Şampiy10
Magazin
Gündem

Olaylı yasa ve AB meselesi!

TBMM’ye Ak Parti milletvekilleri tarafından getirilen ve tüm ülkede büyük tepki toplayan “çocuk tecavüzcülerine af” önergesi Komisyon’a geri çekildi. Bununla birlikte görünüşe bakılırsa yasadan vazgeçilmiş değil.

Başbakan Binali Yıldırım “Bu mağduriyet mutlaka giderilecek” diyor.

Oysa toplum “çocuk ve kadınlara karşı cinsel saldırılara ve çocuk yaşta evliliklere karşı olduğunu” yeterince göstermiştir. Sivil toplum kuruluşlarının görüşü alınarak yasalar doğru yönde değiştirilmelidir.

Şanghay beşlisi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye’nin Şanghay Beşlisi içinde yer alması çok rahat etmesini sağlar. Bunu sayın Putin’e de söyledim” sözü eğer AB’ye karşı blöf olarak söylenmemişse oldukça sorunlu görünüyor.

Türkiye’nin “demokratik olmayan, hepsi totaliter rejimle yönetilen ülkeler birliği” arasına girmekle neden rahatlayacağını bilmiyoruz.

Şurası muhakkak ki “hukuk devleti, insan hakları, evrensel değerlerin korunması, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma” gibi konularda dikkatli olmamızı sağlayan AB denetimi kesinlikle ortadan kalkar.Rahatlama dediğimiz bu ise mesele yok!

Asya’ya dönüş

Pazartesi akşamı bir siyasi programda “AB mi, Şanghay Beşlisi mi” tartışması izledim. Bazı konuşmacılar “Demokrasinin zor korunacağı Türk tipi başkanlık sistemi gündeme getirildikten sonra Asya’ya yöneldi. Diyelim ki Rusya ve Çin’in bulunduğu Şanghay Beşlisi’ne girildi, başta Suriye politikamız olmak üzere mevcut politikalar değişecek” veya “Ekonomi zora girecek” görüşlerini savunurken…

Bazıları İngiltere’deki referandumda “Brexit”in, AB’den çıkma kararının kazanmasını öne sürüyor; “AB kendini tüketti, bize vereceği bir şey kalmadı. AB’nin ölçülerine uymak yerine biz ifade özgürlüğü, insan hakları gibi değerleri kendimiz bulmalıyız” diyorlardı. (Sanki AB desteğiyle bile yıllardır bulabilmişiz gibi.)

Anlaşılan o ki onlarca yıldır beklediğimiz, “AB’nin aile fotoğrafına girdik” diye sevindiğimiz Avrupa yolundan Asya’ya dönmemiz güçlü bir ihtimal oldu. Ancak…

Bilmeliyiz ki AB’ye girmek için uzun süreler bekleyen ülkeler, o beğenmediğimiz ölçülere kavuşarak, AB’den sınırsız maddi-manevi destek alarak gelişiyorlar, bu karar öyle bir anda verilecek bir karar olmamalıdır.

Esad ne olacak?

Pazartesi günü İngiliz Financial Times gazetesi “Türkiye’de yönetimin otoriterleşmesi”nin, ülkenin AB’ye üyeliğini olanaksız hale getirdiğini oysa Türkiye’nin hassas ekonomisinin AB’ye bağlı olduğunu” yazdı.

Avrupa Parlamentosu’nun bu hafta “Türkiye’nin AB üyeliğinin durdurulmasını” tartışacağı ve oylayacağı belirtiliyor.

Times gazetesi ise Şanghay İşbirliği Örgütü’nde bazı ülkelerin açıkça “Batı’ya düşman” olduğunu hatırlatmış.

Kısacası, durum iç açıcı değil.

Rusya ve Çin’in üyeliği yanında İran da ŞİÖ’de “gözlemci ülke” olduğuna göre gerçekten de Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki politikalarını, Esad karşıtlığını, Esad muhalifleriyle Suriye’deki operasyonlarını hemen değiştirmesi gerekecektir. Bundan en çok kimler yararlanır acaba? Düşünelim!

Yazının devamı...

Öneri çekilmeli, gerginlik bitmeli!

Pazar günü; 20 Kasım “Dünya Çocuk Hakları” günüydü. Trajediye bakın ki Türkiye; çocukların mutlu olma, yoksulluktan kurtulma, eğitim gibi hakları yerine “çocukların tecavüze uğramama hakkı” için mücadele vermekteydi.

Bu tepkiler sürerken “tecavüzcüye özgürlük” önergesine imza atan milletvekillerinden “tepkilere tepki” geldi.

Ak Parti Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş “Metin çok güzel. Sadece rahatsız eden kısım ‘cinsel istismar suçu’ ifadesi. Biz de onu ‘bip’leyip öyle yaparız…Aşırı feminist bir yaklaşımla maalesef konu mecrasından çıkarılıyor” dedi.

