Şampiy10
Magazin
Gündem

Siber saldırı ve yargı!

ABD Başkanı Barack Obama’nın 2016 Başkanlık seçimlerinde “siber saldırı ve dış müdahale” olduğu iddialarının araştırılması için istihbarat kurumlarına talimat verdiği açıklandı.

Beyaz Saray İç Güvenlik ve Terörle Mücadele danışmanı “Siber saldırıların yeni bir şey olmadığını, 2008 yılında Obama ile Senatör Mc Cain’in seçim kampanyalarına Çin’in sızdığını, bu yılki seçimlerde ise bu saldırıların eşiği aşmış olabileceğini” söyledi.

Bu haberi duyunca ilk akla gelen şey; ABD gibi en yüksek teknolojiyi kullanan, bütün kurumları sıkı şekilde denetlenen, seçimlerde “tarafsız ve müdahale olamayacak bir ortamı” sağlayabilen bir ülkede bile seçim sonuçlarına siber saldırı ve dış müdahale olabiliyorsa Türkiye’de olamaz mı?

Cezada ayırımcılık

Ayrıca bizde, ABD’deki gibi güçlü ve bağımsız bir yargının bu tür suçlar ortaya çıktığı takdirde vereceği ağır cezaların caydırıcılığı da yok.

Türkiye’de en ağır suçlar cezasız kalabiliyor, ceza uygulamada kişilere göre ayırım yapılabiliyor, birçok olayda görüldü, 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi de bunların dışında değil.

Bazı isimler, “yaptıkları belgeli olmasına rağmen” siyasetçi olduğu için dokunulmuyor.

Bazıları, olayın anlaşılması açısından “kilit isim” olduğu halde onların Meclis Komisyonu’na veya savcıya ifade vermesi önleniyor.

Yargıda böyle bir ayırımcılık yaşanırken ve Türkiye dış politikada birçok ülkenin hedefi durumundayken “seçim sonuçlarına bir saldırı” çok mu imkansızdır?

Örneğin yıllardır her seçimde “kullanılan SEÇSİS sisteminde” hile yapılmasının çok kolay olduğu söylenir. Yerel seçim gibi bazı seçimlerde partilerin oylarında kaydırmalar yapıldığı kanıtlanmıştır.

ABD seçimlerinde siber saldırı ve dış müdahaleler yaşanıyorsa (ki geçen Ekim’de Demokrat Parti kampanyalarında da Rusya suçlanmış) biz bir seçim veya referandum sonucundan nasıl emin olacağız?

Üzerinde düşünmek fena olmaz.

Askıya alındı

Başkanlık sistemini getirecek Anayasa değişikliği oylaması yaklaşırken “tek elde toplanacak yetkilerin kontrolü, denetimi” açısından yargının bağımsızlığı konusu da sıkça konuşulmaya başlandı.

Tam bu sırada Avrupa Yargı Kurulları Ağı (ENCJ) Türkiye Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu HSYK’nın “gözlemci statüsünü” askıya aldı.

ENCJ, AB ülkelerinde “yargı için çalışan bağımsız kurumları” toplayan bir kuruluş. AB adayı ülkeler çalışmalara “gözlemci” olarak katılıyorlar.

8 Aralık’ta Uluslararası Adalet Divanı bu kararı; üyelik ve gözlemcilik şartı olarak kurumların “yürütme ve yasama” organlarından yani hükümet ve meclislerden bağımsız olması, adaletin bağımsız olarak uygulanması gerektiğini…

HSYK’nın artık bu şartları sağlayamaz hale geldiğini gerekçe göstererek almış.

Ülkedeki tüm hakim ve savcıların bağlı olduğu, atamalarına-yetkilerine karar veren HSYK’nın “yasama ve yürütmeden bağımsız olmadığı” önemli bir uluslararası kuruluş tarafından da bildirilmiş oluyor.

Başkanın yargı denetimi nasıl mümkün olacak sorusu şimdi daha da çok önem kazanacaktır!

