Başkanlık rejimini Erdoğan’ın aklına kim getirdi?
.
Neydi sorumuz? Bir önceki yazımızda başkanlık sistemine geçişin önündeki engellerden ve zorluklardan söz etmiştik. Türkiye’nin yönetim geleneğinden ve toplumsal alışkanlıklarından girmiş, anayasayı değiştirmek için gereken meclis aritmetiği hesaplarından çıkmıştık. İlaveten, anayasal ve idari yapıyı baştan aşağı yeniden bu modele göre inşa etmenin yapısal zorluklarını anlatmıştık.
Ancak, demiştik sonra, bütün bu zorlukları sayıp döken birine şunu da sormaya hakkınız var: “Evet, işin zorlukları var, ama ortada bir de fiili durum var. Cumhuriyet tarihinde ilk defa doğrudan halkın oylarıyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı var. Diğer yandan Erdoğan daha aktif bir cumhurbaşkanı olacağını vadederek bu göreve geldi. Bu durumda mevcut parlamenter rejimin bu eski haliyle sürdürülebilmesi mümkün mü?”
Aslında meselenin tam da kalbi burası... Biliyorsunuz, başkanlık rejimi ilk defa bu dönemde telaffuz edilen bir konu değil. Daha önceleri de Demirel’den Özal’a, hatta Türkeş’e kadar birçok siyasetçi Türkiye’nin siyasi yapısının düze çıkması, daha yönetilebilir hale gelmesi için başkanlık sistemini bir çözüm yolu olarak düşünmüşlerdi. Dikkat ederseniz, adı geçenler hep sağ siyasetçiler. Sol siyasetin halktan oy alarak iktidara gelme ümidinin çoktan tükenmesi bir yana, sağ siyasetçilerin iktidara gelseler bile muktedir olmalarına imkân vermeyen mekanizmayla CHP geleneğinin bir problemi yoktu zaten. Zira aynı ideolojik formasyonun ve aynı toplumsal zümrenin üyeleri her iki yapıya da egemendi.
Öbür yanda ise Demokrat Parti iktidarının bir askeri darbeyle devrilmesinden sonra yönetime gelen bütün sağ siyasetçiler yargı ve asker başta olmak üzere kurulu düzenin aktörlerini karşılarında buldular. Şimdilerde “vesayet rejimi” diye adlandırılması moda olan bu sistem içinde muktedir olabilmek için halkın oyunu almak yeterli olmuyordu. Halktan oy almaksızın belirli yetkilere sahip olmuş bulunan birtakım kurumları ve zümreleri de yapılan işlerin doğru olduğuna razı etmek gerekiyordu. Halkın oyuyla iş başına gelen hükümeti bürokrasi adına denetleyip yönetmek görevi ise cumhurbaşkanına düşüyordu. Masanın karşı tarafının temsilcisiydi cumhurbaşkanı.
İlaveten, cumhurbaşkanını seçme yetkisi görünüşte halkın meclise gönderdiği kişilere aitti ama gel gör ki milletvekilleri de istedikleri kişiyi bu makama getiremiyorlardı. Biliyorsunuz, 1960’dan sonra Turgut Özal’a gelinceye kadar bütün cumhurbaşkanları asker kökenliydi. Genellikle de Çankaya seçimine denk gelen genelkurmay başkanları “bir üst rütbeye terfi ederek” cumhurbaşkanı olmayı bekliyorlardı.
Şimdi... Bütün bu şartlar altında sağ siyasetçilerin başkanlık sistemini bir kurtuluş yolu olarak görmelerinden daha doğal ne olabilir! Benzer şartlara 2002’den itibaren muhatap olan Tayyip Erdoğan’ın da başkanlık sistemine taraftar olmasında bir tuhaflık yok.
Şunu da hatırlayalım bu arada: cumhurbaşkanlarının doğrudan halkoyuyla seçilmesini öngören anayasa değişikliği 2007’deki seçim sırasında sivil siyasete yönelen gizli-açık müdahalelere karşı gündeme gelmişti. 367 hokkabazlığını hatırlayınÖ Milletvekillerine veya parti başkanlarına telefon açıp oturuma katılın talimatı veren paşaları hatırlayın... Halkın temsilcileri rahat bırakılıp kendi başlarına cumhurbaşkanı seçmelerine karışılmasaydı bu değişikliğe ihtiyaç duyulmazdı.
Şimdi de diyeceksiniz ki bütün bunlar doğru ama o zamandan bu yana köprünün altından çok sular aktı. Çok şükür, Türkiye’ye yakışmayan bürokratik vesayet düzeni ortadan kalktı. Artık siyasi iktidarların kendilerini oraya getiren halkın dışında bir güce hesap vermeleri gerekmiyor. Bu durumda başkanlık sistemiyle ilgili talep hâlâ geçerli ve haklı bir talep mi?
Lafı bu sefer de toparlayamadık... Bu sorunun cevabını da bir üçüncü yazıda vermeye çalışalım.