Şampiy10
Magazin
Gündem

IŞİD’e destek bitti mi?

Birkaç ay öncesini hatırlayın, IŞİD o günlerde de rehin aldığı İngiliz ve Amerikalıların kafalarını kesip görüntülerini bütün dünyaya yayıyordu. İlginç olan nokta, bu kanlı örgütün imza attığı vahşet görüntülerinden dolayı uluslararası medyada en fazla suçlama Türkiye’ye yöneltilmişti. Ama Suriye’deki iç savaşta IŞİD’in rakiplerine destek veren Ankara’ya bile IŞİD’in günahlarından pay çıkarılırken doğrudan doğruya bu örgütü kurduran, besleyen, büyüten güçlerin adı bu tartışmalarda hiç anılmadı.

Neden böyle olduğunu anlamak için öncelikle petrodolarların dünya üzerindeki etki gücünü hesaba katmak, ardından da Arap Baharı sürecinin kimin için ne ifade ettiğini anlamak gerekiyor.

Önce Tunus’ta, sonra Mısır’da ortaya çıkan ve baskıcı Arap rejimlerinin korkulu rüyası olan demokratik halk hareketlerinin gidiş yönü bir sonraki safhada Libya ve Suriye’de aşırılık yanlılarının devreye sürülmesiyle değiştirildi. Bilahare Mısır’da askeri bir darbe gerçekleştirilerek İhvan çizgisindeki demokratik İslamcılığın iktidarıyla birlikte Türkiye ile Katar’ın maddi ve manevi destek verdikleri bölgesel dönüşüm ümitlerine de son verildi. Bu sırada Katar’da gerçekleştirilen bir saray darbesiyle Emir’in tahtına oğlunun getirilmiş olmasının sırrı da henüz çözülemedi.

Ne var ki Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle beraber Arap dünyasının değişim ve dönüşüm arzularının önüne dikilen Suudilerin de en azından izlenen yöntem ve kullanılan araçlar konusunda- kendi içlerinde bazı fikir ayrılıkları yaşadıklarını biliyoruz.

Suudi yönetiminin bir kanadı öteden beri selefi çizgideki bazı radikal gruplara destek verip bunları milli politikaları istikametinde kullanmaya çalışıyor. El Kaide örgütünün hikâyesi bunların en bilineni. Haddi zatında Suudi Arabistan’ın resmi din anlayışı olan Vahhabi öğretisi de bu türden aşırılık yanlılarının ideolojik çerçevesini ve beslenme kaynağını oluşturuyor. Ancak Suudilerin bir bölümü kendi elleriyle besleyip büyüttükleri bu grupların ilelebet denetim altında tutulamayacağını ve bu silahın günün birinde kendilerine yönelmesinin mümkün olduğunu düşünüyorlar. Suudi Arabistan’daki muhalif kesimlerin de öyle liberal-demokrat ilkeler doğrultusunda falan değil, selefi/vahhabi din anlayışına göre mevcut rejime mesafe aldıkları düşünülürse bu kaygıların yerinde olduğu kabul edilecektir.

Suudi Arabistan’ın yeni kralı da bu ikinci görüşe yakın duranlar arasında gösteriliyordu öteden beri. Zaten veliahtlığı sırasında bunun emarelerini az çok göstermişti. Önceki kralın sağlık durumu sebebiyle yönetime ağırlığını koymaya başladığı sıralarda radikal/selefi grupları kullanma politikasının mimarı Bender bin Sultan’ın istihbarat teşkilatı başkanlığı görevinden alınmasına ön ayak olmuştu. Kral olduktan sonra ise yeğeni Bender’i -nispeten daha sembolik bir makam olsa bile- Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığından da azletti. Özellikle Washington’daki cumhuriyetçi elitle iyi ilişkilere sahip olan Prens Bender’in yanı sıra hem Riyad sarayındaki hem de komşu ülke saraylarındaki gizli kapaklı bütün operasyonlarda parmağı olduğuna inanılan gizemli ve güçlü Kraliyet Divanı Başkanı Halid el Tuveycri’nin apar topar gönderilmesi bazı çevrelerde Suudi dış politikasının ciddi bir yön değişimi içinde olduğu ümidini uyandırdı. Hatta Suudilerin Mısır politikasının da değişeceği, Sisi yönetimine verilen desteğin sona erebileceği yorumları yapılmaya başlandı.

Bana sorarsanız, Suudi sarayında bir değişim iradesinin işaretleri var tabii, ama bunları ihtiyatla karşılanması gereken yorumlar. Bir devletin dış politika hedefleri ve öncelikleri milli çıkarlarının gereklerine göre belirlenir. İktidar değişimiyle bir ülkenin dış politikası yüz seksen derece değişmez.

Konu hakkında yazılıp çizilenlerin ise gerçekten bir politika değişikliğinin gerçekçi yorumları mı, yoksa dışarıya karşı vitrini hoş göstermeye veya makyaja yönelik bir girişimin unsurları mı olduğunu bekleyip göreceğiz...

Yazının devamı...

IŞİD’le nasıl başa çıkılır?