Çocuğun rızası mı?

Ak Parti’nin diğer Grup Başkanvekili Naci Bostancı da “Yapılan özünde doğru… Reşitlik yaşı altında, kendisinin rızasıyla evlenmiş olup cinsel istismar nedeniyle dava açılmış, ceza almış” sözleriyle konuyu evliliğe bağladı.

AKP’li Ramazan Çay “Yargıtay’dan bize çok talep geliyordu. Türkiye’nin kanayan yarasını çözmek gerekiyor… Bir evlenme yapılmış, düğün dernek kurulmuş, siyasiler-protokol katılmış… Adam 10 yıl hapis cezası almış, kız bebeğiyle ortada kalmış” dedi. Bunların hepsi akıl mantık kabul etmez açıklamalardır.

Toplumu rahatsız eden kısım yalnızca “cinsel istismar suçu” değil. Bu ifadeyi bipleyerek olmaz.

“Reşitlik yaşı altında” ifadesi “çocuk” anlamına geleceğinden “çocuğun tecavüze veya okul çağında babası yaşında adamlarla zorla evlendirilmeye rızası olduğu” söylenemez.

Gelenek değil, rezalet!

Bir çocuk evliliğinde düğün kurulması da, bu düğüne siyasilerin katılması da “suça ortaklık” sayılır.

Siyasetçilerin olaylara “kültürümüzde var, gelenektir” gibi mazeretler bulması, bugüne kadar olan çocuk evliliklerinin mağdurlarına devlet yardımı yapmak yerine suçluları hapisten kurtarmaya çalışması “kanayan yaranın yanına yeni kanayan yaralar” ekleyecektir. Kısa süre önce, tek duruşmaya dahi gitmeyen çocuk tecavüzcüsüne “iyi hal indirimi” uygulandı.

İstismar değil, tecavüz

Karaman’da 3 yıl önce 15 yaşındayken 8 kişinin tecavüzüne uğrayan kız çocuğun hakime yazdığı ve

“15 yaşında 38 kilo bir kızım. Bu adamların benim 3 katım kilosu ve gücü var. Nasıl karşı koyup onları yeneyim. Polisler de siz de beni suçladınız ‘neden karşı koymadın’ diye… Hakimsin, bir daha bana bağırma” dediği mektubu unuttunuz mu?

Dün Hürriyet gazetesinde çıkan “14 yaşında zorla evlendirilmiş ve yıllarca şiddet görmüş Arzu’nun 6 çocuktan sonra ‘tecavüz ettiği engelli kızı kuma getirmek isteyen kocasına itiraz edince’ onun tarafından kol ve bacaklarından vurularak gencecik yaşta tekerlekli sandalyeye mahkum olduğunu okudunuz mu?

Kadınlara, kız ve erkek çocuklara yapılan saldırıların adı “istismar” değil, “tecavüz”dür. Tecavüze rıza diye bir skandal deyim, ‘çocuk evliliği’ diye bir skandal tanım olamaz. Şimdi Adalet Bakanı “Kadın örgütleri daha iyi bir önerileri varsa getirsin” diyor, bu teklif çok önceden yapılmalıydı. Bu konunun bu şekilde gündeme getirilmesi bile tecavüzcüleri cesaretlendirecektir, umarız bugün önerge geri çekilir ve bunun yerine tecavüze verilecek cezalar ağırlaştırılır.

Yazının devamı...

FETÖ, başkanlık ve tecavüz yasası!

FETÖ darbe girişiminin ardından yapılan operasyonlarda son olarak iki muhalefet liderinin; Kılıçdaroğlu ile Bahçeli’nin korumaları “bylock haberleşme sistemini” kullandıkları için açığa alınmış.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Akar dahil en üst düzey isimlerin yakın korumaları, yaverleri FETÖ’cü çıkmıştı, muhalefet liderleri de buna katılmış oldu.

Devlet kurumlarına örümcek ağı gibi yayılan, HSYK’dan Yargıtay’a, Danıştay’a kadar yargı kurumlarına “pazarlıkla” yüzlerce üye aldıran örgütün şu ana kadar sadece “siyasi ayağı”na dokunulmadı.

Oysa en önemlisi bu örgütün güçlenmesini sağlayan, bu pazarlıkları yapan-yaptıran ve bazılarının adı da itirafçılar tarafından verilen siyasetçi ve bürokratlardır.

Akar ve Fidan…

Bu konuda en çok gündeme gelen sorulardan biri Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın “15 Temmuz günü ve gecesi” ile ilgili ifadelerini Darbe Araştırma Komisyonu’na vermemiş olmaları…

Cumhurbaşkanı 15 Temmuz’dan sonra “İstihbarat eksiği” olduğunu söylemiş, “Bu eksik olmasa darbe girişiminin önüne geçilebilirdi” demişti.

Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı Kılıçdaroğlu son günlerde sık sık “Darbe girişimi önceden biliniyordu, bu ortaya çıkacaktır” iddiasını tekrarladığına göre herkesin açık konuşarak olayı aydınlatması toplum ve adalet açısından çok önemlidir.

Adalete güvenin sarsılmaması açısından hiçbir kurum ve kişiye ayrıcalık tanınmamalıdır.

Başkanlık provası…

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş “Şu anda başkanlık sisteminin provasını yapıyoruz. 330’u bulduğumuz anda referanduma gideriz. 367’yi bulsak da gideriz… Kısa süre sonra meydanlarda referandum mitingleri başlayacak” diyor.

O kadar çok “anlaşılmayan” var ki bu konuşmalarda.

Türkiye şu anda bir demokrasi ise “rejim değişikliği” anlamına gelen bir sistem, henüz Meclis karar vermeden, referandum yapılmadan nasıl “prova olarak” başlatılmış olabilir?

Sonuç şimdiden belli ise ve o nedenle provası başlatılmışsa bu kadar sıkıntılı bir dönemde Türkiye neden bir “sandık telaşı ve masrafına” sokulacaktır?

“Türk usulü başkanlık” sisteminde daha keskin olacağı söylenen fakat incelendiğinde bunun tam tersi bir tablo çıkacağı görülen “güçler ayrılığı” konusu da halka açıklanması gerekenler listesinin başında geliyor.

“Küçüğün rızası”

Perşembe gecesi geç saatte Ak Partili 6 milletvekili tarafından emrivaki gibi Meclis’e getirilen “çocuk tecavüzcüleri” ile ilgili önerge bu kadar sorun arasında gündeme bomba gibi düştü. Önergenin verildiği andan başlayarak tüm ülke bu konuya kilitlendi.

Başbakan ile Adalet Bakanı’nın önergeyi savunmaları, özellikle Adalet Bakanı Bozdağ’ın “Tecavüz değil, küçüğün rızasıyla gayrı resmi evlilik”lerden söz edildiğini açıklaması büyük tepki almaya devam ediyor.

Birden çok çocuğa cinsel saldırıda bulunan sapıkların haberlerine her gün rastlanırken, bir önerge verilecekse bu ancak “cezaları ağırlaştırmak” yönünde olmalı, toplum daha fazla gerilmeden bu önerge geri çekilmelidir!

Yazının devamı...

Çocuk tecavüzü ağır suçtur!

Türkiye içte ve dışta Cumhuriyet tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşamaktayken gündeme çıkan konular insanı hayrete düşürüyor.

Perşembe gecesi saat 11’de TBMM’de iktidar partisi tarafından Türk Ceza Kanunu’nda “tecavüz suçları ve cezalar” ile ilgili bir önerge verildi.

Bu önerge “Ceza Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması” ile ilgili kanun tasarısı görüşülürken AKP Grup Başkan Vekili Mehmet Muş tarafından verildi.

Türk Ceza Kanunu’nda cinsel istismar suçunda “mağdur ve failin evlenmesi halinde fail hakkında hükmün geri bırakılması veya cezanın ertelenmesi”ne imkan veren kanun değişikliği tasarısı bir anda Meclis’i karıştırdı.

Açıklaması yoktur!

Şu anda henüz Meclis’ten geçmeyen ama Salı günü tekrar genel kurula gelecek olan bu akıl almaz tasarı kabul edildiği takdirde bundan sonra çocuk ve kadın tecavüzlerinin daha da artacağına hiç şüphe yoktur.

Halk bu kadar ciddi ülke sorunları varken tam şu sırada acaba hangi amaçla bu önergenin verilmiş olabileceğini soruyor.

Başbakan Binali Yıldırım “Yaşı tutmayan, erken yaşta evlenenler var. Bilmiyorlar yasaları. Dolayısıyla çocukları oluyor, baba hapse giriyor, çocuklar anasıyla yalnız başına kalıyor. Bu şekilde 3 bin aile olduğu tespit edilmiş. Mağdurlar için yapılan düzenlemeyi CHP ucuz istismar aracı olarak kullanmaya çalıştı” dedi.

Oysa bu önergeye verilen ülke çapında tepkileri “bir partinin tepkisi” olarak göstermek doğru değildir.

Başbakan Yıldırım yalnızca 2015 yılında sayısı 31 bin 337 olan çocuk gelinlerden söz etmektedir.

Türkiye’de adına “çocuk gelin” denen bu olay aslında “çocuk tecavüzünün yasallaştırılması”dır.

Okulda, kreşte tecavüz

Bugüne kadar yapılan fahiş hukuksuzluk devletin o çocukları ve doğurdukları çocukları güvence altına almasını, suçluların da cezalandırılmasını gerektirir. