IŞİD’e destek bitti mi?
Birkaç ay öncesini hatırlayın, IŞİD o günlerde de rehin aldığı İngiliz ve Amerikalıların kafalarını kesip görüntülerini bütün dünyaya yayıyordu. İlginç olan nokta, bu kanlı örgütün imza attığı vahşet görüntülerinden dolayı uluslararası medyada en fazla suçlama Türkiye’ye yöneltilmişti. Ama Suriye’deki iç savaşta IŞİD’in rakiplerine destek veren Ankara’ya bile IŞİD’in günahlarından pay çıkarılırken doğrudan doğruya bu örgütü kurduran, besleyen, büyüten güçlerin adı bu tartışmalarda hiç anılmadı.
Neden böyle olduğunu anlamak için öncelikle petrodolarların dünya üzerindeki etki gücünü hesaba katmak, ardından da Arap Baharı sürecinin kimin için ne ifade ettiğini anlamak gerekiyor.
Önce Tunus’ta, sonra Mısır’da ortaya çıkan ve baskıcı Arap rejimlerinin korkulu rüyası olan demokratik halk hareketlerinin gidiş yönü bir sonraki safhada Libya ve Suriye’de aşırılık yanlılarının devreye sürülmesiyle değiştirildi. Bilahare Mısır’da askeri bir darbe gerçekleştirilerek İhvan çizgisindeki demokratik İslamcılığın iktidarıyla birlikte Türkiye ile Katar’ın maddi ve manevi destek verdikleri bölgesel dönüşüm ümitlerine de son verildi. Bu sırada Katar’da gerçekleştirilen bir saray darbesiyle Emir’in tahtına oğlunun getirilmiş olmasının sırrı da henüz çözülemedi.
Ne var ki Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle beraber Arap dünyasının değişim ve dönüşüm arzularının önüne dikilen Suudilerin de en azından izlenen yöntem ve kullanılan araçlar konusunda- kendi içlerinde bazı fikir ayrılıkları yaşadıklarını biliyoruz.
Suudi yönetiminin bir kanadı öteden beri selefi çizgideki bazı radikal gruplara destek verip bunları milli politikaları istikametinde kullanmaya çalışıyor. El Kaide örgütünün hikâyesi bunların en bilineni. Haddi zatında Suudi Arabistan’ın resmi din anlayışı olan Vahhabi öğretisi de bu türden aşırılık yanlılarının ideolojik çerçevesini ve beslenme kaynağını oluşturuyor. Ancak Suudilerin bir bölümü kendi elleriyle besleyip büyüttükleri bu grupların ilelebet denetim altında tutulamayacağını ve bu silahın günün birinde kendilerine yönelmesinin mümkün olduğunu düşünüyorlar. Suudi Arabistan’daki muhalif kesimlerin de öyle liberal-demokrat ilkeler doğrultusunda falan değil, selefi/vahhabi din anlayışına göre mevcut rejime mesafe aldıkları düşünülürse bu kaygıların yerinde olduğu kabul edilecektir.
Suudi Arabistan’ın yeni kralı da bu ikinci görüşe yakın duranlar arasında gösteriliyordu öteden beri. Zaten veliahtlığı sırasında bunun emarelerini az çok göstermişti. Önceki kralın sağlık durumu sebebiyle yönetime ağırlığını koymaya başladığı sıralarda radikal/selefi grupları kullanma politikasının mimarı Bender bin Sultan’ın istihbarat teşkilatı başkanlığı görevinden alınmasına ön ayak olmuştu. Kral olduktan sonra ise yeğeni Bender’i -nispeten daha sembolik bir makam olsa bile- Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığından da azletti. Özellikle Washington’daki cumhuriyetçi elitle iyi ilişkilere sahip olan Prens Bender’in yanı sıra hem Riyad sarayındaki hem de komşu ülke saraylarındaki gizli kapaklı bütün operasyonlarda parmağı olduğuna inanılan gizemli ve güçlü Kraliyet Divanı Başkanı Halid el Tuveycri’nin apar topar gönderilmesi bazı çevrelerde Suudi dış politikasının ciddi bir yön değişimi içinde olduğu ümidini uyandırdı. Hatta Suudilerin Mısır politikasının da değişeceği, Sisi yönetimine verilen desteğin sona erebileceği yorumları yapılmaya başlandı.
Bana sorarsanız, Suudi sarayında bir değişim iradesinin işaretleri var tabii, ama bunları ihtiyatla karşılanması gereken yorumlar. Bir devletin dış politika hedefleri ve öncelikleri milli çıkarlarının gereklerine göre belirlenir. İktidar değişimiyle bir ülkenin dış politikası yüz seksen derece değişmez.
Konu hakkında yazılıp çizilenlerin ise gerçekten bir politika değişikliğinin gerçekçi yorumları mı, yoksa dışarıya karşı vitrini hoş göstermeye veya makyaja yönelik bir girişimin unsurları mı olduğunu bekleyip göreceğiz...