Kendilerine IŞİD adını veren vahşiler bir kere daha bütün dünyanın gözleri önünde kan donduran bir cinayete imza attılar. Ürdünlü pilotun diri diri yakıldığını gösteren video görüntüleri bütün dünyada bir kere daha “bunlarla nasıl mücadele edilebilir” sorusunu gündeme getirdi. Biliyorsunuz, bu örgüt ilk defa Irak’ta birdenbire herkesi şaşırtan askeri başarılarıyla kendisini gösterdiğinde batılı bazı güçler buna karşı göstermelik olmanın ötesine geçemeyen bir askeri harekât başlattılar. Türkiye ise oluşturulan askeri koalisyonun içinde yer almadığı için eleştirildi. Hatta IŞİD’e destek vermekle suçlandı.

Oysa Türkiye’nin askeri koalisyonunu dışında kalmayı tercih etmesinin çok haklı gerekçeleri vardı. O tarihte kanlı terör örgütünün elinde konsolosluk görevlilerimizin rehin bulunuyor olması tek gerekçe değildi. Öncelikle bu örgütü var kılan sosyolojik ve politik şartları görmezden gelerek ve bunları değiştirmek üzere hiçbir çaba sarf etmeden böylesi bir mücadelenin başarı şansı olamazdı. Bütün dünyayı dehşete düşüren eylemleriyle İslam değerlerini de ters yüz ederek batıdaki islamofobiyi besleyen zihniyetin başlıca iki dayanağı vardı. İlki batılı sömürgecilerin bölge ülkelerine yönelik saldırıları ve Irak gibi ülkelerde yaşanan fiili işgallerin doğurduğu sosyal tepkiler. Irak’taki Amerikan işgali sırasında hayatını kaybeden sivillerin sayısı en az 1 milyon. Bu topraklarda yetişen genç nesillerin batıya dost olmasını beklemek saçma olur. İşgal acısını tatsın veya tatmasın, benzer siyasi şartlar ve dolayısıyla benzer toplumsal psikoloji bölge ülkelerinin çoğunda var. Bilhassa son yıllarda korkunç bir iç savaşın kurbanı olan Suriye’de.

Bunlar bir yana Ortadoğu’da bir de “İsrail faktörü” mevcut. Siyonist rejimin Filistinlilere yönelik bitmek bilmez zulümleri hem bütün Araplara hem de bütün Müslümanlara yönelik bir aşağılama olarak algılanıyor bölgede. İsrail ne yaparsa yapsın başta ABD olmak üzere batılı güçlerin destek vermekten geri durmayışları da Arap dünyasının gençlerinde büyük bir çaresizlik ve ümitsizlik doğuruyor. Böylesi bir psikolojinin radikalizmi besleyeceğini düşünmek için ise ne siyaset bilimci ne de sosyal psikolog olmaya gerek var.

Burası madalyonun bir yüzü. Madalyonun öbür yüzünde ise IŞİD ve benzeri radikal örgütlerin ideolojik beslenme kaynakları var. Akıl yerine nakli esas alan, şekilci bir din yorumundan söz ediyoruz. Bugün İslam dünyasının neredeyse tamamında dini hayata yön veren ve insanların dini anlayışlarını belirleyen din adamları ilahiyat eğitimlerini Selefi İslam anlayışına dayanan merkezlerden alıyorlar. İslam dünyasında “en muteber” ilahiyat eğitimi veren okullar Suudilerin Medine İslam Üniversitesi, Mısır’da Ezher, Pakistan’da İslamabad İslam Üniversitesi. Bu okulların mezun ettiği kişiler adeta İslam coğrafyasının kolektif din otoritesini oluşturuyor. Bu dairenin dışında kalan az sayıda Müslüman ülke var. Türkiye bunların başında. Hatta Diyanet’in İstanbul’da bir “uluslararası İslam üniversitesi” kurma projesi de var. Ama bugüne kadar bu işin önemi pek anlaşılamadı. Hatta kendi ilahiyat fakültelerimizin yer yer nakilci anlayışın etkisi altına girmesine bile mani olunamadı. Her neyse, bu başka bir tartışma konusu…

Diğer yandan, IŞİD ve benzeri radikal örgütlerin dayandığı ideolojik temelin inşasında olduğu kadar maddi donanımında da bazı Sünni Arap devletlerinin payı olduğunu görmek gerekiyor. Vaktiyle Türkiye’nin niçin IŞİD karşıtı askeri koalisyona katılmaması gerektiğini anlatırken de bunları zikretmiştim. “Başta Suud olmak üzere, Körfez şeyhlikleri, Mısır ve Ürdün hep birlikte bu mücadeleye destek vererek zaten kendi yaratmış oldukları canavarı ortadan kaldırmalılar” demiştim.

Tabii benim lafımı dinledikleri için değil, ama aklın yolu bu olduğu için geçen süreçte bazı adımlar atılmaya başlandı. Özellikle Suudilerin yeni kralı ve çevresindekiler IŞİD ve benzeri örgütlere verilen desteğin ileride kendilerine zarar vereceğini düşündükleri için bir politika değişikliğine yönelmek istiyorlar. Bugünkü kralın henüz veliahtlığının döneminde yönetime ağırlığını koymaya başladığı sıralarda gün yüzüne çıkan bu değişimin nereye kadar varacağını kestirmek zor. Suudilerin galiba Obama’nın da teşvikiyle- atmaya başladıkları adımların konuştuğumuz problemin çözümünde hayati derecede önem taşıdığını söyleyebiliriz. Ancak bunun tek başına hiçbir şey ifade etmeyeceğini de unutmadan...

