Şampiy10
Magazin
Gündem

Paris katliamına neresinden bakalım?

Paris’teki kanlı saldırıda 11 çalışanı öldürülen dergi üç yıl önce yayınladığı islamofobik karikatürlerle anılıyor. “İslâm Peygamberinin karikatürlerini yayınlayan dergi” diyorlar ilk andan beri saldırı haberini verirken. Zaten saldırganlar da olay yerinde tekbir getirip “Peygamberimizin intikamını aldık” diye slogan atmışlar. Peki, neden bugün? Üç yıl önce gerçekleşen olayın intikamı, konu artık iyice küllendikten, neredeyse herkes o meseleyi unuttuktan sonra mı alınırmış?

Burada mantık başka türlü bir açıklamaya ihtiyaç duyuruyor. Ama saldırının bahsedilen sebeple işlenmiş olamayacağını söylemenin de anlamı yok şu anda. Hem saldırganların eylem sırasında attığı sloganlar hem de daha önce söz konusu karikatürler yayınlandığında gösterilen tepkiler bunun aksi yönünü işaret ediyor.

Zaten bunun bir bakıma haklı bir eylem sayılması gerektiğini düşünen bazı marjinaller de var. Hem söz konusu derginin islamofobik yayınlarının hem de topyekûn Batı’nın İslâm coğrafyasında yapıp ettiklerinin bu sonucu getirdiğini söylüyorlar. Diyorlar ki Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da ve diğer İslam ülkelerinde son on yıl içinde milyonlarca masum sivil Müslüman öldürüldü. Bu katliamlar başta ABD olmak üzere emperyalist Batılı güçlerin ve bu arada Fransa’nın günahları arasında... Evet, bunlar doğru. Ama bundan dolayı Paris’teki cinayet için “Ektiklerini biçiyor vs” demek vicdansızlık. Çünkü hiçbir gerekçe silahsız insanların üstüne rastgele kurşun yağdırıp katliam yapmayı meşrulaştıramaz. Daha da önemlisi, sizin inancınız bakımından meşru olmayan bir yöntemle inancınıza yönelik saldırılara cevap vermeniz sizi siz olmaktan çıkarır, mücadele ettiklerinizden biri haline getirir.

Peki, İslâm peygamberini hedef alan hakaretler cezasız mı kalsın? Hayır, Müslümanlar bunu sineye çekmek zorunda değiller. Ama bize ne kadar ağır gelirse gelsin dini değerleri aşağılayan yayınların cezasını kendi başımıza veremeyiz. Bireysel olarak böyle bir yetki verilmiş değil hiç birimize. Ayrıca zaten böyle bir suçun cezası da ölüm değil İslam’a göre. (Diğer yandan bu ve benzer eylemleri gerçekleştiren grupların islâmın marjinal bir yorumunu benimseyen aşırılıkçılar olduğunu ve Müslümanların genelini temsil etmediklerini hatırlamak gerekiyor.)

Müslümanlara yakışan böylesi hakaretleri ve hatta fiili saldırıları medeni bir şekilde protesto etmek ve gerek hukuk gerekse siyaset aracılığıyla bunlarla mücadele etmektir. Ama “bu tür yayınlar ifade özgürlüğü kapsamında kabul edilmeli ve ses çıkarılmamalı” diyenlere de itirazım var. Dinin ve dindarların kutsal saydığı değerlerin aşağılanması ifade özgürlüğü çerçevesine girebilir mi? Batılılar “evet, ne var bunda!” diyorlar. Gerçekten de batıda bütün dinlerin kutsal değerleri eleştiri ve hatta hakaret nesnesi olabiliyor. Hukuk kurumları böylesi yayınları büyük çoğunluğu itibarıyla ifade hürriyeti kapsamında değerlendiriyor, suç kabul etmiyor. Bunlar arasında suç unsuru taşıdığı kabul edilen örnekler de var ama bunların sayısı ve oranı çok çok önemsiz seviyede. (Ayrıca Batı’daki “kutsal” ifade özgürlüğünün “antisemitik” olarak görülen fikirler için geçerli olmadığını da unutmayalım.)

Dolayısıyla Batılı devlet adamlarının ve aydınların çoğunlukla Müslümanları rencide eden karikatürlerin yayınlanmasında bir sakınca görmüyor olmalarını derhal bunların İslam düşmanlığına hamletmek yanlış olabilir. Ancak buradaki asıl yanlış “avrosantrik” bir bakış açısını evrensel standart saymaktan kaynaklanıyor. İfade özgürlüğünün sınırını belirleme yetkisi Hıristiyan Batı toplumlarına ait bir yetki olamaz.

Mesela peygamberlerinin suretinin resmedilmesini bile sakıncalı gören bir kültürün mensuplarından, ifade hürriyeti adına, Allah’ın elçisinin aşağılandığı karikatürlere tahammül göstermelerini istemek büyük haksızlık. Ne var ki kendi kültürlerinin standartlarını evrensel kurallar olarak gören Batılılar farklı kültürlerin geliştirdiği farklı hassasiyetlere anlayış ve saygı göstermeye eğilimli değiller. Bu problem başka birçok problemin de kaynağı.

