Şampiy10
Magazin
Gündem

Çanakkale’de Atatürk ne yaptı?

Bizi birleştiren, hepimizin ortak değeri olması gereken Çanakkale Zaferi hakkında yazılan bazı ciddi görünümlü kaynak eserlerde bile yazanların meşrebine göre tarihi gerçeklerin eğip bükülmesinden söz etmiştik dün. Alman komutan Liman von Sanders örneğini vererek...

Bu bağlamda, tahmin edilebileceği gibi, en büyük ayrışma ve tartışma konularından biri de Atatürk’ün (veya o zamanki adı ve rütbesiyle Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey’in) bu savaşlardaki rolüne ilişkin...

Okuduğumuz kaynak metinlerin bazısına göre Çanakkale’de zaferi tek başına Mustafa Kemal kazanmıştır, o olmasa düşman elini kolunu sallayıp İstanbul’a varmıştır. Bazısına göre ise henüz yarbay rütbesindeki bir subayın bu zaferde hiçbir rolü olamayacağı gibi buradaki görevi sırasında yaptığı bazı hatalar da affedilmez türdendi.

Oysa savaşın stratejik planlaması İstanbul’da hazırlandığı, muharebe alanında da askerin sevk ve idaresinde yetkili daha yüksek rütbeli komutanları bulunduğu için zaferin küçük rütbeli bir subaya mal edilmesi mantıksız olur... Bununla birlikte, Yarbay Mustafa Kemal’in savaş sırasında gösterdiği yararlık ve başarıların ve bu vesileyle kamuoyunun yakından gördüğü askerlik zekâsının inkâr edilmesi ise haksızlık olur. Nitekim henüz kara savaşlarının ilk zamanlarında gösterdiği başarılarla rütbesi yarbaylıktan albaylığa yükseltilen, bunun için hem bağlı olduğu 5. Ordu Komutanından hem de İstanbul’dan tebrik telgrafları alan Mustafa Kemal’in ileriki yıllarda Milli Mücadele’nin komutanlığına getirilmesi de “Çanakkale referansı” sayesinde mümkün olacaktır.

Yalnız bir de şöyle bir mesele var: Özellikle Kemalist tarih yazıcıları Mustafa Kemal’in Çanakkale’de gösterdiği başarıların kendisini kıskanan Enver Paşa tarafından görünmez kılınmak istendiğini ileri sürüyorlar. Bunun için de o günlerde İstanbul basınında çıkan Mustafa Kemal’in kahramanlığı ve üstün başarıları hakkındaki haberlerin sansürlendiğini iddia ediyorlar.

Genç yarbayın savaş sırasındaki başarıları üzerine kendi arkadaşlarına ait dergiler başta olmak üzere kimi yayın organlarında bazı övücü yazılar çıkması veya bu dergilere mülakatlar vermesi Genelkurmay’ın (veya kimilerine bakılırsa doğrudan doğruya Enver Paşa’nın) tepkisini çekmiş olabilir. Ne var ki bunu Enver’in Mustafa Kemal’e yönelik kişisel kıskançlığı olarak yorumlamak doğru görünmüyor bana. Zira o günlerde Başkomutan Vekili (Osmanlı’da başkomutan padişahtır, bugün de cumhurbaşkanı bu unvanı taşır...) Enver Paşa, değil emri altındaki bir yarbayı, hiçbir komutanı veya yöneticiyi kıskanması düşünülemeyecek kadar ulaşılmaz yükseklikteki bir pozisyondaydı.

Buna karşılık Mustafa Kemal’in daha savaş başlamadan önce yakın arkadaşı Fethi Okyar ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde bir hizip oluşturma girişimleriyle tepki çektiğini ve bu yüzden her ikisinin de -biri büyükelçi, diğeri askeri ateşe olarak- yurtdışına gönderildiklerini unutmamak lazım. İşte bu arka plan sebebiyle İstanbul matbuatındaki yayınların kuşku uyandırdığı düşünülebilir.

Nitekim Çanakkale Savaşlarından bir süre sonra da başta yine Fethi olmak üzere İsmail Canbulat ve Yakup Cemil gibi isimlerle birlikte ve Cemal Paşa’ya bağlı olarak İttihat ve Terakki içinde bir “paralel yapı” oluşturdukları kuşkusuna veya isnadına hedef olacaktır. Aslında Mustafa Kemal’in veya adı geçen arkadaşlarının dâhil olup olmadıkları tam olarak bilinemeyen cunta girişimi başarısız olacak, ancak kurşuna dizilerek idam edilen “Cemiyet fedaisi” Yakup Cemil’in dışında hiçbirine resmi bir suçlama yöneltilmeyecektir. Bu başarısız darbe girişiminin hedefi Talat ve Enver’in yerine Fethi ve Mustafa Kemal’i geçirmekti kimilerine göre. Ancak Mustafa Kemal ve Fethi Beyler bu teşebbüsten haberdar olmadıklarını söylerler.

(Sonraki yıllarda adını uluslararası silah kaçakçısı ve İngiliz ajanı olarak duyuracak olan -Prens Sabahattin’in adamlarından- Satvet Lütfi (Tozan) Bey’in bu teşebbüsün neresinde olduğu da tartışmalıdır. Ancak daha önce Mahmut Şevket Paşa suikastına da adı karıştığı için Yakup Cemil’in aklına “sulh-ı münferit” fikrini sokan kişi olması mümkün görünüyor.)