Yazının devamı...

MHP çözüm sürecine karşı mı?

Siyaset özellikle Türkiye’de böyle bir şey… Eğer muhalefetteyseniz ülke yönetimi için farklı yaklaşımlarınız olmalıdır muhakkak; ama farkınız insanların hayatını değiştirecek mahiyet taşımıyorsa her zaman alıcı bulamayabilir. Aynı zamanda ülkeyi yönetenlerin izledikleri yolun dışında bir yol önermenize gerek olmayan durumlar da olur. Bu durumlarda matematikteki etkisiz eleman gibi görünmemek için ekstra çaba harcamanız gerekir. Çünkü ülkeyi hâlihazırda yönetmekte olan kadroların yaptıklarının yanlış olmadığını söylerseniz muhalefet olmanızın anlamı kalmaz. İktidar ne yaparsa yapsın yanlış olduğu söylenmelidir.

Nereden çıktı şimdi bu konu diye soracak olursanız, şuradan: Dün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, AK Parti hükümetinin Meclis’e sevk ettiği iç güvenlik paketi için “Türkiye’yi felakete sürükler” dedi. Derken bir başka MHP yöneticisinin açıklamasını duydum: Hükümet tarafından hazırlanan iç güvenlik paketinin özgürlükleri ortadan kaldıracağını vs. vs. söylüyordu o da.

Biliyorsunuz, yeni düzenlemeyle birlikte molotofkokteyli saldırı aracı sayılacak, maskeli eylemcilere ceza gelecek vs. Bunun gibi önlemlerle hükümetin çözüm sürecinin kırmızıçizgisi olarak ilan ettiği kamu düzeninin korunması hedefleniyor. PKK’nın özellikle doğu ve güneydoğu illerinde devlet otoritesini zayıflatmaya yönelik olarak organize ettiği sokak olaylarına karşı böylesi tedbirler gerekli görülüyor. Elbette bu yaklaşımı eleştirebilirsiniz. Devlet otoritesini sağlamanın bu şekilde mümkün olmadığını söyleyebilirsiniz. Yasa paketinde kişisel özgürlükleri zedeleyebilecek hükümler yer aldığını da söyleyebilirsiniz. Ayrıca bu konudaki hassasiyeti MHP’lilerin ifade etmesi çok daha önemli olabilir. Ama MHP’nin terörle mücadele konusunda bilinen çizgisini ve politikalarını değiştirmiş olduğuna dair bir emare yokken yapılan böylesi açıklamalar inandırıcı olamaz.

Oysa MHP lideri Bahçeli’nin bugüne kadar kamuoyunda takdir uyandıran bir tavrı var: O da ülke siyasetinde doğru olduğunu düşündüğü hususlarda parti siyasetini bir kenara bırakarak gerektiğinde hükümete destek verebilmesi. Özellikle terörle mücadele konusunda ve ülkenin milli güvenliğine yönelik tehditler bahsinde MHP lideri bu tavrın güzel örneklerini gösterdi. Bu tutumun karşılığını da seçimlerde gördü. Şimdi bu tutumundan vaz geçmesi toplumda olumlu bir yansıma uyandıramaz. Bunu görmeleri lazım.

Diğer yandan Bahçeli’nin üslubundaki gereksiz sertlik de istenmeyen algılamalara sebep olabilir. Zira MHP lideri özellikle Kürt sorunu ve bölünme tehlikesi konusunda öyle şeyler söylüyor ki bunları söyleyen bir kişinin Ankara’da oturduğu yerden siyaset yapması değil, eline silah alıp dağa çıkması beklenir. Yoksa onun da vatanseverliğinden şüphe duyulur. Eğer vaziyet Bahçeli’nin söylediği gibiyse, yani devleti yönetenlerin ihaneti sebebiyle ülkenin fiilen bölünmesi söz konusu hale gelmişse buna karşı sadece haftada bir bağırıp çağırmak çare olamaz!

Bahçeli haftada bir yaptığı grup konuşmalarında bunları söylüyor ama haftanın geri kalan günlerinde memlekette bir olağanüstülük varmış gibi davranmıyor. Ayrıca dile getirdiği vahim problemlere karşı herhangi bir çözüm önerisi de sunmuyor. Oysa selefi Türkeş’in iyi kötü bir çözüm önerisi vardı. “Devletin yönetimini altı aylığına bana verin, PKK terörünü bitireyim” diyordu mesela! Rahmetli Türkeş’in savunduğu yöntemin artık çözüm getirmeyeceğini MHP’liler de fark etmiş olmalılar ki böyle şeyler söylemiyorlar. Buna mukabil çözüm sürecini onaylamadıkları ortada. Belki de hiçbirimiz bu sürecin getirdiği her şeyi, mevcut ve muhtemel bütün sonuçlarını yürekten benimsiyor değiliz. Ama geldiğimiz noktada Türkiye’nin bütünlüğünü devam ettirebilmek için bunun dışında bir çare görünmüyor ortada. Zaten MHP’nin de bir alternatif önerisi yok. Galiba bu yüzden Bahçeli sesini alabildiğine yükseltip çok sert sözler sarf ederek bu eksikliğini örtmeye çalışıyor.