Ama konunun hassasiyetine binaen tekrarlayalım, Paris’teki katliam ve benzeri intikam veya cezalandırma eylemleri hiçbir şekilde onaylanamaz; mazur ve meşru gösterilemez. Ne insani açıdan ne de İslami açıdan... Zaten bu tür olaylar en fazla Müslümanlara zarar veriyor. En başta Fransa’da yaşayan dört milyondan fazla Müslüman’ın hayatı artık çok daha zorlaşacak. Avrupa genelindeki islamofobik eğilimlere de güç kazandıracak bu olay. Fransa’nın 11 Eylül’ü olarak nitelenen bu olayın global ölçekte de etkileri olacaktır. Örneğin son dönemde Suriye ve IŞİD sorunu konusunda Türkiye’nin tezlerini destekleyen tek ülke olan Fransa Ortadoğu politikasında da bazı değişikliklere gidebilir.

Galiba bu konuları bir süre daha konuşacağız...

Yazının devamı...

Cemaatin ‘rehber’i masum!

Geçenlerde “kesin inançlılar”dan söz etmiştim. PKK kitlesinin akılla, mantıkla bağdaşmayan önyargılarını izah sadedinde... Ama tabii bu sadece Kürt Siyasi Hareketi sempatizanlarına has bir durum değil. Her görüşten, her meşrepten insanı kendisine madun edebilen bir tür hastalık veya psikolojik hal... Zaten Eric Hoffer de, ister Budist olsun ister komünist, kitle hareketleri içinde yer alan herkesin ortak bir karakteristiğe sahip olduğunu söylüyordu. Kesin inançlı kişi, diyordu Hoffer, kendi görüşünün mutlak doğru olduğunu, tartışılamaz olduğunu ve hatta başkalarına zorla kabul ettirilmesi gerektiğine inanır.

Hoffer eserini konuyla ilgili sınırlı sayıdaki kaynağı kullanarak ve kendi çevresinde olup bitenleri gözlemleyerek yazmıştı. Gerçi insan psikolojisi farklı kültürler içinde bile üç aşağı beş yukarı aynı tezahürlere sahip. Yine de Hoffer eğer Türkiye’deki kitle psikolojisi tezahürlerini gözlemleme imkânı bulsaydı muhakkak daha zengin bir malzeme üzerinde çalışacağından daha farklı sonuçlara da ulaşabilirdi.

Belki hatırlayan olur... Rahmetli Erbakan, seçmen kitlesinin ezici çoğunluğunun ülkedeki iki büyük partide bloke olmasına itiraz ederek, seçmeni “takım tutar gibi parti tutmaktan” vaz geçmeye çağırırdı. Her ne kadar sonradan onun partisini “tutanlar” ülkedeki en büyük seçmen grubu haline gelmişse de Erbakan’ın işaret ettiği mesele sosyolojik bir realiteye tekabül ediyordu. Gerçekten de siyasi parti taraftarlığı ne yazık ki futbol takımı taraftarlığından ancak bir gömlek daha fazla akla ve mantığa dayalı bir davranış. Hatta kişilerin sosyo-ekonomik statüleri ve kültürel aidiyet hisleri bu taraftarlıkta belirleyici olduğu için belki çok daha güçlü bir kimlik zamkı.

Siyasi parti taraftarlığı böyleyse daha katı bir takım ideolojik gruplarda veya “mesiyanik” inanışlara dayanan bazı dinî cemaatlerdeki mensubiyet duygusunu siz düşünün! Mesela Pennsylvania Cemaati de böyle bir yapı. Hz. Peygamber’in sık sık hocalarının yanına gidip geldiğine, hocalarını üzen olursa deprem, sel gibi doğal afetlerin oluştuğuna inanacak kadar “orijinal” bir cemaat bu.

Sözgelimi, “Cemaatin hiç mi hatası yok?” diye bir soru soracak olursanız, “Böyle bir soru, Cemaat’e 40 yılı aşkın süredir ilmîmanevî rehberlik yapmış zâta gerekli muhasebeyi yapmadığı töhmeti ve hakaret manâsı taşır” cevabını alabilirsiniz. Bu cevabı veren kişiler “günahlar peygamberler için vahye, diğer rehberler içinse ilhama mânidir” argümanıyla kendi “rehber”lerinin hata yapmayacağını savunabilirler. “Din’e gerçekte hizmet eden bir Cemaat’in şahs-ı manevîsi velâyet-i kübra sahibidir ki, bu da, peygamberlere veraset demektir” iddiasıyla ise Cemaatin peygamber gibi masumiyet sahibi (günahsız) olduğuna inanmanızı da sizden isteyebilirler. (Bu paragraftaki tırnak içindeki lafları ben uydurmadım; Cemaat’in önde gelenlerinden Ali Ünal’ın Zaman gazetesindeki yazısından iktibas ettim hepsini!)

Ne diyorduk? Kesin inançlı kişiler diyorduk... Kesin inançlı kişinin kendi görüşünün mutlak doğru olduğuna dair inancı o kadar sağlamdır ki başka görüşleri görüş olarak kabul etmez. Dolayısıyla cemaati eleştirenleri de “İslam düşmanı, münafık vb” olarak görür. En iyi niyetlisi, “Bunlar bizim yaptıklarımızı eleştirdiklerine göre herhalde bu iş için menfaat temin ediyor olmalılar” diye düşünür.

