Şampiy10
Magazin
Gündem

Sonsuza kadar mı?

Adana’da 11 ortaokul öğrencisi ile bir kadın bakıcının hayatını kaybettiği yurt yangınına neden olan ihmaller insanı dehşete düşürüyor.

Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bu yangınla ilgili bilirkişi raporu; öncelikle yangının elektrik panosunun eski olması ve kaçak akım koruma rölesinin olmaması nedeniyle çıktığını belirledi.

“Kaçak elektrik akımı miktarı belli bir değerin üstüne çıktığında sistemi kapatan” kaçak akım rölesi başlı başına yangını önleyebilirdi.

Yangın merdiveni kapısının kolunun olmadığı, kapının yangına dayanıklı olmayan PVC’den yapılmış olduğu da bu raporda belirtiliyor.

Halılar sentetik, döşeme ve tavan ahşap ve bu dehşet hatalara rağmen bir dizi ihmal!

Tasarrufun böylesi!

Bunun üstüne bir de “yangın alarmı olmadığını” öğrendik.

Meğer 2007’de yürürlüğe giren yönetmelikle “7 katın altındaki eğitim tesisleri” için alarm zorunluluğu kaldırılmış.

Hiç akıl alacak bir şey midir; örneğin 5- katlı bir eğitim tesisinde yangın çıkarsa “bunun önemli olmadığını” düşünmüş olmalılar.

Devletin; köprü, duble yol, havaalanı, cami, tünel gibi yatırımlarda trilyonlar harcarken, hatta en uzak ülkelere yatırımlar, okullar yaparken kendi öğrenci yurtları ve okullarında, can güvenliğinden sorumlu olduğu çocuklar konusunda tasarruf yapması kabul edilemez.

13 yaşındaki çocuğunu kaybeden baba haberlerde “Hocalar bize ‘bu yurt Süleymancıların, oraya verin’ dedi” diyordu.

Adana’da öğrenci yurtlarının yüzde 80’inin aynı cemaate ait olduğu belirtildi.

Özellikle FETÖ’nün okul çağındaki öğrencilere beyin yıkama yaparak sonucu nerelere vardırdığı görüldükten sonra bunun nedenini de sormak gerekmez mi?

Bir cemaat gidecek, onun yerini başka cemaatler mi dolduracak?

Ağır ceza…

Acı olaydan sonra bakanlar Adana Aladağ’a giderek “En ufak ihmali olanlar sonuna kadar cezalandırılacak” dedi.

Ya kendileri de denetim yapmak durumunda olan Milli Eğitim Bakanlığı ve hatta Kadın ve Aile Bakanlığı?

Onlar aynen Soma Faciası’ndaki gibi suçsuz ve sorumsuz mu kabul edilecek?

Dün de hatırlatmıştım; Soma faciası Mayıs 2014’te olmuş ve 301 işçinin hayatını kaybettiği, 162 kişinin yaralandığı bildirilmişti.

Günlük 40-45 TL yevmiye için yerin altına inen yüzlerce işçi “yaşam odası” yapılmadığı için ve daha birçok ihmal yüzünden ölmüştü.

Zehirli gazları ve ocak sıcaklığı artışını önceden tespit eden sistem yoktu.

Havalandırma ve yönlendirme sistemi donanımı yoktu, işçilerde olması gereken baretler, çizmeler bile yoktu. Hatta dumandan koruyacak maskeleri bile eski, kontrolsüz ve bakımsız olduğu için kullanamadılar.

Türk Enerji Sen ve kurtulan bazı işçiler “çok para kazanma hırsı ile ocaklara gerekli yatırımın yapılmadığını, maden işletenler iktidara yakın kişiler oldukları için denetimleri kolayca geçiştirdiklerini” söylüyordu.

Soma’dan kısa bir süre sonra Ermenek madeninde 18 işçimizi kaybettik.

