Şampiy10
Magazin
Gündem

Eyvah yine ABD ile işbirliği !

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Dışişleri Bakanı Hillary Clinton İstanbul’a geldi ya geçenlerde.

Ev sahibi mevkidaşı Ahmet Davutoğlu ile yaptığı uzun görüşmenin ardından medyanın karşısına çıkıp, “İstihbarat servislerimiz ve ordularımızın çok önemli sorumlulukları ve oynayacakları roller var. Tam da bunu yapmak üzere bir çalışma grubu oluşturacağız” dedi ya...

“Eyvah !” dedim bu sözleri duyunca.

Bitmedi...

Clinton, basın toplantısında;

“(...) ABD, Türk müttefikimizin savunmasında her zaman ona destek oluyor. Birlikte radikalliği ve terör sorununa karşı omuz omuzayız ve PKK’ya karşıyız. Biz bu konuda endişeleniyoruz. Teröristlerin şu anda Suriye’de süregelen Suriye halkının meşru mücadelesini kullanarak kendi gündemlerini oluşturmalarına ve boşluklar bularak buradaki şiddeti kışkırtmaları bizi endişelendiriyor. Türk halkının korunması için elimizden geleni yapacağız” da dedi.

“Eyvah ki eyvah !” dedim.



İki ülke Dışişleri Bakanları’nın görüşmesinden çıkan sonuç şu:

“ABD ile Türkiye, Suriye hakkında da istihbarat paylaşımı konusunda mutabık kaldı.”

Suriye hakkında “da” diyorum çünkü malum, Ankara ile Washington, Irak’ın kuzeyine ilişkin de istihbarat paylaşıyor. Daha doğrusu ABD, bölgede (özellikle de havadan) yaptığı istihbaratı Türkiye’ye veriyor.

Türkiye, kendi sınırından elde ettiği bilgileri neden ABD ile paylaşsın ki zaten?..

Adı, ‘anlık istihbarat paylaşımı’ olan bu ‘tek yönlü paylaşım’ın sonuçları ise ortada.

Amerika, bölgeden elde ettiği istihbaratın ne kadarını Türkiye ile paylaşıyor, meçhul...

Verilen bilgilerin ne kadar ‘anlık’ olduğu da öyle.

‘Uludere kazası’ yaşandıktan hemen sonra konuşulanları bir hatırlayın...

İşte bu yüzden “Eyvah !” dedim Hillary Clinton’ın sözlerini duyunca.

ABD; Suriye’ye ilişkin istihbaratı da, Irak’a dair olanlar gibi paylaşacaksa...

“Eyvah” değil de ne diyeyim siz söyleyin.



Kredi kartı ekstrelerindeki ekstralar

Birkaç ay önce, Türkiye’nin en büyük bankalarından birinden konut kredisi kullandık.

Borçlandığımız bankanın bizle ilgilenen şubesindeki müşteri temsilcisi, “Murat Bey, size bir de kredi kartı çıkartalım” dedi.

Kredi kartları konusunda ‘ihtiyatlı’ olan ben, “Tamam, pekiyi” demiş bulundum.

“Ama bir şartım var” diye uyardım, “Yıllık kart ücreti ödemem.”

“Tamam” dedi müşteri temsilcimiz küçük bir not düşerek:

“Sistem otomatik olarak alıyor ama hemen ardından iade ediliyor o miktar kartınıza. Yani sonuçta o ücreti ödemiyorsunuz.”

Anlaştık...

Kredi kartı geldi.

Eşime de ‘ek kart’ çıkarttık.

Aradan iki ay geçti.

Önceki gün, internet bankacılığından başka işlemler yaparken şeytan dürttü, kredi kartı ekstremin detaylarına da baktım. İtiraf etmeliyim ki, pek adetim değildir...

Yani hasbelkader gördüm, ekstredeki alt alta iki harcama kalemini:

- Kredi kartı ücreti: 110 TL.

- Ek kart ücreti: 55 TL.

Bu ücretlerin ekstereye yansıyacağını biliyordum. Müteakip satırlara bakmaya başladım. Bu iki ‘eksi’nin iadesi olan aynı miktardaki ‘artı’lar aşağıda olmalıydı.

Ama yoktu toplam 165 TL iade !

Müşteri temsilcimizi aradım hemen.

“Bu konuyu en başta konuşmuş ve anlaşmıştık. Neden böyle oldu?” diye.

Aldığım cevap şu oldu:

“Haklısınız. Sistem o parayı otomatik olarak çekiyor, iadesini biz manuel olarak yapıyoruz. 165 TL iade işleminizi şu anda gerçekleştirdim. Gelecek ayki ekstrenizde 110 ve 55 TL’lik iki ‘geri ödeme’ göreceksiniz”.

Demek ki...

Müşteriye verilen sözler, sistemden kaynaklanan sebeplerle tutulamayabiliyormuş.

Demek ki neymiş?..

Kredi kartı ekstrelerini, özellikle de benim gibi, kağıt tasarrufu ve doğayı korumak saikiyle (ki o uygulamayı tamamen destekliyorum) e-mail ile alanlar üşenmeyecek, detayları tek tek kontrol edecekmiş.

