali Baba, FİFA Başkanı Sepp Blatter ile konuştum. Bana, ‘Hırvat Federasyon Başkanı‘nı bir de Ali ararsa iyi olur, belki o ikna eder’ dedi.”

Yugoslavca sohbetin sonunda işte bunu öğrendik.Görünen o ki, Ali Şen’in şimdi bir de Hırvatistan nezdinde lobi faaliyeti yapması gerekecek.

Aziz Yıldırım henüz cevaben aramamış

Sohbetin bir yerinde, aklıma geldi sordum:

“Aziz Yıldırım ile görüştünüz mü tahliyesi sonrası?“

“Hayır” diye cevap verdi Ali Şen.

Şaşırdım.

“Neden?” dedim.

“Ben aradım” diye başladı cevabına.

“Kulübü aradım, galiba numarası değişmiş, bana cep telefonu numarasını verin, arayacağım dedim” diye devam etti.

“Sonra?..” dedim.

“Sonrası... Ne numarayı veren oldu, ne arayan soran... Bilemiyorum artık. Herhalde iletmişlerdir aradığımı. Ben kendisini üç kez ziyaret etmiştim Metris’te biliyorsun. Çıkınca da kulüpten aradım işte; ulaşıp bir ‘Geçmiş olsun’ demek için ama durum bu. Henüz aramadı.”



KEŞKE...

‘Anlayış’ ve ‘sabır’ sadece karşıdakilerden beklenmese.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.