Gerçek suçlular, tüm sorumlular, makamlarına bakılmaksızın hesap vermedikçe, en ağır cezaları almadıkça bu felaketler kesilmeyecektir!

Yazının devamı...

Devletin cevaplaması gereken sorular!

Adana’da ortaöğretim öğrencilerinin kaldığı kız öğrenci yurdunda çıkan yangında 10 öğrenci, 1 küçük çocuk ve 1 eğitmen feci şekilde hayatını kaybetti.

24 öğrenci yaralı… Yaralı deyip de geçilemez, kim bilir kaçıncı derece yanıklar içindeler. Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak ve bazı bakanlar olay yerine giderek inceleme yapmışlar.

Veysi Kaynak “Yangının trafoda elektrik kontağından çıktığını, Haziran ayında gerekli denetimin yapıldığını ve ‘hiçbir olumsuzluk’ belirlenmediğini” söylediği açıklamada “Yangın çıkması muhtemel diyorlar” dedi.

Çelişkiler

Yalnızca bu sözlerde bile çelişki var, gerekli denetim yapıldıysa nasıl “yangın çıkması muhtemel” denebilir?

Yetkililer “Yangın merdiveninin kilitli olmadığını” söylemiş, bu durumda öğrenciler neden “yurt sorumluları tarafından” güvenli şekilde tahliye edilemediler?

Böyle acil durumlarda alınacak önlemlerin provası öğrencilerle birlikte daha önceden yapılmalı değil miydi? Soma faciası gibi büyük ihmallerden oluşan benzersiz bir maden felaketinden sonra bile benzer maden kazaları yaşandı, hala bunların üzüntüsünü taşıyoruz. O zaman şu sorunun cevabı verilmelidir; neden medeni ülkelerde bu olaylar artık duyulmuyor da hepsi Türkiye’de oluyor?

Örneğin bu olayda Milli Eğitim Bakanı çıkıp ihmalleri açıklamalı ve sorumluluğunun hesabını vermeli değil midir?

“Yasal değil”

CHP Genel başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Selin Sayek Böke:

“Orta öğretim çağındaki çocukların özel yurtlarda kalamayacağını, orada bulunmalarının yasal olmadığını, özel yurt açılmamasını sağlamanın devletin en temel görevi olduğunu” söyledi.

Yasalar buna izin vermiyorsa o çağdaki çocukların özel yurtlarda kalmasına Bakanlık nasıl izin verebiliyor?

Türkiye’de yasalar kağıt üzerinde kalmak için mi yapıldı ve yapılacak?

“Başka kalacak yer yoktu, mecburen çocuklarımızı orada gönderdik” diye ağlayan ailelerin acısını tüm toplum yüreğinde hissetmektedir. Tüm sorumlular bu olayların hesabını yargıya vermelidir.

Suriye işi de büyüyor!

Suriye’de yürütülen Fırat Kalkanı operasyonunda bugüne kadar 19 askerimizin şehit olduğu bildiriliyordu, 2 askerimiz için de “kayıp” deniyor. TSK, Esad muhalifleri ÖSO ile güneye, El Bab bölgesine inmişti. Dün burada DAEŞ ile çatışma çıktığı ve “yaralanan 5 Türk askeri”nin Kilis ile Gaziantep’e getirildiği haberi verildi.

Bugüne kadar TSK’nın Suriye’ye girme nedeni “DAEŞ ve PYD ile mücadele ve sınırlarımızı korumak” olarak biliniyordu.

Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan son olarak “devlet terörü estiren zalim Esed’in hükümdarlığına son vermek için biz ÖSO ile oraya girdik” dedi.

ABD ve Koalisyon ülkeleri karışmazken, arkasında Rusya, Çin, İran gibi ülkelerin olduğu Esad’ı indirmek neden tek başına Türkiye’nin görevidir bunu anlamak kolay değil.

