Yanlış Selefilik
.
El Kâide, Taliban, Boko Haram, Şebab, IŞİD vs. birçoğu birbirleriyle de ilişkili olarak, yani bir koordinasyon içinde faaliyet gösteren “Selefi” örgütler. Hem ideolojik olarak hem de örgütlenme ve eylem alanında birbirleriyle bağlantılı oldukları için dünya üzerinde “Selefi networkü/ağı” diye bir fenomenden bahsediliyor.
Diğer yandan, bu örgütler insan malzemesine erişimde pek de sıkıntı yaşamıyorlar. Çünkü bu kafa yapısını bazıları için cezbedici kılabilecek sosyolojik şartlar ziyadesiyle mevcut. İslam ülkelerinin büyük çoğunluğunda yoksulluk ve eğitimsizlikle tezahür eden sosyo-ekonomik şartlar, Batı sömürgeciliğine tepki, İslâm coğrafyasına yönelik saldırıların, işgallerin, katliamların doğurduğu öfke ve nefret, dışlanmışlık duygusu bu tür radikal eğilimleri var ediyor, besliyor ve güçlendiriyor. Özellikle Avrupa ülkelerindeki Müslümanların maruz kaldıkları dışlanma, kimliklerine ve değerlerine yönelik aşağılamalar ve özetle yaşanan kültür çatışması “Avro-Müslüman”ların yeni kuşaklarını bu tür radikal hareketlere yöneltiyor.
Konunun sosyo-politik vecheleri bir tarafa, son olarak Paris Katliamı dolayısıyla gündeme gelen bu hareketin kültürel-ideolojik beslenme kaynaklarına da bakmak lazım. Aslında “selefi” terimi dinin şekilci ve geleneğe bağlı katı bir yorumunu esas alan bu aşırılıkçı örgütlerin ideolojik çizgisini doğru anlatan bir terim değil. Selefilik aklı ve serbest düşünceyi paranteze alan şekilci geleneksel din anlayışının İslam dünyasını geri bıraktığını düşünen ıslahat ve tecdit (reform ve yenileşme) taraftarı İslamcı aydınların fikir çizgisini ifade eden bir terim çünkü öncelikle.
Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza gibi yenilikçi âlim, düşünür ve aydınların öncülük ettiği, bizde de Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi, Şerafettin Yaltkaya, İzmirli İsmail Hakkı, M. Ali Ayni, Musa Kâzım Efendi gibi isimlerin temsil ettiği Modernist İslamcılık akımıdır bu. Bu akım İslamın aslî mesajını tarih boyunca oluşan islam yorumlarından ayırmak anlamında “öze dönüş” fikrini esas aldığı için ve bu bağlamda 14. yüzyıl âlimlerinden İbn Teymiye’nin ıslahatçılığına bağlanan bir fikir zincirine eklendiği için (ikinci devir) Selefilik olarak adlandırılır.
İslam inancını, tarih içinde gerçekleşen kültürel etkileşimler sonucunda dışarıdan gelen yabancı kültür unsurlarından ve batıl inanışlardan arındırmak isteyen İbn Teymiye’nin felsefeyi ve tasavvufu da dışlayan katı tutumu yüzyıllar sonra içekapanmacı ve şekilci bir din anlayışına dayanan Vahhabiliğin de ilham kaynağı oldu. Böylece “Selefi” adlandırması bir taraftan -Mehmet Akif, Muhammed İkbal gibi- Modernist İslâmcı aydınları, öbür taraftan ise Usame bin Ladin veya Ebubekir Bağdadi benzeri figürleri kapsayacak şekilde kullanılabiliyor bugün. (Ayrıca bu ikincilerin “Bir gecelik anarşi bin yıl süren zalim yönetimden bile daha kötüdür” diyen İbn Teymiyye’nin çizgisinde olduklarını söylemek de zor.)
Selefi grupların günümüzde kazanmış olduğu hareketlilik aslında batı dünyası için gösterdiği tehditten çok daha fazlasını genel olarak İslam dünyası ve Müslümanlar için, özelde ise Türkiye’nin dış politika etkinliği bakımından oluşturuyor. Sözgelimi Arap Baharı sürecinde demokratik halk hareketlerine Selefi adı verilen birtakım gruplar aracılığıyla istikamet verildiğini ve bu demokratik yürüyüşün rayından çıkarıldığını unutmayın. O süreçte bazı güçler Libya’da, Mısır’da, Suriye’de iktidarın İhvan çizgisindeki kadrolara verilmesine razı gelmedikleri için “Selefi” grupları sahneye sürüp sonuç aldılar. Örneğin Türkiye’den bakanların “Mısır’da İslamcı İhvan yönetimini laik askerler iktidardan indirdi” diye gördükleri olay aslında, Selefi grupların yeterince İslamcı bulmadıkları İhvan yönetiminin devrilmesine destek vermesiyle gerçekleşti.
Körfez’den akan “petro-dolar” ların gücü sayesinde etkinliğini sürekli arttıran bu grupların sadece Ortadoğu’da değil, Balkanlarda ve Kafkasya’da da Türkiye’nin etkinliğini sınırlamaya yönelik faaliyetleri ciddi bir tehdit. Ne var ki bu tehdide karşı bugüne kadar çok da işe yarar tedbirlerin alındığını söylemek zor. Bu anlamda benim aklıma gelen en ciddi örnek, geçtiğimiz aylarda açıklanan Diyanet Vakfı’nın İstanbul’da bir uluslararası İslam üniversitesi kurma projesi. Umulur ki meseleyi temelinden kavrayan bu türden çözüm arayışları hız kazansın.