Bütün bunları da günlük siyasetin ve parti yöneticiliğinin gereği sayıp hoş görmek gerekir belki. Ama “iç güvenlik paketi bireysel özgürlükleri ortadan kaldırıyor” eleştirisi o bünyede biraz tuhaf görünüyor. İnandırıcı olmuyor.

Yazının devamı...

HDP’li seçim senaryoları

Türkiye’deki yüzde 10 seçim barajı gerçekten çok yüksek ve demokratik temsili zedeleyen bir unsur. Biliyorsunuz, vaktiyle milli görüş partilerini çıkış yolu bulmaya zorlayan baraj meselesi belirli bir süredir de Kürt siyasi hareketinin partilerini uğraştırıyor. Bir önceki yazımda da anlatmaya çalıştım, barajı baypas etmek için seçimlere bağımsız adaylarla girme yolunu kullanan bu partiler daha az sayıda milletvekili çıkarmaya razı olmak zorundaydılar. Şimdiyse HDP’nin önümüzdeki genel seçime parti listesiyle girmek istediği söyleniyor. Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 9,8 oranında oy almış olmasının parti yöneticilerine bu yönde cesaret verdiği anlaşılıyor. Abdullah Öcalan’ın da bu konuda talimatı olduğu iddia ediliyor.

HDP’nin barajı geçecek oranda oy alıp alamayacağı konusunu geçen yazıda tartışmıştık. Ancak şu var ki HDP önümüzdeki seçime parti olarak katıldığı takdirde barajı geçse de geçemese de her iki sonucun da sosyal ve politik yansımaları olacak.

Kendileri bakımından olumlu görünen senaryodan başlayalım: HDP barajı aşarsa nasıl bir siyasi tablo oluşur?

Öncelikle mecliste şimdikinden daha geniş bir gruba sahip olacaktır ve buna bağlı olarak diğer partilerin milletvekili sayıları düşecektir. En önemlisi, bu durumda AK Partinin sandalye sayısının 330’un üstüne çıkması çok zor hale gelir. (367 için ise iktidar partisinin oylarını yüzde 60’lar civarına çıkarabilmesi gerekiyor.)

AK Parti tek başına 330 sandalye bulamadığı takdirde anayasayı değiştirme konusunda kabiliyeti kısıtlanır. Mesela başkanlık sistemiyle ilgili bir girişimin başlatılması imkânsızlaşır. Çünkü bunun için -CHP ile MHP’nin tutumları belli olduğundan- HDP ile işbirliği yapılması icap eder. Ancak böyle bir işbirliğinin sakıncaları ortada olduğundan buna kolay kolay cesaret edilemez. Referanduma götürülecek olan anayasa değişikliğinin AK Parti seçmenini motive edeceği ve coşkuyla sandığa gidip evet demesini temin edeceği kuşkulu. Buna mukabil “şahsi ikballeri için bölücülerle işbirliği yapıyorlar” retoriği ekseninde yapılacak bir karşı propagandanın parti tabanında da az çok etkili olabileceği beklenmeli. (İki partinin birlikte 367’yi bulmaları mümkün olsa da -aynı sebeplerden dolayı- kendi meclis gruplarını böyle bir işbirliğine razı etmelerinin garantisi yok.)

Dolayısıyla HDP önümüzdeki seçime parti olarak katılır ve barajı aşacak kadar oy alırsa başkanlık rejimine geçmeye yönelik bir girişim bu dönemde kolay kolay başlatılamaz gibi görünüyor. Yani bu konuda yazılıp çizilenlerin tam tersini düşünüyorum ben.

Peki, HDP barajı aşamazsa nasıl bir siyasi tablo çıkar karşımıza?

Bu durumda özellikle AK Parti’nin meclisteki sayısal gücü artar. 330 rakamına kolayca ulaşabilir. Bu demektir ki anayasa değişikliği gerektiren konularda adım atılması nispeten kolaylaşır. Yani bu ihtimalin gerçekleşmesini iktidar kanadı bakımından olumlu senaryo gibi görmek mümkün. Ancak öte yandan Kürt Siyasi Hareketinin parlamento çatısı altında temsil edilemiyor olması çok ciddi sorunlar doğurabilir ki bu da HDP’nin baraj altı kalmasını hükümet için olumlu senaryo olmaktan çıkarır.

Özellikle parti tabanının radikalleşmesi riskini artıracak böyle bir gelişmenin yol açacağı sosyal psikolojiyi yönetmek zor olur. Diğer yandan bu durumda bölgedeki belediyeler eliyle derhal başlatılacak “fiili” bir özerkliğe yönelik uygulamalar çözüm sürecini tehlikeye atacak mahiyet alabilir. Zaten pamuk ipliğine bağlı olan “kamu düzeni” iyice denklem dışına itilirse yeniden silahlı çözüm seçeneğine mahkûm olabiliriz. İşte kötü senaryo diye ben buna derim.

