Çanakkale’de Atatürk ne yaptı?
Bizi birleştiren, hepimizin ortak değeri olması gereken Çanakkale Zaferi hakkında yazılan bazı ciddi görünümlü kaynak eserlerde bile yazanların meşrebine göre tarihi gerçeklerin eğip bükülmesinden söz etmiştik dün. Alman komutan Liman von Sanders örneğini vererek...
Bu bağlamda, tahmin edilebileceği gibi, en büyük ayrışma ve tartışma konularından biri de Atatürk’ün (veya o zamanki adı ve rütbesiyle Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey’in) bu savaşlardaki rolüne ilişkin...
Okuduğumuz kaynak metinlerin bazısına göre Çanakkale’de zaferi tek başına Mustafa Kemal kazanmıştır, o olmasa düşman elini kolunu sallayıp İstanbul’a varmıştır. Bazısına göre ise henüz yarbay rütbesindeki bir subayın bu zaferde hiçbir rolü olamayacağı gibi buradaki görevi sırasında yaptığı bazı hatalar da affedilmez türdendi.
Oysa savaşın stratejik planlaması İstanbul’da hazırlandığı, muharebe alanında da askerin sevk ve idaresinde yetkili daha yüksek rütbeli komutanları bulunduğu için zaferin küçük rütbeli bir subaya mal edilmesi mantıksız olur... Bununla birlikte, Yarbay Mustafa Kemal’in savaş sırasında gösterdiği yararlık ve başarıların ve bu vesileyle kamuoyunun yakından gördüğü askerlik zekâsının inkâr edilmesi ise haksızlık olur. Nitekim henüz kara savaşlarının ilk zamanlarında gösterdiği başarılarla rütbesi yarbaylıktan albaylığa yükseltilen, bunun için hem bağlı olduğu 5. Ordu Komutanından hem de İstanbul’dan tebrik telgrafları alan Mustafa Kemal’in ileriki yıllarda Milli Mücadele’nin komutanlığına getirilmesi de “Çanakkale referansı” sayesinde mümkün olacaktır.
Yalnız bir de şöyle bir mesele var: Özellikle Kemalist tarih yazıcıları Mustafa Kemal’in Çanakkale’de gösterdiği başarıların kendisini kıskanan Enver Paşa tarafından görünmez kılınmak istendiğini ileri sürüyorlar. Bunun için de o günlerde İstanbul basınında çıkan Mustafa Kemal’in kahramanlığı ve üstün başarıları hakkındaki haberlerin sansürlendiğini iddia ediyorlar.
Genç yarbayın savaş sırasındaki başarıları üzerine kendi arkadaşlarına ait dergiler başta olmak üzere kimi yayın organlarında bazı övücü yazılar çıkması veya bu dergilere mülakatlar vermesi Genelkurmay’ın (veya kimilerine bakılırsa doğrudan doğruya Enver Paşa’nın) tepkisini çekmiş olabilir. Ne var ki bunu Enver’in Mustafa Kemal’e yönelik kişisel kıskançlığı olarak yorumlamak doğru görünmüyor bana. Zira o günlerde Başkomutan Vekili (Osmanlı’da başkomutan padişahtır, bugün de cumhurbaşkanı bu unvanı taşır...) Enver Paşa, değil emri altındaki bir yarbayı, hiçbir komutanı veya yöneticiyi kıskanması düşünülemeyecek kadar ulaşılmaz yükseklikteki bir pozisyondaydı.
Buna karşılık Mustafa Kemal’in daha savaş başlamadan önce yakın arkadaşı Fethi Okyar ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde bir hizip oluşturma girişimleriyle tepki çektiğini ve bu yüzden her ikisinin de -biri büyükelçi, diğeri askeri ateşe olarak- yurtdışına gönderildiklerini unutmamak lazım. İşte bu arka plan sebebiyle İstanbul matbuatındaki yayınların kuşku uyandırdığı düşünülebilir.
Nitekim Çanakkale Savaşlarından bir süre sonra da başta yine Fethi olmak üzere İsmail Canbulat ve Yakup Cemil gibi isimlerle birlikte ve Cemal Paşa’ya bağlı olarak İttihat ve Terakki içinde bir “paralel yapı” oluşturdukları kuşkusuna veya isnadına hedef olacaktır. Aslında Mustafa Kemal’in veya adı geçen arkadaşlarının dâhil olup olmadıkları tam olarak bilinemeyen cunta girişimi başarısız olacak, ancak kurşuna dizilerek idam edilen “Cemiyet fedaisi” Yakup Cemil’in dışında hiçbirine resmi bir suçlama yöneltilmeyecektir. Bu başarısız darbe girişiminin hedefi Talat ve Enver’in yerine Fethi ve Mustafa Kemal’i geçirmekti kimilerine göre. Ancak Mustafa Kemal ve Fethi Beyler bu teşebbüsten haberdar olmadıklarını söylerler.
(Sonraki yıllarda adını uluslararası silah kaçakçısı ve İngiliz ajanı olarak duyuracak olan -Prens Sabahattin’in adamlarından- Satvet Lütfi (Tozan) Bey’in bu teşebbüsün neresinde olduğu da tartışmalıdır. Ancak daha önce Mahmut Şevket Paşa suikastına da adı karıştığı için Yakup Cemil’in aklına “sulh-ı münferit” fikrini sokan kişi olması mümkün görünüyor.)
Laf uzadı, nereden nereye geldik... Özetle, söylemek istediğim şu: Aradan tam 100 yıl geçti. Artık bizim partinin adamı, bizim takımın oyuncusu diye ayırmadan sahip çıkalım bütün kahramanlarımıza. Hatalarıyla, sevaplarıyla...