Demek ki...

Bu memlekette hakkını almak için ‘ekstra’ çaba sarf etmek gerekiyormuş.



KEŞKE...

Herkes, ‘aidiyet’ kavramını, hak ettiği ölçüde önemsese.

Yazının devamı...

Uzun tutukluluk sürelerine can dayanmıyor

“Sayın başkanım, sayın üyeler,

Tam bir haftadır Hasdal’da uyuyamıyorum. Kahroluyorum. Lanetler okuyorum. Allahım ne olur canımı al diyorum. Ne bu zulüm? Bir ülke kendi kahramanlarını, gazilerini, ülkem ve bayrağım için canım feda olsun diyen subaylarını, komutanlarını komployla zindana atar mı? Hukuka saygı perdesi altında haksız yere buna müsaade eder mi?

Hasdal kan ağlıyor..!

Adına Balyoz denilen davada da buraya geliyorum. Sayın Mustafa Balbay buraya Zulümhane diyor, bizler de bu ismi benimsedik. Çünkü hiç işlemediğimiz suçlardan, hiç tanımadığımız insanlarla yargılanıyoruz. Balyoz davasıyla kıyasladığımda,Sayın komutanlarım ve silah arkadaşlarımla burada yargılanmak bana on kat daha ızdırap veriyor. Biz askerler zulme dayanıklıyız, onun için buraya ‘UTANÇHANE’ diyoruz..!”

Havacı Kurmay Albay Cengiz Köylü‘nün, yaklaşık bir buçuk yıl önce, 18 Şubat 2011 tarihinde çıkarıldığı mahkemede yaptığı savunma böyle başlamış.



Ve Kurmay Albay Köylü, o savunmasını şu cümlelerle bitirmiş:

“Bu hukuksuzlukla sonuna kadar mücadele edeceğim. Bu haksızlığı ve komployu Türk Milleti’ne ve Türk adaletine anlatamazsam şehit Yarbay Ali TATAR’ın onurlu yolunu izleyeceğim.!

Saygılarımı sunuyorum.

Cengiz KÖYLÜ Hava Kurmay Albay Hasdal Esiri

18.02.2011”



Köylü’nün savunmasının sonunda “Onurlu yolunu izleyeceğim” dediği Yarbay Ali Tatar‘ı hatırlarsınız. Ya da belki unuttunuz...

Deniz Kuvvetleri’nden iki amirale suikast planı iddialarına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında 7 Aralık 2009 tarihinde tutuklanan, ardından avukatlarının itirazı üzerine salıverilen, kısa bir süre sonra, hakkında yeniden yakalama emri çıkartıldığını öğrenince de, 19 Aralık 2009 tarihinde intihar eden Denizci Yarbay’dı Ali Tatar.



Dönelim tutuklu sanık Cengiz Köylü’ye...

Köylü, hem İkinci Ergenekon hem de Balyoz davalarının tutuklu sanığı.

Suçlu olup olmadığı henüz meçhul.

Yargılaması sürüyor. Yani hakkındaki iddialar kanıtlanmış, suçu yargı kararı ile kesinleşmiş değil. Diğer bütün sanıklar gibi...

Suçludur, değildir tartışmasına girmeyeceğim.

Sadece şu anda nerede olduğunu öğrendim ve ‘haber’ olarak kamuoyu ile paylaşıyorum:

Kurmay Albay Cengiz Köylü, önceki gün mide rahatsızlığı sebebiyle gittiği İstanbul Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Askeri Hastanesi’nde art arda iki kalp krizi geçirmiş. Şans eseri hastanedeyken duran kalbi, anında müdahaleler sonucu iki kez yeniden çalıştırılmış ve ardından Köylü uyutulmuş. Dün de kontrollü şekilde uyandırılarak Yoğun Bakım Servisi’ne alınmış.

Sanık albayın yaşam mücadelesi sürüyormuş.

Aldığım bilgi bu.

Dedim ya, ‘haber’...



Davaların adıyla, mahiyetiyle ilgilenmiyorum.

İlgilendiğim sadece, yıllardır devam eden, bir türlü bitmek bilmeyen yargılama süreçleri.

Uzun tutukluluk süreleri...

Sadece sokaktaki insanın ya da medyanın değil, bu ülkenin Adalet Bakanının, Başbakan Yardımcılarının, Başbakanının, Cumhurbaşkanının da şikayetçi olduğu, insanlık dışı bulduğunu defalarca açıkladığı uzun tutukluluk süreleri gerçeği.

Şike davasında gördük ki, o boyuttaki bir yargılama dahi bir yıl içinde sonuçlandırılabiliyormuş.

Tutukluluğun adeta mahkumiyete dönüştüğü davalara ise görülüyor ki artık can dayanmıyor.

Sanıklar ve aileleri sağlıklarını, canlarını kaybediyor.

Bu süreçlerde sürekli yıpratılan/yıpranan ‘yargı’ ve ‘adalet’ kavramları da inandırıcılığını, saygınlığını.