Yazının devamı...

HDP seçim barajını aşarsa

Kürt siyasi hareketine ait partiler bugüne kadar seçim sistemindeki yüzde onluk yüksek baraj yüzünden seçimlere bağımsız adaylarla girme yolunu tercih ediyorlardı. Barajı baypas etmek için garantili bir yoldu bu. Hatta örgütlülük avantajlarını da iyi kullanarak belirli bölgelerdeki seçmenleri farklı adaylara oy vermeye yönlendirip bir seçim bölgesinde birden fazla milletvekili seçtirmeyi bile başarıyorlardı. Buna rağmen seçim sistemindeki bazı kurallar sebebiyle parti olarak seçime girmek çok daha avantajlı. Ama tabii barajı geçebilmek şartıylaÖ Diyelim ki Diyarbakır’da HDP birinci parti. Seçime HDP parti olarak değil bağımsız adaylarla girdiği takdirde aslında ikinci sırada olan parti -burada yüzde 1 oy almış olsa bile, eğer ülke barajını geçmişse- Diyarbakır’daki seçimde en yüksek oyu almış sayılacak ve milletvekili dağılımı da buna göre gerçekleşecek. Nitekim Diyarbakır gibi belirli illerdeki milletvekili dağılım rakamlarını partilerin yerel seçimde aldıkları oy oranlarıyla karşılaştırırsanız bunu çok net görebiliyorsunuz.

Şimdi eğer HDP önümüzdeki seçime parti olarak katılır ve yüzde 10 barajını geçerse şimdikinden yaklaşık üç-dört kat fazla sayıda milletvekilini meclise sokması mümkün. Ancak burada önemli olan alınacak oy oranının barajı aşıp aşamayacağını kestirebilmek. HDP’liler diyor ki zaten bizim oylarımız gitgide yükseliyor. Farklı kesimlerden de partimize teveccüh var artık. Cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığımız oy oranı yüzde 10’un sadece biraz altındaydı. Şimdi tabanımızı da iyice seferber edersek barajı geçmemiz işten bile değil...

Bir bakalım...

HDP’nin cumhurbaşkanı adayı olan partinin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş gerçekten de bu seçimde yüksek bir oranda oy almayı başardı. Yüzde 9,8 oranına ulaşan bu oy başarısının aynı zamanda psikolojik eşiğin atlatılmasında da rol oynayabileceği düşünülmeli. Yani “Nasıl olsa bunlar barajı geçemez” diyerek oy vermekten imtina eden ikinci dereceden parti sempatizanlarını da motive edebilir bu orana ulaşılmış olması.

Ama bu başarının geçen yılki cumhurbaşkanlığı seçiminin atmosferine bağlı olarak elde edildiği düşünülürse yeniden bir hesap yapmak gerekebilir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde alınan sonuçlar esas olarak partilere değil adaylara verilen desteği gösterir bir defa. Demirtaş’ın o seçim döneminde sergilediği tutumun HDP seçmeni olmayan belirli bir kitleye de sempatik geldiği doğru. Ancak o seçimde CHP’nin -MHP ile birlikte- Erdoğan’la yarışabilmek için Erdoğan’a benzeyen bir adaya destek vermiş olmasının bu parti tabanında hoşnutsuzluk yarattığını ve özellikle batıdaki büyük şehirlerde CHP’li seçmenin Demirtaş’a oy verdiğini unutmamalı. Ayrıca 10 Ağustos’ta seçime katılım oranının çok düşük olduğunu da akıldan çıkarmamalı. HDP önümüzdeki seçimde sayı olarak 10 Ağustos’ta aldığı kadar oyu alsa bile aynı oranı tutturması için seçime katılımın da aynı oranda düşük olması gerekir. Bu da çok mümkün değil gibi görünüyor.

Demek istediğim, HDP’nin yüzde onluk seçim barajını aşma ümidini cumhurbaşkanlığı seçimindeki oy başarısına dayandırması gerçekçi değil. Düşünün ki 10 Ağustos’tan yaklaşık dört ay önce gerçekleşen 30 Mart yerel seçimlerinde HDP/BDP oyları yüzde 6 civarındaydı. Bu kadar kısa bir süre içinde bu partiye yönelik desteğin böylesine dramatik oranda artış göstermesi akla ve mantığa uymayacağına göre cumhurbaşkanlığı seçiminde elde edilen sonucu bu seçimin kendine özgü doğasına ve toplumda oluşturduğu atmosfere bağlamak en doğrusu.

Peki, HDP sözcülerinin “seçime bu defa parti olarak gireceğiz” açıklaması kendilerine duydukları güvenin mi işareti, yoksa bu bir tehdit mi?

Bu sorunun cevabını da önümüzdeki günlerde bulmaya çalışacağız.

Yazının devamı...

2015 başladı Hazır mıyız?