Nitekim Rusya’dan dün acil bir cevap geldi. “Bu sürpriz ve çok ciddi bir açıklamadır ve öncekilerden farklıdır. Ankara’dan açıklama bekliyoruz” dendi. Suriye’de ÖSO’ya verdiğimiz destek bizi büyük bir savaşa itebilir!

Yazının devamı...

Tehlikeli bölge!

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa Parlamentosu’na “Sınır kapıları açılır” tehdidinden sonra Bulgaristan ve Yunanistan sınır önlemlerini arttırmış.

İki ülkenin medyası bunu “Avrupa’ya yönelik tehdit” olarak adlandırırken Türk- Bulgar sınırı “2. derece tehlikeli bölge” ilan edilmiş.

Bulgaristan Savunma Bakanı ise gerekirse sınıra birkaç saatte 2 bin asker gönderileceğini söylüyor ve “Mülteci krizi doğrudan Bulgaristan ulusal güvenliğini tehdit eden bir problemdir” diyor.

Bunları duyunca bizim tehdidimizin aslında “Türkiye’yi tehdit eden büyük sorunu haber verdiği” geliyor akla.

Ulusal güvenliğimiz

Bulgaristan 350 mülteciyi sınır dışı edip “ulusal güvenliğini koruduğunu” düşünüyorsa, 3 milyonun üstünde mülteci almış bulunan Türkiye neden düşünmüyor?

Bizim ulusal güvenliğimiz Bulgaristan’ınki kadar önemli değil mi?

AP kararından sonra bile hala sık sık “Türkiye- AB geri kabul anlaşması yürümeli, bu anlaşmayı 2 taraf için de başarı olarak görüyoruz” açıklamaları duyuyoruz.

Kendileri mültecileri “AB’ye tehdit”, “Bulgaristan’ın ulusal güvenliğine tehdit” gördüklerini açıkça ifade ederlerken…

ABD dahil tüm ülkeler parmak hesabıyla sığınmacı kabul ederken bize “geri kabulü yürütün” demeye devam etmeleri inanılır gibi değil!

15 Gün içinde...

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Mustafa Şentop “15 gün içinde Anayasa değişikliğiyle ilgili teklifi Meclis’e sunacaklarını, bahar aylarında referandum yapılacağını” açıkladı.

Ak Parti bugüne kadar ABD benzeri ama “eyalet sistemi olmayan, tek meclisli” Türk tipi bir başkanlıktan söz etmişti.

Şentop da benzer cümleler kurdu ama bu anlatım konuyu fazla basite indirgiyor.

“Orada eyalet sistemi var, o eyaletlerin ayrı ayrı başkanı-yasaları var bizde olmayacak” demek halkın bu karmaşık konuyu anlamasına yetecek mi?

Üç ay gibi kısa bir sürede bu sözlerin tüm medyada tekrarlanmasıyla halk “demokratik ülkelerin çoğunluğunun uyguladığı parlamenter sistem”den hangi nedenle vazgeçildiğini öğrenecek mi?

Özbudun’un uyarısı

2007 yılında Ak Parti’nin isteğiyle bir Anayasa taslağı hazırlayan Anayasa hukukçuları grubunun başında olan Prof. Dr. Ergun Özbudun, daha sonra yazdığı “Başkanlık Sistemi ve Türkiye” başlıklı raporda:

“İstenen Türk tipi başkanlık sisteminin denge ve denetim mekanizmalarından tümüyle yoksun olduğunu…

Çağdaş demokrasiler arasında parlamenter rejimi terk edip başkanlık sistemine geçen bir ülkeye rastlanmadığını…

Gerçekten ‘çok özel ve kendine özgü şartları olan ABD dışında’ başkanlık sistemiyle istikrarlı bir demokrasiyi sağlayan örnek bulunamayacağını…

Mevcut 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanlarına ‘sembolik yetkilerin çok ötesine geçen anayasal yetkiler’ tanıdığını…

Ak Parti’nin istediği başkanlık sistemi ile ABD’deki başkanlık sistemi arasında hiçbir benzerlik olmadığını” anlatıyor. Bu konu ülkenin tarafsız ve deneyimli Anayasa hukukçuları ile siyaset bilimcileri tarafından topluma tüm detaylarıyla açıklanmalıdır.

