Şampiy10
Magazin
Gündem

Tıbbiyeden arada bir doktor da çıkar

Geçenlerde bir yerde dikkatimi çekti: Doktor yazarlarımızdan birinin bir eseri hakkında övücü sözler sarf eden bir okur “doktor olduğu halde ne kadar güzel yazmış” gibi bir şey söylüyordu. Bahsedilen “doktor yazar” kimdi, şimdi hatırlamıyorum. Belki Kemal Sayar, belki Erol Göka…

Oysa doktorlarımızın sanatın birçok dalında ve bu arada yazı alanında sergiledikleri başarılar hekimlik kabiliyetlerini bile çoğu zaman gölgede bırakacak kadar parlaktır. Galiba Cenap Şahabeddin’ in sözüydü: Tıbbiyeden her şey çıkar, arada bir doktor da çıkar. “Elhan-ı Şita” şairinin kendisi de doktordu bu arada.

“Yazar doktorlar” veya “doktor yazarlar” arasında bana en ilginç gelen isim Anton Çehov. T anımasam doktor olduğuna inanmam . Neden bilmiyorum. Modern öykü türünün babasını kulağında stetoskopla düşünemiyorum bir türlü. Belki de hikâyelerindeki “birbirinden sıradan” karakterleri düşündüğüm için.

Çehov da bizim Cenap gibi bir koltukta taşıdığı iki karpuzu espri konusu yapmaktan geri durmamış. “Tıp nikâhlı karım, edebiyat metresim. Birine kızarsam, geceyi öbürüyle geçiririm” sözü meşhur.

Terzi kendi söküğünü dikemezmiş. Doktor Çehov henüz 44 yaşındayken veremden öldü. Gerçi doktor değildi ama “Bizim Çehov’umuz” Ömer Seyfettin de 36 yaşında şekerden öldü. O devirde bu hastalık kolay teşhis edilemiyor ve tedavisi bilinmiyordu . Zamanın anlı şanlı doktorları nevralji teşhisi koymuşlar, ölümünden sonra yapılan otopsiyle hastalığının şeker olduğu anlaşılmıştı.

(Şeker hastalarını kurtaran insülin aşısı dünyada ilk defa 1922 ’ de uygulanmaya başladı. Yani Ömer Seyfettin ’ in ölümünden iki yıl sonra! )

Nerede kalmıştık? Doktor yazarlar diyorduk ... İnanmak zor ama Sherlock Holmes ’ un yazarı Sir Arthur Conan Doyle da doktor. Bir ilginç doktor da François Rabelais.

On parmağın da Allah vergisi on marifet olan Friedrich von Schiller şair, filozof, tarihçi ve tiyatro yazarı olmanın yanında bir de doktordur. Alman şairin felsefi metinleri veya tarih çalışmaları pek bilinmez. Ama “Neşeye Övgü” şiirini bilmeyen yoktur nerdeyse. Çünkü “Gelin insanlar kardeş olalım” diye başlayan bu şiiri Beethoven ünlü 9. Senfoni’sinin bitiş bölümü için bestelemiş, yıllar sonra Avrupa Birliği bu parçayı resmi marşı olarak kabul etmiştir. (Schiller’in Haydutlar adlı oyununu da Verdi operaya dönüştürmüştür ama bu eser Aida operası veya Nabucco kadar adı herkesçe bilinen eserlerinden değil.) Ne yazık ki “doktor Schiller” de henüz 44’ünde, yani doktor Çehov’un yaşında yine yıllar içinde ilerleyen akciğer hastalığı yüzünden hayatını kaybetti.

Hem tarihte hem de günümüzde hekimlerimizin diğer sanat dallarından ziyade edebiyat ve şiirle ilgili olduğu görülüyor. Milli ş airimiz veteriner hekim Mehmet Akif baş t a olmak üzere, Halil İbrahim Bahar ve Ceyhun Atuf Kansu’dan Hüsrev Hatemi’ye, Süleyman Portakal’dan Ahmet Uğur Keltek’e ve Alper Gencer’e kadar…

Bir de klasik Türk musikisi alanında daha etkinler hekimlerimiz . Selahattin İçli, Şükrü Şenozan, Alaaddin Yavaşça, Nevzat Atlığ gibi isimleri düşünün… Günümüzde de bu geleneği Ahmet Rasim Küçükusta, Adnan Çoban gibi isimler sürdürüyor. Doktorların resim sanatındaki temsilcileri diğer dallara göre az. Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver ressam, minyatürcü, tez hipçi ve hattattı. Onun dışında doktor ressam hatırlamıyorum.

Uzun sözün kısası, başta edebiyat olmak üzere , sanatın her türünde eser veren doktorlarımız var. Ressamlar, müzisyenler, hatta ses ve sahne sanatçıları. (“Güzel sanatlardan biri olarak siyaset” ve siyasetteki doktorlar ayrı bir yazı konusu…)

Peki, doktorlarımızın sanata ve edebiyata yönelik ilgisinin gerisinde ne var? Boş vakitlerinin çok olması mı, ortalamanın üstünde zekâya ve ekstra duyarlığa sahip olmaları mı, yoksa yaptıkları işin soğukluğundan kaçıp sığınılacak liman olarak sanatı bulmaları mı?