Şu anda tecrübe konuşuyor. Çünkü kişisel olarak da bu psikolojinin doğrudan muhatabıyım. Ne zaman Cemaatle ilgili eleştirel bir laf edecek olsam gelen tepkiler içinde en fazla ifade edilen argüman “tabii bunun için para alıyorsun” oluyor. Oysa Cemaatin ülkeyi yönetenlerle iyi geçindiği dönemlerde de bazı ciddi riskleri göze almak pahasına bu eleştirileri ifade edenlerden biri var karşılarında.

Bir de tabii insanın muhatabını kendi gibi bilmesi şeklindeki psikolojik realite var! Demek ki cemaati öven yazılar yazan, bu meyanda konuşan kişilerin de maddi menfaat için bunu yaptıklarını düşünüyorlar.

Belki de bir şey biliyorlar.

Yazının devamı...

Yüce Divan kararı çıkacak mı?

Bugün TBMM’de kritik bir oylama var. AK Partili dört eski bakan hakkında ortaya atılan iddiaları değerlendirmek üzere kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu adı geçen kişilerin Yüce Divan’a sevk edilmelerinin gerekip gerekmediğine karar verecek. Ancak nihai karar bilahare milletvekillerinin tamamının katılımıyla Meclis genel kurulunda yapılacak oylamada belli olacak. Yani genel kurulda alınacak karar bugün komisyon tarafından verilecek karardan farklı yönde olabilir. Diyelim ki bugün Yüce Divan’a sevk kararı çıktı komisyondan, eğer genel kurul oylamasında milletvekillerinin çoğunluğu buna hayır derse eski bakanların Yüce Divan’a gönderilmesi mümkün olmayacak. Elbette tersi için de aynı şey geçerli.

Yalnız şöyle bir durum söz konusu bugünkü oylamayla ilgili: Meclis Soruşturma Komisyonu'nda çoğunluğu oluşturan AK Partili üyeler aynı zamanda partilerinin Meclis grubunun eğilimini de temsil ettiği düşünülen kişiler. Dolayısıyla Meclis grubunun eğilimini de yansıtan bir karar çıkacak bu üyelerden. Diğer yandan, meseleyi enine boyuna inceleyip ilgili kanıtları görerek vicdani bir kanaate ulaşmış olduklarından şüphe duyulmayacak Soruşturma Komisyonu üyelerinin vereceği bir kararın aksi yönünde oy kullanmayı AK Partili milletvekillerinin çok azının tercih edeceği düşünülüyor. Özetlersek, bugünkü Komisyon oylaması sanıldığından çok daha kritik.

Peki, lafı dolaştırmaksızın sonuçla ilgili ne söylenebilir? Komisyon’dan Yüce Divan kararı çıkar mı, çıkmaz mı? Bu soruya ne yazık ki yine biraz dolambaçlı bir cevap vermek zorundayım. Geçenlerde bu konudaki kişisel görüşümü yazmıştım. Bu sefer kendi görüşlerimi değil, AK Parti camiasında bu konuya nasıl bakıldığına dair gözlemlerimi yazmak istiyorum. AK Parti’nin hemen her kademesinden kişilerle bu konu üzerine yaptığım kişisel sohbetlerden edindiğim izlenimleri aktaracağım. Bunlara bakarak sonuçla ilgili tahmininizi kendiniz yapabilirsiniz.

Gördüğüm kadarıyla, bu konuda farklı yaklaşımlar var. Öncelikle “paralel yapı”nın gerçekleştirdiği 17-25 Aralık operasyonlarının onaylandığı şeklinde bir kamuoyu algısının oluşması istenmiyor. Ayrıca Yüce Divan görevini üstlenecek olan Anayasa Mahkemesi’nin adil ve tarafsız bir karar verebileceğine ilişkin kuşkular var bazı AK Partililerde. Özellikle Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın adeta bir muhalefet partisi sözcüsü gibi yaptığı açıklamalar sık sık hatırlatılıyor. Bütün bunlardan dolayı bugünkü Komisyon oylamasında ve bilahare genel kurulda “Yüce Divan’a hayır” denilmesini hararetle savunanlar var.

Diğer yanda ise partilerinin yolsuzluk suçlamalarını örtbas ediyor gibi görünmesinin daha büyük sorun olduğunu düşünenleri görüyoruz. Bu ikinci gruptakilerin sesi kamuoyunda daha az duyuluyor ama sayısal çoğunluk bu tarafta benim gördüğüm kadarıylaÖ Onu bilhassa söylemek isterimÖ Bu grubun konuya yaklaşımını ifade eden argümanlar ise şöyle özetlenebilir: “Biz Meclis’teki oylamada Yüce Divan’a evet de desek hayır da desek paralel yapının propaganda aygıtı bunu aleyhimize kullanacak. Evet desek bizim iddialarımızı kabul ettiler diyecekler. Hayır desek yolsuzlukları örtüyorlar diyeceklerÖ Eğer bir suç işlenmişse kimsenin yaptığı yanına kar kalmamalıÖ Paralel yapıya karşı bunlar için mücadele etmedik. AK Parti hiç kimseyi sırtında taşımaya mecbur değil.”