Laf uzadı, nereden nereye geldik... Özetle, söylemek istediğim şu: Aradan tam 100 yıl geçti. Artık bizim partinin adamı, bizim takımın oyuncusu diye ayırmadan sahip çıkalım bütün kahramanlarımıza. Hatalarıyla, sevaplarıyla...

Yazının devamı...

Çanakkale’de var bir Alman komutan

Çanakkale hamaseti yapmak değil niyetim, ama kupkuru sözlerle de anlatılamayacak kadar coşku ve duygu dolu bir konu Çanakkale. Yüz yıl aradan sonra bile… Bir tarafıyla da bizi birleştiren, millet olduğumuzu hissettiren ortak değerlerden biri. Çünkü o büyük direniş ve zafer hepimizin... Çünkü Çanakkale’de şehidi olmayan bir aile neredeyse yoktur. Ama… Adeta her evden bir şehidin verildiği böylesine ortak bir değeri ve milli bir hadiseyi bugün herkesin kendi meşrebine göre oraya buraya çekiştirerek yorumlayıp kendine yontmaya çalışması çok acı.

Çanakkale Zaferi üzerine yazılmış hepsi de ciddi görünümlü onlarca kitabı karıştırdığınızda gördüğünüz şey büyük bir problem: Bırakın yorum ve değerlendirmeleri, sunulan “somut bilgi”ler bile bazen birbirlerinden yüz seksen derece farklı olabiliyor.

Bugünlerde hakkında farklı yazılar çıktığı için zikredeceğim: Liman Von Sanders’in Çanakkale Savaşlarındaki rolü iyi bir örnek bu duruma. “Liman Von Sanders olmasaydı bu zafer kazanılamazdı” diyenler var… Oysa bazı başka yazarlara sorarsanız Çanakkale’de Türk subayları Liman Paşa’yı dinlemedikleri için zafer kazanılabildi.

Askerlik mesleği üstelik bir savaş sırasında komutanın talimatları hilafına hareket edilmesine izin veriyor mu bilemem ama özellikle Osmanlı 5. Ordusunun Komutanı Mareşal Liman Von Sanders ile 19’ncu Tümen Komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in ilişkileri üzerine anlatılanlar bir parça tuhaf.

Alman komutan Çanakkale’de birlikte çalıştığı genç ve parlak Türk subayı hakkında hep takdirkâr ifadeler kullanıyor, ancak Mustafa Kemal’in Liman Von Sanders hakkındaki kanaatleri hiç olumlu değil. Hatta Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya mektup yazarak şikâyet ediyor Alman komutanın uygulamalarını. Sonra dedikleri yapılmayınca istifa etmeye kalkışıyor. Hem Liman Paşa hem de Enver Paşa buna engel oluyorlar.

İstifa olayının hikâyesi şu: Alman komutanın Gelibolu’da hazırladığı savunma düzeni düşman karaya çıktıktan sonra ilerlemesini engellemeyi ve yeniden denize dökmeyi öngörüyor. Yarbay Mustafa Kemal ise en baştan düşmanın karaya çıkmasını önlemeye yönelik bir düzen alınmasını savunuyor. Liman Paşa’ya buna benzer görüşlerini kabul ettiremeyince de doğrudan Enver Paşa’ya mektup yazıyor ve “bu Alman beceremiyor, buraya gel kendin yap bu işi” diyor özetle. Bir süre sonra ise kıtaları ziyarete gelen Enver Paşa kendisine uğramadı diye görevinden istifa ediyor. İki komutan genç subayın gönlünü alarak sorunu çözüyorlar.

Osmanlı ordusuna “Prusya disiplini” getirmekle görevli bir komutanın bütün bunları sineye çekmiş olması ve yine “Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili” Enver Paşa’nın da konuya aynı şekilde ılımlı yaklaşması epeyce ilginç.

Ama belki de bu arka planı bildiğinizde Türkçe kaynaklarda yer alan Liman Von Sanders aleyhindeki yargıların kaynağı anlaşılmış oluyor. “Atamızın beğenmediği adamı biz de beğenemeyiz” diyoruz özetle. Hatta geçenlerde bir kitap çıktı, Kemalist bir araştırmacı kaleme almış. Gelibolu’da Yarbay Mustafa Kemal’in sözünü dinleselerdi bu savaş başlamadan bitirilmiş olacaktı diyor. Yani düşmanın kıyıya ayak basmasına izin verilmeyecek ve dolayısıyla tek bir günden daha fazla sürmeyecekti savaş!

Şimdi, bahsedilen konuda gerçekten de Mustafa Kemal haklı olabilir. (Zaten Enver Paşa’nın da aslında bu görüşte olduğu ama Alman generale söz dinletemeyince itirazını geri çektiği söyleniyor.) Evet, Mustafa Kemal haklı olabilir ama bu kadar da olmaz! Ne olursa olsun, “sevdiğimiz adamı üzenleri üzmek için” tarih yazılmaz!

Bizim problemimiz bu. Olaylara “mahallenin çocuğu”yla dayanışma anlayışıyla yaklaşıyoruz: “Atamızın fikrine karşı elin gâvurunu mu haklı çıkaracağız!” Galiba onun için, farklı kaynakların verdiği “maddi bilgi”ler bile bazen birbirleriyle çelişebiliyor. Yine “Liman Paşa” örneğinden devam edelim… Liman von Sanders’in Berlin’de Talat Paşa’yı katleden Ermeni tetikçi Tehleryan’ın yargılanması sırasında verdiği bilirkişi ifadesinde, bazı kaynaklara göre Ermenileri ve Talat Paşa’nın kâtilini haklı göstermiş ve mahkeme caniyi bu yüzden serbest bırakmıştır. Bazı kaynaklarda ise tam aksine Liman Paşa’nın Türk tarafını savunduğu söyleniyor. Allah aşkına, bir adamın sözleri bu kadar farklı yorumlanacak kadar belirsiz veya elastiki olabilir mi? Birden fazla doğru olmayacağına göre, bunlardan hangisi doğru?