Belki de hepsi.

Yazının devamı...

Kabataş olayı ve tanıdığım Elif Çakır

Gezi Parkı olaylarına ya karanlık odakların sahneye koydukları darbe girişimi diyoruz ya da Paris Komünü benzeri tarihsel bir başkaldırı. Oysa iki tarafı da haklı (ve haksız) çıkaracak yönleri vardı bu olayın… O günlerde yazdığım yazılarda bunu ifade ettim; olayın toplumda biriken tepkilerin patlaması olduğunu ve çözümü polisin değil siyasetin üretmesi gerektiğini söyledim. Zira özellikle hayat tarzı ve alkol yasağı gibi konular tartışılırken iktidarın kullandığı dil ve üslup toplumun bir kesiminde öfkeye yol açmıştı.

İşte bu ortamda bir akşam Gezi Parkı’ndaki ağaçların söküldüğü haberi yayıldı. Daha önce ortaya atılan “Gezi Parkının yerine avm yapılacak” iddiası adamakıllı yalanlanmadığı için bu haber infial doğurdu. Kısa sürede birkaç yüz kişi olay yerinde toplanıverdi. O ilk gece yetkililerden tatmin edici bir açıklama gelmedi. (Ancak dört gün sonra vali ve belediye başkanı parktaki ağaçların sökülmesinin ve avm yapılmasının söz konusu olmadığını ilan edeceklerdi.)Ağaçların başında bekleyen aktivistlerin kurdukları çadırların yakılmasının ardından meydandaki kalabalık daha da artmaya başladı.

Kalabalık büyürken homojen yapısından da uzaklaşmaya başlamıştı. Sadece “Gezi Parkına avm yapılmasın” diyenler değil, iktidarla sorunu olan bütün kesimler vardı o kalabalığın içinde artık. En başta da marjinal sol gruplar. Sokağa çıkmak için fırsat arayan bu gruplara gün doğmuştu. Bunun sonucu olarak Taksim Meydanı’nın bir yanında zekâ dolu esprili afişler ve sloganlar üretilirken, o meydanın bir başka köşesinde toplananlar ise öfkelerini ağza alınmayacak cinsel şiddet içerikli küfürlerle dile getirmekteydiler. Bu grubun astığı koca koca pankartları hatırlayın. Tayyip Erdoğan ’ın eşine ve annesine yönelik rezil ifadeleri.

Şunu da hatırlayın: Bir iki gün içinde Taksim meydanının dışına taşan eylemler sırasında yaşanan taşkınlıklar bizzat Gezi eylemcilerini de rahatsız etmekteydi. Mesela sağda solda başörtülü kadınlara yönelik sözlü saldırılar oluyordu. Hatta iki başörtülü hanım (bir anne ve kızı) üstelik destek için gittikleri Gezi Parkı’ndan dönerken Karaköy İskelesi önünde eylem yapan bir grubun “Tayyip’in bilmem neleri” şeklindeki sataşmalarına maruz kalmışlardı.

Dolayısıyla “Kabataş Olayı” duyulduğunda inandırıcı olmaması için bir sebep yoktu ne yazık ki. Söylenenlere göre bir belediye başkanının yakını olan başörtülü genç bir hanım Gezi eylemcilerinin saldırısına uğramıştı. Bir gazeteci için bu bir “haber” di her şeyden önce. Ama ben o sırada çalıştığım gazetede bu haberin yer almaması yönünde görüş belirttim. Çünkü böyle bir olayın duyulması toplumsal kesimler arasında tehlikeli gerginliklere yol açabilirdi. Gazete yönetimi de toplumsal sorumluluğu haberciliğin önünde tutarak haberi kullanmaktan geri durdu. Zaten söz konusu olayda adı geçen genç kadının ailesi bunun haber yapılmasını istemiyordu. Kendileriyle görüşüldüğünde olayı doğruluyorlar ama röportaj ve haber tekliflerine olumlu cevap vermiyorlardı.Ancak konu bir konuşması sırasında Başbakan Erdoğan tarafından dile getirilince aleniyet kazandı. Bunun üzerine Elif Çakır aileyi ikna edip genç kadınla bir röportaj yapmayı başardı. Ne var ki genç kadının sözleri arasında inandırıcılığı az olan hususlar da vardı. Ama Elif röportajdaki inandırıcılığı az kısımları budayarak haberi daha inandırıcı hale getirmeyi düşünmedi. Şimdi iddia edildiği gibi o röportajı bir art niyetle yapmış olsaydı bunu düşünürdü herhalde.

