Şampiy10
Magazin
Gündem

Beyaz atlı Suudi prensleri

Suudi kralı Abdullah’ın ölümünün ardından tahta oturan “veliaht prens”le ilgili bir yorum ilginç geldi bana: “Hiç prense benzemiyor” diyordu sosyal medyadaki yorumun sahibi... Walt Disney filmlerinden ve masal kitaplarından dolayı prens dendiğinde 20-25 yaşlarında yakışıklı bir delikanlı tasavvur edenler için 80-90 yaşlarındaki prenslerin varlığı tuhaf gerçekten.

Ama bunun bir sebebi var. Sebebi de şu: Kral Abdülaziz tarafından kurulan bugünkü Suudi Arabistan devleti 1953’den bu yana Abdülaziz’in oğulları tarafından yönetiliyor. Yani o günden beri tahta çıkan bütün krallar kardeş. 22 ayrı evliliğinden 45 oğlu (ve 50 kızı) olan kurucu kralın torunlarına daha sıra gelmedi. Çünkü kurucu kralın en büyük oğluyla en küçük oğlu arasındaki yaş farkı 40 yıldan fazla olduğu için 45 kardeşin birden aynı zaman diliminde tarih sahnesinden çekilmeleri söz konusu değil! (Kralın hayatta olan en küçük oğlu şimdi “Birinci Veliaht Prens” olan Mukrin 1945 doğumlu.) Yeni kral 80 yaşında ve onun da sağlık sorunları var. Hatta bu yüzden daha veliaht prensken, tarihte ilk defa olarak “ikinci veliaht”ın belirlenmesine ihtiyaç duyuldu. 70 yaşındaki “Genç Prens” Mukrin’e bu unvan verildi.

Suudi Arabistan’da demokratik bir idare mevcut olmadığı için bizdeki gibi siyasi partiler de yok. Kral Abdülaziz’in oğulları ile torunlarının oluşturduğu Suudi Hanedanı içindeki gruplar arasında siyasi mücadeleler bu eksikliği tamamlıyor! Bu grupların bazıları şimdikinden bile daha katı bir teokrasiden yana. Bazıları ise batı tipi demokrasi arzuluyor. Daha ılımlı bir teokrasi taraftarı olanlar da yok değil. Ancak Hanedan mensubu bütün prensler görünüşte eşit haklara sahip olsalar da bazıları “daha eşit” durumdalar! (Bkz. Orwell’in “Hayvan Çiftliği” romanı.) Mesela Faysal ailesi veya Sudayri klanı diğer akrabalarına nazaran daha fazla siyasi güce sahipler. Savunma, istihbarat, dışişleri ve içişleri gibi kilit pozisyonlar başta olmak üzere Washington Büyükelçiliği ve Riyad Valiliği benzeri stratejik koltuklar daima bu iki grubun elinde bulunuyor.

Kral Abdülaziz’in Vahhabiliğin merkezi olan Necid’in en güçlü ailelerinden birinin kızıyla yaptığı evlilikten dünyaya gelen yedi prens “Sudayri Klanı” diye anılıyor. Bunlardan Fahd 1982-2005 arasında tahtta oturdu. Sultan ve Nayef ise veliahtlık makamına kadar geldiler ancak krallık sırası kendilerine gelmeden vefat ettiler. Yeni kral Salman da Sudayriler’den.

Aynı şekilde vaktiyle Sudayri klanıyla işbirliği yaparak Kral Suud’u tahttan indirip yerine geçen Kral Faysal’ın çocukları da ülke yönetiminde etkili. Faysal’ın oğullarından Türkî tam 22 yıl boyunca Suudi istihbaratının başında görev yaptı. Diğer oğlu Suud tam 40 senedir ülkesinin Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturuyor. Türkî ile Suud’un diğer kardeşleri Prens Muhammed ise özellikle uluslararası finans sektöründe etkili bir işadamı.

Biliyorsunuz, Suudi Arabistan’daki siyasi düzenin sürdürülebilir olmadığını, bu ülkede yakın bir zaman içinde büyük bir siyasi değişimin yaşanmasını beklememiz gerektiğini söyleyenler var. Bu öngörü yakın vadede doğrulanır mı, bilemiyoruz. Ama bu değişimi ülkeyi yönetmekte olan kadrolardan beklememek gerektiğini söyleyebiliriz. Onların gücü ve varlığı mevcut düzenin sürdürülmesini gerektiriyor.

Konunun bizimle ilgili kısmına bakacak olursak... Türkiye’nin bölgesel çıkarlarıyla Suudilerin çıkarları arasındaki çatışma daha önce özellikle İran konusunda su yüzüne çıkmış, Suriye meselesinde ciddiyet kazanmıştı. Ama bunlar kapalı kapılar arkasında konuşulan konular olmanın ötesine geçemedi. Çatışma nihayet Mısır konusunda belirgin hale geldi. Ancak her iki ülke de diğerini vazgeçilebilir görmediği için problemli alanlarda üstü örtülü rekabet ve çatışmalar sürüyor, problemsiz alanlarda ise işbirliği ve iyi ilişkiler korunuyor. Cenaze törenine en üst seviyede katılım da bunun işareti.