Uluslararası Ermeni hareketi için 2015 ancak önceki gün başladı. 1915 olayları hakkında yaklaşık yüz yıldır neredeyse bütün dünya çapında kesif ve etkili bir propaganda faaliyetini devam ettiren Ermeni kuruluşları 1915’in yüzüncü yıldönümünde bir “altın vuruş” gerçekleştirme arzusu içindeler. Asıl hedef 24 Nisan’da belirli merkezlerde soykırım tezini tanıyan kararlar alınmasını ve açıklamalar yapılmasını temin etmek... İsviçre’deki mahkeme bir anlamda başlama vuruşu oldu.

Türkiye’nin de bu davanın taşıdığı önemin farkında olduğu kuşkusuz. Geçen haftaya kadar yurtdışına çıkış yasağı olan Doğu Perinçek’in tam da duruşma öncesinde yasağının kaldırılmış olması tesadüf olmasa gerek. Diğer yandan CHP’nin eski genel başkanı Deniz Baykal ile AK Parti’den eski AB Bakanı Egemen Bağış’ın mahkeme salonunda hazır bulunmaları siyasi jest olarak anlamlı ve çok önemliydi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz yıl 1915 olaylarında hayatını kaybedenler için yaptığı taziye beyanı veya Başbakan Davutoğlu’nun bu yıl Hrant Dink’in ölüm yıldönümünde yayınladığı açıklama da bu anlamda değerli jestler. Görünen o ki bir yanda küresel ölçekte yürütülen devasa bir propagandaya karşı Ankara’daki devlet aklı veya siyaset refleksi bu türden jestler ortaya koyarak karşılık verebiliyor. Peki, bunlar yeterli mi? Diasporanın uzun yıllardır “altın vuruş” için hazırlandığı 2015’e biz ne kadar hazırız?

Osmanlı Ermenileri Birinci Dünya Savaşı sırasında devlete karşı isyanlar çıkardıkları ve düşman Rus ordusuna yardım ettikleri gerekçesiyle zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. Savaş yıllarında gerçekleşen bu zorunlu göç sırasında bölgedeki başıboş aşiretler ve çetelerce kimileri intikam hisleriyle kimileri soygun amacıyla yapılan acımasız saldırılar sonucunda çok sayıda masum Ermeni’nin hayatını kaybettiği bir gerçek. İstanbul hükümetinin bu saldırıları engellemek için çaba sarf ettiği ve olaylarda kusuru bulunan devlet görevlilerini en ağır biçimde cezalandırdığı da bir gerçek. Ne var ki bağımsız bir devlete sahip olacağım derken anavatanlarından olan Ermeni siyasi hareketinin varisleri hem 1915’i hem de 1915 öncesini tek taraflı, yani inanmak istedikleri şekilde yorumluyorlar ve bütün dünyaya da kendi bakış açılarını kabul ettirmek istiyorlar. Batı kamuoyu için de 1915 olayları bir asırdır devam eden tek yanlı propagandanın etkisi altında ve “Müslüman - Hıristiyan mücadelesi” bağlamında anlam buluyor ve kategorik olarak Hıristiyan tarafın tezi yakınlık görüyor. Ermeni soykırım tezinin “küçük” bir kusuru var. Belgelerle ispatlanamıyor. Bunun için ise devreye uydurma kanıtlar sokuluyor. Mesela “Talat Paşa Telgrafları”... Aram Andonyan isimli bir yazarın yayınladığı kitapta “bütün Ermenileri kadın çocuk ayırmadan öldürün” mealinde telgraf metinlerine yer veriliyor. Şinasi Orel ve Süreyya Yuca’nın uzun zaman önce “Ermenilerce Talat Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü” adıyla yayımlanan çalışmalarında söz konusu telgrafların sahte olduğu kanıtlandı.

Keza Heath Lowry büyük emek ürünü “Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’nün Perde Arkası” kitabında Ermeni tezlerinin en önemli dayanaklarından olan “Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü”nde yer alan iddiaları ve dönemin yöneticilerine atfedilen birtakım ifadeleri büyükelçinin başta kendi günlüğünde olmak üzere, mektuplarında ve Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporlarda aynı konuda yazmış olduklarıyla karşılaştırmıştır. Büyükelçinin ağzından yazılan kitabın gerçekleri yansıtmaktan uzak olduğu anlaşılmıştır.

Daha birçok örnek var bu alanda. “Soykırımı Atatürk kabul etmiştir” iddiasının dayanağı olan sahte röportajdan Torosyan adlı bir Osmanlı Ermenisine atfedilen ve yine sahte olduğu anlaşılan günlüklere kadar...

Ancak “2015’e ne kadar hazırız?” sorusu bağlamında asıl haber şu: Yukarıda bahsettiğim iki kitabın da yıllardır baskıları mevcut değil. Türk tezinin en önemli dayanakları durumundaki bu iki kitabı okumak isterseniz bir kitabevinde bulamazsınız. Şaka değil, gerçek bu!

Napoleon kaybedilen bir muharebeden sonra komutanına sormuş, “neden?” diye... Komutan “Yenilgimizin üç sebebi var. Bir, barutumuz bitmişti...” diye başlayınca, “Yeter, ötekileri sayma” diye susturmuş adamını.

2015’e hazır mıyız?

Yazının devamı...