Herkes gibi Elif’in de seveni var, sevmeyeni var. Ama ne “Kabataş yalanını uydurdu” suçlamasını hak edecek bir şey yapmıştır, ne de böyle bir ahlaksızlığı yapabilecek tıynette biridir benim tanıdığım Elif Çakır. Her şeyden önce başından geçenleri gözyaşları içinde kendisine anlatan genç kadına inanmıştı. Haddizatında tanınan, bilinen bir ailenin gelini olan genç bir annenin “Gezi direnişini itibarsızlaştırmak için” kendisini ortaya atıp böyle bir yalan uydurması da mantıklı bir ihtimal değildi. Emniyetten gelen bilgiler de bu yöndeydi. Muhabir arkadaşların görüştüğü emniyetçiler olayı doğruluyor ve elde görüntülerin olduğunu, bunların savcılara verildiğini söylüyorlardı. Ama bu görüntüler hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Şimdi “Kabataş yalancısı” ilan edilen Elif Çakır “bu görüntüleri izledim” demedi, bildiğim kadarıyla. Öyleyse sadece saldırıya uğradığını söyleyen genç bir anneyle röportaj yaptığı -ve sonra da haberinin arkasında durduğu- için meslektaşları tarafından yalancı ilan edilmesi çok büyük bir haksızlık.

Yazının devamı...

İki partinin seçimi

Bu yılın haziranında yapılacak milletvekili seçimi için, şu veya bu parti açısından “en önemli seçim” gibi değerlendirme ler yapılıyor. Bütün seçimler önemli tabii. Siyasetçinin önemsiz gördüğü bir seçime rastlamadım bugüne kadar. Ama şöyle de bir şey var: Hazirana topu topu dört ay gibi bir süre kalmışken ülkedeki siyasi atmosfere şöyle bir baktığınızda seçime sadece iki parti girecekmiş gibi bir hisse kapılabilirsiniz.

Dışarıdan biri gelip seçimle ilgili yazılanları okusa veya bugünlerde sağda solda konuşulanlara kulak verse bu seçime sadece AK Parti ile HDP’nin katılacağını düşünebilir. Çünkü herkesin dilinde bu iki partiyle ilgili senaryo taslakları var. Bütün bir siyasetin gündemi varsa yoksa bu iki partinin performansına ve gelecek hesaplarına bağlı olarak şekilleniyor.

Oysa mecliste iki parti daha var. Hem de biri ana muhalefet. Öbürü ikinci büyük muhalefet partisi.

Ama sanki CHP ile MHP bu seçimin -ve dolayısıyla siyasi sistemin- etkisiz elemanlarıymış gibi bir görüntü var karşımızda. Bir yanıyla trajikomik bir durum bu. Ama bu tablo öyle gülünüp geçilecek bir tablo da değil. Çünkü a na muhalefet partisinin esamisinin okunmadığı, kıymet - i harbiyesinin bulunmadığı bir siyasi düzenin sağlıklı işlemesi beklenemez.

Keza MHP gibi Türk siyasetinde çok önemli toplumsal karşılığı olan bir misyon partisinin hiç değilse meclisteki varlığının önemsiz hale gelmiş olması sağlıklı bir durum değil.

Tamam, bu seçim iktidar partisi için özellikle önemli. Çünkü hem Başbakan Davutoğlu’nun partisinin başında gireceği ilk seçim olması bakımından alınacak sonuç önümüzdeki dönemin siyasi yapısı üzerinde etkili olacak, hem de AK Parti’ deki “üç dönem” kuralı dolayısıyla her zamankinden daha büyük bir kadro yenilenmesi yaşanacak. Diğer yandan başkanlık rejimi konusunun da seçim kampanyası sırasında bir şekilde gündeme getirilmesi ve bu konunun akıbetinin bu süreçte az çok belli olması mümkün ve muhtemel.

Tamam, bu seçim AK Parti için “en önemli” seçimlerden biri olacak bu bakımdan.

Tamam, HDP için de ilk defa “parti olarak” katılmaya hazırlandığı bu seçim doğal olarak kendi kısa tarihindeki “en önemli” seçimlerden biri olacak.

Tamam, HDP baraja takıldığı takdirde AK Partinin kendi başına Anayasa’yı değiştirmeye yetecek sayıda milletvekili çıkarabilmesi imkan ve ihtimal dahiline girecek.

Tamam, Kürt siyasi hareketinin mecliste temsil edilemeyeceği böyle bir durumda çözüm sürecinin akıbetinin risk altına girmesi mümkün. Bundan dolayı iktidar partisinin bir ikilem içinde olduğu da gerçek. Yani çözüm sürecinin devam etmesi ve terörün yeniden hortlayıp ülkeyi yönetilmesi zor hale getirmemesi için HDP’nin barajı geçmesini isteyecekleri, ama mecliste anayasayı değiştirmeye yetecek sayıda sandalye kazanmak için de bu partinin barajın altında kalmasını arzu edecekleri düşünülebilir.

Tamam, bu şartlar altında herkesin gözünün AK Parti ile HDP’nin üzerinde olması normal.

Tamam, CHP ile MHP’den siyasetin ana denklemlerini değiştirecek çapta bir hareket beklenmiyor.

Tamam , ama ne olursa olsun toplam seçmenin yüzde kırkının desteğini her durumda kendi hesaplarında muhafaza edebilen bu iki partinin siyasi sistem içindeki etkisi konumları demokratik yapının sağlığına bir tehdit.

Öncelikle bu iki partinin kurmay heyetleri olmak üzere Türk siyasetinin bugünü ve geleceği üzerine kafa yoran herkesin bu sorunu gündeme alıp çözüm araması lazım.