Diğer yandan AK Partililer arasında, suçlanan dört eski bakanla ilgili olarak da kapsayıcı bir görüş yok. Açıkça söylemek gerekirse, adı geçenlerden “ikisi”nin masum olduğuna inanılırken diğer “ikisi” hakkındaki iddialar ise ciddiye alınmış görünüyor.

Sonuç olarak, bugün gerçekleştirilecek oylama hakkında ne Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ne de Başbakan Davutoğlu’nun bir kanaat veya beklenti açıklamamış ve hatta en küçük bir işaret vermemiş olduklarına da bakılarak AK Partili milletvekillerinin siyasî gerekçelerle değil, sadece vicdanî kanaatlerine göre oy kullanacakları söylenebilir.

Yazının devamı...

‘Paralel yapı’yla mücadeleye eleştiriler

Milli Güvenlik Kurulu’nun “paralel örgüt” olarak tanımladığı ve devletin “kırmızı kitap”ına da tehdit unsuru olarak girdiği açıklanan Pensilvanya yapılanmasına karşı devletin tutumu tartışma konusu... Tartışma konusu derken cemaat mensuplarının itirazlarını veya bu dönemde cemaatin yanında yer almayı “asıl önemli tehdit” olarak gördükleri AK Parti iktidarıyla mücadele için şart gören sol-liberal çevrelerin tutumunu kastetmiyorum. Kastettiğim devlet içinde devlet olma çabası içindeki bir cemaatin emniyet, yargı, maliye, askeriye gibi kritik devlet birimlerinde kadrolaşarak kendi özel ajandası doğrultusunda yaptığı illegal işlere itiraz edenlerin tutumları. Bunlardan bazıları söz konusu haklı mücadelenin hızlı yürütüldüğünü, kurunun yanında yaşın da yanma ihtimalinin olduğunu düşünüyorlar. Bir diğer endişe bu mücadelenin bazı ilgisiz ellerde amacından sapabileceğine ilişkin... Mesela geçmişte rakiplerini “Ergenekoncu” diye suçlayan bazı muhterislerin bugünlerde ise “paralel” suçlamasını bu konularla ilgisi olmayan masum rakiplerini yıpratmak için kullanabildiğine dikkat çekiyorlar. Kısa süre öncesine kadar cemaatin ajandasını en gür sesle savunan bazı figürlerin bugünlerde aynı ses gürlüğü içinde bu defa cemaat karşıtlığının şampiyonluğunu kimselere bırakmıyor olmaları meselenin hassas noktası olarak gösteriliyor.

Bu konudaki diğer görüş ise tam aksine paralel yapıyla mücadelenin yeterince kararlılık içinde yürütülmediği yönünde. Bu kesimin sürece ilişkin eleştirileri de şöyle özetlenebilir: 17 Aralık’ın üstünden bir yıldan fazla süre geçti, 7 Şubat’ın üstünden ise yaklaşık üç yıl geçti. Başbakanlık ofisinde böcek bulundu. Devlet adamlarının, siyasetçilerin, gazeteci ve aydınların telefonlarının dinlendiği ortaya çıktı. Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vb. davalarda sahte belgeler üretildiği, yalancı tanıklar kullanıldığı iddiaları ortaya çıkan yeni deliller ışığında kamuoyunda kabul gördü... Bütün bunlara rağmen paralel yapıyla mücadelede tatmin edici bir mesafe alınamadı. Sadece emniyetteki kadrolar dağıtıldı; ne maliyeye ne de askeriyeye sıra gelmedi bir türlü. Yargıdaki paralel yapılanma ise alınan bütün önlemlere, atılan bütün adımlara rağmen hâlâ yerli yerinde duruyor...

Yargıtay’ın Hanefi Avcı ve Nedim Şener kararları bunun kanıtı olarak gösteriliyor... Cemaatin emniyetteki örgütlenmesini deşifre eden bir kitap yazdıktan sonra solcu bir terör örgütünün üyesi olmakla suçlanarak hapse atılan sağcı emniyet müdürü Hanefi Avcı hakkında verilen ceza geçtiğimiz günlerde Yargıtay 9. Ceza Dairesince onanmıştı. Aynı şekilde bu sürecin sembol isimlerinden biri haline gelen gazeteci Nedim Şener de Hrant Dink cinayetinde bazı emniyet mensuplarının rolünü anlatan kitabı dolayısıyla demir parmaklıklar arkasında bulmuştu kendisini. Kitabında emniyet görevlilerini terör örgütlerine hedef gösterdiği iddia edilen Şener’i yargılayan mahkemenin beraat kararını da yine Yargıtay 9. Ceza Dairesi bozmuştu. Yargıtay’ın bozma kararının ardından yeniden görülen davada ise ceza ertelendi. Beraat yerine erteleme kararının anlamı “aynı suçu tekrar işlersen cezadan kurtulamazsın” demek. Nitekim Şener de “Mahkeme Hrant Dink konusunda çalışmamam konusunda tehdit mekanizması oluşturuyor” dedi. (Bu arada Yargıtay 9. Ceza Dairesindeki yargıçların hepsinin buraya 2010 referandumundan sonra atandığına dikkat çekiliyor.)