Yazının devamı...

Erdoğan’ın Türk milleti tanımı

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki gün bir toplantı sırasında sarf ettiği “Batılıların gözünde her Müslüman Türk’tür” şeklindeki sözleri -bekleneceği üzere- epeyce tartışma kopardı. (Başında “Batılıların gözünde” diye bir kayıt olsa da cümlenin batılıların bu yargısına onay verir bir üslupla söylendiği belli. Dolayısıyla her Müslüman Türk’tür ifadesinin Erdoğan’a mal olduğu söylenebilir)

Bu tartışmanın sağlıklı olduğunu, çünkü kimlikle ilgili konuların tartışılmasının değil tartışılamamasının problem olduğunu düşünüyorum şahsen. Ancak gösterilen ezbere tepkilerin sağlıklı olmadığı kanısındayım. Bir tarafta Erdoğan ne derse tersini savunmaya hazır bazı kesimler, diğer tarafta ise Türk ve Müslüman gibi kavramların yer aldığı cümlelere otomatik tepki gösteren kesimler bu tartışmanın sağlıklı bir boyutta sürdürülebilmesi önünde engel teşkil ediyorlar ne yazık ki.

Bir de “bunlar doğru ama tam da seçim zamanı dile getirilmesi düşündürücü” diyenler var. Bunlara “ne var bunda!” diyesim geliyor. Karşınızda konuşan kişi “serbest mütefekkir” değil, üniversite profesörü hiç değil. Siyasetçi. Söyleyeceklerini belirli zamanlarda ve belirli amaçlarla söylemesi gayet normal…

Biliyorsunuz, bazılarımız tam bu mantıkla hükümetin paralel yapıya karşı mücadelesine de karşı çıktılar. Karşı çıkmayı bırakın taş koymaya, engel olmaya kalkıştılar. Sebep? Daha önce bunlarla beraber iş tutuyorlarmış, cemaatin gerçek yüzünü araştırmak şimdi mi akıllarına gelmiş… vs… vs… Diyelim ki öyle. Daha önce al takke ver külah bunlarla beraber çalıştılar; ancak tehdit kendilerine yöneldiği zaman cemaat konusunda harekete geçtiler. Peki, şimdi yaptıkları doğru mu, yanlış mı? Ona bakın. Daha önce yaptıkları yanlış yüzünden şimdiki doğrularına neden karşı çıkıyorsun? Geçmişte yaptıkları yanlışları eleştirmeye, hatta yeri geldikçe yüzlerine vurmaya devam et. Ama bugün doğru yaptıkları hususlarda da teşvik et, verebiliyorsan destek ver. Aynı şekilde, şimdi de Türk kimliğiyle ilgili sözlerini yanlış buluyorsan eleştirilerini ifade edersin; ama doğru buluyorsan neyine itiraz ediyorsun?

Aslında konunun siyaset eliyle kamuoyu gündemine gelişinin hem olumlu hem de olumsuz tarafları var. Olumlu çünkü siyasetin gündeminde olmayan hiçbir konu enine boyuna tartışılamıyor. Olumsuz çünkü siyasi angajmanlardan ve siyasi çekişmelerden bağımsız şekilde ele anması gerekiyor böylesi konuların.

Müsaade ederseniz ben her zamanki gibi bardağın dolu tarafına bakacağım. Erdoğan’ın neredeyse herkesin ve her kesimin itiraz ettiği sözlerini ben çok olumlu buldum. Çünkü bu sözler bir millet tanımını içeriyor. Ne demek istiyorum, anlatayım:

“Türk Milleti” değişik etnik toplulukların bu topraklar üzerinde bin yıllık tarihî süreçte ortak değerler etrafında kaynaşarak oluşturduğu bütünlüğün adı. Bu tanıma bazıları itiraz ediyor. “Türk bir etnisitedir, bizimse farklı bir etnik kimliğimiz olduğu için Türk adlandırmasını kabul edemeyiz” diyorlar. Oysa milli kimlik ve etnik kimlik bambaşka şeyler. Adına “Türk” de deseniz, “Türkiyeli” de deseniz, “Anadolu insanı” da deseniz -etnik kimliklerin üstünde- kapsayıcı bir millî kimlikten söz ediyorsunuz.

Ama itirazlar da büsbütün haksız sayılmaz. Zira bizdeki “Türk kimliği” bir siyasal-kültürel kimlik olarak konsolide edilemedi. Kemalist ajandada batılılaşma ve laikleşme maddelerine öncelik verilmesi, 1920’lerde tarihî, sosyolojik ve politik bir zorunluluk olan ulus devlet inşası sürecini rayından çıkardı çünkü. Laik bir ulus yaratma gayreti “milleti milleti yapan” değerleri (“ortak tarih”, “ortak kültür”) paranteze aldı. Dolayısıyla etnik kimlikler de yok sayıldı. Çünkü farklı etnik kimlikleri bir araya getirip onlardan tek bir millet yaratan değerler (“ortak tarih”, “ortak kültür”) hem ideolojik hem de birtakım güncel gerekçelerle yok sayılıyordu.