Yazının devamı...

Başkanlık rejimini Erdoğan’ın aklına kim getirdi?

Neydi sorumuz? Bir önceki yazımızda başkanlık sistemine geçişin önündeki engellerden ve zorluklardan söz etmiştik. Türkiye’nin yönetim geleneğinden ve toplumsal alışkanlıklarından girmiş, anayasayı değiştirmek için gereken meclis aritmetiği hesaplarından çıkmıştık. İlaveten, anayasal ve idari yapıyı baştan aşağı yeniden bu modele göre inşa etmenin yapısal zorluklarını anlatmıştık.

Ancak, demiştik sonra, bütün bu zorlukları sayıp döken birine şunu da sormaya hakkınız var: “Evet, işin zorlukları var, ama ortada bir de fiili durum var. Cumhuriyet tarihinde ilk defa doğrudan halkın oylarıyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı var. Diğer yandan Erdoğan daha aktif bir cumhurbaşkanı olacağını vadederek bu göreve geldi. Bu durumda mevcut parlamenter rejimin bu eski haliyle sürdürülebilmesi mümkün mü?”

Aslında meselenin tam da kalbi burası... Biliyorsunuz, başkanlık rejimi ilk defa bu dönemde telaffuz edilen bir konu değil. Daha önceleri de Demirel’den Özal’a, hatta Türkeş’e kadar birçok siyasetçi Türkiye’nin siyasi yapısının düze çıkması, daha yönetilebilir hale gelmesi için başkanlık sistemini bir çözüm yolu olarak düşünmüşlerdi. Dikkat ederseniz, adı geçenler hep sağ siyasetçiler. Sol siyasetin halktan oy alarak iktidara gelme ümidinin çoktan tükenmesi bir yana, sağ siyasetçilerin iktidara gelseler bile muktedir olmalarına imkân vermeyen mekanizmayla CHP geleneğinin bir problemi yoktu zaten. Zira aynı ideolojik formasyonun ve aynı toplumsal zümrenin üyeleri her iki yapıya da egemendi.

Öbür yanda ise Demokrat Parti iktidarının bir askeri darbeyle devrilmesinden sonra yönetime gelen bütün sağ siyasetçiler yargı ve asker başta olmak üzere kurulu düzenin aktörlerini karşılarında buldular. Şimdilerde “vesayet rejimi” diye adlandırılması moda olan bu sistem içinde muktedir olabilmek için halkın oyunu almak yeterli olmuyordu. Halktan oy almaksızın belirli yetkilere sahip olmuş bulunan birtakım kurumları ve zümreleri de yapılan işlerin doğru olduğuna razı etmek gerekiyordu. Halkın oyuyla iş başına gelen hükümeti bürokrasi adına denetleyip yönetmek görevi ise cumhurbaşkanına düşüyordu. Masanın karşı tarafının temsilcisiydi cumhurbaşkanı.

İlaveten, cumhurbaşkanını seçme yetkisi görünüşte halkın meclise gönderdiği kişilere aitti ama gel gör ki milletvekilleri de istedikleri kişiyi bu makama getiremiyorlardı. Biliyorsunuz, 1960’dan sonra Turgut Özal’a gelinceye kadar bütün cumhurbaşkanları asker kökenliydi. Genellikle de Çankaya seçimine denk gelen genelkurmay başkanları “bir üst rütbeye terfi ederek” cumhurbaşkanı olmayı bekliyorlardı.

Şimdi... Bütün bu şartlar altında sağ siyasetçilerin başkanlık sistemini bir kurtuluş yolu olarak görmelerinden daha doğal ne olabilir! Benzer şartlara 2002’den itibaren muhatap olan Tayyip Erdoğan’ın da başkanlık sistemine taraftar olmasında bir tuhaflık yok.

Şunu da hatırlayalım bu arada: cumhurbaşkanlarının doğrudan halkoyuyla seçilmesini öngören anayasa değişikliği 2007’deki seçim sırasında sivil siyasete yönelen gizli-açık müdahalelere karşı gündeme gelmişti. 367 hokkabazlığını hatırlayınÖ Milletvekillerine veya parti başkanlarına telefon açıp oturuma katılın talimatı veren paşaları hatırlayın... Halkın temsilcileri rahat bırakılıp kendi başlarına cumhurbaşkanı seçmelerine karışılmasaydı bu değişikliğe ihtiyaç duyulmazdı.

Şimdi de diyeceksiniz ki bütün bunlar doğru ama o zamandan bu yana köprünün altından çok sular aktı. Çok şükür, Türkiye’ye yakışmayan bürokratik vesayet düzeni ortadan kalktı. Artık siyasi iktidarların kendilerini oraya getiren halkın dışında bir güce hesap vermeleri gerekmiyor. Bu durumda başkanlık sistemiyle ilgili talep hâlâ geçerli ve haklı bir talep mi?