Benden söylemesi.

Yazının devamı...

HDP’nin alternatifi CHP olabilir mi?

Milletvekili genel seçimi önümüzdeki haziranda yapılacak. Topu topu dört ay sonra. Buradan bakınca dananın kuyruğunun kopmasına fazla bir zaman kalmadı diyebilirsiniz. Ama aslında siyasette 24 saat bile çok uzun bir süre sayıldığından epeyce zamanımız daha var. Yani bugünün siyasi şartlarının değişmesi imkân dışı değil.

Ne değişebilir dört ay içinde? Siyasi partilerin arkasındaki rüzgâr değişebilir bir defa. Bu yüzden bütün aktörler son güne kadar şanslarını denemek yolunda çaba içinde olacaklar. Kimse yarıştan kopmayacak kolay kolay. Ama dört ay içinde değişmeyecek bazı şeyler de var, unutmayalım. En başta Türkiye’nin sosyolojisi en azından bu kadar kısa süre içinde değişmeyecektir. Dolayısıyla bu sosyolojiden bağımsız bir siyasetin başarıya ulaşması -çünkü toplumun çoğunluğunun desteğini alması- çok zor.

Bunu özellikle CHP açısından söylüyorum. Dışarıdan bakıldığında sosyal demokrat mı muhafazakâr cumhuriyetçi mi olduğu bir türlü belli olmayan bu partimizin aslında epeyce uzun bir sürede oluşmuş ve hatta kemikleşmiş bir ideolojik yapısı ve bu ideolojik yapının sürdürücüsü olan kadroların da belirli kültürel donanımları var. Bu yapı Türk toplumunun çoğunluğunun benimsediği değerler sistemiyle kimi zaman çelişen veya çatışan yönlere sahip.

Sözgelimi, hepimizin kanını donduran ve bütün Türkiyeyi acıya ve öfkeye boğan bir vahşetin ardından düzenlenen tecavüz mağduru kadınlar için protesto toplantısında şen şakrak dans eden CHP’li kadın milletvekilinin görüntüsünü düşünün. İyi niyetli bir eylem olduğundan hiçbir kuşkum yok, ama “kültürel olarak” toplumun çoğunluğuna “bu parti sizin partiniz değil” mesajı veriyor. Mesela sosyal medyada nefret suçu içeren mezhep kışkırtıcısı mesajlar paylaşan CHP’li milletvekili de yine toplumun çoğunluğuna aynı mesajı veriyor. Cenazelerini alkışlayan CHP’lilerin topluma verdiği mesaj da aynı.

Oysa Türkiye’nin ana muhalefet partisi toplumun çoğunluğunu karşısına almak veya kendisine yabancılaştırmak değil, tam aksine bu insanlara ulaşıp onların desteğini istemek zorunda. Bunun için de toplumun çoğunluğuyla sağlıklı bir iletişim kurması gerekiyor. Ama kadın cinayetlerini protesto etmek için meydanlarda dans eden veya cenazelerini alkışlayan CHP’liler kullandıkları bu “dil”le topluma doğru mesaj veremezler. Kendi elleriyle inşa ettikleri bu devasa iletişim engelini aşmadan ülkenin ana muhalefet partisini iktidara alternatif hale getiremezler.

Gerçi CHP lideri Kılıçdaroğlu harıl harıl bu iletişimsizliği aşmanın yollarını arıyor ama eldeki malzemeyle yapabilecekleri sınırlı. Hele hele önümüzdeki 4 ay içinde bu sorunları aşabilmesi imkânsız. Siyasette 24 saat bile uzun dediysek o kadar da demedik!

Dört ay içinde olabilecek değişikliklerin de sınırı var. Mesela daha düne kadar Siyasi Kürt Hareketine destek veren solcu aydınlarımızın HDP parti olarak seçime katılma kararı verince CHP’ye dümen kırmaları olabilecekler arasında. Dün Taraf gazetesinde çıkan röportajında Murat Belge bunu açıkça söylüyordu. Benim gönlüm HDP’den yana ama barajı aşamayacağına göre boşu boşuna bu partiye oy veremeyiz diyordu mealen. Arkasından ise iktidar partisine karşı durmak için gidilebilecek tek adresin CHP olduğunu ve CHP’nin kendisi gibilere kapısını açması gerektiğini söylüyordu.

Bütün ömrünü CHP’ye ve CHP ideolojisine karşıtlık temelinde bir mücadele içinde geçirmiş saygın bir solcu aydının en nihayet varacağı adresin CHP olması trajik tabii. Ama onun da kültürel kimliği itibarıyla AK Parti’li veya MHP’li aktörlerin verdiği “kendiliğinden mesaj”ları içine sindirmesi mümkün değil. Tıpkı toplumun çoğunluğunun CHP’li siyasetçilerin yukarıda örneklerini zikrettiğimiz mesajlarına olumlu karşılık vermesinin imkânsız olması gibi.

Yazının devamı...