Görüldüğü gibi, her iki görüşün de haklı yanları var. Çünkü mesele içinde bulunulan şartlarla ilgili... Bu şartlar ideal bir çözüme izin vermiyor. Bir taraftan konunun çözümü için yapılacak işlerin meşruiyetini hem Türkiye’ye hem de dünyaya kabul ettirmeniz gerekiyor, diğer taraftan ise “bu işe dünya ne der” diye düşündüğünüz takdirde atamayacağınız adımlar var. Öyleyse her zaman ve her konuda olduğu gibi, iki keskin ucun arasında bir yerden konuya bakmak en iyisi...

Yazının devamı...

2015'in dış politika bulmacası

2014'ün son yazısında “2015'te bizi neler bekliyor” sorusunun cevabı sadedinde yeni yılda gerçekleşmesi muhtemel iç politik gelişmelerin özetini yapmıştık. Şimdi sıra dış politikada. 2015'in ilk yazısında da dış politika alanında bizi neler bekliyor, bir bakalım.

Aslında dış politikadaki belirsizlikler bu dönemde iç politikadakinden çok daha fazla. Eskiden bunun tersi söz konusuydu, biliyorsunuz. Bu yeni durum hem bugün uluslararası yapıların içinden geçmekte özel olduğu konjonktürden kaynaklanıyor, hem de Türkiye'nin ve dolayısıyla Türk dış politikasının ilgi alanlarının geçmişe oranla kayda değer ölçüde genişlemiş olmasından. Bu arada söz konusu genişleyen kısmın bölgesel politikalar alanı olduğunu da söylemek lazım. Türk dış politikasının iki temel konusu var. Biri Batı sistemi içindeki rolümüzün korunması ve geliştirilmesi. Diğeri ise bölgemizdeki güç denklemleri içinde milli çıkarların korunup geliştirilmesi. Bunun dışındaki hemen her şey siyasi retorik kapsamında görülmeli...

Sadede gelelim... Türkiye'nin Batı sistemi içindeki rolü her şeyden önce ABD ile ittifakımız demektir. İkinci derecede ise Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz.

Özellikle Gezi Parkı olaylarından bu yana Washington'dan gelen mesajlar üslup ve içerik olarak Ankara'yı mutlu edecek nitelikte değil. Bu aşikâr. Son olarak IŞİD'le mücadele konusunda yapılan açıklamalara bakarak gerilen ilişkilerden söz edilebilir.

Ne var ki artık son dönemine giren Obama yönetiminin özellikle Ortadoğu'ya ilişkin vizyonu ve beklentileri Türkiye'nin çıkarları ve talepleriyle büyük ölçüde çakıştığı için iki ülke arasında ciddi bir anlaşmazlık doğması ancak özel bir gayretle mümkün.

Gerçi dışarıdan bakanlar Ankara ile Washington’ın anlaşamadığı konuların Arap Baharı’na yaklaşımda veya İsrail ile ilişkilerde düğümlendiğini sanabilir. Oysa iki başkentin her iki konudaki yaklaşımları da birbirine çok yakın veya uyumlu. Yani Obama’nın ikide bir Erdoğan’ın İsrail ile ilgili sözlerini eleştirmesi veya Erdoğan’ın söz gelimi Mısır’daki darbeye darbe demediği için ABD’yi suçlaması kimseyi yanıltmasın. Buralarda temelde sorun yok. Belki sorunların ifadesine ilişkin uyumsuzluk var veya iç politika zorunluluklarının getirdiği bazı yüzeysel çatışmalar var.

Ancak çok daha az sorunsuz gibi görünen bir başka konuda çelişkilerin görünenden çok daha derinde ve ciddi olduğunu söylemek lazım: Suriye meselesinde iki ülkenin başlangıçta birbirine çok yakın görünen pozisyonları geçen süre boyunca epeyce farklılaştı.

Bu bakımdan Suriye krizinin bizi memnun edecek şekilde bir sonuca ulaşmasını bekleyenlerin yanılma ihtimali yüksek. Bunu neden söylüyorum? Belki biliyorsunuz, bugünlerde Suriye’de “Esed’siz çözüm” konusunda ABD ve Rusya arasında bir uzlaşma sağlandığı veya sağlanmak üzere olduğuna ilişkin beklentiler diplomatik ve siyasi kulislerde dillendiriliyor. Ancak bu beklentilere ve söylentilere ihtiyatla yaklaşmakta fayda var. Zira Rusya’nın kendi mevcut pozisyonunu değiştirmesi için ortada bir gerekçe görünmemesi bir tarafa, Obama yönetiminin Suriye’de Esed rejiminin stabilitesini korumayı kendi çıkarları bakımından daha ehven bir yol olarak gördüğü ortada.

Diğer yandan bu denklemde İran’ın rolünü yok sayamazsınız. Bir defa sadece ABD ve Rusya’nın “Esed’siz çözüm” konusunda uzlaşmaları yetmeyebilir. Bu çözümün İran’ın onayı olmadan hayata geçirilmesi zor. Diğer yandan ABD’nin “İran’la barışma” projesi her ne kadar bir dargın bir barışık veya bir adım ileri iki adım geri temposunda gidiyor olsa da Obama’nın asıl büyük hedefi bu. Amerikan Başkanı’nın İran’ın dinî liderine gönderdiği gizli mektupta “Suriye’de sizin ve müttefiklerinizin zarar görmesine yol açmayacağız” şeklinde bir teminat verdiği yolundaki söylentinin yalanlanmadığını unutmayın.