Lafı bu sefer de toparlayamadık... Bu sorunun cevabını da bir üçüncü yazıda vermeye çalışalım.

Yazının devamı...

Başkanlık rejimine mi geçiyoruz?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki gün yapılan kabine toplantısına başkanlık etmesi yeniden bu konuyu tartışma gündemine getirdi. Parlamenter rejimin yerine başkanlık modelini geçirmenin provasının yapıldığı ileri sürüldü.

Erdoğan’ın gönlünde “başkanlık sistemi” nin yattığını sağır sultan bile biliyor. Kendisi de bunu bir sır gibi saklamıyor zaten; yeri geldikçe söylüyor. Ancak başkanlık sistemine geçişin yolu belli: öncelikle anayasanın değiştirilmesi ve idari yapının baştan aşağı yeniden bu modele göre inşa edilmesi gerekiyor. Anayasayı değiştirmenin kuralları da belli: Meclis’te 367 milletvekilinin buna evet demesi lazım. 367 evet oyu çıkmazsa 330’a bakılıyor. Eğer anayasa değişikliğine kabul oyu veren milletvekillerinin sayısı 330’u bulmuşsa referandum imkânı doğuyor; konu doğrudan halka soruluyor.

Bugün itibarıyla AK Parti’nin mecliste 312 sandalyesi var. Dolayısıyla 367’yi bulması epeyce zor. 330 sayısını ise ancak belli ittifaklar yoluyla bulabilir. Konu Başkanlık sistemi olduğunda CHP ve MHP’nin buna destek vermeyecekleri ortada. Onun için öteden beri AK Parti’nin bu konuda HDP ile ittifak yapacağı söylenip durur. Oysa böyle bir konuda HDP ile pazarlık masasına oturulduğunda karşı tarafın neler isteyebileceği bilindiği için iktidar partisinin yöneticilerinin böyle bir seçeneği akıllarından bile geçirmediklerine emin olabilirsiniz. Diğer taraftan HDP ile birlikte yapılacak bir anayasa değişikliğini partinin meclis grubuna zar zor kabul ettirebildiklerini düşünseniz bile AK parti tabanının sandığa gidip bu işe destek vereceğini beklemek çok gerçekçi olmaz. Halkın sandıkta bir defa hayır dediği bir modeli bir daha gündeme getirmek de siyaseten mümkün olmaz.

Demek ki AK Parti’nin Başkanlık sistemine yönelik bir anayasa değişikliğini gerçekleştirebilmesi için ya mecliste en az 367 oyu bir araya getirecek bir ittifak oluşturabilmesi ya da hiç değilse referanduma götürebileceği 330 sayısını tek başına bulması lazım. Bunun bugün gerçekleşmesi mümkün görünmüyor.

Peki, Haziran 2015 seçiminin ardından oluşacak yeni meclis tablosunda bu mümkün hale gelebilir mi? Bugünkü seçim sistemine göre ve mevcut şartlar altında bir partinin 367 milletvekilliği kazanabilmesi için yüzde 60’a yakın oy alması gerekiyor. (Barajı aşacak partilerin sayısı gibi faktörler bu rakamı belli ölçüde değiştirebilir tabii. Veya seçimde “daraltılmış bölge” sistemi uygulanırsa dramatik değişikliklerin gerçekleşmesi mümkün. Ama artık beş ay sonra yapılacak seçim için bu mümkün değil.)

30 Mart yerel seçimlerinde AK Parti’ye çıkan oy 20 milyon 500 bin. Erdoğan’ın yüzde 52 oranında oy aldığı cumhurbaşkanlığı seçiminde de yine yaklaşık 20 milyon 500 bin seçmen AK Parti adayına oy verdi. (Çankaya seçiminde oy oranı epeyce yükseldi ama katılım düşük olduğu için sayı artmadı.) AK Parti yüzde 49,9 oranını yakaladığı 2011 milletvekili seçiminde ise 21 milyon 400 bin seçmenin oyunu almıştı.

Demek ki iktidar partisinin tek başına bir anayasa değişikliği yapabilecek güce ulaşması için önümüzdeki seçimde mevcut oylarının üstüne yaklaşık 5-6 milyon yeni oy eklemesi lazım. Bu imkânsız değil tabii ama böyle bir başarı yakalandıktan sonra hem tabanın hem de parti teşkilatının ve milletvekillerinin bir rejim değişikliği riskine atılmayı arzu edip etmeyecekleri meçhul.

Diyeceksiniz ki sen hep işin zorluklarını gösteriyorsun. Oysa ortada bir de fiili durum var. Cumhuriyet tarihinde ilk defa doğrudan halkın oylarıyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı var. Diğer yandan Erdoğan daha aktif bir cumhurbaşkanı olacağını vadederek bu göreve geldi. Bu durumda mevcut parlamenter rejimin bu eski haliyle sürdürülebilmesi mümkün mü?

Bu yerinde bir itiraz... Ama yerimiz kalmadı. İşin bu boyutunu bilahare konuşalım...