Kayıp hazineler haritası

Bazen hem bugünümüz hem de geleceğimiz üzerindeki etkisi ve önemi siyasetten çok daha fazla olan konuları bile siyaset gündemine feda ediyoruz. Onun için hiç değilse hafta sonunda siyaset konuşmaya biraz ara versek diyorum… Tarih konuşsak, edebiyat konuşsak, ilahiyat konuşsak, felsefe konuşsak… Bu sayede güncel gelişmeleri ve siyasi hadiseleri de çok daha geniş bir bakış açısıyla değerlendirme imkânı buluruz belki…

Twitter hesabımı takip edenler hatırlayacaktır. Hatta onlar için kısmen “ikinci baskı” olacak belki: İngiltere’deki bir belediye arşivinde “Magna Carta”nın 700 yıllık kopyasının bulunduğuna ilişkin haberi için “Darısı bizim orijinal nüshaların başına” demiştim... Sonra da ne kastettiğimi açıklamaya çalışmıştım:

İki tür kayıp eser var. Biri sonradan çoğaltılmış nüshaları mevcut olan ama orijinal nüshası olmayanlar. Diğeri ise adını duyduğumuz, kendisini görmediğimiz eserler. Mesela Dede Korkut Kitabı veya Yunus Emre Divanı’nın bazı kopyaları elde. Ama bunların içeriklerinin orijinal veya otantik olduğunu söyleyebilecek durumda değiliz.

Dede Korkut Kitabı nüshaları açıkça eksik. Sözlü kültür içinde ortaya çıkan ve yüzlerce sene sonra yazıya geçirilmiş bulunan bu hikâyelerin yer aldığı Dede Korkut Kitabı’nın iki yazma nüshası var elimizde. Dresden nüshasında 12, Vatikan nüshasında 6 hikâye yer alıyor. Demek ki bulunabilecek farklı bir nüshada 24 hikâye olması da mümkün. (Çünkü bazı bilim adamları Oğuzların yaşayışları, inanç ve kültürlerine dair olan bu hikâyelerin Oğuzların 24 boyundan dolayı 24 adet olabileceğini tahmin ediyorlar.)

Yunus Emre Divanı nüshalarının ise gerçekte Yunus’un olmayan şiirlerle dolu olduğu malum. Ancak “asıl Yunus”la diğer Yunus’un şiirlerini veya Yunus’a ait sanılarak divana alınan şiirleri ayırt etmek kolay değil. Hatta tam olarak mümkün değil. (Köprülü’den başlayarak Gölpınarlı, F. Kadri Timurtaş gibi isimlerin de üzerinde titizlikle durdukları Yunus’un elimizdeki şiirlerinin otantikliği konusunda en ileri çalışmayı Mustafa Tatçı yaptı.)

Gelelim kayıp eserlerin diğer kategorisine… Bu kategorinin en önemli örneği Kaşgarlı Mahmud’un hazine değerindeki Türkçe-Arapça sözlüğü… “Divan-ı Lügati’t-Türk” bundan tam 100 yıl öncesine kadar ismi duyulan ama cismi hiçbir şekilde görülemeyen eserler arasındaydı. 1915’de Divan-ı Lügati’t-Türk’ün bir nüshası Ali Emiri Efendi tarafından tesadüfen bulunmuştur. Kitabın bulunmasından yayınlanmasına kadar yaşananlar filmi yapılacak kadar heyecanlı bir hikâyedir.

İsmi bilinen ama cismi çok uzun bir süre boyunca kayıp olan “Divan-ı Lügat-it Türk” yüz yıl önce bulunmasaydı Türkçenin ilk lügatinden mahrum bir Türkolojinin hâli nasıl olurdu, bir düşünün.

Keza Hammer yaklaşık 200 yıl önce “Kutadgu Bilig”in bir nüshasını bulmasaydı bu hazineden de mahrum kalacaktık. Hiç değilse bir asır daha. Çünkü Hammer’in keşfinden yaklaşık yüz yıl sonra eserin iki ayrı nüshası daha ortaya çıktı. Biri Zeki Velidi Togan’ın Fergana’da bulduğu nüsha.

İsmi bilinen ama cismi görülmeyen eserlerden biri de Aşıkpaşazade’nin kendi eserine kaynak gösterdiği Yahşi Fakı’ya ait Osmanlı kroniği… Âşıkpaşazâde dışında Neşrî, Rûhî, anonimler, Oruç Beğ ve Ahmedî’nin de Yahşi Fakı’nın eserini kullandığını İnalcık göstermiştir. Yani Yahşi Fakı’nın eserinin mevcudiyetine dair tek kanıt Âşıkpaşazâde rivayeti değil. Peki, bugün bu kitabın bir nüshası bulunsa ne olur? Güzel olur tabii ama Osmanlı’nın başlangıç devrine dair yeni bir malumat bulamayabiliriz. Çünkü yukarıda saydığım öbür kronikler zaten bu eseri tamamen alıntılamış görünüyorlar.

Hiç görmediğimiz kitaplar tasnifinde Farabi’nin bazı eserleri de var. Çoğunun ismini biliyoruz ama kendileri ortada yok. Hatta bunların İbn Sina tarafından dikkatle okunduktan sonra çıkan bir yangın sonucunda kül olduğuna dair bir rivayet var ki iftira olduğu muhakkak. Bir de Farabi imzasını taşıyan ama Muallim-i Sani’nin kaleminden çıktığı şüpheli kitaplar var. Başka düşünürlerin ve yazarların da var böyle eserleri.

Kayıp eserler denince benim aklıma ilk gelenler bunlar. Liste epeyce uzatılabilir maalesef. Kayıp tablolar, kayıp filmler, kayıp besteler var bir de... Yeri gelirse bir gün onlardan da bahsederiz.

Yazının devamı...

Obama doktrininin iflası

Konunun uzmanı profesyoneller ile belirli ve dar bir entelektüel çevre dışında pek ilgi çekmediği için duymamış olabilirsiniz ama ABD Başkanı Obama geçen hafta iddiasız ve heyecansız bir “Milli Güvenlik Stratejisi” belgesi yayınladı. Bazıları sorabilir şimdi: Neden iddiasız ve heyecansız? Ve neden görev süresinin dörtte üçü tamamlandıktan sonra? Bu stratejiyi uygulamak için geride fazla vakti kalmadığına göre geç kalmış bir iş değil mi bu?

Tam öyle değil... Bu belgeler yönetimdeki başkanların ülkenin milli güvenliğini sağlamak ve küresel hedeflerini gerçekleştirmek için hangi yolların tercih edilmesi gerektiğine ilişkin görüşlerini kayda geçirme anlayışıyla hazırlanıyor.

Obama bundan önceki ve ilk strateji belgesini 5 yıl önce, 2010’da yayımlamıştı. Şimdiki başkan işbaşına geldiği sırada ABD dış politikası 11 Eylül saldırısı sonrasındaki Afganistan ve Irak işgalleriyle duvara toslamış bulunuyordu. Somut bir başarı elde edilemediği gibi, ABD’nin en yakın müttefikleriyle arası açılmış ve hepsinden daha önemlisi işgal operasyonları sırasında verilen kayıplar ülke kamuoyunda ciddi tepkilere yol açmıştı. Bu ortamda ve biraz da bu ortamın etkisiyle Başkanlığa seçilen Obama yayımladığı ilk strateji belgesinde önceki Başkan George Bush’un “önleyici savaş” doktrininin ve tek taraflı askeri güç kullanma anlayışının terk edildiğini ilan etmişti.

Demokrat yönetim bunun yerine “ortaklarla birlikte hareket etme” anlayışını geçirmek istiyordu. 2010 tarihli belgede doğrudan dile getirilmese de yeni yönetimin dış politika anlayışı Obama’nın akıl hocası diye anılan Bzezinski’nin ifade ettiği bir ayrıma dayanıyordu: Carter döneminin millî güvenlik danışmanı Brzezinski’nin 2005’de yayınlanan “Tercih” (The Choice) başlıklı kitabının alt başlığı şu şekildeydi: “Küresel Hâkimiyet mi? Küresel Liderlik mi?” Yani ABD küresel etkinliğini tahakkümle değil, diğer aktörlerle işbirliği içinde hareket ederek sürdürebilir…

Obama görev süresi boyunca bu anlayış doğrultusunda hareket etmeye çalıştı. Irak ve Afganistan’daki askerini çekti, yeni krizlerde de kendi askerini devreye sokmadı. Mesela Libya’ya müdahale sırasında perde arkasında durup askeri operasyonu Avrupalı ortaklarına bıraktı. Ne var ki Obama’nın milli güvenlik stratejisi çerçevesinde yürütülen dış politikanın da netice itibarıyla Amerikalıları fazlaca memnun etmiş olduğu söylenemez.

En yakındaki konulara bakacak olursak, mesela Suriye ve Ukrayna gibi kriz alanlarında Rusya’yı aşıp bir çözüm getiremedi. Müttefiklerine yol gösteremedi; “küresel liderlik” gerçekleştiremedi. Çok önemsediği İran konusunda da ilerleme sağlanamadı. Filistin meselesi eskisinden bile daha kaotik bir hale dönüştü.

Son olarak IŞİD herkes gibi ABD’nin de başına dert oldu. Obama'nın Kongre'den savaş yetkisi istemeye hazırlandığı belirtiliyor. Amerikan Kongresi, 13 yıl aradan sonra ilk kez bir başkanın savaş yetkisi talebine cevap verecek. Bu durum aynı zamanda Obama doktrininin de sürdürülebilirlik niteliğini tartışmaya açabilecek bir aşamayı gösteriyor.

Peki, yazının başında sözünü ettiğim Şubat 2015 tarihli “Milli Güvenlik Stratejisi” belgesi ne söylüyor bu konularda? Özetle şunu: Mevcut küresel sorunlar ABD olmadan çözülemez. Ama bunları ABD de tek başına çözemez…

Yorum sizin…

Yazının devamı...

Hakan Fidan’ı eleştiri konusu yapmak

Siyaset büyük ölçüde “mesaj” alışverişine dayanır… Siyasi aktörler bir yandan birbirlerine, bir yandan siyaset üzerinde belirleyiciliği veya etkisi olan sosyal aktörlere verdikleri mesajlar üzerinden hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Sosyal aktörlerden destek, toplumun çoğunluğundan ise onay almakla hedeflerine ulaşırlar. Dolayısıyla doğru mesaj vermek ve mesajı doğru vermek siyasi sürecin sağlıklı bir şekilde işlemesi için gerekli.