Yazının devamı...

Millet doğru kararı verir mi?

AKP ile MHP anayasa değişikliği metninin temel maddelerinde uzlaştı, bundan sonrası Meclis’in kararına kalmış durumda.

Yalnız dikkat; “Meclis’in kararı” derken bile “kendi iradesiyle karar verecek milletvekillerinden” söz edemiyoruz.

Bugüne kadar milletvekillerine ve topluma hep “ABD’dekine benzer bir başkanlık sistemi” geleceği söylendi. Oysa, hiçbir benzerlik olmadığını gösteren ilk nokta; ABD’de milletvekillerinin önceden, içeriği henüz ortaya bile çıkmamış bir anayasa metni için “boş kağıda imza attıkları” görülmemiştir, görülemez.

Perşembe akşamı bir hukukçu; Avukat Celal Ülgen TV’de Türk tipi başkanlık sisteminde “kuvvetler ayrılığının tamamen ortadan kalkacağını” anlatmaktaydı.

Mevcut durumda Anayasa’nın 101’inci maddesine göre “cumhurbaşkanlarının partisiyle ilişiği kesilir” diyordu.

Bağımsız olduğu için…

Şöyle devam etti:

“Cumhurbaşkanı ‘bağımsız olduğu için’ yargıya üye seçme hakkı vardır. ‘Bağımsız olduğu için’ yüksek mahkemelere üye atayabilir.

Yeni sistemde cumhurbaşkanı partisinin başında olacak. Yine de yargıyı şekillendirecek, mahkeme üyelerinin yarısını o seçecek, diğer yarısını Meclis’teki Ak Parti çoğunluğu seçecek. Böylece yüksek yargının bütünü ve HSYK (başında da Adalet Bakanı var), tek parti hatta tek kişinin istediği hakimlerden oluşacak.

Peki ‘yargı bağımsızlığı’ nasıl sağlanacak. Hem yasama ve yürütme yetkisi, hem de yargı onun kontrolünde olacak.”

Bu sözlerden “baskı rejimine dönüşebileceği” anlamı çıkıyordu ki…

Hegemonik parti

Bir başka konuşmacı öne atıldı; “ABD’de de öyle ama kimse diktatörlükten söz etmiyor”.

İşte yazılarımda “Bu konuyu mutlaka ülkenin başarılı, tarafsız Anayasa hukukçuları ve siyaset bilimcileri anlatmalı. Onları ekranda izlemeliyiz” dememin nedeni budur.

Onlar anlatırsa bu tür hatalar araya girmeden konu net bir şekilde anlaşılır.

Örneğin başkanlardan (ya da cumhurbaşkanlarından) biri “Ben Meclis çoğunluğuna sahibim, partimin de bir itirazı yok, KHK çıkarma hakkım var, istediğim yasaları böyle çıkarmaya devam edeceğim” derse onu hangi demokratik kurum durdurabilecek?

Mevcut Anayasa’ya aykırı olduğu halde ülkede “fiili bir başkanlık sistemi” uygulanabildiğine göre yeni anayasaya aykırı bir durum da olursa denetimi kim yapacak?

Muhalefet partileri ve yüksek yargı nerede duruyor olacaklar?

ABD’deki sistemin benzersizliği…

Orada partiler arasında “rejim ve temel konular” üzerinde uzlaşma olduğu…

Bizde “parti genel başkanlarının, yönetimlerin sözünden çıkamayan” milletvekillerinin oluşu… (İsterlerse onlarca teşkilatı da bir kalemde feshediyorlar.)

Bu nedenlerle “tek parti sistemi veya mutlak üstünlüğe sahip parti sistemi”nin ya da “iktidarın kişiselleşmesi”nin ortaya çıkma/çıkmama ihtimali bilim adamları tarafından açıklanmalı değil midir?

Seçim kanunu ve siyasi partiler yasası değiştirilmeden bu sisteme geçmek ve yüksek yargının “partiyle ilişkili cumhurbaşkanı tarafından” seçilmesi bile “aylar sürecek tartışmalar gerektirir” diyenler haklı değil midir?