Hâsıl-ı kelam, bir bulmacayı bütün gücünüzü kullandığınız halde çözemiyorsanız bulmacayı değiştirmenin yolunu aramanız gerekebilir.

Yazının devamı...

2015’te bizi neler bekliyor?

Gelecekte neler olacağını bilmek on binlerce yıldır insanoğlunun en büyük hayali. Arkeolojik kazılarda çıkartılan 'fal' malzemelerinden tutun, modern edebiyat döneminin bilim kurgu romanlarında tasarlanan teknolojilere kadar sayısız alameti var bu arzumuzun. Aslında bilmek istediklerimiz bireysel dünyamızla ilgili basit şeyler. Yoksa dünya nereye gidiyor, ülkemizin sorunları ne olacak vb. soruların cevabını merak ediyor değiliz. Zaten bu tür soruların cevabı belirsiz de değil. Çünkü genel nitelikteki gelişmelere kuşbakışı baktığımız için başını görüp sonunu tahmin edebiliriz. Bu anlamda geçmişi bilen geleceği de bilir. Ne de olsa perşembenin gelişi çarşambadan bellidir demiş atalarımız.

İşin edebiyatı bir yana, 2015’te siyasi ve sosyal alanda nelerle karşı karşıya solabileceğimizi üç aşağı beş yukarı tahmin edebilecek durumdayız. Bir defa tarihi önceden belirlenmiş bir seçim var önümüzde. Çok büyük bir aksilik olmadığı takdirde Haziran’da yapılması beklenen milletvekili genel seçimi birçok bakımdan önemli. Öncelikle iktidar partisinin yeni kadrolarının belirlenmesi açısından... Bildiğiniz gibi, AK Parti tüzüğü gereği, milletvekilleri üç dönemden fazla bu görevde kalamıyorlar. Dolayısıyla bu haziranda AK Parti’nin üçüncü dönemi sona erdiğinde 2002’den bu yana meclis gurubunda yer alan çok sayıda isim listelere giremeyecek. Onların yerine yeni yüzler, bir anlamda taze kan gelecek AK Parti’nin meclis grubuna.

Diğer yandan, AK Parti ilk defa olarak başında kurucu lideri Tayyip Erdoğan olmaksızın bir seçime girecek. (Erdoğan 2002’de aday olamadığı seçimde de genel başkan olarak partisinin başındaydı.) Aynı şekilde Başbakan Ahmet Davutoğlu da ilk defa bir seçime partisinin başında girecek. Bir anlamda siyasetteki en büyük sınavını verecek. Bu seçimde alacağı sonuç hem partisindeki hem de ülke yönetimindeki rolünün şekillenmesine etki edecek.

Hazirandaki seçimden önce ise sürdürülmekte olan Çözüm Süreci’nin bir sınavı var. Kobani meselesi yüzünden ağır bir yara alan sürecin geleceğine ilişkin olarak 21 Mart'ta, yani Nevruz kutlamaları sırasında Öcalan’ın taraftarlarına yeni bir açıklama ve çağrı yaparak yeni bir sayfa açılması bekleniyor. Konuşulanlara göre, bu açıklama ülke sınırları içinde her türlü silahlı eylemin son bulmasına yönelik olacak.

Hatırlayacağınız üzere, Öcalan iki yıl önceki Nevruz’da bu anlamda bir açıklama yapmış, “Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir” diye örgütüne çağrı yapmıştı. Ne var ki ilk başlarda silahlı grupların yavaş yavaş sınır dışına çıkmaya başlamalarına rağmen sonra bundan vaz geçildiği görülmüştü. Aslında vaz geçilen Çözüm Süreci’nin kendisiydi. Çünkü Suriye iç savaşı sırasında oluşan otorite boşluğu içinde bu ülkenin kuzeyinde bağımsız bir Kürt devleti oluşturulması imkânı ortaya çıkmış, Siyasi Kürt Hareketi bu hayalin gerçekleşmesi ihtimalini çözüm sürecinden daha önemli görmüştü. Bilahare 6-7 Ekim vahşeti olarak tezahür eden ise uluslararası güçlerin “Rojava Devrimi” ne çok da sıcak bakmayışlarının örgütte yarattığı hayal kırıklığıydı.

Şimdi Siyasi Kürt Hareketi’nin Rojava Devrimi rüyasından uyanıp gerçekliğin soğuk dünyasında Çözüm Süreci’nin restorasyonu için adım atması gerekiyor. Ama geçen hafta sonunda yaşanan Cizre olayları da gösterdi ki PKK kitlesi kolay kolay bu rüyadan vaz geçmeye müsait bir psikoloji içinde değil. Onun için 2015’in bu anlamda sancılı geçeceğini tahmin edebiliriz.

Diğer yandan 2015 uluslararası Ermeni hareketinin “altın vuruş” yapmayı istediği yıl. Türkiye’nin bu konuda neler yapacağı kadar, Türkiye’nin müttefiklerinin tutumunun nasıl olacağı da önemli. Dolayısıyla özellikle dış politika alanında atılması gereken adımların hızlandırılmasını gerektiren bir dönemdeyiz. Ama yerimiz kalmadı; bu konuyu daha sonra ayrıntılı olarak konuşalım...