Yani ‘olmazsa olmaz’larını...



KEŞKE...

Hayatın ne kadar kısa olduğunu sadece cenaze törenlerinde

hatırlamasak...

Yazının devamı...

Bir terör örgütü amacına nasıl ulaşır?

Başlıktaki soru bir tez konusu olsa, en başarılı rapor Türkiye’de yazılır !

Çünkü...

Bir terör örgütünün silahlı mücadele yoluyla amacına ulaşıp ulaşamamasında, içinde doğduğu ve hedef aldığı devletin yönetimindeki ‘ulus’un bilinç seviyesi ve hareket tarzı belirleyicidir. ‘Harekât’ değil, ‘hareket’ tarzı... Esas olan budur.

PKK‘yı değerlendirirken salt ETA ya da IRA örneklerine bakarak ahkâm kesenlere ‘terör uzmanı’ muamelesi yapılan bir ülke Türkiye.

Öz itibariyle benzerlikler gösteriyor olsa da, her terör örgütü ancak; faaliyet gösterdiği zaman dilimi ve yere göre ele alınabilir. Dönem ve coğrafyanın yanı sıra, hedefindeki devletin yapısal özellikleri de o örgüte bakışta gözetilmesi gereken parametrelerdendir. Ezberler, teorik kalıplar bir yere kadar ciddiye alınabilir.



Son örnekte de durum değişmedi...

PKK’nın bir milletvekilini kaçırıp alıkoyması üzerine konuşulanlara, yazılanlara ve tabii konuşanlar ile yazanlara bakıyorum...

Tunceli bölgesinin arazi yapısını dahi bilmeyenler anlatıyor da anlatıyor.

Değil gidip görmüş olmak; Ovacık’ın, Hozat’ın, Pülümür’ün, Ali Boğazı’nın yerlerini harita üzerinde bile gösteremeyecek olanlar konuşuyor da konuşuyor.

Tunceli’nin Erzincan’a çıkış yolu ile Bingöl’e iniş güzergahının farkını bilmek bir yana, bu şehrin komşu vilâyetlerini bile sayamayacak olanlar yazıyor da yazıyor.

Toplumun önüne ‘kanâat önderi’ diye çıkartılanlar böyle olunca, o toplumun kanâatinin bu denli sağlıksız ve gerçeklerden uzak şekillenmesi de şaşırtıcı olmuyor tabii.



Bu ülkede terör konusunda yıllardır teşhis - tedavi denkleminin bir türlü kurulamaması gerçeği önümüzde duruyor.

Teşhis doğru olmayınca, daha doğrusu ‘birilerinin doğruları’ yerine ‘gerçek’ bir türlü teşhis edilemeyince; uygulanan hiçbir tedaviden de, hâliyle sonuç alınamıyor. İlaç bazen ‘yetersiz’ kalıyor, bazen ‘aşırı doz’ oluyor, bazen de ‘yan etkiler’i bünyeyi allak bullak ediyor.



Sırf konuşmuş olmak için konuşanlar, sonuç olarak örgütün amacına hizmet ediyor.

Daha çok spekülasyon, daha bulanık su, daha puslu hava...

Zihinlerde oluşan soru işaretleri, karışan kafalar hep terörün arayıp da bulamadığı ortama katkı sağlıyor.

Böyle dönemlerde öncelikle yapılması gereken ‘konuşmak’ değil, sessizce çalışmaktır.

Susmak ve gereğini yapmak...

Sorumlu ve yetkili makam/mevkilerde bulunanların ‘açıklama’ değil, ‘gereği’ni yapmasını beklemektir topluma düşen.



CHP süreci neden yerinden yönetmez?

Kaçırılan, evet bir milletvekili. Ama öncelikle bir insan. Teröristlerin elinde rehin durumdaki bir insan.

Bu gerçeği, konunun diğer bütün boyutlarından ayrı bir yere koymak ve ne olursa olsun akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Mesela siz olsanız, ailenizden biri teröristlerce rehin alınmış olsa; güvenlik güçlerinin bir ‘kurtarma operasyonu’ düzenlemesini ister misiniz?

Meselenin en can alıcı, en insani yanı bu.



Gelelim, bir milletvekili kaçırılmış ve teröristlerin elinde rehin durumda olan CHP‘nin durumuna...

Genel Başkanı Tuncelili olan CHP, “Hüseyin Aygün sağ salim aramıza dönünceye kadar, genel merkezimiz, Tunceli il başkanlığımızdır“ diyemez miydi?

CHP, bu iş çözülünceye kadar, parti yöneticilerinin ve milletvekillerinin tümü ile Tunceli’ye taşınamaz mıydı?

Böyle bir adım, “Biz buradayız. Hem milletvekilimize sahip çıkıyor hem de teröre ve terör örgütüne yerinde meydan okuyoruz” haykırışı olmaz mıydı?



Eminim, “Genel Merkezi geçici olarak Tunceli’ye taşıma” fikrine, hemen ve onlarca karşı görüş seslendirebilirsiniz.