Yerden göğe haklıdır!

Yazının devamı...

Başkanlık Sistemi anlaşılamıyor!

TSK’nın Suriye ve Irak’ta tehlikeli operasyonların içinde olması da ülkede endişe yaratan konuların başında geliyor.

İki kayıp askerimiz uzun süredir bulunamadı, bunun yanında El Bab bölgesindeki hava saldırısında 4 askerimiz şehit oldu, 10 askerimiz yaralandı.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın El Bab konusunda; Askerlerimize “rejim güçlerinin” hava saldırısı yaptığını söyleyerek “DEAŞ’ın tehditlerine rağmen Türkiye’nin ÖSO ile birlikte mücadeleye devam edeceğini” açıkladı.

Rejim güçleri dediğimizde Esad güçlerinin yanında savaşan Rusya’dan da söz ediyoruz. “PYD Menbiç’ten çekilmedi” dediğimizde, onları destekleyen “ABD ve Koalisyon güçlerini” de kastediyoruz.

Irak’ta Barzani “Peşmergenin alınan bölgelerden çıkmayacağını, Kerkük ve Musul’un da buna dahil olduğunu” söylüyor ve Şii Irak ordusu ve İran destekli Şii Milisler de işin içinde..

Kısacası, artık yalnız başımıza büyük savaşlara girmeden Irak ve Suriye’de kurulmaya çalışılan Kürt devletlerini önlemek çok zor görünüyor.

Neyi anladık?

Kısa süre önce TV’de “başkanlık sistemiyle ilgili” bir tartışma programında “yapılan bir ankette halkın büyük bir çoğunluğunun bu sistemle nelerin değişeceğini anlamadığının” ortaya çıktığı konuşuldu.

Yüzde 30.6 “bilgi sahibi değilim”, yüzde 30.2 “çok az bilgi sahibiyim”, yüzde 34 “bilgi sahibiyim” cevabını vermiş. Demek ki yüzde 60’ın üstünde vatandaş (referandum olacaksa) henüz neyi oylayacağını bilmiyor.

Televizyon programlarında iki kişi sistemle ilgili “doğru açıklamalar” yapıyorsa bakıyorsunuz en az 3 kişi yanlışları “doğru gibi” dayatıyor ve savunuyor.

Asıl konuşması gereken anayasa hukukçularını, baro başkanlarını, siyaset bilimci profesörleri duymuyoruz.

Sistemin isminde kararsızlık sürüyor ama Numan Kurtulmuş’un vurgusuyla “başkanlık sistemi”; bir rejim değişikliğine neden olacak, parlamento ve hükümet yerine “cumhurbaşkanı” neredeyse tüm yetkileri elinde toplayacak, halkın bu sistemi anlaması şarttır.

ABD’nin başkanlık sistemini beğeniyorsak, o sistemdeki siyasi yarışların “en küçük detaylara kadar açıklanarak” ve her iki tez için eşit şartlarda yapılmasını da örnek almak gerekir.

Bir dürüst siyasetçi!

Türk siyasetinde uzun yıllar önemli görevler, çeşitli bakanlıklar üstlenmiş olan TBMM Eski Başkanı ve bizim de sevgili büyüğümüz, aile dostumuz İsmet Sezgin Çarşamba günü, onunla ilgili bir yazımın çıktığı gün hayatını kaybetti.

Örnek ve dürüst siyasetçi kimliği, ülkesini seven ve hayatı boyunca demokrasi, hukuk, insan hakları gibi değerleri savunan devlet adamlığı yönüyle hep takdir edilen, sevilen bir isimdi “İsmet Abi”.

Unutulmayacaktır!

Ona Allah’tan rahmet, ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.

Yazının devamı...

İlk ifadeler değişiyor mu?

Adana’da kız öğrenci yurdunda çıkan ve 11 ortaokul öğrencisi ve bir kadın görevlinin hayatını kaybettiği yangının üzerinden bir hafta geçti.