Giriş biraz teorik oldu galiba ama korkmayın, lafı bugünün siyasi gündemine getireceğim. Şimdilerde seçim sath-ı mâiline girilmiş olması dolayısıyla hassasiyet derecesi bir kat daha artmış olan mesaj alışverişinin kontrolü de ilgili aktörler bakımından bir kat daha önem kazanmış bulunuyor. Mesela daha önceki seçimlere yüksek baraj yüzünden bağımsız adaylarla katılan Kürt Siyasi Hareketi’nin şimdiki temsilcisi HDP yönetimi önümüzdeki seçime parti olarak katılma arzusunu ifade ediyor bir süredir. Biliyorsunuz bu partinin adayı cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 10’a çok yakın oy aldı. Bundan dolayı partinin de seçim barajını aşabileceğini düşünenler var. Oysa aynı parti cumhurbaşkanlığı seçiminden birkaç ay önce katıldığı yerel seçimlerde yüzde 6’yı ancak geçen oranda bir oy alabilmişti. Haddizatında yerelde güçlü olan bu partinin yerel seçimde aldığı oy miktarının “kemik seçmen” dediğimiz kitlenin sayısal durumunu gösterdiği dikkate alınırsa genel seçimde başarı sağlamak için bir “açılım”a ihtiyaç duyulacağı aşikâr.

Cumhurbaşkanlığı seçimindeki oyların iki temel dinamiği vardı: İlki söz konusu seçimin kendine özgü şartları ve o günün toplumsal/siyasi atmosferi. Tayyip Erdoğan’ın karşısına MHP ile birlik olup “sağcı” ve “dindar” bir aday çıkaran CHP’nin bir bölüm seçmeninin bu karara tepki gösterip “kültürel anlamda”, yani ideolojik olarak kendilerine daha yakın gördükleri Selahattin Demirtaş’a oy verdikleri biliniyor. Ne var ki bu ilk dinamiği harekete geçiren bir diğer dinamik Demirtaş’ın ve partisinin o dönemde gerçekleştirdiği “mesaj alışverişi”ydi. Demirtaş ve arkadaşları seçim kampanyasının merkezine Kürt sorununu koymadılar. Özerklik, federasyon vb netameli konularda tartışmaya girmediler. Tam aksine toplumun farklı kesimlerinin özgül sorunlarına eğilen, bu sorunlara yönelik çözüm önerileri sunan bir siyasi söylem geliştirdiler. Ayrıca adayın güler yüzlü, uyumlu ve doğru mesaj alış verişine odaklı yapısı da olumlu bir sonuca ulaşılmasında etkili oldu.

Önümüzdeki seçimde de benzer bir başarının gösterilebilmesi için benzer şartların devrede olması gerekir. Demirtaş bunun için bir yandan Kadir İnanır gibi isimleri aday yapmaya çabalıyor, diğer yandan Hüda-Par tabanına sıcak mesajlar yolluyor. Ama bir yandan da “barajı geçemezsek sonucunu devlet düşünsün” gibi tehdit mesajları vermekten geri durmuyor. Kürt Siyasi Hareketinin etkili ve tecrübeli isimlerinden Ahmet Türk diyor ki: “Seçim barajına takılıp seçilmezsek bu vebal devletindir. Bizler de kendi kaderimizi kendimiz tayin ederiz. Bundan sonrasını devlet düşünsün.”

Şimdi, HDP’nin barajı geçmek için oylarına talip olduğu büyükşehirlerdeki ılımlı Kürt seçmen, CHP’nin solcuları veya Alevi kesim bu sözlere bakarak ne düşünecek? “Demek ki biz bunlara oy verip barajı aşmalarını sağlamazsak ülkeyi yangın yerine çevirecekler. Öyleyse bunlara oy verelim” mi diyecekler?

Benzer bir mesaj problemini de AK Parti’nin kimi sözcülerinde ve destekçilerinde görüyoruz. Biliyorsunuz MİT Müsteşarı Hakan Fidan milletvekili olmak için istifa etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, gazetecilerin sorusuna cevaben bu kararı doğru bulmadığını ifade etti. Başbakan Yardımcısı Arınç da Fidan’ın Başbakan olmayacağına göre MİT Müsteşarlığından ayrılmasının mantıksız olduğunu söyledi. Doğrusu, ben de aynı fikirdeyim. Ancak iktidar partisinin sözcüsü olarak algılanan bazı kişilerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın veya Arınç’ın ifadelerine sarılarak konuyu tartışma gündeminde tutmaları partileri açısından ne kadar doğru?

Zira bugün itibarıyla Fidan kendi kararını vermiş, MİT’in başından ayrılmış bulunuyor. Bugünden sonra Fidan’ın kararını sorgulamak ve eleştiri konusu yapmak AK Partililerin değil, muhaliflerinin işi olmalı. Çünkü Fidan seçime giden AK Parti’nin en önemli vitrin yüzlerinden biri. Birçok etkili ve güçlü ismi -üçüncü dönem kuralı gereği- siyasete ara verecek olan AK Parti’nin güçlü bir kadroyla yola devam ettiğini göstermek için en önemli figürlerden biri. Dolayısıyla partinin kimi sözcüleri ve destekçileri muhalefetin yapması gerekeni yapıp Fidan ismini tartışma ve eleştiri konusu olarak gündemde tutuyorlarsa, bunun adı yanlış mesaj alışverişi…

Yazının devamı...