Yazının devamı...

İslamofobi ile fanatizm arasında Müslümanlar

İslam adına sergilenen şiddete karşı çıkarken bu şiddet iklimini ortaya çıkaran sebeplerden en azından birinin de batıdaki islamofobik cereyanlar olduğunu görmemek olmaz. En son Paris’te Charlie Hebdo dergisi çalışanlarını hedef alan kanlı saldırıyı gerçekleştiren kişilerin Fransa’da doğup büyümüş insanlar olduğunu unutmamak lazım.

Kendi tabirleriyle, “Cumhuriyet okullarında eğitilen bu Fransız vatandaşlarının” nasıl olup da Fransız değerlerini hedef alabildiğini sorguluyor birçok Fransız aydını bugünlerde. Yani “evrensel ve değişmez hakikatle tanıştıktan sonra” bunun aksi yönünde bir tutum alınabilmesindeki tuhaflığı sorguluyorlar! Bu kibirli bakış yalnızca Fransızların değil Avrupa’nın çoğunluğunda var. Ama tabii Fransızlarda daha çok var.

Paris saldırısının hemen akabinde bu konuyu çok tartıştık. Hz Peygamber’e yönelik incitici karikatür yayınlarından her nedense üç yıl sonra gerçekleşmiş olsa da Caharlie Hebdo saldırısının bu yayınlara cevap olduğu kabul ediliyor. Dolayısıyla bunun basın özgürlüğünü hedef aldığı düşünülüyor. Oysa bu yaklaşım terörün ekmeğine yağ sürüyor. Terörün amacı, adı üstünde, toplumu dehşete düşürmek ve böylece karar alıcıların belirli bir istikamette davranmalarını sağlamaktır. Eğer olup bitenleri bir komplo teorisiyle açıklamak isteseydim, Paris saldırısını planlayan güçlerin Avrupa değerleriyle İslami değerlerin çatıştırılmasını hedeflediklerini söylerdim. Oluşan tablo bunu gösteriyor.

Oysa El Kaide 10 yıl önce İspanya’da trenlere bomba koyup yüzlerce insanı öldürdüğünde bu eylemin seyahat özgürlüğünü hedef aldığı düşünülmemişti. “Cihatçı Müslümanlar Avrupa değerlerine saldırıyor” yorumu yapılmamıştı. Bu sefer yapıldı. İslam düşmanlığı güçlendirildi. Terör amacına ulaştı...

Bu noktada öncelikle Fransızların kendilerine küçük bir iğne batırmalarında büyük fayda var. Bir defa, Holocaust’u savunmanın veya Ermeni soykırımı iddiasını inkâr etmenin suç sayıldığı, bu yüzden insanların hapse atıldığı bir ülkenin kendisini “sınırsız basın ve ifade özgürlüğü” nün şampiyonu olarak görmesi ikiyüzlülük değilse hastalık.

İkincisi, bırakın koskoca İslam dünyasını, ülkelerinde yaşayan 4 milyondan fazla Müslümanın değerlerini aşağılamayı kendilerinde hak görmeleri hiç sağlıklı bir tutum değil. Hiç değilse komşuları -ve ezeli rakipleri- İngilizlerin kendi Müslüman vatandaşlarına nasıl yaklaştığından ders çıkarsınlar. Ama tabii İngilizler örneği de ancak Fransızlar söz konusu olduğunda “Abdurrahman Çelebi” anlamı kazanıyor. Yoksa Avrupa’nın kendisinden farklı olanla, bugünün moda tabiriyle “öteki” yle ilişkisi baştan aşağı problemli... Modern çağın ortaya çıkardığı bir problem değil, yüzlerce yıldır kültürel genlerinde taşıdıkları bir hastalık bu.

Avrupa’da Arap kimliği Müslüman kimliğinin eşdeğeri gibi algılanır. Oysa bugün bile toplam Arap nüfusunun yüzde beşini Hıristiyanlar oluşturuyor. 19 ve 20. yüzyıllarda yaşanan büyük göçlerden sonra kalan rakam bu üstelik. Keza İspanya’da Müslümanların hâkimiyeti altında yaklaşık sekiz yüz sene boyunca Hıristiyanlar ve Yahudiler Müslümanlarla bir arada yaşadılar. Ne var ki ülke İspanyol idaresine geçtikten sonra tek bir Müslüman, tek bir Yahudi kalmadı. Avrupa’nın geri kalanında Yahudiler hep oldu, ama gettolarda yaşamak ve ortalıkta hiç görünmemek şartıyla. Bir de tabii sık sık katliamlara veya pogromlara uğramayı göze alarak...

Demek ki Avrupa kültürünün “öteki” ne bakışındaki tarihsel ve yapısal problem üretiyor bugünkü islamofobiyi. Bundan dolayı sözüm ona İslam adına sergilenen terör eylemlerine karşı gösterilen tepki de ister istemez islamofobik karakterde oluyor. Neticede bu ikisi birbirlerini besliyorlar. Olan arada kalanlara oluyor.