CHP yöneticilerinin de, bu fikrin ‘mantıklı’ ya da ‘gerçekçi’ olmadığına yönelik hemen ve onlarca gerekçe bulabileceklerine hiç şüphem yok.

O zaman ben de sorarım:

“Bugüne kadar Ankara’dan aldığınız ‘mantıklı’ ve ‘gerçekçi’ kararlar ile nereye vardınız?” diye.



KEŞKE...

Bazı eleştirilerin aslında bizim iyiğilimize olduğunun farkına varabilsek.

Yazının devamı...

Bölgesi, ilçesi, şehri mi olur bu acının?

Terörün yeri mi olur?

Patlayan bombanın, dökülen kanın bölgesi mi olur?

Yitip giden canın, bu acının, ilçesi, şehri mi olur?

Yapmayın...

Yapmayın Allah aşkına !

Kutsal saydığınız, inandığınız ne varsa onun aşkına yapmayın !



Nihai hedef bu değil mi zaten?

Amaç, bu memlekette bu tür ayrışmaları yaratmak değil mi bir şekilde?

Nasıl olursa olsun kamplaştırmak değil mi gaye?

Denenen, bir şekilde uzaklaştırmak değil mi zaten bu topraklarda yaşayan insanları birbirlerinden?

‘Biz - siz - onlar’ kırılmalarını sağlamak değil mi amaçlanan?

Zaten hassas, zaten kırılgan, hatta zaten yer yer çatlak olan yapıyı paramparça etmek değil mi ulaşılmak istenen son nokta?



Bilmeyenimiz mi var, birilerinin bir yerlerde hesap - kitap içinde olduğunu...

İnancını, dinini, mezhebini, etnik kökenini öne çıkartarak,

bunları birer gerekçeye, bahaneye dönüştürerek,

bu coğrafyada yaşayan insanları, ‘ulusçuklar’a dönüştürmek planının işlemekte olduğunu bilmeyenimiz mi var?

Pekiyi biliyoruz da ne oluyor?

Bunu biliyoruz da ne yapıyoruz?



İzmir ya da Van...

Sivas ya da Afyonkarahisar...

İstanbul ya da Adıyaman...

Muş ya da Ankara...

Muğla ya da Trabzon...

Adana ya da Edirne...

Çorum ya da Gümüşhane...

Artvin ya da Isparta...

Diyarbakır ya da Yozgat...

Denizli ya da Bingöl...

Ne fark eder?..



Gazi evinin bölgesi, şehri, ilçesi mi olur?

Şehit evinin adresi mi olur?



“Olur” diyecek olanlarınıza soruyorum:

Diyelim ki, ufak tefek farklılıklar var.

Diyelim ki, küçük, münferit değişiklikler gözleniyor.

Bu mudur üzerinde öncelikle durulması gereken?

Bu nokta mıdır öne çıkartıp asıl konuşmamız lâzım gelen?

Yapmayın...

Konuya böyle bakarak, bu şekilde düşünerek geldiğimiz noktaya dönüp bir daha bakın.

Ve yapmayın !



Caddesi, sokağı, mahallesi, semti, beldesi, köyü, ilçesi, şehri olmaz; terörün, patlayan bombanın, dökülen kanın, yitip giden canın...

Gazinin, şehidin adresi ‘tek’tir.

Yedi harf ve üç heceden ibarettir bu acının adresi.

O adres, ‘Türkiye’dir.



KEŞKE...

Ateş bazen düşmediği yerleri de yakabilse...

Yazının devamı...

155 ölünün haber değeri

Silahlı kalkışmanın 28’inci yılında, mücadeleyi bir başka boyuta taşımayı hedefleyen PKK, Şemdinli çevresinde gafil avlandı.

Baskına hazırlanırken baskın yedi örgüt.

Elbette verilen ‘tek bir şehit’ bile diğer bütün gerçeklerden öte bir acıyı ifade ediyor.

Elbette ‘tek bir gazi‘miz bile olmaması hepimizin istediği.

Lâkin bu mücadelenin kaçınılmazları var malum. Çok uzun süredir - belki de - ilk kez, ilk ateşi PKK’dan beklemedi asker. Teröristi beklemeyip, ona gitti.

Sonuçta da (Şemdinli’den söz ediyorum) 115 örgüt üyesi, hedeflerine saldıramadan etkisiz kılındı. Eskiden olsa, ‘büyük darbe’ olarak nitelenirdi PKK’ya verdirilen bu kayıp.

Şimdi bakıyorum, neredeyse haberden bile sayılmıyor. Oysa hala öyle. Çok önemli.

Tekrar ediyorum, sözünü ettiğim Şemdinli cephesi.

O metruk hallerinden bir türlü kurtarılamayan karakollarda yitip giden canları unutuyor değilim.

Maksadım, terörle mücadelede ‘mutlak bir başarı’ varmış gibi bir tablo çizmek de değil elbette. Bütün aksaklık, eksikliklerin arasında, ‘Şemdinli gerçeği’nin de görülmesini istiyorum sadece.

Demek ki; isteyince, çalışınca, tam konsantrasyon ile tam mesai verilince bazı şeyler yapılabiliyormuş, başarılabiliyormuş.