İyi seneler.

Yazının devamı...

PKK’nın hesapları ve “kesin inançlı”ları

Henüz üzerinden üç ay bile geçmedi... PKK’lıların sözüm ona Kobani’de yaşananlara dikkat çekmek amacıyla gerçekleştirdiği eylemler sırasında birçok masum insan vahşice katledildi. Okullar yakıldı, dükkânlar yağmalandı, hastanelere saldırıldı, ambülanslar tahrip edildi... Kundaklanan binalar arasında Kuran kursları, çocuk yuvaları ve Kızılay kan merkezleri de vardı. Doğal olarak bu olaylar çözüm sürecinin akıbetine dair endişeleri artırdı. Yine de çoğu uzman bu yaşananların iç ve dış konjonktürden kaynaklandığını düşünüyor ve 6-7 Ekim vahşetinin tekrarlanmayacağını ümit ediyorlardı. Nitekim taraftarlarını sokaklara çağırarak bu olayların başlamasına sebep olan HDP yöneticileri de toplumda oluşan tepkiler üzerine geri adım atmışlar ve benzeri olayların tekrarlanmayacağı yönünde açıklamalar yapmışlardı.

Oysa şimdi Cizre’de meydana gelen hadiseler HDP yöneticilerinin verdikleri sözü tutmaya niyetli olmadıklarını gösteriyor. Çünkü sözlerini tutmaları ellerindeki en güçlü silahtan vazgeçmeleri anlamına geliyor. Aslında “isteseler bile taahhütlerini yerine getirmeye güçleri yeter mi” diye de sormak gerekiyor belki. Zira 6-7 Ekim ve benzeri olayları sadece konjonktüre bağlı olarak değerlendirmek yanlış olur. Bu tür kitlesel taşkınlıklar konjonktürel olduğu kadar yapısal sebeplere bağlı olarak da su yüzüne çıkıyor çünkü.

Problem şu ki PKK’lılar bölgede kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımak istemiyorlar. Bu onların ideolojik kırmızıçizgisi... Daha da önemlisi, örgütün kitlesi ve özellikle PKK ideolojisiyle yetişen genç kuşak kendileri dışındakilere karşı öfke ve nefret dolu. Çünkü örgütün yönetim kademesi hem örgütün meşruiyetini sağlamak hem de kitleyi konsolide etmek için ağır bir propaganda yürütüyor yıllardır: Kürtlere karşı baskı ve sindirme politikaları uygulanıyor... Kürtler Kürt oldukları için eziyet çekiyorlar... Kürt olmayan herkes Kürt düşmanı... PKK’lı olmayan herkes hain... vs. vs... Bu propagandanın etkisi altındaki cahil insanlar öfke ve nefret duydukları kişilerin kanını dökmekte bir sakınca görmüyorlar. Bilakis yaptıklarının “haklı” gerekçeleri olduğuna inanıyorlar. Fanatizm zaten bu...

Eric Hoffer’in “Kesin İnançlılar” isimli eserinde kitle hareketleri içinde yer alan kişilerin ortak karakteristiği hakkında çarpıcı tespitler vardır. “Dünyadaki bütün kötülükler, birilerinin başkalarının iyiliği için hareket etme hakkını kendilerinde görmesiyle başlar” diyen Hoffer’e göre kesin inançlı kişi kendi görüşünün mutlak doğru olduğunu, tartışılamaz olduğunu ve hatta başkalarına zorla kabul ettirilmesi gerektiğine inanır.

Çevrenize şöyle bir bakarsanız bu tarif edilene benzer çok insanla karşılaşırsınız. Bazısı bir partinin, bazısı bir cemaatin, bazısı da etnik bir hareketin mensubu olarak “mutlak hakikat”in sahibi edasıyla kendisinden farklı düşünenlere yok edilmesi gereken bir düşman gözüyle bakabilmektedir. Gerek 6-7 Ekim’de gözünü kırpmadan cinayetler işleyenler, gerekse şimdi Cizre’de aynı oyunun icrasında rol alanlar işte bu psikoloji içindeler.

Peki, örgüt yönetimi, parti eş başkanları vesaire Çözüm Sürecinin tehlikeye girmesinden endişe etmiyorlar mı? Hayır, etmiyorlar. Kürt Siyasi Hareketi içinde Çözüm Sürecine samimiyetle destek veren tek figür Öcalan. O da ileride bir gün cezaevinden kurtulma ümidiyle... Dolayısıyla PKK’lılar Cizre’de bir taşla iki kuş vurmayı da hesap etmiş olabilirler. Yani hem örgütün otoritesini kabul etmeye bir türlü yanaşmayan dindar Kürt gruplarının sindirilmesi hem de örgütün varlık sebebini ortadan kaldıracak Çözüm Sürecinin durdurulması... Tam da Kandil’in -İmralı’nın çağrısıyla- Türkiye sınırları içinde silahlı eylemlerini sonlandırılacağını açıklaması beklenirken Cizre olaylarının patlaması bunu düşündürüyor.