Benzer şartlarda gidilen 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu’nun sonucunda yaşadığımız devlet depremini unutmayalım!

Yazının devamı...

Bahçeli ve başkanlık!

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, diğer Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in “başkanlık ve Devlet Bahçeli” ile ilgili sözlerine cevap verdi.

Türkeş MHP’den ihraç edilip Ak Parti’ye geçtikten sonra Başbakan Yardımcılığı görevine getirildi ve tartışılan sözleri eski Genel Başkanı Bahçeli ile ilgili.

Diyor ki; “Ak Parti’yi referanduma itmek Bahçeli’nin erken seçime yönelik siyasi bir tuzağı olabilir”.

Numan Kurtulmuş bu sözler sorulduğunda “Biz kimsenin niyetiyle ilgilenmeyiz. Siyaset somut bir şeydir. Meclis’te 330’u bulunca referanduma gidilir” dedi.

Niye seçim istesin?

Tuğrul Türkeş’in vurgusu topluma başkanlık referandumuna gitmenin “tamamen Bahçeli’nin sorumluluğu” olduğunu anlatıyor.

Önemli bir hatırlatma zira ülkenin içinde bulunduğu şartlarda bir kez daha aylarca seçim havası yaşamak, ülkeye maddi-manevi her açıdan büyük bir yük olacak.

Bunun ve “yeni sistemin adı ne olursa olsun parlamenter sistemden vazgeçme”nin sorumluluğu büyüktür.

Yalnız Türkeş “hali hazırda daha da fazla oy kaybettiği” düşünülebilecek olan Bahçeli’nin erken seçim isteyebileceğini nereden akıl etmiş orası belli değil.

Genel başkanlık gitmesin

Bilindiği gibi Türkiye’de genel başkan koltuğunu ele geçirenler Batı’daki gibi “başarısızlıklardan sonra çekilme” durumunu asla kabul etmiyor.

Tam aksine giderek daha da fazla “başarısızlığı başarı gibi gösterme” konusunda hüner sahibi oluyorlar.

MHP’nin seçim başarısızlıklarından sonra, hele de 7 Haziran seçimi sonrası takındığı çözümsüz tutum ve 1 Kasım seçiminde “HDP’nin de altına düşerek 4’üncü parti olmasının” ardından partide 4 genel başkan adayı ortaya çıkmış ve “genel başkan seçimli olağanüstü kurultay” istemişlerdi. 900’den fazla delege de bunu istiyordu.

Sulh Hukuk Mahkemesi bu talebi kabul etti, 21 gün içinde olağanüstü kongreye gidilmesi gerekiyordu.

Bahçeli ve MHP Genel Merkezi mahkeme kararını tanımadılar, Yargıtay’a gittiler, Yargıtay da “olağanüstü kurultay kararı” verdi.

MHP Genel Merkezi “10 Temmuz 2016’da hem tüzük kurultayı, hem de genel başkan seçimli kurultay yapılacağını” açıklarken Bahçeli bir yandan muhaliflerin “Cemaatçi olduğu” iddialarını öne sürmekteydi.

Bunlar muhalifleri durdurmadı, teşkilatlar arka arkaya muhaliflerin, özellikle Meral Akşener’in yanına geçmeye, MHP ise bu teşkilatların hepsini feshetmeye başladı.

Sonra 15 Temmuz’da FETÖ darbe girişimi oldu… Tek bir suçlamanın tutuklanmaya yettiği bir ortamda muhalifleri “FETÖ’cülükle suçlayarak susturmak” daha da kolaylaştı.