Bugün yaşanan kimlik problemlerinin ve bu arada etnik milliyetçiliklerin başımıza dert olmasının böyle bir arka planı var.

Erdoğan’ın sözleri ise aslında bu ülkede yaşayan herkesin (Arnavutların, Çerkezlerin, Kürtlerin, Lazların vs) ortak bir tarihe ve ortak bir kültüre (Müslümanlık) aidiyet temelinde tek bir millet olduğunu ilan ediyor. Ümit ederim ki ilerideki günlerde bu konuyu daha ayrıntılı ve daha anlaşılır şekilde dile getirmeye devam eder.

Aynı şekilde biz de bu hayatî meseleyi konuşmaya, tartışmaya devam etmek durumundayız.

Yazının devamı...

Bu Avrupa bizim bildiğimiz Avrupa değil

Yunanistan’da büyük ölçüde ekonomik kriz dolayısıyla iktidara gelecek kadar oy alabilen radikal solcu Syriza partisinin seçim zaferi çok dikkat çekici bulundu. Ama aynı seçimde oylarını artırmayı başaran aşırı sağcı Altın Şafak Partisi’nin yükselişi yeterince dikkate alınmadı.

Aslında sadece ekonomik krizle çalkalanan Yunanistan gibi ülkelerde değil, Avrupa’nın tamamında uzunca bir süredir aşırı sağcı, ırkçı, yabancı düşmanı, islamofobik vb. gibi ifadelerle anılan radikal siyasi hareketler giderek güçleniyor. Özellikle 1990’lardan itibaren, yani demir perdenin yıkılışının hemen ardından su yüzüne çıkan bu eğilim 2000 yılında Avusturya’da ırkçı Jörg Haider’in partisi iktidara geldiğinde dünyanın dikkatini üzerine çekmişti.

Derken bundan iki yıl sonra Fransa’da Front National (Ulusal Cephe) lideri Jean-Marie Le Pen 2002’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Chirac ile birlikte ikinci tura kaldığında ikinci bir şok yaşandı. O günden bugüne oylarını istikrarlı bir şekilde artırmaya devam eden Ulusal Cephe’nin Fransa’da 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde en yüksek oyu alan parti olduğu düşünülürse, hâlihazırda partinin başında yer alan Le Pen’in kızı Marine’in bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması kimseyi şaşırtmayacak.

Almanya deseniz, İkinci Dünya Savaşı’nın kötü hatıraları yüzünden neo-nazi eğilimli aşırı sağcı hareketler baskı altında tutulduğu için böyle bir tehlike yok. Yani ırkçı bir partinin yükselmesine izin vermeyen mekanizmaları var Almanya’nın. Ne var ki Alman toplumunda yabancı düşmanlığının ve islamofobinin tırmanışı da bir gerçek. Dolayısıyla toplumdaki aşırılık eğilimleri ister istemez siyasete de yansıyor. Buralarda ırkçı partilerin aldığı oy oranları korkutucu seviyede değil ama merkezdeki hatta soldaki bazı partilerin politikaları giderek toplumdaki eğilimleri gözetme kaygısı doğrultusunda şekilleniyor. Bugünlerde gerçekleştirdiği kitlesel eylemlerle Almanya’nın gündemine oturan yabancı düşmanı ve islamofobik PEGİDA Hareketi gibi oluşumlar merkez partilerini de giderek daha sağa doğru itiyor.

Sadece kıta Avrupası’nda değil, üzerinde güneş batmayan İngiliz imparatorluğunun anavatanında da yabancı düşmanlığı ve ırkçılık mikrobu giderek güçleniyor. Tarihî tecrübesi dolayısıyla Avrupa anakarasındaki kadar olmasa bile Kraliçe’nin ülkesinde de Neonazi benzeri hareketler öteden beri var. Ancak eski bir göçmen ülkesi olan İngiliz topraklarında son yıllarda popüler hale gelen Avrupa Birliği karşıtlığı kisvesi altında ırkçı eğilimlerin tavan yaptığı görülüyor.

Önümüzdeki Mayısta Türkiye ile aynı günlerde- İngiltere’de milletvekili seçimi yapılacak. Orada da AB karşıtı sağcı UKİP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) rakiplerini korkutuyor. Korkutmakla kalmıyor, onları da göçmen karşıtı politikalara göz kırpmaya itiyor.

Görüldüğü gibi, Avrupa bizim son birkaç yüzyıldır imrenerek izlediğimiz istikametten ayrılıp sosyokültürel anlamda çok farklı bir yola girmiş görünüyor. Birtakım liberal düşünürlere bakarsınız, sözüm ona “tarihin sonu” demek olan kapitalist demokrasi aşamasına geçmiş olan toplumların demokrasiden ve özgürlüklerden uzaklaşma eğilimi göstermekte oluşu ilginç bir durum.

Aslında ortada bir ilginçlik yok. Toplumlar yüzlerce ve hatta binlerce yıllık bir tarih süreci içinde geliştirmiş oldukları kolektif karaktere göre davranırlar; çevrelerindeki gelişmelere kendi doğalarına uygun biçimde tepki verirler.

Bu anlamda Avrupa’nın “öteki”yle ilişkisi tarih boyunca problemli bir ilişki olagelmiştir. Bugünkü sosyal ve politik durumu çözümleyebilmek için işin bu tarafını gözden geçirmek gerekiyor.

Yazının devamı...