PKK’nın “kesin inançlı” kitlesi öfkesiyle, nefretiyle, ümitsizliğiyle ve çaresizliğiyle bu işlerde maşa olarak kullanılmaya çok müsait ne de olsa...

Öte yandan, “başarılı bir liderin en önemli işlerinden biri, taraftarlarında muhteşem bir görev yaptıkları hayalini yaratmak suretiyle ölmenin ve öldürmenin acı gerçeğini perdelemektir” diyor Hoffer adı geçen kitabında.

Yazının devamı...

Dört eski bakan Yüce Divan’a mı?

Kişisel fikrim belli: Suçlamalara muhatap olan dört eski bakanın Yüce Divan’da aklanma fırsatından yararlanmaları gerektiğini aylar önce söylemiştim. Böylece hem kendi kişisel itibarlarını, hem de mensup oldukları siyasi hareketin saygınlığını korumuş olacaklardı. Aksi takdirde iddiaların üzerinin örtülmek istendiği düşünülebilecekti. Ayrıca ortada bir suç veya etik olmayan bir davranış varsa da cezasız kalmaması gerekirdi.

Tam da bu noktada söyle bir itiraz geliyor: “Peki madem bir suç varsa yargılanmalı diyorsun, o halde neden bu iddiaların o dönemde yerel mahkemede soruşturulup suçluların cezasını bulması istenmedi?” Bu sorunun cevabı basit... Yargılama YouTube’da yapılmıştı bir defa. Mahkeme salonlarında değil. İkincisi illegal bir yapı 17-25 Aralık sürecinin baş aktörü durumundaydı. Bundan dolayı adil bir yargı süreci söz konusu değildi. Daha da önemlisi, yasal olmayan yollardan temin edildiği için hukuki olarak kanıt değeri taşımayan bilgi ve belgelere dayalı bir yargılama yapılamazdı.

Diğer yandan, kamuoyu da 17 Aralık girişimini bir yolsuzluk soruşturması olarak kabul etmedi. Cemaatin elinde biriktirdiği bazı dosyaları siyasi iktidarla yürüttüğü kavga çerçevesinde masaya sürmüş olduğu düşünüldü. Dolayısıyla rutin bir yargı süreci algılaması oluşmadı toplumda. Nitekim bu süreçte gerçekleşen iki büyük seçim üzerinde -planlandığı gibi- etkisi olmadı söz konusu yolsuzluk iddialarının.

Şimdi... Diyoruz ki kamuoyu 17-25 Aralık girişimini cemaatin hükümete karşı geliştirdiği bir siyasi hamle olarak algıladı... Peki, ortaya atılan yolsuzluk iddialarını tümüyle asılsız iftiralar olarak mı görüldü? Hayır. 30 Mart yerel seçimlerinden önce şunu söylemiştik: “Öyle görünüyor ki iktidar partisine karşı belirli rezervleri olan kişiler bile AK Parti’nin maruz kaldığı saldırı karşısında rezervlerini askıya alma eğilimindeler. Çünkü hükümetin karşısındaki yapıdan duyulan korku ve endişe iktidara duyulan kızgınlıktan veya hükümet üyelerine atfedilen cürümlerden çok daha ağır...”

Zaten AK Parti sözcüleri de seçime giderken yaptıkları açıklamalarda öncelikli tehdit olan paralel yapıyla mücadele için halktan destek istemişler; yolsuzluk iddialarında gerçeklik payı varsa bunun da üzerinin örtülmeyeceğini, gereğinin yapılacağını vaat etmişlerdi. Yani, bugünlerde cemaat propaganda aygıtının yaymaya çalıştığı şekilde hiç kimseye sütten çıkmış ak kaşık muamelesi yapılmamıştı. Öyle olsaydı seçimlerden hemen sonra mecliste soruşturma komisyonu kurulması yönünde bir karar alınamazdı. Şimdilerde “AK Parti grubu Komisyondan çıkacak karar doğrultusunda oy kullanır” açıklamaları da bunu gösteriyor.

Dolayısıyla adı geçen dört bakanın Yüce Divan’da aklanma fırsatını kullanmalarında AK Parti açısından bir problem yok. Tek endişe Yüce Divan kararı verilmesi durumunda bunun cemaatin iddialarının doğrulandığı şeklinde propaganda malzemesi yapılacak olması... Ama zaten hangi yönde karar alınırsa alınsın bu propagandayı engellemenin yolu yok.

Peki, Yüce Divan olarak görev yapacak Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararın adil olacağından emin olunabilir mi? Olunamayabilir. Ancak önemli olan kamuoyu vicdanının hangi yönde karar vereceği. Yüce Divan’dan kamuoyu vicdanının kabul etmeyeceği yönde bir karar çıkması durumunda AK Parti’nin bundan zarar görmeyeceği, hatta yeni bir mağduriyete maruz kalacağı için siyaseten kazançlı çıkacağı bile söylenebilir.

Diğer yandan, parti tabanında ve meclis grubunda adı geçen dört kişinin dördünün birden aklanması gerektiği veya suçlamaların bütünüyle doğru olduğuna ilişkin bir kanaat yok. Demek ki Meclis’ten müspet bir karar çıkması durumunda Yüce Divan’a gideceklerin sayısı iki veya üç de olabilecek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.