Söylemek istediğim bu.



İnternet medyası ‘Asalak’lardan temizlenmeli


“İnternet medyasında çeteler ve tetikçiler var.”

Hadi Özışık, böyle dedi geçenlerde Habertürk’ten Kutlu Esendemir’e verdiği röportajda.

Ne zamandır yazacağım, gündem ancak izin verdi. İnternet Medyası Derneği Başkanı Özışık haklı. Kesinlikle ve sonuna kadar haklı.



İnternet medyasında işini ciddi, layıkıyla, emeğe saygı anlayışı içinde yapanların sesi oldu Hadi Özışık bu çıkışıyla.

Tabii aynı zamanda, bu derdi paylaşan biz gazeteciler ve okurların da.

Her sektörde olduğu gibi ‘sağlamlar’ ile ‘çürükler’ aynı sepette internette de.

‘Çürük’ kokusu bütün sepete siniyor. Kirli gösteriyor sepetin tümünü.

Zaman içinde, ‘sağlamlar’dan bazılarına da, kenarından köşesinden sirayet ediyor çürüme.



- Kaynak göstermeden kullanılan haberler, yorumlar, yazılar...

- Kaynak gösterilse de, içinden cımbızlanan bir bölümün başlığa çıkartılmasıyla bir anlamda tahrif edilen, anlamı kaydırılan ve algısı farklı şekillendirilen haberler, yorumlar, yazılar...

- Kaynağı tarafından yalanlanmış ya da tashih edilmiş haber, yorum veya yazıların ilk halini ‘kes - yapıştır’ yöntemiyle yayınlayıp, akılları sıra daha fazla ‘hit’ peşinde koşmalar...

- Daha fazla ‘tık’ peşinde koşarken, adını andıklarından ‘tık’ çıkmayınca, o insanlar tarafından ciddiye alınmayınca daha da pervasızlaşan, hadsizleşen, terbiyesizleşen bir tarz...

- “Çamur at izi kalsın” anlayışıyla gerçek habercilerin, mesleğin emekçilerinin hedef tahtasına oturtulması alışkanlığı...

- “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” sözünün toplumda (maalesef) gördüğü itibara güvenerek, masa başında, kaleme alınan düzmece metinler, ‘sözde’ analizler...

- Tehditvari bir üslup ile insanları korkutmaya, sindirmeye ve bu şekilde önce o kişilerin kendilerini muhatap almasını sağlamaya, bir adım sonrasında da o insanlardan nemalanmaya çalışan bir anlayışın tezahürü “Flaş... Flaş... Flaş...”lar...

İnternet sepetindeki ‘çürükler’den kastım, işte bu saydıklarımı günlük, standart uygulamaya dönüştürenler.

Hadi Özışık’ın dikkat çektiği nokta da, bu alışkanlığı bir tarza, bir yönteme dönüştürenlerin şimdilerde ‘kutsal ittifak’ dönemine evrilmiş olmaları belli ki.



Fiyatı bir ‘üst banner’ ya da bir ‘açılır reklam penceresi’ kadar olan bu ‘sözde haberci’leri; ‘parazit’lere benzetirim oldum olası. Gerçek habercilerin, mesleğin emekçileri üzerinden beslenen ‘asalak’lara.

Bırakın haberciliklerini, kendileri bile ‘gerçek’ olmayanlar bunlar.

Sitelerinde künyeleri dahi olmayanlar.

Gerçek isimleri, gerçek adresleri, gerçek kimlikleri ile var olamayanlar.

Yıllardır o sektörün içinde olan, dernek başkanlığı yapan Özışık kadar detaylı bilmem mümkün değil tabii.

Benim istediğim açık: Ciddi, tutarlı, saygın, kurumsal ve rekabetçi bir internet medyası.

Bu nedenle de, benim gibi düşünenlerin atacağı adımlara naçizane destek vereceğimi kayıtlara geçirmek istedim.



KEŞKE...
Özeleştirinin de, eleştiri türlerinden biri olduğunu fark edebilsek.

Yazının devamı...

“Alo, ben Tayyip Erdoğan”...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, telefon ile arıyor ya bazı sanatçıları, sporcuları. Ya da bir şehit çocuğunu, şehit eşini. Veya korumaları vasıtasıyla kendisine talep notu ileten sıradan bir vatandaşı...

Kimileri yadırgıyor ama doğrusu benim hoşuma gidiyor Erdoğan’ın bu ‘doğrudan temas’ alışkanlığı.

Hoşuma gidiyor çünkü, bu davranış şekli, mutlak iktidar sahibi bir siyasetçinin, ‘insan yanı’nın tezahürü aslında.

Hoşuma gidiyor çünkü, Tayyip Erdoğan siyasi bir beklenti ile ya da popülizm maksadıyla, ‘planlı’ bir şekilde almıyor telefonu eline.