Hacı Wilhelm’i hatırladınız mı?

Muhtemelen duymuşsunuzdur, “Putin Müslüman oldu” diye bir “haber”le çalkalanıyor ortalık birkaç gündür. Haberi duyunca benim aklıma yeni öğrendiğim bir fıkra geldi. Anlatmasam olmaz: “Ofli Hoca” camide vaaz veriyor. “Muhterem cemaat” diyor, “putin ne diyor? Namazını kıl, orucunu tut...” Dinleyenler şaşkın, “ne alakası var! Rusya devlet başkanının söyleyeceği laf mı bu” diye itiraz ediyorlar. “Ne Rusyası” diyor Ofli Hoca, “pu tin tiyorum... tinimiz, İslam tini... Pu tin!”

Şaka bir tarafa, biz bu filmi daha önce çok gördük. En son İngiliz Kraliçesi’nin oğlu Prens Charles’ın Müslüman olduğu haberini tartışmıştık. Hatırlayan vardır. Bir de hatırlayanın kalmadığı, ama tarih kitaplarından okuyup öğrendiğimiz örnekler var bu konuda. Mesela onsekizinci asrın sonlarında Mısır’ı işgal eden General (daha sonra Fransız İmparatoru) Napoléon Bonaparte’ın hak dini seçtiğine dair bir söylenti bütün İslam dünyasında hızla yayılmıştı. Elbette ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Genç Fransız generalinin ihtida ettiğine dair haber veya söylentilerin de bir kaynağı vardı. O da “La Générale”in kendi söz ve davranışlarıydı.

Ama bazı saf Müslümanların zannettiği gibi Kuran-ı Kerim’i okuyup etkilenmesiyle ilgisi yoktu bunların. Stratejik ve taktik gerekçelerle başvurulan bir halkla ilişkiler yöntemi vardı ortada. Hani bugün bizim siyasi parti liderleri, seçim dönemlerinde miting için gittikleri illerde o ilin futbol takımının atkısını vs takıyorlar ya, öyle bir şey bu onlar için. Mesela Bonaparte İskenderiye limanına indiğinde Mısır halkına yönelik olarak yaptığı yazılı açıklama “besmele” ile başlıyordu. Adının “Ali Napolyon Bonabart Paşa” diye söylenmesini isteyen Fransız generalinin Mısır’da sarık sarıp Ezher ulemasıyla sohbetler ettiği, hatta Cuma namazlarına da katıldığı söylenir. Gerçi bu rivayetlerin de doğruluğundan çok emin değilim ama yine de söz konusu “söylenti”lerin durup dururken çıkmış olabileceğini düşünmek fazlaca saflık olur.

Yıllar sonra benzer bir “söylenti” de Alman İmparatoru II. Wilhelm için çıkarıldı. Doğudaki en yakın müttefiki Sultan Hamid’le görüşmek üzere İstanbul’a gelerek burada Müslümanlara yönelik çok sıcak mesajlar veren Kayser, Berlin’den yayın yapan fısıltı gazetesine göre gizlice Müslüman olmuş, hatta hacca gitmiş ve “Hacı Wilhelm Muhammed” adını almıştı.

Bu söylentinin ortaya atılmasının ve yayılmasının iki gerekçesi vardı. İlki Türklerin Almanlarla kurmaları öngörülen stratejik işbirliği ilişkisini Müslüman Osmanlı tebaasına hoş göstermek. İkincisiyse İngilizlerin özellikle Ortadoğu’da ve İran, Hindistan gibi coğrafyalardaki Müslüman sömürgelerinde bir kırılma yaratmak. Cihan Harbi patlak verdikten sonra ise bu propaganda daha ziyade Rusya Müslümanlarına yönelik olarak gündeme geldi.

Diğer taraftan, üzerinde güneş batmayan imparatorluğun da eli armut toplamıyordu. İngilizler kendi krallarının ihtida ettiğine dair bir iddia ileri sürmediler ama bunun yerine “İstanbul’daki halifenin dinsiz ve mason İttihatçıların esiri olduğu... Çanakkale’ye gelme amaçlarının Müslümanlarla savaşmak değil, İslam halifesini kurtarmak olduğu” şeklinde bir propaganda yürüttüler.

Bu propagandanın başarılı sonuçlar verdiğini, Çanakkale’ye getirilip Türklere karşı savaştırılan Müslüman koloni askerlerinden dolayı biliyoruz. Ayrıca, aralarında Said Nursi, Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi gibi simaların da yer aldığı İttihatçıların -sadece uzak ülkelerdeki Müslümanlar arasında değil Türkiye’de bile- İslam düşmanı ve dinsiz diye tanınmasında da savaş yıllarındaki İngiliz propagandasının etkisi olduğu muhakkak.

Almanlar bilahare II. Dünya Savaşı sırasında da özellikle Rusya Müslümanlarını etkilemek ihtiyacıyla benzer yollara başvurdular. Nitekim Hitler için de bu dönemde “Müslüman oldu” dedikodusu çıkarılmış, Führer’in gizlice ihtida edip “Haydar” adını aldığı yayılmıştı. Buna bugün bile inananların olduğunu söylersem şaşırmayın. Böyle bir tuhaflığı propagandanın gücüne mi yormak gerekir yoksa bu tür şeylere inanmaya yatkın bir toplumsal psikolojiye sahip oluşumuza mı, bilemiyorum.