Yazının devamı...

One minute’ten sonra harekete geçildi

“Dünyada uluslararası medya network’ü var. Her şeyi yapıyoruz ama bu network bir karar vermiş. Türkiye’nin başarı hikayesi bitirilecek ve Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan şeytanlaştırılacak. Hedef bu.”

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Avrupalı yetkililerle temaslarda bulunduğu Brüksel ziyareti sonrası dönüş yolunda sorularımızı yanıtladı. Davutoğlu, Avrupa’dan Türkiye yönelik yükselen eleştirilerle ilgili özetle şunları söyledi:

‘İkna oldular’

“Paralelciler, Türkiye başbakanı Avrupa birliği ile görüşmeye gittiğinde sorguya çekildiğini zannediyorlar. Bilakis ben Türkiye Başbakanı olarak onların üzerine gidiyorum ve Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda ne kadar temelsiz olduklarını söylüyorum. Avrupa parlamentosunun basın özgürlüğü ile ilgili raporunu elime aldım ve tek tek sordum. Bana içeride tutuklu hüküm giymiş gazetecilerin isimlerini verin dedim. Bir isim söyleyemediler.”

“Bu konuda aleyhimizde çok farklı propagandalar yapıyorlar ama şu anda 7 tutuklu gazeteci var. Tek tek bu tutukluları anlattım. Hepsi şiddet içerikli suçlar. Görüşme sonrası ortak açıklama sırasında ifade özgürlüğü konusunda açıklama yapmaktan vazgeçtiler. İkna oldular. Bazı çevreler Türkiye’nin başarı hikayesinin bitmesini istiyorlar. Avrupalılara ‘Türkiye ile ilgili Kuzey Kore gibi bir hava ettiriyorsunuz bunu nasıl yaparsınız’ diyorum, susuyorlar. Türkiye’de 7000 gazete var... 1500 düzenli köşe yazarı var. En fazla satış yapan beş gazetenin dördü muhalif. Bunları söyleyince bunları bilmediklerini söylüyorlar.”

‘Herkes bizi konuşuyor’

“Bakın diplomatlarımız esir düştüğü zaman onların can güvenliğini sağlamak açısından yayın yapılmasın dedik. Ama onlarca haber yaptılar bu süreçte. Amerikalılar DEAŞ elinde tutsakken Amerikan medyası aynı gazeteler kaç tane haber yaptılar? Fransa’da terör saldırılarının olduğu hafta 64 kişi sosyal medyada Twitter ve Facebook’ta yazdıklarından dolayı tutuklandı, sorgulandı. Kimse Fransa’ya basın ve ifade özgürlüğünü kısıtladın demiyor. Türkiye’de 6-7 Ekim sürecinde “silahlı kalkışma başladı, herkes silahını alsın çıksın” diye tweet atılıyor... Biz bu tür şiddet çağrısına karşı bir adım atınca herkes bizi konuşuyor.”

‘Algı operasyonu’

“Dünyada uluslararası medya network’ü var. Her şeyi yapıyoruz ama bu network bir karar vermiş. Türkiye’nin başarı hikayesi bitirilecek Ve Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan şeytanlaştırılacak. Hedef bu. 2010’dan yani Davos’taki ‘one minute’ten sonra düğmeye basılmış gibi Türkiye aleyhine harekete geçildi. Türkiye’de davalara ve iddialara bakın hepsi bu tarihten sonra başlıyor. Mursi’ye ve Mısır’daki demokrasiye verdiğimiz destekten sonra Türkiye aleyhtarı bu cephe daha da genişledi. Türkiye demokrasiyi savunmanın bedelini ödüyor. Arap baharı demokratikleşme yönünde olsaydı Türkiye bütün bu ülkelerin hamisi olurdu. Bu çok korkuttu o medya network’ünü kontrol edenler ve bölgedeki bazı güç odaklarını.”

Yazının devamı...

Davutoğlu neden oradaydı?

Paris’te yaşanan faciaya “koyun can derdindeyken et derdinde olan kasap” gibi bakan, fırsattan istifade etmeye çalışan kesimlerin dışında bugün kimsenin işi kolay değil. Dümdüz açıklanacak, kolayca yorumlanacak ve çözümü bir çırpıda bulunacak bir mesele yok karşımızda.

İlk bakışta yaşananlar her şeyden önce farklı kültürlerin değerleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyor gibi görünüyor. Yani ne olursa olsun her konuda sınırsız bir ifade özgürlüğünü savunan bir kültür var bir yanda; onun karşısında ise bazı değerlerin aşağılama nesnesi olmasına tolerans gösteremeyen başka bir kültür... Bu iki farklı dünya görüşünün çatışması bu trajediyi ortaya çıkardı deniliyor. Bu yorum çok doğru değil. Çünkü bazı nüansları görmezden geliyor.

Belki de asıl tehdit söz konusu kültürlerin temsilinin aşırılık yanlılarının eline geçmesinden kaynaklanıyor. Tartışma konusu karikatürler üç yıl önce yayınlandığı zaman batı dünyasında da buna karşı çıkan, Müslümanların değerlerinin aşağılanmasını ifade özgürlüğü kapsamında görmemek gerektiğini savunanlar vardı. Aynı şekilde Müslümanlar arasında da bu olaya gösterilecek tepkinin medeni ölçüler içinde kalmasını isteyenler çoğunluktaydı. Ancak Avrupa ülkelerinde siyasetçiler son zamanlarda hızla artan yabancı düşmanı aşırı sağ eğilimlerin karşısına çıkmamak için üzerlerine düşen moderasyon görevini yapmaktan kaçındılar. Bunu görmek lazım... Diğer taraftan bazı Arap rejimlerinin de çeşitli siyasi sebeplerle aşırılıkçı bir din anlayışına dayanan fanatik grupların güçlenmesine yardımcı oldukları sır değil.

Ancak bu haliyle Charlie Hebdo saldırısını salt bir basın özgürlüğü konusu olarak görmek doğru değil bence. Dolayısıyla meseleyi basın ve ifade özgürlüğü bağlamında tartışmak yanlış. Bu bir terör eylemi. Terörün tek hedefi de basın değil. ABD’deki 11 Eylül saldırısını basın ve ifade özgürlüğü bağlamında tartışmadığımız gibi bu konuyu da uluslararası terör ve bunun siyasi-sosyal kaynakları bakımından ele almak gerekir. Diğer yandan şu da var: Bu saldırıyı basın özgürlüğüne karşı bir eylem kabul etmek bir sonraki adımda derginin yayınlarını eleştirmekle elinde kalaşnikoflarla gidip karikatüristleri öldürmeyi eşit “suç”lar haline getirir. Bu bakış açısı ise çok daha büyük tehlikelere yol açabilir.

Dolayısıyla , bugünlerde yapıldığı gibi, saldırıyı lanetleyen bazı devletlere basın özgürlüğü karnesi kötü diye “senin burda ne işin var” demek yerine terörizmin ve onu besleyen fanatizmin yeşerip büyümesinde payı olup olmadığına bakmak ve gerekirse bunun için eleştirmek gerekir. Ama tabii ki basın özgürlüğüne yönelik ihlallerin görmezden gelinmesi talebi değil bu. İki meselenin ayrı ayrı ele alınması gerektiği fikri. Yani Atın önüne et, itin önüne ot koymanın doğru olmadığı uyarısı... Basın özgürlüğü ihlallerine karşı mücadele elbirliğiyle yapılmalı. Ama avrosantrik bir bakış açısıyla olmaz bu. Batı dışı kültürlerin değerlerini ve duyarlıklarını yok sayarak basın ve ifade özgürlüğü standartı saptanmaz. Böyle yapılırsa fanatizmin gelişmesi de önlenemez. Paris saldırısına gösterilen kimi tepkiler bunun kanıtı.

Elbette bütün suçu batının üzerine yıkarak sonuç alınamaz. Bir defa Paris’teki olay savunulabilecek, izahı bulanabilecek, hafifletici sebeplere bağlanabilecek bir olay değil. Belki kendi aramızda bunu yapabiliriz ama dünyanın ne düşündüğünü hesaba katmadan böyle bir tutum almak çözüm değil. İkincisi, bu bataklık hepimiz için tehdit. Sadece batı için değil. Onun için, nasıl oluştuğunu tali bir konu sayıp kurutmanın yollarını aramak lazım. Ayrıca Avrupalı sıradan insanların algısını hesap ederek hareket etmek lazım... Bu bakımdan Başbakan Davutoğlu ’nun Paris’teki yürüyüşe katılması çok gerekli bir adımdı. Birileri İslam adına böyle bir cinayet işlemişse bütün Müslümanların bundan sorumlu tutulmasının ne kadar mantıksız ve ne kadar haksız bir tutum olduğunu haykırmak için orada olmak lazımdı.

Yazının devamı...

Tatsız tuzsuz ama elektrikli bir konu

Kabul etmek lazım, Çözüm Süreci sözünün bile belli bir çekiciliği var. “Kürt sorunu” lafı zaten elektrik yüklü. Özerklik, yerinden yönetim, halkların kardeşliği, etnik milliyetçilik, ulus-devlet vs vs de epeyce albenili, coşkulu ve ateşli kavramlar. “Kamu düzeni” öyle değil. Tatsız tuzsuz, heyecansız bir kavram. Oysa huzur içinde yaşamamız buna bağlı. Her isteyenin her istediğini kaba kuvvetine güvenerek yapması değil, herkesin onayladığı ve herkes için geçerli kuralların toplum hayatında egemenliği demek kamu düzeni. Devlet adını verdiğimiz kurum zaten bu yüzden var.

Evet, devletin, yani bir kamu otoritesinin mevcudiyeti bu kurumsal yapının işleyişinde görev alanların isteyerek veya bilinçsizce karar ve eylemleriyle bazen bireyler üzerinde baskılara, haksız kısıtlamalara ve başka bazı olumsuzluklara yol açabiliyor. Ama insanlık olarak toplum hayatında, yani birbirimizle ilişkilerimizde adaleti ve güvenliği sağlamanın daha iyi bir yolunu buluncaya kadar devlete ihtiyacımız var. Devletin meşruiyeti ise halkın onayına ihtiyaç duyuyor. Zora dayalı ve tepeden inme yönetimler zaten uzun ömürlü olamıyor. Halkın temel ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalan yönetimler de öyle .

Mevcut devlet otoritesini reddederek başka bir otorite tesis etmek peşindeki hareketler bugüne mahsus yapılar değil. Ama bugünkü demokrasi çağında bunların başarıya ulaşmaları ancak davalarının arkasında yeterli büyüklükte bir tarihi miras bulunması halinde mümkün.

Malumunuz, Türkiye’den ayrılıp etnik temelde müstakil bir devlet kurma hayaliyle yola çıkan Kürt Siyasi Hareketi yakın zamanda bu hedefin gerçekleşmesinden ümidini kesti. Bölünme, hatta özerklik taleplerinden vazgeçtiler. Bunun karşılığında Türkiye cumhuriyetinin ulus-devlet niteliğinin esnetilerek Kürt etnik kimliğine birtakım haklar ve imtiyazlar tanınmasını talep ediyorlar. Bu talebin de en başta cumhuriyet nosyonuyla bağdaşmadığı bir gerçek. Millet kavramını bugünkü sosyolojik anlamının çok gerisinde, kabile/aşiret mensubiyetine dayalı geri bir anlayışla yorumlamakta ısrar ettikleri de bir başka gerçek. Ne var ki Kürtçü hareketin mevcut siyasi yapıya yönelik itirazlarının taban bulmasında bizim ulus-devlet kavramını, daha doğrusu millet kavramını doğru bir şekilde yorumlamaktan özellikle belirli dönemlerde uzak düşmemizin de payı var.

Her neyse, bu hamur daha çok su kaldırır. Sadede gelelim... Kamu düzeni diyorduk. Kürt Siyasi Hareketinin bölünme talebinden vaz geçip silahlı mücadeleyi de terk etmesini öngören Çözüm Süreci şu anda “kamu düzeni” duvarına çarpmış görünüyor. Hükümet bizzat Başbakan Davutoğlu’nun dile getirdiği “önce kamu düzeni” şartı yerine getirilmediği takdirde Çözüm Süreci’nin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesini mümkün görmüyor. Ama bölge illerinde PKK’nın “paralel hükümet” birimleri var. Sözde mahkemeler çalışıyor, insanlar buralarda yargılanıyor. İşadamlarından vergi adı altında haraç toplanıyor. Hatta PKK’ya yakın yayın organlarında öteden beri elektrik faturalarının ödenmemesi yolunda çağrılar yapılıyor ki göründüğünden -belki de olduğundan- daha önemli sembolik anlamlar taşıyan bir konu bu. Güneydoğu illerinde kaçak elektrik kullanımı çok yaygın. Bunun elbette sosyo-ekonomik bir temeli var ama silahların gölgesinde siyasi bir anlam kazanması ülkenin geri kalanındaki algıyı da olumsuz etkiliyor .

Biliyorsunuz, devlet bölgede kaçak elektrik kullanımını önlemekte ve hatta faturaları tahsil etmekte başarılı olamayınca bu işi özel sektöre devretti. (Liberallere sorarsanız en doğrusunu yaptı. “Devlet elektrik satar mı hiç? Verin bakalım özel sektöre, ortada mesele kalıyor mu? Her derdin ilacı serbest girişim!”) Ama Türkiye’de yüzde 72’lik oranla en yüksek kayıp kaçağın olduğu Dicle EDAŞ’ı devralan şirket 1,5 senede pes etti. Şimdi “devlet benden geri alsın” diye çağrı yapıyor. Demek ki liberal formüller bile bazı dertlere deva olmuyor!

Şaka bir yana, iş dönüp dolaşıp yine kamu düzeni konusuna geliyor. Tamam, her ne kadar “elektrikli” de olsa, fazla heyecan veren bir konu değil bu. Ama bu türden heyecansız meseleler halledilmeyince heyecanlı konuların gündeme gelmesinin de anlamı olmuyor.

Yazının devamı...

Yanlış Selefilik

El Kâide, Taliban, Boko Haram, Şebab, IŞİD vs. birçoğu birbirleriyle de ilişkili olarak, yani bir koordinasyon içinde faaliyet gösteren “Selefi” örgütler. Hem ideolojik olarak hem de örgütlenme ve eylem alanında birbirleriyle bağlantılı oldukları için dünya üzerinde “Selefi networkü/ağı” diye bir fenomenden bahsediliyor.