‘Abdullah Partisi’ kaybetti…

Suudi Arabistan’da eski kral Abdullah’ın ölümü üzerine tahta yeni kral Selman’ın oturması aynı zamanda “Abdullah Partisi”nin iktidarı “Selman Partisi”ne devretmesi sonucunu doğurdu. Arabistan’da bizdeki şekliyle siyasi partiler mevcut değil tabii. Onun yerine hanedan içindeki güçlü prensler etrafında oluşan gruplaşmalar aynı işlevi görüyor. Bu gruplar arasındaki gerek iktisadi gerekse siyasi temelli rekabet ve çekişmelerin ülke yönetimi konusunda farklı görüşleri öne çıkarması da normal. Suudi Arabistan’daki “Abdullah Partisi” ile “Selman Partisi” arasında özellikle son iki yıl boyunca kıran kırana yaşanan mücadelenin de böyle bir boyutu var.

İktidardaki “Abdullah Partisi”nin ülkedeki rejim için bir numaralı tehdit olarak gördüğü İhvan-ı Müslimin önderliğinde gelişen Arap Baharını durdurmak üzere benimsediği siyaseti muhalefetteki “Selman Partisi” yanlış buluyor ve kapalı kapılar arkasında olmak şartıyla eleştiriyordu.

Gerçi Suudi yönetimi Mısır’da, Libya’da ve Suriye’de silahlandırıp sahaya sürdüğü “selefi” çizgideki örgütler aracılığıyla Arap Baharı’nı rotasından çıkarmayı başardı. Ancak bu kalıcı bir zaferden ziyade akıbetin geciktirilmesinden ibaret bir müdahale oldu. Diğer yandan bu iş için kullanılan araç ve yöntemlerin çok ciddi sakıncaları vardı: Öteden beri Suudi istihbaratıyla ilişkisinden söz edilen El Kaide türü örgütlerin belirli bir aşamadan sonra denetim dışına çıkması mümkündü. Ayrıca Selefi zihniyete bağlı grupların İslâmî bir çizgide görmedikleri Suudi rejimini ve diğer Körfez monarşilerini hedef alma ihtimali de hesaba katılmalıydı. Bir üçüncü risk ise İhvan çizgisindeki Sünni Araplarla Selefi grupların temsil ettiği diğer Sünni Araplar arasındaki mücadelenin bölgede İran eksenli Şii nüfuzunu güçlendirmesiydi.

Veliaht Prens Selman’ın çevresinde yer alanlar Kral Abdullah’ın tercih edip desteklediği dış politikaya bu çerçevede itiraz ediyorlardı. Bu arada her iki partinin de uluslararası ittifaklarının mevcudiyeti hatırlanmalı. Biri ABD’deki cumhuriyetçilere ve hatta İsrail’e paralel bir çizgi izliyor, aynı zamanda ortak kaygıları paylaştığı Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt gibi komşu emirliklerle ortak hareket ediyordu. Diğer “parti”nin ise ABD’deki Obama yönetimine daha yakın durduğu anlaşılıyor. Abdullah Partisi’nin -dışarıya çok belli edilmese de- hasmane denebilecek bir yaklaşım içinde olduğu Türkiye ve Katar gibi ülkelerin yönetimleriyle de Selman Partisi’nin probleminin olmadığı söylenebilir.

Ancak sadece dışarıdaki işlerde değil, son iki yılda giderek şiddetlenen saray içi iktidar mücadelesi sırasında da Abdullah Partisi’nin yanında yer almış olan BAE gibi komşularla problemi var Selman Partisi’nin. Mısır’daki Sisi yönetimi de bu kapsamda yer alıyor. Kral Abdullah’ın cenaze törenine gelmesine bile müsaade edilmeyen Mısır diktatörünün “tapeleri” ise esas itibarıyla askeri darbenin destekçisi ülkeleri teşhir etmek amacıyla yayınlanmış olmalı.

Aynı esnada Kral Selman’ın “Ülkemin Mısır’da oynadığı rolden razı değildim. Şimdi özür zamanı” dediğine ilişkin bir iddianın yayılması da Suudi dış politikasında ciddi bir değişiklik beklentisinin işareti… Ancak, daha önce de söylediğim gibi, bir ülkenin milli çıkarları ve öncelikli hedefleri gelip giden iktidarlarla birlikte değişmez. Değişen sadece ve sadece izlenen politikalardır, yani kullanılan araç ve yöntemlerdir. Bu gerçeği göz önünde bulundurmak kaydıyla Ortadoğu’nun en önemli devletlerinden biri olan Suudi Arabistan’da yaşanan iktidar değişiminin Türkiye’nin bölgesel çıkarları bakımından olumlu gelişmelere yol açması imkânını tartışmalıyız.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.