Ama bildiğim bir şey var: “Müslüman oldu” söylentisine konu olan kişilerin hepsi sömürge imparatorluklarının başındaki hükümdarlar. Fransız, İngiliz, Alman… Şimdi de günümüzün en büyük çok milletli imparatorluğunun başındaki Putin için aynı “söylenti” çıkıyor karşımıza. Nedense küresel oyun hedefleri bulunmayan ülke liderlerinin dinimizle ilgilendiklerine hiç şahit olmuyoruz.

Yazının devamı...

Bir yanımız her duruma müsait

Ülkemizdeki sıkıntıları oryantalist gözüyle yorumlamak hem faydasız hem de rahatsız edici bir tutum. “Biz Türkler adam olmayız abi” veya “Avrupa’da yok böyle bir şey azizim” diye konuşmak aşağılık kompleksi işareti. Ama diğer yandan, haddinden fazla orijinal, yani tamamen bize özgü sosyal arızalarımız da yok değil. Mesela toplumsal olaylarda sebep-sonuç ilişkilerini görmezden gelme veya tersyüz etme alışkanlığımız var millet olarak.

Bu anlamda komplo teorilerine de zaafımız var. Bizi rahatsız eden herhangi bir toplumsal hadiseyle karşılaştığımızda “birilerinin bir yerlerde bir düğmeye basmış olduğunu” düşünüyoruz hemen. Elbette bu tamamen bize özgü bir refleks türü sayılmaz, ama dünyanın bütün toplumlarında aynı yoğunlukta görülebilen bir kolektif tutum da değil.

Komplo teorilerini benimsemeye bizim toplumun başka birçok topluma nazaran daha fazla meyilli olmasını açıklama sadedinde daha önce yazdıklarımı tekrarlayacağım: Bizim toplumumuz yakın dönemde dünyada örneği çok az görülebilecek yoğunlukta gelişmelere şahit oldu. Doğal yollarla gerçekleştiğini kabul etmekte zorlandığı büyük felaketlere maruz kaldı. Sözgelimi üç kıtaya hükmeden bir devlet kısa sürede dağıldı. Bir avuç toprak kaldı elimizde.

Sosyal bilimcilere sorarsanız, tarihin yasası tecelli etti. İbn Haldun’un yüzyıllar önce gayet anlaşılır biçimde açıkladığı üzere devletler de insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Bir çevrim içinde bu süreç devam eder, gider. Diğer yandan tarihçilerin spesifik açıklamalarına bakarsanız Osmanlı devleti aslında epey uzun bir zaman önce canlılığını devam ettirme kabiliyetini yitirmeye başlamıştı ve adım adım mukadder sona doğru ilerlemekteydi.

Aslında Osmanlı’nın kaybettiği şey öncelikle rekabet kabiliyetiydi. Kapitalist üretim modeli sayesinde verimlilikleri artan, doğa bilimleri alanında gerçekleşen ilerlemeler sayesinde sanayi devrimini yapan ve bunlar sayesinde gelişen askeri gücüyle sömürgeleştirdiği ülkelerin kaynaklarına el koymuş olan batılı rakipleriyle mücadelesini sürdürmesi her geçen gün daha da zorlaşıyor ve her geçen gün her bakımdan biraz daha zayıflıyordu.

Ancak Osmanlı elitleri olup biteni seyretmekle yetiniyor değillerdi. Onlar da bir çare arıyorlardı bu duruma. Bulunan çareler Tanzimat’tı, Meşrutiyet’ti, Vaka-i Hayriye idi, askeri okulların modernizasyonuydu ve nihayet İkinci Meşrutiyet’ti. Bunlar hiç işe yaramadı diyemeyiz ama imparatorluğu eski heybetli günlerine döndürmeye değil, olsa olsa ömrünü biraz daha uzatmaya yaradı.

Ne var ki galiba fazlasıyla gururlu bir millet olduğumuzdan güçsüz düştüğümüzü, hele yenildiğimizi itiraf etmeyi izzetinefsimize yedirmiyoruz. “Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” diyoruz.

Bu bizim yenilgi tanımayan karakterimiz aynı zamanda derhal yeni bir başlangıç yapabilme kabiliyetimizin de kaynağı ve bu yönümüzle iftihar edebiliriz. Ancak başımıza gelenin ne olduğunu anlamaya çalışmak yerine olmadık sebepler ve mazeretler uydurma alışkanlığımız da aynı yerden neşet etmiş görünüyor.

Hasıl-ı kelam, yaşadığımız sıkıntılara doğru teşhis ve yorum getiremiyoruz. Zira sosyal psikolojimiz dolayısıyla “sebep”lerle “sonuç”ları birbirine karıştırmaktan kendimizi alamıyoruz.

Aslında sebep-sonuç ilişkileri kavrayışımızdaki bu arızayı bugünlerdeki tuhaf bir tartışma bağlamında anlatacaktım. Bakın, “müsait” tartışmasından nerelere geldik! Diyeceğim şuydu: “Müsait” kelimesinin -veya başka herhangi bir kelimenin- gündelik dilde hangi anlamlarda kullanıldığından TDK’nun sorumlu tutulması saçma... Dilimizdeki cinsiyetçi öğeler kültürümüzün, yani dünya ve toplum anlayşımızın yansıması. Çünkü dil “Kültür”ün taşıyıcısıdır. Bunun için sözlük yazarlarını suçlayamazsınız.

Bir problemin sebebiyle sonucunu birbirine karıştırırsanız bir çözüm elde edemezsiniz.

Yazının devamı...