Kadın voleybolcuların maçını seyrediyor misal; yenilginin ardında ‘blok’ zaafiyeti olduğunu görüyor ve maç sonunda arayıp önce teselli ediyor sporcuları, ardından da bir sonraki maç için “Bloklara dikkat edin” diyor. Nitekim, müteakip maçı da bloklardaki yetersizlik sebebiyle kaybediyor takım.

Yani...

Laf olsun diye, sırf aramış olmak için aramıyor Erdoğan.



İhtiyacı olduğundan ya da toplumda sempatik bir algı yaratma kaygısı ile yapmıyor bunu.

İçinden geldiği gibi davranıyor. Olduğu gibi...

İdeolojisini paylaşmayabilirsiniz.

Yönetim tarzını beğenmeyebilir, hatta icraatının büyük kısmını benimsemeyebilirsiniz. Lakin bir yöneticinin, daha da mühimi, bir insanın ‘samimi’ ve ‘insiyaki’ tavrının hakkını teslim etmek gerekir.



Son olarak şunu söyleyeyim:

Bizler, Başbakan Erdoğan’ın yaptığı telefon görüşmeleri ya da ziyaretlerin sadece bir kısmından haberdarız.

Kamuoyuna yansımayan, duyulmayan, bilinmeyenler; aleniyet kazananlardan daha fazla.

Yani; bilmediklerimizin bildiklerimizden çok olduğunu biliyorum.



Madalyalı potansiyel teröristler (!)

Adı ‘Abdul Buhari’ olan bir siyahi, Londra Heathrow havalimanında pasaport kontrolüne geldiğinde, sıradaki diğerlerinden çok daha titiz bir güvenlik prosedürü uygulanır ona, İngiltere’ye girişte.

Ya da ‘Mohamed Farah’ isimli siyah bir adam, sırtında bir çanta ile girdiği Londra Metrosu’nda bir polisin dikkatini çekse, güvenlik incelemesi saatler sürebilir.



Keza...

Amerika Birleşik Devletleri’ne girişte, mesela New York’ta; JFK’de ya da LaGuardia’da...

Siyah Nia Abdallah‘ın karşılaşacağı muamele, örneğin sarışın Tracy Abbott‘ınki ile aynı mı olur?

Ya da...

Abdi Abdirahman, James ile aynı yüz ifadesi ile mi karşılanır?

Veya...

Central Park’ta polisin kimlik sorduğu kişinin ismi Said Ahmed ise Tom‘a ya da Tim‘e davranış biçimi ile aynı mı olur karşılaşacağı?

Mustafa Abdul Rahim‘e, Brad‘e veya John‘a baktığı gibi mi bakar New York polisi?



ABD’de özellikle 11 Eylül 2001’den, İngiltere’de de bilhassa Temmuz 2005’teki bombalı terör eylemlerinin ardından Müslümanlar’a yönelik algının nasıl şekillendiğini hepimiz biliyoruz.

Aradan geçen yıllar, bu vahim algıyı değil ortadan kaldırmak, hem daha keskinleştirdi hem de daha yaygınlaştırdı.

Batılı ülkelerin güvenlik birimlerinin; siyahi Müslümanlar’a, beyaz Avrupalı ya da Amerikalılar’dan çok daha hassas, çok daha titiz, hatta neredeyse paranoyakça davranması da yine herkesin malumu.



Derisinin rengi ve bir adım ötesinde, isimleri yüzünden yaşıyor insanlar bu ‘çifte standart’ı.

Müslüman isimleri, birilerine göre artık, peşinen, potansiyel terörist (!) isimleri...

‘Çifte standart’ dedim de...

Yukarıda saydığım ilk iki isim, yani Abdul Buhari ve Mohamed Farah Büyük Britanya’nın;

diğer dördü, yani Nia Abdallah, Abdi Abdirahman, Said Ahmed ve Mustafa Abdul Rahim de ABD’nin ulusal takım sporcuları.

Londra Olimpiyatları’nda, bu iki ülke adına yarışıyor, madalya kazanıyor ve bu iki ülkenin bayrakları ile kürsüye çıkıp, bu iki ülkenin ulusal marşlarını dinletiyorlar dünyaya.

Bilmem anlatabildim mi, ‘çifte standart’ derken neyi kast ettiğimi?..



KEŞKE...

Sabit fikirli olmanın, istikrarlı olmak anlamına gelmediğini idrak edebilsek.

Yazının devamı...

Kuşa bak kuşa: Şemdinli’den sonra Eruh

(İKİNCİ YAZI) (Dün, Saat 22.51)

Dün saat 21.38‘de şu haber düştü ajanslara.

“İftar saatinde hain saldırı: Siirt’in Eruh ilçesi kırsalındaki jandarma karakol ve üs bölgesine PKK’lı bir grup tarafından düzenlenen saldırı sonrası, ilk bilgilere göre bir asker şehit oldu, biri ağır 7 asker yaralandı.”

Ve çarpıldım!

Çarpıldım çünkü birkaç saat önce bitirdiğim yazımın sonunda demiştim ki: “Kuşa bak kuşa!”



Önce haber...

Ulaştığım bilgilere göre bu haber tam olarak şöyle:

Bölge, Okçular bölgesi...