“Daha görünür cumhurbaşkanı” modeli

Başkanlık sistemi konusuna devam... En son nerede kalmıştık? Türkiye’de başkanlık rejimine geçişin imkânlarını ve zorluklarını tartışıyorduk. Ancak konunun çok boyutluluğu yüzünden analizimizi iki yazıya sığdıramamıştık. Derken araya Suudi kraliyet ailesiyle ilgili iki yazı girdi. Bu yüzden unutanlar ve yeni başlayanlar için kısa bir özetle başlayalımÖ İlk gün cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bakanlar kuruluna başkanlık etmesi üzerine üretilen spekülasyonlardan yola çıkıp “fiilî bir başkanlık modeli mi inşa ediliyor?” sorusuna cevaben başkanlık sistemine geçişin yapısal olduğu kadar politik zorluklarının da bir hayli fazla olduğunu anlatmış, ama günümüzde oluşan fiili durumun gözardı edilmesinin mümkün olmadığını söylemiştik.

İkinci gün ise Demirel’den Özal’a ve Erdoğan’a kadar sağ siyasetçilerin başkanlık sistemini halktan aldıkları yetkiyi atanmışlarla paylaşmaktan kaçınmak amacıyla arzu ettiklerini anlatmıştık. Şimdilerde adına vesayet rejimi denilen o siyasi düzen içinde bu bir çıkış yolu olarak görülüyordu. (Keza 2007’de referandumla kabul edilen ve cumhurbaşkanın doğrudan halkın oylarıyla seçilmesini getiren anayasa reformu da aynı ihtiyacın ürünüydü.)

Ancak tam da bu noktada şu soru karşımıza çıkmıştı: Türkiye’deki bürokratik vesayet düzeni artık büyük ölçüde ortadan kalkmış olduğuna göre, Erdoğan’ın başkanlık sistemiyle ilgili talebi hâlâ geçerli ve haklı bir talep mi? Bu soruya herkes kendi anlayışına veya kendi siyasi pozisyonuna göre bir cevap verecek artık. Ama fiili durumu görmezden gelemeyiz. Bugün devletin başında doğrudan halkın oyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı var. Siyasetin içinden gelen, üstelik iktidardaki siyasi partinin kurucusu ve 12 yıllık icraatının mimarı olan bir siyasetçi. Ayrıca Erdoğan’ın kişisel üslubu da alışılandan daha aktif, icra konularıyla daha fazla ilgili bir cumhurbaşkanı profili yansıtıyor. Demek istediğim, eskisinden farklı bir cumhurbaşkanlığı döneminin başladığını kabul etmek lazım.

Peki, en baştaki soruya dönelim, bugünkü fiili durum başkanlık sisteminin ilk adımını mı oluşturuyor? Bence hayır. Zira bugün Erdoğan’ın kullandığı yetkiler mevcut anayasanın cumhurbaşkanlarına tanımış olduğu yetkiler zaten. Bundan önceki cumhurbaşkanları da icra konularıyla az çok meşgul oldular. Bugünkü tartışma sırasında unutulan veya görmezden gelinen husus bu. Zaten cumhurbaşkanının anayasal yetkileri ve görevleri bu meşguliyeti gerekli kılıyor.

Ayda bir defa Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına başkanlık eden, haftada bir başbakanla görüşen, yine haftada bir genelkurmay başkanını ve MİT müsteşarını kabul edip dinleyenÖ Büyükelçileri, valileri, emniyet müdürlerini hükümetle müzakere ederek belirleyenÖ Birçok anayasal kurumun ve kurulun üyelerini ve yöneticilerini atayanÖ Hepsinden önce Bakanlar Kurulu’nu tayin eden; hükümeti kurma görevi verdiği siyasetçiyle birlikte kabine listesinin son halini veren... Mecliste yasaların hazırlanması aşamasından itibaren fikrini bildiren, uygun görmediğini onaylamayıp geri gönderebilenÖ vs. vsÖ Bir cumhurbaşkanı modeli var Türkiye’de.

Bu modelin siyaset dışı veya icraatla ilgisiz bir devlet başkanı modeli olduğu söylenebilir mi? Tabii ki söylenemez. Doğrusu bugün Tayyip Erdoğan’ın da bütün bunlardan daha fazlasını yaptığını ileri sürmek mümkün değil. Demek istediğim, Türkiye’de zaten hem de jure (yasal) hem de facto (fiilî) olarak bir tür yarı başkanlık rejimi var sayılır.

İlk günkü yazıda da söylemiştik, Erdoğan’ın başkanlık sistemini arzu ettiği sır değil. Ama bu mümkün olmazsa bile eskisinden biraz farklı bir cumhurbaşkanlığı performansı göstereceğini tahmin etmek de zor değil. Peki, nasıl bir farklılık bekleyebiliriz? Büyük ihtimalle Erdoğan’ın kişisel üslubunun ve kendine özgü siyaset tarzının da etkisiyle “daha görünür cumhurbaşkanı” modeliyle karşılaşabiliriz. Yani seleflerinin fazla görünür olmadan yaptıklarını biraz daha göz önünde ve yüksek sesle yapan bir cumhurbaşkanı olacaktır Erdoğan. Ancak Mayıs ayında gerçekleştirilecek genel seçimin ortaya çıkaracağı tablo bu noktada belirleyici olacak.

Yazının devamı...