Hakan Fidan olayında bardağın boş tarafı

Hakan Fidan olayı, dışarıdan bakıldığında, iktidar cephesinde ciddi bir kırılmaya dönüşmeden tatlıya bağlanmış görünüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tasvip etmediği siyasete atılma girişimi köprüden önceki son çıkıştan dönerken hem hareketin doğal liderinin arzusu hilafına bir gelişmeye müsaade edilmemiş oldu hem de Fidan eski görevine iade edilerek çerçevenin dışında bırakılmadı. Bu demektir ki Türkiye’nin önündeki en kritik konuların yönetilmesi işi yine Erdoğan-Davutoğlu-Fidan üçlüsünce sürdürülecek. İktidar açısından bardağın dolu tarafı bu...

Peki, bundan sonra her şey eskisi gibi olabilecek mi? Konunun zor ve problemli tarafı da bu. Zor çünkü öncelikle devletin zirvesindeki “uyum” görüntüsünün eski haline getirilmesi için ekstra çaba harcanması gerekecek. Zira iyi yönetilememiş kriz süreçlerinin ister istemez bir bedeli oluyor.

Gerçi bunu söylediğinizde “yaşanan sahiden bir kriz süreci miydi” veya “iyi yönetilmediğini nerden çıkarıyorsun” şeklinde birtakım sorular veya itirazlar yükselebilir. Ama kabul etmek lazım ki devletin tepesindeki aktörler arasında zuhur eden bir anlaşmazlık veya uyumsuzluk görüntüsü, işin iç yüzü ne olursa olsun, çözümlenmesi gereken bir problemdir. Özellikle konunun kamuoyuna akseden tarafı siyaset kurumunun sorumluluğu altında yönetilmelidir.

Ne var ki AK Parti sadece bu olayda değil, genel olarak kriz süreçlerinin yönetiminde başarılı bir kurum olmadığından hiç gereksiz bazı problemlerle uğraşıp enerjisini boş yere harcamak zorunda kalıyor böyle durumlarda. Oysa ki -batı ülkelerinde olduğu şekliyle- tıpkı afet yönetimi gibi siyasi ve sosyal kriz süreçlerinin yönetimi de profesyonel bir anlayışla gerçekleştirilebilir. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın siyasete atılma kararına yönelik olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösterdiği tepki çerçevesinde başlayan tartışma da böyle ele alınabilseydi bu kadar sıkıntı ve algı kirlenmesine yol açmadan meseleyi çözüme kavuşturmanın bir yolu bulunabilirdi.

Aktörlerin bu süreçteki bireysel hatalarından bağımsız olarak kurumsal bir zaaftan söz ediyorum burada. Daha doğrusu kriz yönetme mekanizmalarının çalıştırılamamış olmasından. Bunun sonucu olarak, siyaset gömleğinin düğmelerinin yeni baştan iliklenmesi gerekecek önümüzdeki dönemde. Bu da en azından vakit kaybı demek.

Abdullah Gül’ün partiye davet edilmesiyle ilgili konu da aynı şekilde değerlendirilmeli. Cumhurbaşkanlığı görevinin sona erdiği günlerde, Putin-Medvedev modelini gündeme getirerek kendisini hükümetin başında görmek isteyenlere “bugünkü şartlar çerçevesinde siyasette yer almayı düşünmüyorum” diye cevap vermiş ve aktif siyasetin dışında kalmayı tercih etmiş olan Gül’ün adının bu dönemde yeniden ortaya atılmasının hikmeti de ikna edici tarzda anlatılamadı. Sanki mevcut başbakanın yerine bir alternatif aranıyormuş gibi bir algı oluşmasına yol açacak şekilde yönetildi süreç. Üstelik herkes bakımından çok önemli bir seçimin sath-ı mailine girilmişken iktidar partisinin böyle bir algıyla ve tartışma konusuyla meşgul olması arzu edilecek bir durum olmasa gerek.

İşte bu yüzden, gerçekleşmesi halinde AK Parti hanesine çok değerli bir kazanç olarak yazılacak olan bu girişimin şimdi tam aksi yönde bir etkisinin olması pekâlâ mümkün. Dolayısıyla önümüzdeki günler itibarıyla bu sürecin de ustalıkla yönetilmesi gerekiyor. Gerek Abdullah Gül konusunu, gerekse Hakan Fidan olayını daha fazla tartışma konusu olarak gündemde tutmak AK Parti’nin hayrına bir sonuç getirmeyecek çünkü.

Fakat neyse ki AK Parti’nin karşısında CHP ve MHP gibi iki ne yaptığını bilmez muhalefet partisi var da bu türden krizleri ne kadar kötü yönetse de çok fazla yara almadan atlatabiliyor. Baksanıza, CHP ve MHP sözcülerinin bu süreç hakkında söyleyebilecek hiçbir şeyleri yok ki Hakan Fidan’ın yeniden MİT müsteşarlığına atanmasının yasalara aykırı olduğunu iddia ederek konuyu gündemde tutmaya çabalıyorlar.

Yazının devamı...

Gül’ün adı

Birkaç gündür Abdullah Gül’ün adı seçim sonrasına ilişkin senaryolar çerçevesinde dolaşımda. Buna göre, eski cumhurbaşkanının yeniden siyasete döneceği ve AK Parti’nin yönetimine ağırlığını koyacağı iddia ediliyor.