Dün saat 19.30 civarında, yani iftar saatinde, Okçular Piyade Taburu’na bağlı üç bölüğün tuttuğu üç hakim tepeye eş zamanlı saldırdı teröristler.

Üç tepenin ikisine girmeyi başaramadılar ama birine, (daha önce farklı zaman ve yerlerde uyguladıkları yöntemle) üs bölgesinin çevresinde çıkardıkları yangının yarattığı yoğun dumandan da faydalanarak girdiler.

Açtıkları ilk ateşte de, bir Mehmetçik şehit düştü. Ardından da çatışma başladı.



İşte bu haber üzerine yazımı değiştirmek zorunda kaldım. Daha doğrusu ek yaptım yazının başına.

Eruh’tan son dakika haberi gelmese, bugünkü yazım şöyle bitiyordu:

“(...) örgütün, ‘gayrinizami harp’ usulünün dışına çıkıp, fiilen ‘nizami’ bir cephe çatışmasını göze alması beklenen, normal bir durum değil.

Başta Suriye’deki mevcut durum olmak üzere birkaç parçayı birleştirip, fotoğrafın bütününe bakınca insanın aklına, ‘Şemdinli cephesi’nin bir “Kuşa bak kuşa” aldatmacası olma ihtimali bile geliyor doğrusu.

Özellikle de 15 Ağustos’a yaklaşırken...”

Yazımı böyle bitirmiştim dün saat 17’ye doğru.

Eruh’tan gelen haberle işin boyutu değişti. Ve tabii yazım da.



Örgüt, tam 28 yıl önce direnişi başlattığı iki ilçeden ikincisine de yöneldi dün akşam.

Şemdinli kırsalında, özellikle de Tekeli bölgesinde (10 gündür verdiği ciddi kayıplara rağmen) çatışmaya devam eden PKK, Eruh‘a da saldırdı.

Yani...

Silahlı bölücü faaliyetine, 15 Ağustos 1984‘te Şemdinli ve Eruh baskınları ile başlayan PKK’nın; o ilk günün 28’inci yıldönümünde ‘başladığı yere dönme’yi (ki bu kavram, gerilla savaşı literatüründe, ‘zaferle sonuçlanan mücadelenin sonunda halkla bütünleşme’ anlamına gelir) planlamış olduğu gerçeği bu şekilde ortaya çıktı.

Terörist örgüt kendince yaptığı planını işte böyle uygulamaya çalışıyor.



Not: Ek yaptığım yazı, yani bugün için yolladığım yazının ilk hali aşağıda...




Şemdinli operasyonunun farkı ne?

(İLK YAZI) (Dün, Saat 16.55)

Yaklaşık 10 gündür Şemdinli’de çok yoğun askeri operasyonlar var PKK’ya karşı.

Bu süreçte en çok duyduğumuz soru da şu:

“Şemdinli’de neler olduğuna dair neden bilgi verilmiyor?”

Söyleyeyim...

Açıklama yapılmıyor çünkü öncelikle, bölgeden - çok şükür - kötü haber gelmiyor. Malum, bu tür durumlarda resmi açıklamalar hep ‘acı haber’ler üzerine yapılır.



Ayrıca...

Aldığım bilgilere göre, Şemdinli’de bu defa ‘baskın’ı yapan terör örgütü değil, güvenlik güçleri.

Bu defa, silahlı PKK’lıların gelmesi beklenmedi.

Baskına hazırlanan PKK, hazırlık aşamasında baskına uğradı.

Yani aslında olması gereken oldu. Belki de uzun zamandır ilk kez aslında yapılması gereken yapıldı. Ve görünen o ki, beklediğimiz açıklama operasyonlar tamamlanıp, bölgedeki toz duman yatıştığında, görüntü netleştiğinde yapılacak.



Ama...

Şemdinli kırsalı ve sınır bölgesinde ilk darbeyi alan PKK, alışılmışın aksine bu kez geri çekilmedi.

Gerilla savaşının temelini oluşturan ‘vur - kaç’ın gereği, kaçmadı. ‘Kaç’madı çünkü o taktiğin ilk aşamasını başarıp, ‘vur’amadı.

Bu nokta kritik. Yani örgütün, ‘gayrinizami harp’ usulünün dışına çıkıp, fiilen ‘nizami’ bir cephe çatışmasını göze alması beklenen, normal bir durum değil.

Başta Suriye’deki mevcut durum olmak üzere birkaç parçayı birleştirip, fotoğrafın bütününe bakınca insanın aklına, ‘Şemdinli cephesi’nin bir “Kuşa bak kuşa” aldatmacası olma ihtimali bile geliyor doğrusu.

Özellikle de 15 Ağustos‘a yaklaşırken...

Yazının devamı...

Erdoğan-Gül ilişkisi kaç testten daha geçecek?

Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül’ü, bugüne, hatta son birkaç yıla bakarak değerlendirirseniz yanılırsınız.

Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül’ü, ülkeyi yöneten, iki iktidar sahibi olarak görürseniz de yanılırsınız.

Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül’ü, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak ele alıp, bu sıfatlar üzerinden yorum yaparsanız, yine yanılırsınız.



Son söyleyeceğimi, ilk baştan söyleyeyim:

Eğer birileri;

Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan arasında bir iktidar mücadelesi, bir rol kapma yarışı, bir çekişme, çatışma, gerginlik bekliyorsa, bu beyhude bir bekleyiştir.

Çünkü böyle bir duruma ne Erdoğan müsaade eder, ne de Gül.

Bırakın müsaade etmemeyi, zaten bizatihi ikili arasındaki ilişki, böyle bir durumun doğmasına imkan tanıyacak türden değil.



Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan arasında; ne bir iktidar mücadelesi yaşanır bu ülkede, ne bir rol kapma yarışı, ne de bir çekişme, çatışma, gerginlik.

Çünkü bu ikili, Cumhuriyet Türkiyesi’nin ezberindeki politikacı tiplerinden değil.

Aralarındaki ilişki, bu coğrafyada geçmişte şahit olduğumuz siyasetçiler arası ilişkilerden hiç değil.

Kimilerinin hala göremediği ama artık fark edilmesi gereken gerçek budur.



Şimdi diyebilirsiniz ki, “Pekiyi o zaman, Gül’ün en yakın kurmaylarından Ahmet Sever, Ruşen Çakır’a verdiği röportajda, o sözleri neden sarf etti?”

Bana kalırsa o değerlendirmeler, Sever’in kişisel gözlem, analiz ve sentezlerinden ibaret.

Sever’in refleksini de gayet insani görmek lazım, Abdullah Gül’ün hassasiyetlerini de.

Hepimiz, en yakınlarımıza dahi zaman zaman gönül koyabiliriz.

Bazen, bazı konularda alınganlıklar olabilir en yakınlar arasında bile.

Yanlış anlaşılmalar, kırılmalar, üzülmeler yaşanabilir en yakınlar arasında.

Hatta insan, en yakınına karşı daha da duyarlıdır.

Ama unutulmaması gereken, o ‘en yakın’ların arasındaki ilişkinin, bu tür istisnai durumları hem geçici hem de önemsiz kıldığıdır.

Unutulur gider o küçük sıkıntılar zaman içinde. Hoşgörülür ve ilişkinin geleceğine taşınmaz. İz bırakmaz yani.



Abdullah Gül ile Recep Tayyip Erdoğan’ın, neredeyse çocuk sayılabilecek yaşlarından bugüne uzanan ortak geçmişlerinin detaylarını anlatmaya gerek yok.

Erdoğan’ın önce Başbakanlık, ardından Cumhurbaşkanlığı koltukları için Gül’ün adını zikrederken “Kardeşim” sıfatını kullandığını hatırlatmaya da öyle.

Keza, Gül’ün zamanı geldiğinde beklenen tavırları sergilemesini, yine Erdoğan’ın o kritik anlardaki tutumlarını...

Kim yapardı Başbakan Erdoğan’ın yaptıklarını?

Kim Gül’ün verdiği gibi karşılık verirdi gördüğü muameleye?

Kaç kez sınandı bu iki isim arasındaki ilişkinin sağlamlığı?

Kaç defa daha test edilirse edilsin, sonucun değişmeyeceği aşikar.

Dediğim gibi; iki siyasetçi, hatta iki dava arkadaşı arasındakinden bile öte, çok özel bir ilişki boyutu Erdoğan ile Gül’ünki.



Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ile ilişkisini üçüncü şahıslar vasıtasıyla yürüten bir lider değil.

Gül de öyle.

Bu yönteme hiç ihtiyaçları yok.

Kaldı ki; her iki isim de, bugünlere gelirken karşılaştıkları badireleri birbirlerine güç vererek, destek olarak atlattıklarını biliyorlar.

Birbirlerine güç kattıklarını, birbirlerinden güç aldıklarını; birinin güç kaybetmesinin diğerine de olumsuz yansıyacağını, yani ‘birlikte çok daha güçlü’ olduklarını biliyorlar.

Her ikisi de, sıra dışı dostluklarının ötesinde akıllı insanlar.



Geçmişteki kritik dönemeçlerde yaşananları hatırlayın...

Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı tercihlerinde konuşulanları, yazılanları, Erdoğan’a yapılan telkinleri anımsayın.

Ne yaptı Tayyip Erdoğan o keskin virajlarda?

Herkesi dinledi, izledi...

Son kararını ise doğrudan ve bire bir Gül ile istişare ederek verdi.

Önümüzdeki süreçte olacak olan da budur.

Herkes konuşur, yazar...

Sonunda; kimselerin haberi olmaz, ikili bir araya gelir, kafa kafaya verir, konuşur ve yine ortak akılla alırlar kararlarını.

Bunu yaparken de, halkın iradesinin üzerinde bir yere koymazlar kendilerini. Seçmen iradesini ambargo altına alacak bir noktada durmazlar.

Sözün özü, Erdoğan - Gül ilişkisinin geçmişi, o ilişkinin geleceğinin de teminatıdır bence.



KEŞKE...

Daha çok okusak...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.