Başkanlık tartışmaları ve referandum, eğer “rejim değişikliği” kabul edilirse “başkan yardımcısı” olma ihtimali Bahçeli’nin 2019’a kadar yerinde kalmasını sağlayacaktır.

Bunun dışında “partisi ve diğer muhalefet partilerinin konumu ne olacak, referandum sonrası 2 parti arasındaki anlaşmalara uyulmazsa Bahçeli ne yapacak” gibi soruların cevabını ise MHP aramalıdır!

Yazının devamı...

Herkesin düşünme zamanı!

Daha ne rezaletler duyacağız bakalım.

İzmir Bornova’da henüz 9 yaşında bir küçük kız. 4 ay önce arkadaşının evinde onun dedesi “oyuncak alacağım” diye kandırdığı çocuğa cinsel tacizde (bu ifade genellikle “tecavüz”ü hafifletmek için kullanılıyor) bulunmuş.

Olayı annesine anlatan, o günden sonra okula gitmeyen ve psikolojik tedavi gören çocuğun duruşmaya gitmesi için ısrar edilince “tecavüzcüyle karşılaşma” korkusu ve stresi yaşayan çocuğun kalbi bu sıkıntıya dayanamamış. Evinde fenalaşarak hastaneye kaldırılmış ve orada hayatını kaybetmiş.

Yargıyı etkiliyor

Tecavüzcü sapık “dede” ise serbest! Gözaltına alınmış ama “tutuksuz” yargılanmak üzere bırakılmış.

Çocuk tecavüzcüleri için “çocuğun rızası var mıydı” tartışması yapanlar, “yasayı bilmeden çocuk yaşta evlenmiş, kocası hapiste, bu kanayan yaradır” diyenler acaba asıl “kanayan yara”nın ne olduğunu hiç değilse bu korkunç olayla anlayabilirler mi?

Hala “Bu yasa şimdilik durdu ama çıkacak” diyen herkes çocukların aile içi ve dışında karşılaştığı cinsel saldırı suçlarına ortak olmaktadır.

Daha önce de vurguladığım gibi böyle çağdışı bir tasarının Meclis’e getirilmesi bile bu ülkenin geleceği olan çocukları daha büyük tehlikelere attığı gibi yargıyı da “sapıkları tutuksuz yargılama” yönünde baskı yaratıyor.

Başbakan ve Adalet Bakanı’nın bu söylemi değiştirmeleri, tam aksine en kısa zamanda; “çocuklara (ve hatta sokak hayvanlarına) saldıran sapıkların ağır şekilde cezalandırılacağını” açıklamaları şarttır.

İzmir Bornova’daki bu facia artık çocuk tecavüzlerinin önlenmesi için sembol olmalıdır.

Şehitler ve yaralılar!

Suriye’de Esad muhalifleri ÖSO ile birlikte güneye doğru ilerleyen Türk birliklerine 24 Kasım Perşembe gecesi El Bab yakınlarında Suriye rejim güçleri tarafından hava saldırısı yapıldı, 3 askerimiz şehit oldu, biri ağır 10 askerimiz yaralandı.

Cuma gecesi 1 şehit, 3 yaralı asker haberi daha verildi, bölgede şehit sayısı 19’a çıkmış.

Geçen 24 Kasım’da Türkiye’de 1 Rus uçağı düşürüldü ve pilotu öldü diye Rusya ortalığı duman etti, biz özür dileyene kadar turizmden tarıma uyguladığı yaptırımlarla da bizi pişman etti.

Yine 24 Kasım’da “Rusya ile baştan beri birlikte hareket eden Esad” bizim çok sayıda askerimizi şehit ediyor, yaralıyor ama Cumhurbaşkanı Erdoğan sadece Putin ile telefonda “durum değerlendirmesi” yapıyor.

Hangi işbirliği?

Haberlerde ise “Rusya ile Türkiye tam işbirliği içinde” deniyor.