Diğer yandan, bu örgütler insan malzemesine erişimde pek de sıkıntı yaşamıyorlar. Çünkü bu kafa yapısını bazıları için cezbedici kılabilecek sosyolojik şartlar ziyadesiyle mevcut. İslam ülkelerinin büyük çoğunluğunda yoksulluk ve eğitimsizlikle tezahür eden sosyo-ekonomik şartlar, Batı sömürgeciliğine tepki, İslâm coğrafyasına yönelik saldırıların, işgallerin, katliamların doğurduğu öfke ve nefret, dışlanmışlık duygusu bu tür radikal eğilimleri var ediyor, besliyor ve güçlendiriyor. Özellikle Avrupa ülkelerindeki Müslümanların maruz kaldıkları dışlanma, kimliklerine ve değerlerine yönelik aşağılamalar ve özetle yaşanan kültür çatışması “Avro-Müslüman”ların yeni kuşaklarını bu tür radikal hareketlere yöneltiyor.

Konunun sosyo-politik vecheleri bir tarafa, son olarak Paris Katliamı dolayısıyla gündeme gelen bu hareketin kültürel-ideolojik beslenme kaynaklarına da bakmak lazım. Aslında “selefi” terimi dinin şekilci ve geleneğe bağlı katı bir yorumunu esas alan bu aşırılıkçı örgütlerin ideolojik çizgisini doğru anlatan bir terim değil. Selefilik aklı ve serbest düşünceyi paranteze alan şekilci geleneksel din anlayışının İslam dünyasını geri bıraktığını düşünen ıslahat ve tecdit (reform ve yenileşme) taraftarı İslamcı aydınların fikir çizgisini ifade eden bir terim çünkü öncelikle.

Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza gibi yenilikçi âlim, düşünür ve aydınların öncülük ettiği, bizde de Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi, Şerafettin Yaltkaya, İzmirli İsmail Hakkı, M. Ali Ayni, Musa Kâzım Efendi gibi isimlerin temsil ettiği Modernist İslamcılık akımıdır bu. Bu akım İslamın aslî mesajını tarih boyunca oluşan islam yorumlarından ayırmak anlamında “öze dönüş” fikrini esas aldığı için ve bu bağlamda 14. yüzyıl âlimlerinden İbn Teymiye’nin ıslahatçılığına bağlanan bir fikir zincirine eklendiği için (ikinci devir) Selefilik olarak adlandırılır.

İslam inancını, tarih içinde gerçekleşen kültürel etkileşimler sonucunda dışarıdan gelen yabancı kültür unsurlarından ve batıl inanışlardan arındırmak isteyen İbn Teymiye’nin felsefeyi ve tasavvufu da dışlayan katı tutumu yüzyıllar sonra içekapanmacı ve şekilci bir din anlayışına dayanan Vahhabiliğin de ilham kaynağı oldu. Böylece “Selefi” adlandırması bir taraftan -Mehmet Akif, Muhammed İkbal gibi- Modernist İslâmcı aydınları, öbür taraftan ise Usame bin Ladin veya Ebubekir Bağdadi benzeri figürleri kapsayacak şekilde kullanılabiliyor bugün. (Ayrıca bu ikincilerin “Bir gecelik anarşi bin yıl süren zalim yönetimden bile daha kötüdür” diyen İbn Teymiyye’nin çizgisinde olduklarını söylemek de zor.)

Selefi grupların günümüzde kazanmış olduğu hareketlilik aslında batı dünyası için gösterdiği tehditten çok daha fazlasını genel olarak İslam dünyası ve Müslümanlar için, özelde ise Türkiye’nin dış politika etkinliği bakımından oluşturuyor. Sözgelimi Arap Baharı sürecinde demokratik halk hareketlerine Selefi adı verilen birtakım gruplar aracılığıyla istikamet verildiğini ve bu demokratik yürüyüşün rayından çıkarıldığını unutmayın. O süreçte bazı güçler Libya’da, Mısır’da, Suriye’de iktidarın İhvan çizgisindeki kadrolara verilmesine razı gelmedikleri için “Selefi” grupları sahneye sürüp sonuç aldılar. Örneğin Türkiye’den bakanların “Mısır’da İslamcı İhvan yönetimini laik askerler iktidardan indirdi” diye gördükleri olay aslında, Selefi grupların yeterince İslamcı bulmadıkları İhvan yönetiminin devrilmesine destek vermesiyle gerçekleşti.

Körfez’den akan “petro-dolar” ların gücü sayesinde etkinliğini sürekli arttıran bu grupların sadece Ortadoğu’da değil, Balkanlarda ve Kafkasya’da da Türkiye’nin etkinliğini sınırlamaya yönelik faaliyetleri ciddi bir tehdit. Ne var ki bu tehdide karşı bugüne kadar çok da işe yarar tedbirlerin alındığını söylemek zor. Bu anlamda benim aklıma gelen en ciddi örnek, geçtiğimiz aylarda açıklanan Diyanet Vakfı’nın İstanbul’da bir uluslararası İslam üniversitesi kurma projesi. Umulur ki meseleyi temelinden kavrayan bu türden çözüm arayışları hız kazansın.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.