O yurtta yangın merdiveni kapısı kilitliydi, yangın tatbikatı yapılmamıştı. Kısa süre önce denetim yapıldığı söyleniyordu ama açık ve netti ki bu denetim yetersizdi.

Salı günü Bolu İzzet Baysal Endüstri Meslek Lisesi pansiyonunda yangın çıktı, neyse ki bu kez büyümeden ve gençler hayatını kaybetmeden söndürüldü, ancak…

Yangın merdiveni kapısının “yine kilitli olduğu” ortaya çıktı. Eğer yangın zamanında fark edilip söndürülmese can kaybı olabilirdi.

Adana’daki yangın sonrasında da vurguladığım gibi “adalet hakkıyla uygulanmadığı takdirde” bu tehlikeler hiçbir zaman son bulmayacaktır.

Bu yangın nedeniyle 6 kişi tutuklandı ama ilgili bakanlığın sorumluluğu tüm uyarılara rağmen göz ardı edildi.

Oysa bir hukuk devletinde, demokrasilerde herkes kanunlar karşısında eşittir, herkes “hesap verebilir” olmalıdır, bu sağlanmazsa adaletten ve sorumlu davranış beklemekten söz edilemez.

Bazıları korunmamalı!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanlığını yapmış olan Doçent Dr. Fatih Gürsul’un “FETÖ’den gözaltına alındığı” haberi çıktı.

Birçok ilde de aynı nedenle asker-polis ve sivillere yapılan operasyonlar ve göz altıları sürüyor.

Bunların hepsi doğaldır, Türkiye büyük bir olay yaşadı ve bu işe karışanların ortaya çıkarılması, “suçlu-suçsuz ayırımı dikkatle yapılarak, bugünlere nasıl gelindiği araştırılarak yargıya hesap vermesi” sağlanmalıdır.

Pazartesi günü Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın tanık olarak dinlenmesi için Başbakanlık’tan izin talep ettiği” haberi çıkmıştı.

Ertesi gün yazımda bu talepten söz ettim ama aynı sıralarda Başsavcı Harun Kodalak “haberin gerçek olmadığını” açıkladı.

Oysa ben; Eğer Genelkurmay Başkanı Akar ile MİT Müsteşarı Fidan Meclis Darbe Araştırma Komisyonu’na gitmeyecekse, Komisyon üyelerinin sorularını da ‘görevlendirilecek savcı’nın sorabileceğini belirtmiştim.

Bu, 15 Temmuz’dan bu yana “halkın beklentisi” olduğu için son derece önemlidir.

Karanlık…

Olaydaki çelişkiler her geçen gün artıyor gibi.

Örneğin 15 Temmuz’dan sonra “O gün saat 3’te bir binbaşının Hakan Fidan’a; Akıncı Hava Üssü’nde ve Ankara Havacılık Okulu’nda olağan dışı bir hareketlilik (darbe hazırlığı şüphesi) olduğu bilgisini verdiği, onun da iki kez Genelkurmay Başkanı’na giderek konuyu görüştüğü” defalarca yazıldı.

Sadece “olağan dışı hareketlilik” sözü bile herkesi alarma geçirmeye yetmeliydi.

Şimdi, 4,5 ay sonra “bir binbaşı” dışında “bir er”in de ihbarda bulunduğu, ihbarın ‘darbe şüphesi olarak’ bildirilmediği, ‘MİT Müsteşarı’na suikast’ girişimi yapılacağıyla ilgili olduğu açıklanıyor.

Bu açıklamayı yapan Meclis Komisyonu Başkanı Özdağ “15 Temmuz’la ilgili kimsenin kafasında bir karanlık kalmamalı” dedi ki haklıdır.

Karanlık noktalar ortaya çıkarılmalı, Akar, Fidan, Mehmet Dişli, Mehmet Partigöç gibi isimler soruları cevaplamalıdır.

Yazının devamı...

Çağdaş olmak ya da olmamak!