Rusya bizimle mi, Esad’la mı işbirliği içinde? “El Bab çevresinde Türk jetleri DAEŞ’i vuruyor” haberleri verildiğine göre ABD ve Koalisyon güçleri neden destek vermiyor?

Bundan haftalar önce; sınır ötemiz PYD/PKK tarafından adım adım alınırken Türkiye çok zaman kaybetti. TSK, Halep’e doğru inerse Esad ve Rusya ile yeni bir cephe açılabilir demiştim.

Bu cephenin işaretleri gelmeye başladı.

Şimdi şehitler veriyoruz ve Binali Yıldırım “Menbiç ile Afrin’i alacağız, koridoru önleyeceğiz” diyor.

Suriye ve Irak’ta “bitmeyecek bir savaşın içinde” kalıyoruz, dikkat!

Yazının devamı...

Hatadan dönmeliyiz

Türkiye ile AB arasındaki müzakerelerin geçici olarak dondurulması, tarafların dönüşü olmayan bir yola girdiklerini göstermiyor.

Çünkü yine de bir ümit ışığı var.

“Geçici” demek,”bırakılan yerden müzakerelere devam” imkânının hala mevcut olması demektir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerinde savaş çağrışımları uyandıran ifadeler bulunuyor. Bundan uzak durmak lâzım.

Avrupa Parlamentosu’nda kabul edilen “müzakereleri dondurma” kararı Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan çok sert karşılıklar aldı. Erdoğan AP üyelerine seslenirken, diplomasi diline kazandırdığı (!) sözler ve üslupla şunları söyledi: “Topunuz evet derse ne yazar; daha ileri giderseniz sınır kapılarını açarız!” Dünya siyaseti böyledir; kontrolu kaybediyorsanız davacı sandalyesinden bir anda sanık sandalyesine yerleştirilirsiniz.

Göçmen anlaşmasının konuşulduğu günlerde yapılacak işin büyük bir başarı olduğuna özellikle Batı’da inanmayan yoktu. Ama sonra ne oldu?

Tamamen kaybedeceğiz

Türkiye, aldığı 4 milyona yakın göçmenin bakımı ve kontrolü konusunda büyük özveride bulundu. Buna isterseniz “dünyada hayranlık uyandırmak için şartları zorlamak” da diyebilirsiniz.

Bu kurtarma operasyonu karşılığında AB Türkiye’ye 3 milyar dolar mali destek verecekti. Bu ümit tamamen yok oluyor.

AB, Avrupa Parlamentosunun aldığı karar doğrultusunda Türkiye’nin üyelik sürecini askıya alacak olursa yalnızca mülteciler konusunda değil bir çok konuda büyük kayıplara uğrayacağız.

Başbakan Binali Yıldırım “AB ile ilişkilerin kopması Türkiye’ye zarar verir. Kabul ediyorum ama Avrupa’ya üç-beş misli zarar verir. Türkiye olmasa ortadoğudaki savaşlardan kaçan mülteciler Avrupa’yı istila eder, Avrupa bunu görmeli” dedi.

Görüldüğü gibi Başbakan da açıkça Türkiye’nin zarar göreceğini söylüyor. Bu zarar çok yönlü olacak. “Mültecilerin Avrupa’yı istila etmeleri” konusuna gelince... Türkiye Avrupa’yı korumak için kendisi böyle bir istilayı karşılamak zorunda değildir.

Şartları karşılayabiliriz

Avrupa Parlamentosu AB’ye de müzakereleri dondurma çağrısı yaptı. Bu kararı alma nedeni olarak idam cezasının getirilmesi tartışmasını, FETÖ ile mücadele denerek bunun tüm muhalifleri hapsetmek için fırsat olarak kullanıldığını söyledi.

Bunlar ve benzeri bir kaç konu düzeltildiği takdirde AP’nin “kendi pozisyonunu tekrar gözden geçirme taahhüdü” var.