Tahtını yaparsın bahtını yapamazsın

Suudi hanedanı içindeki gruplaşmalar üzerine birkaç yıldır denk geldikçe yazıyorum. Ancak hem bu ülkenin kapalı yapısı hem de alabildiğine geniş bir aile içindeki karmaşık siyasi mücadelelere nüfuz etmenin zorluğu analitik olmaktan ziyade enformatik karakterde yazmak zorunda bırakıyor bu alanda kalem oynatanları. Bu yüzden her seferinde kim kimdir sorusu etrafında dolanmak zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla bölgenin en güçlü ülkelerinden birini nelerin beklediğine ilişkin bir senaryo oluşturabilmek için önce Suudilerin yeni kralı kimdir, yerine geçecek olan kişi kim olacak vb. sorulara cevap vermek gerekiyor.

Yeni kral 80 yaşında ve epeydir devam eden sağlık sorunlarından müteessir. Dolayısıyla saltanatının çok uzun süreli olmayacağı hesaplanıyor. Yerine gelecek kişi ise şimdiki kral veliaht prensken önceki kral tarafından “ikinci veliaht” ilan edilmiş olan Prens Mukrin. O dönemde Suudilerin tarihinde ilk defa olmak üzere- ikinci veliaht ataması yapılması hem kralın hem de veliahtın sağlık durumlarının riskli olmasına ve aynı andan hem kralın hem de veliahtın ölmesi durumuna karşı bir tedbir olduğu söylenmişti. Ancak eski kralın bu tasarrufuyla şimdiki kralın veliaht tayin etme hakkını elinden almış olduğunu ve dolayısıyla bunun bir siyasi darbe olduğunu düşünenler de çıkmıştı. Amaç ne olursa olsun, şimdi ortaya çıkan sonuç itibarıyla Prens Mukrin’in yakın bir zamanda tahta çıkmasının mümkün olduğu söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki Suudi Arabistan’da bütün siyasi hesaplar da şimdiden buna göre yapılmaya başlamış bulunuyor.

Kral Abdullah ihdas ettiği ikinci veliaht kadrosuyla kendinden sonra yerine geçecek kralın kendi veliahtını belirleme imkânını elinden almış olmasaydı ne olacaktı? Hanedan’ın Sudayri klanına mensup olan Kral Salman muhtemelen bu klanın üyelerinden birini veya Sudayrilerin müttefiklerinden birini veliaht tayin edebilecekti. Bahsettiğimiz sıra dışı uygulama konusunda kral Abdullah’ı ikna edenler bunun önüne geçmek istiyorlardı muhtemelen.

Zaten yeni kralın derhal ikinci veliaht olarak atadığı isim de bu kuşkuyu haklı çıkarıyor. Prens Mukrin’in ardından tahta geçecek olan Prens Muhammed de yabancı değil, Sudayri yedilisinden Nayef’in oğlu. (Kral Abdullah’ın ilk veliahtı Sudayri yedilisinden Sultan -seksenli yaşlarını sürmekteyken- ölünce yerine gelen öz kardeşi Nayef de taht sırası kendisine gelmeden ömrünü tamamlamıştı. Nihayet Sudayrilerin en küçüğü Salman veliaht oldu ve kendisinden 10 yaş büyük olan kral ölünce tahta oturdu.)

Ne var ki Kral Abdullah’ın veya çevresinin hesabı başkaydı: Salman’ın da kendinden önceki iki öz abisi gibi veliahtken hayata veda etmesi ve Mukrin’in tahta geçtikten sonra kendisine yapılan iyiliğin karşılığında- veliaht olarak Kral Abdullah’ın oğlu Mutib’i ataması hesaplanıyordu.

Peki, Abdullah kendi oğlunu niye kendisi veliaht veya ikinci veliaht yapmadı? Suudi Arabistan’ın kurucusu Abdülaziz’in henüz hayatta olan oğulları dururken bunu yapmaya gücü yetmezdi. Ancak Mukrin kurucu kralın en küçük oğlu. Dolayısıyla Mukrin’in veliahtının üçüncü nesilden biri olması kabul edilebilir bir durum olurdu.

Ancak şimdi yeni kral da bir önceki kralın yaptığını yaparak ikinci veliahtı kendisi belirledi. Selefinin ikinci veliaht yaptığı Mukrin’i veliaht ilan ederek de bu alanda yeni bir teamülün oluşmasını fiilen onayladı. Dolayısıyla Mukrin’in de yeni oluşan bu teamüllere aykırı davranmayacağı az çok garantiye alınmış oldu. Yani hem bundan sonraki hem de ondan sonraki kralın kim olacağı kâğıt üzerinde belli. Ama tabii gerçek hayatta olaylar çok daha farklı gelişebilir. Bundan sonraki gelişmelerin yönünü veya niteliğini belirleyecek faktörlerin başında doğal olaylar var elbette. Onun önünde durulmuyor. Bütün hesaplar bir anda ters yüz olabiliyor.

Şu da var: Geleceğe ilişkin projeksiyon yaparken siyasi yapıdaki çatışma noktaları kadar ülkenin sosyal yapısının kırılganlığını da göz ardı etmemek lazım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.