Türkiye öyle bir karmaşa içinde bulunuyor ki bir yandan “medeni, refah içinde bir hayatı teşvik için çırpınanlara” sevinirken, aynı anda “çağdışı olayların hala önlenemediğini” görerek acı duyuyoruz. Pazartesi akşamı Koç Üniversitesi’nin bu yıl ilk kez başlattığı “Koç Üniversitesi Rahmi M. Koç Bilim Madalyası” ödül törenindeydik.

Koç Üniversitesi’nin dünyanın sayılı üniversiteleri arasına girmesi için bugüne kadar büyük destek veren Şeref Başkanı Rahmi Koç’un adını taşıyan ödülün amacı “35-45 yaşları arasında olan ve bundan sonra da dünya çapında buluşlara imza atacak olan genç bilimcileri ve bilimin gelişmesini teşvik” etmek…

Ödül bu yıl 2012’de “Popular Science” dergisi tarafından dünyanın en parlak 10 bilim insanı arasında gösterilen; Kaliforniya Üniversitesi’nden Prof. Dr Aydoğan Özcan’a verildi.

“Hayatı kolaylaştıracak, bilim alanında dünyada çığır açacak” buluşlarını onun ağzından ve büyük heyecanla dinlerken (bazı buluşları dünya çapında kullanıma başlanmış) duyduğumuz gurur kelimelerle anlatılacak gibi değildi.

Prof. Özcan’ın başarılarını ve bu önemli ödülü düşünen Koç Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı ve Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer. M Koç ile Üniversitenin Rektörü Ümran İnan’ı gönülden kutluyoruz. Türkiye’nin çağı yakalamasında “tarihe yazılacak” gayretlerdir bunlar!

Bu gazetecilik değil!

TBMM başkanlığı, İçişleri bakanlığı, Maliye bakanlığı, Gençlik ve Spor bakanlığı, parti genel başkanlığı (DTP), Aydın belediye başkanlığı, Aydın milletvekilliği ve daha bir dizi onurlu görev. İsmet Sezgin 1952 yılında siyasete başladıktan sonra yarım yüzyıl Türkiye siyasetinde önemli görevler üstlenmiş başarılı bir siyasetçidir.

Ülkenin en sıkışık zamanlarında onun aklıselimi, yol göstericiliği sayesinde büyük sıkıntılara çözüm bulunduğu için “İsmet abi formülü” diye bir deyim çıkmıştır. Yalnızca bizlerin değil, Türkiye’nin “İsmet Abi’si”ydi her zaman. Her zaman sportmen, dinamik, sempatik ve şık bir imaja sahip bir siyasetçi.

Son olarak 8 Ağustos’ta, kızı (eşim Ruhat Mengi’nin çocukluk arkadaşı, babaları onlarca yıl birlikte siyaset yapmış olan) başarılı televizyoncu Seynan Levent’in doğum gününde görüşmüştük, gayet sağlıklıydı.

Sonra sağlık sorunları çıkmış ve ağırlaşarak hastaneye kaldırılmış. Gazetede ve İnternette “yoğun bakım fotoğrafı” ile “yatakta bitkin, zayıf, hareketsiz, manzara yürek parçalıyor” gibi ifadeleri görünce hemen aklıma onu çok seven kızlarının, ailesinin duyacağı üzüntü geldi.

Seynan Levent’i aradım.

“Yavuz Donat’ın yazı yazacağını duyunca aradım ve ‘umarım rencide edecek bir şey yazmazsınız’ dedim. Buna rağmen yapılan, babamın acısı kadar acı geldi bana” dedi. Ağlıyordu. Şu anda savunmasız ve cevap veremeyecek durumda olan “İsmet Abi” adına bu yapılanın gazetecilik olmadığını söylemek isterim.

Bu dünya kimseye kalmayacak, o nedenle gazeteci de olsak “haberdir diyerek her şeyi, en özel duyguları hiçe saymak” yanlıştır. İsmet Sezgin saygıyı fazlasıyla hak ediyor!

Yazının devamı...

Herkes aynı soruyu soruyor!

Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “Parti kuracak” söylentilerini kesin bir dille yalanladı.

Aynı konuşmada 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişimine de değinen Gül “Bunu hemen atlatmak lazım. Bir an önce Türkiye’nin bu ortamdan çıkıp geleceğe bakması, bunu bir kabus gibi arkasında bırakmasını arzu ederim” dedi.

Aslında herkes bunu arzu ediyor, ancak…

Darbe girişimiyle FETÖ’nün devletin en hayati kurumlarında; TSK’da, Emniyet’te, yargıda, eğitimde, MİT’te, Diyanet’te yıllar içinde yayıldığı, birçoğunda hakim hale geldiği anlaşıldı.

Cumhuriyet tarihinin en önemli kalkışmalarından biriydi 15 Temmuz.

Daha öncekiler ordu içinde bir cunta tarafından yapıldığı, burada ise “futbola kadar bulaşmış” dev bir örgüt ağı olduğu için; “en tehlikelisi” demek yanlış olmaz.

Önce anlaşılmalı

Bu kadar büyük ve hala her gün ülkenin gündeminde olan bir terör örgütü, onun yaptığı darbe girişimi “tam olarak anlaşılmadan, yarım bırakılarak” yola devam etmek mümkün değildir.

Bu noktada bir şanssızlıktan söz etmek gerekiyor, tüm dikkatleri 15 Temmuz’a verip gerçekleri ortaya çıkarmak gerekirken Suriye ve Irak’taki savaş durumu, terör, başkanlık sistemi referandumu gibi konular öne çıkıyor ve araştırma bir türlü tamamlanamıyor.

Televizyonda konuyu tartışan hemen herkes “Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın TBMM Darbe Araştırma Komisyonu’nun sorularını cevaplaması gerektiğini” vurguluyor.

Komisyonun Ana Muhalefet Partili üyelerinin davet etmek istediği bazı isimlerin iktidar partili üyeler tarafından reddedildiğini duymak şaşırtıcı.

Neden mağdur?

15 Temmuz’un arkasındaki gerçeklerin anlaşılmasını en çok onların istemesi beklenir.

Örneğin; Komisyonun bazı üyeleri “15 Temmuz’un en karanlık anları 15.30-22.00 arası. Bu iki yüksek bürokratın; Fidan ve Akar’ın komisyona davet edilmesi gerekir” diyorlar.

İki eski Genelkurmay başkanı; Başbuğ ve Özkök de soruları cevapladığına göre onlar neden gitmesin?

FETÖ’nün son 14 yılın öncesinden başlayarak devlete sızdığı görülüyor ama son yıllarda “darbeye yeltenecek kadar” nasıl güçlendi sorusunun cevabı da bulunmalı değil mi?

Pazar günü; Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın “mağdur” tanık olarak ifadesinin alınması için girişimde bulundu haberi çıktı.

MİT Kanunu’nda Müsteşar’ın tanıklığı “başbakan iznine bağlı” olduğu için bu izin çıktığı takdirde bir savcı görevlendirilerek ifadesi alınacakmış.

Soruşturma dosyasında “Darbe girişimini saat 15’te MİT’e haber veren asker, bu askerin doğru söylediği anlaşılınca Fidan ve ekibinin Genelkurmay’a giderek Akar’la görüştüğü” gibi bilgilerin olduğu belirtiliyor.

Akar ise Anayasal Suçları Soruşturma Bürosu’ndaki ifadesinde “Saat 17-18 sıralarında 2’inci Başkan Güler’in kendisine MİT’ten gelen bilgiyi aktardığını” söylemiş.

Komisyon’a gitmeyeceklerse “saat 15-22 arasında tam olarak ne olduğu”nun anlaşılması için “Komisyon üyelerinin soruları” da alınarak savcı tarafından sorulabilir.

Çelişkili ifadeler açıklığa kavuşmalıdır.

Yazının devamı...

Siyaset ve hakikat!

Adana’da kız öğrenci yurdunda çıkan yangının ve kaybettiğimiz çocukların acısını unutamıyoruz.

Bu olayda ve diğer okullarla yurtlarda devletin gereken güvenliği sağlamadığı her konuşma ve açıklamada ortaya çıkıyor.

Başbakan Binali Yıldırım TÜSİAD’da yaptığı konuşmada sadece Türkiye’de değil, başka ülkelerde de seçim ve yönetim dönemlerinde “siyasetle hakikatin her zaman örtüşmediğini, bunun siyasetin gereği olduğunu” söyledi.

Oysa Batı ülkelerinde “seçim döneminde, propaganda konuşmalarında verilen sözler” tutulmadığı takdirde o toplum iktidar partisini puan puan düşürür.

İşsizlik, ekonomi, istikrar, iç ve dış politika, sağlık, can güvenliği, eğitim gibi her konuda grafikler yayınlanır ve bu grafikler aşağı doğru iniş gösterdiği anda “başkan, başbakan, hükümet” tüm yönetenler halkın güvenini ve oyunu kaybederler.

ABD ve Barzani

Bir yangın merdiveni kapısının yarattığı felaketten başlayarak büyük sorunlarla karşı karşıyayız.

Örneğin; Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin bize dost olduğunu sanmak gibi büyük bir yanılgının sonucu IKBY’nin “bağımsız ve çok büyük bir Kürt devletine dönüşeceği” ortaya çıkıyor.

Aylar önce birkaç kez yazdım, Barzani IKBY sınırlarını tahminlerin ötesinde genişlettiklerini açıklamış, “Musul ve çevresi dahil olmak üzere” IŞİD’den aldığımız bölgeleri terketmeyeceğiz demişti.Biz “Irak’la Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız” söylemlerini sürdürürken dün yeğeni Şirvan Barzani; Başkan Mesut Barzani’nin Bağdat yönetimiyle toplantı yaptığını, Musul’un IŞİD’den kurtarılmasının ardından bağımsız bir Kürt devleti kurulması teklifine Irak’ın “neden olmasın” cevabını verdiğini açıkladı.

Trump’ın farkı yok

Aynı sıralarda Donald Trump’ın Yardımcısı Pence “Terörle mücadelede ABD’nin Kürt bölgesine ve peşmergeye yardımının süreceğini” açıklıyordu. Görüldüğü gibi, umduğumuzun tersine Trump’ın Ortadoğu politikası Hillary Clinton’ın “yapacağım” dediğinden farklı değil.

Aynı desteğin bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Suriye’de PYD-PKK’ya verileceği, TSK’nın ÖSO ile (her ne kadar “Suriye’ye girişimizin nedeni Esad’ı indirmek” sözüyle hata yapılmışsa da) IŞİD ve PYD’ye karşı yürüttüğümüz Fırat Kalkanı operasyonunda yalnız bırakılmamızdan anlaşılıyor.

Bunun sonucunda Suriye ve Irak’ta Barzani önderliğinde aynı hedefe yürümeyeceklerini kim garanti ediyor? Suriye’de kaybettiğimiz 4 askerimize kimin hava saldırısı yaptığı da “Rusya’nın düşen bir uçak ve bir pilot nedeniyle” yaptıkları hatırlanarak ortaya çıkarılmalıdır.

Başkanlık konusu

Türkiye için çok hayati konular bizim dışımızda gelişirken biz yine referandumla meşgul olacağız. Bu konuda önemli bir nokta da “siyasetle hakikatin örtüşmediği” Başbakan tarafından açıklanmışken “Başkanlık konusunu halka siyasetçilerin anlatacak olması”dır. Bugünden başlayarak Türk usulü başkanlık sisteminin nasıl olacağı TV’lerden başarılı, tarafsız, siyasetçi olmayan Anayasa hukukçuları ve siyaset bilimciler tarafından net şekilde açıklanmalıdır!

Yazının devamı...

Dönüm Noktası!

Başbakan Binali Yıldırım ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “yeni anayasa ve başkanlık” konularında anlaştılar. Binali Yıldırım “MHP ile mutabık kalınan” metnin haftaya Meclis’e geleceğini söyledi.

Konuşmasının devamında “cumhurbaşkanının partisi ile ilişkisinin kesilmeyeceğini, en önemli değişikliğin bu olduğunu, seçim kanununun anayasada yeri olmadığını da” belirtti.

Oysa bu kadar hayati sorunların ortasında gelmesi istenen başkanlık sisteminde “milletvekillerinin nasıl seçildiği ve özgür iradeleriyle karar verip veremedikleri” en önemli noktalardan biridir.

İçerik nedir?

Başbakan Yıldırım’ın “cumhurbaşkanı partili olacak” demesinden birkaç saat sonra Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş TRT’de “Bunun adı ‘partili cumhurbaşkanlığı’ değil, başkanlık sistemine geçiştir. Bütün yürütme yetkilerinin ‘tek elde’ toplanmasına ilişkin bir değişikliktir” şeklinde düzeltme yaptı.

Kurtulmuş aynı konuşmada;

“Bu karar Türkiye için bir dönüm noktasıdır. Oylar 367’yi bulsa bile millete gidilmelidir.

Çünkü Türkiye’deki siyasi tarihin en önemli kararlarından biridir” dedi.

Sözlerini en can alıcı noktaya temas ederek sürdürdü.

Tek fire vermeden…

“Meclis’te Anayasa değişikliği oylamasında Ak Parti’nin bütün milletvekilleri, 316 milletvekilinin tamamı ‘Evet’ oyu verecekler. Burada Ak Parti’nin ‘bir fire bile vereceğini’ kimse düşünmesin”.

Görüldüğü gibi Başbakan Yardımcısı, partisinden “tek bir milletvekili”nin bile “Bu sistemin Türkiye’ye uymaması, beklenmedik sonuçlar yaratması mümkün, ben ‘Evet’ oyu vermeyeceğim” demesinin mümkün olmayacağına çok emin. Acaba neden?

Bir soru daha, acaba bu oylamada “kesinlikle genel başkan tarafından beklenen oyu” verecek olan 316 milletvekili, başkanlık sistemi gelirse, Numan Kurtulmuş’un ifadesiyle; aynı zamanda parti genel başkanı olacak olan “başkan”ı nasıl denetleyecek?

Aynı şey örneğin MHP için de geçerli, Bahçeli de MHP’nin “tek fire vermeden” kabul etmesini bekliyordur.

Milletin vekili!

Bahçeli’nin, verdiği destekten sonra “başkan vekili” olması da kuvvetli bir ihtimal olarak görülüyor.

Böylece “başkana bağlı” durumda olan Ak Parti ve MHP milletvekilleri başkanı nasıl denetleyecek?

İşte başkanlığın nispeten başarılı uygulanabildiği tek ülke olan ABD tipi ile Türk tipi arasındaki en önemli farklardan biri burada ortaya çıkıyor.

ABD, Fransa gibi ülkelerde hem çift meclis vardır, hem de meclislerin üyelerinin tamamı “doğrudan halk oyuyla” seçilir.

Türkiye’deki gibi “genel başkanların yaptığı listelerle veya delegelerin liderler ve genel merkez tarafından yönlendirilmesiyle” seçilmez. Bu nedenle de meclis; başkanı (veya genel başkanı) denetleyebilir.

Demek ki “ABD’de 2 ayrı meclis var, bizde tek meclis olacak, o denetleyecek” deniyorsa şunu da söylemek gerekiyor;

Özellikle başkanlık sisteminde milletvekilleri “halk tarafından” seçilmelidir, başkan ve liderlerin hiçbir müdahalesi olmamalıdır.

Seçim kanununun, “Mart, Nisan’da olması kuvvetle muhtemel referandum öncesinde” değiştirilmesi şarttır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.