Ülkede hukukun üstünlüğü sağlandığı takdirde bu kararın değişmesi mümkün. Batı ülkelerine ve Batı medyasına, her konuda “FETÖ Tehdidi”ni mazeret olarak öne sürmemiz olayları çözmeyecektir.

Hukuk kurallarına bağlı olduğumuza ve hukuk devleti içinde kaldığımıza dünyayı inanırmamız gerekiyor.

Yazının devamı...

Türkiye’nin geleceği oylanıyor!

Avrupa Parlamentosu “Türkiye ile 3 Ekim 2005’te başlatılan üyelik müzakerelerini dondurma kararı” aldı. AP’de 37 oya karşılık 499 oyla alınan bu kararın bağlayıcı niteliği yok, yani AB üyeliğimizin askıya alınması için henüz son söz söylenmiş değil ama AB’nin bu kararı dikkate alarak sonuç bildireceği de açıkça biliniyor. Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan da, AB Bakanı ve Baş müzakereci Ömer Çelik de “Bu kararı yok hükmünde saydıklarını, hiçbir hukuki bağlayıcılığı olmadığını” tekrarladılar.

Dolar yine fırladı

Ancak bu açıklamalar Dolar kurunun bir anda 3.4420’ye, Euro’nun 3.63’e fırlayarak tarihi rekor kırmalarını engellemedi. Ekonomistler ve ihracatçılar “döviz kurlarındaki oynamalar giderilmediği takdirde Türkiye’nin önlenemez bir ekonomik bir çıkmaza gireceğini” söylüyorlar.

Dolar ve Euro üzerinden büyük ithalat-ihracat- yatırım anlaşmaları yapmış olan sayısız firma ve dolayısıyla Türkiye bu kez ekonomik krizin eşiğine gelebilir. AB ile kapışırken, liderlerine “terbiyesiz”e varan hakaretler ederken ülkenin geleceğinin tehlikeye girdiği unutulmamalıdır.

Büyük sorumluluk

Bu öfkeli ve diplomasi gözetilmeden yapılan ve Türkiye içindeki siyasetçiler için de olmayacak söylemler, konuşmalar Türkiye’nin geleceğine mal olabilir.

Tehdit gibi “Şanghay Beşlisi”ne girmekten söz edilmesi AB’nin vereceği “bağlayıcı” kararı da olumsuz etkileyecektir.

Bu arada… AB’nin de bugüne kadar tümüyle hatasız bir tutum içinde olmadığını takdir ediyoruz.

Türkiye 4 milyona yakın sayıda mülteciyi alırken ve milyar dolarlar harcarken “AB’den yardım geleceğini” ummuştu.

Sonra konu “vizesiz dolaşma hakkı” ile “AB’deki istenmeyen mültecileri de Türkiye’ye gönderme” pazarlığına bindirilince işler iyice karıştı.

Avrupa ülkeleri Türkiye’deki terör olaylarında ve PYD/PKK’nın sınırımıza yayılmasında ABD ile birlikte kayıtsız kaldı, hatta karşı tarafın yanında yer aldı.

Bununla birlikte yıllardır beklediğimiz ve Türkiye’nin çağdaş normlara kavuşmasında maddi-manevi katkısı olan AB’den bu şekilde kopma kararı bir hükümet için çok büyük bir sorumluluktur.

Bütçe ayırmıyor

Şimdi Türkiye 2020’li yıllara kadar AB’den uzaklaşacak, mülteciler ve hiçbir konuda yardım alamayacak. Nitekim yeni programlarında Ukrayna’ya bile bütçe ayrılırken Türkiye’ye ayrılmamış.

AP’nin kararında “idam cezasını getiririz” sözleri, OHAL kapsamında “hukukun üstünlüğünü gözetmeden alınan kararlar” da rol oynadı. “Lozan Anlaşması”yla ilgili açıklamalardan duyulan endişeler de… Kendi sınırlarımızı korumak için çalışırken, sanki Irak ve Suriye topraklarını hedefliyormuşuz algısı yaratan açıklamaların diğer ülkelerde endişe yaratması doğaldır.

Şu anda yapmamız gereken şey Şanghay Beşlisi denilen ve “demokrasiyle ilgisi olmayan ülkelerden oluşmuş” birlikten söz etmek yerine, 15-16 Aralık’ta Brüksel’de AB liderlerinin yapacağı zirve öncesi onlarla doğru, diplomatik diyaloglara girmektir!

Yazının devamı...

Nereye böyle?

Türkiye Avrupa Birliği’ne, başkalarının gözüne girmek için üye olmak, ortak olmak istemiyor.

Yarım yüzyıldan beri Avrupa’nın kapısında sabırla beklemesinin en önemli nedeni, “çağdaş uygarlık düzeyi” olan politik , ekonomik ve kültürel hedeflerimizin bu birliğin amaç ve ilkeleri tarafından kapsanıyor olmasıdır.

“Avrupa Birliği Türkiye’nin istikbalidir!”

Yarım yüzyıla yakın zamandır AB Türkiye’nin hayatında işte bu kadar önemli bir yer tutmaktadır.

Ankara ile Avrupa başkenti arasında zaman zaman birleşme iradesi taşıyan taraflara yakışmayacak gerginlikler, tartışmalar yaşanmıştır ama Türkiye de bu ilişkiden zarar görmemiş, çağdaş ilerlemeden nasibini almıştır.

AB baskısı ve yönlendirmesi olmasa şimdiki yerimizde olamazdık.

Değeri sıfır mı?

Ülkemiz bugünlerde reformlardaki gecikmeleri gidermek konusunda uğradığı baskıların olumsuz etkileri altındadır.

Ankara, 15 Temmuz’da hedef olduğu kanlı darbe girişimi karşısında AB’den beklediği destek ve övgüyü görmemekten dolayı kırgın, hatta kızgındır.

AKP iktidarı bu sebeple Batılı kurumların desteğini görmediğini düşünüyor, AB ve hatta NATO içindeki yerini sorguluyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan dün resti çekti. İstanbul’da toplanan İslâm İşbirliği Örgütü’nün kürsüsünden yüksek sesle şunları söyledi:

“AP’deki Türkiye oylaması ne çıkarsa çıksın, bu oylamanın bizim nezdimizde bir kıymeti harbiyesi yoktur!”

Türkiye ile müzakerelerin durdurulmasına dönük tasarının yarın Avrupa’nın başkentinde ele alınacağı haberi, ciddi bir krizin varlığına işaret ediyor. Avrupa Parlamentosu yarın vereceği oyların kendi geleceğini de belirsizliğe atacağını unutmamalıdır. Gelecek yeni kuşaklar AB’nin önemini daha gerçekçi biçimde kavrayabilir. Bu hakkı onlara çok görmemeliyiz.

Önce diyalog yolu...

Türkiye’nin AB büyükelçisi Selim Yenel Fnancial Times gazetesi için kaleme aldığı yazıda, ilişkilerin birçok kez krize girdiğini ama çözüm bulunduğunu, yine bulunacağını savunuyor.

Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye hakkında vereceği karar, taşınması zor bir vebalin adıdır.

Türkiye çözümün aklı selimde yattığını unutmadan yürümelidir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Güvenlik Konsepti Konferansı’nda yaptığı konuşma duygusal ve hamasi bir metindi. Türkiye’nin şahinleştiği yolunda şüpheler yansıtıyordu.

Cumhurbaşkanı bir yerde (toprak kaybettiren) Lozan’ı yeriyor, bir yandan da hiçbir komşumuzun bir karış toprağında gözümüz olmadığını söylüyordu.

Konuşmayı izleyen diplomatik temsilciler, başkanlık rejimine girmeye hazırlanan Türkiye’nin “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini terk ettiği şüphesine de düşmüş olmalıdır!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.