Ortaya atılan bu iddia konusunda yapılan açıklamalara bakıldığında Gül’ün adına kendi camiasından hiç kimsenin itirazı olmadığı görülüyor. Gerçi, bana sorarsanız, Gül’ün yuvasına dönmesinin AK Parti’ye paha biçilmez bir güç kazandıracağı belli olduğu için partinin çıkarını düşünen birinin buna itiraz edeceğine ihtimal verilemez. Ama siyasette kişisel çıkarlar çoğu zaman kolektif çıkarların önüne geçebildiğinden bunun bir tartışma konusu olması da doğal.

Her şeyden önce parti tabanında Gül’e yönelik sevgi ve saygı herkesin bildiği ve gördüğü bir hakikat. Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı ve nihayet Cumhurbaşkanlığı görevlerindeki başarısını da cebinde taşıyan Gül kendi kurduğu partiye dönmek için bir davete ihtiyaç duymaz; ne zaman istese kapıyı vurmadan içeri girip oturabilir. Diğer yandan, gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gerekse Başbakan Davutoğlu’nun sıcak ifadeleri Gül’ün partisine dönüşü konusunda tavanda bir itirazın da söz konusu olmayacağını gösterdi.

Peki, bu konuda Abdullah Gül’ün kendi fikri ne? Aktif siyasete dönmeyi istiyor mu veya “bugünkü şartlarda” bunu ister mi? Cumhurbaşkanlığı görevinin son günlerinde, yine benzer beklentileri, “Bugünkü şartlarda gelecekle ilgili bir siyaset planım yok” açıklamasıyla geri çeviren Gül, o gün bahsettiği “şartlar”ın bugün değiştiğini düşünüyor olabilir mi?

Ben buna ihtimal vermiyorum. Ama anladığım kadarıyla eski cumhurbaşkanının çevresindeki kişilerin böyle bir arzusu var. Gül kendi yakın çevresinden gelen bu yöndeki baskılara hayır demekte zorlanabilir. “Davet şartı”nın ortaya atılması da bundan olabilir. Gerçekten de 11. Cumhurbaşkanına saygınlığına yakışır tarzda bir davet yapılmaması durumunda bütün bu konuşulanlar havada kalacaktır.

Gül’ün siyasete dönmekten imtina etmesine yol açabilecek bir diğer sebep kamuoyunun bir bölümünde Davutoğlu’nun gücünü dengelemek için veya Davutoğlu’nun alternatifi olarak kendisine ihtiyaç duyulmuş olduğu için eski partisine çağrıldığına dair bir kanaatin dolaşımda olmasıdır. Bu kanaat öncelikle Erdoğan ile Davutoğlu’nun onarılmaz derecede bir anlaşmazlık içinde oldukları kabûlüne dayanıyor. Bu yüzden de Gül’ün eski partisine dönüp siyaset yapmasını aslında mevcut başbakanı bertaraf etmek isteyen Cumhurbaşkanı’nın istediğini iddia edenler var. Mesela ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu konu hakkında “AKP Davutoğlu’ndan memnun değil, yeni alternatif arayışlarına girmişler” yorumunda bulundu.

Bu çok mantıklı değil. Genel seçime birkaç ay kala partinin ve hükümetin başındaki kişiden memnun olmadığını söyleyecek veya ima edecek bir siyasi aktörün çıkabileceği düşünülemez. Ayrıca göreve geldiği günden beri 7 gün/24 saat koşuşturan, söylem ve proje üreten, üstüne üstlük kendisini tabana sevdirebilen Davutoğlu’nun başarısız olduğunu söylemek zor.

Cumhurbaşkanı ile uyumunda problem olduğu için Davutoğlu’ndan vaz geçildiği iddiası da mantıksız, Gül’ün cumhurbaşkanıyla daha uyumlu olacağı için “alternatif” görüldüğü iddiası da. Erdoğan’ın her ikisini de yıllardır yakından tanıdığı iki siyaset arkadaşından değil de son birkaç hafta içinde karşısına çıkan iki yabancıdan söz ediliyor sanki.

Şu da var: Cumhurbaşkanı ile Başbakan sadece ekonomi yönetimi ve hususen Merkez Bankası’nın politikaları konusunda farklı yaklaşımlara sahip görünüyorlar. Oysa Gül’ün hem bu konuda hem de Suriye ve Mısır krizlerinden Avrupa ile ilişkilere kadar birçok alanda farklı görüşlere sahip olduğu biliniyor. Yani “Davutoğlu Erdoğan’la uyumlu çalışamıyor; Gül olsa daha uyumlu çalışır” lafları iyice temelsiz.

Ama bütün bu laflar Gül’ün siyasete dönme kararını etkileyebilir. Daha Fazilet Partisi yıllarında Erbakan’a bayrak açarak Yenilikçiler hareketinin liderliğini yapmış, ardından Tayyip Erdoğan ve diğer arkadaşlarıyla birlikte bugünkü iktidar partisinin temellerini atmış, en kritik dönemlerde başbakanlık, dışişleri bakanlığı, cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunmuş bir siyasetçiye şimdi birtakım basit parti içi mücadeleler içinde bazı roller yakıştırılması hoş değil. Ne var ki sadece toplumun belirli bir kesiminde bile olsa böyle bir algının mevcudiyeti Gül’ün adım atmasını zorlaştıracaktır. Çünkü bunca yılda inşa ettiği kişisel imajını berhava etmemek için -doğal olarak- böylesi bir fotoğrafta görünmek istemeyecektir.

Gül’ün partisine dönmesi içtenlikle isteniyorsa bu engelleri ortadan kaldıracak adımların atılması gerekir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.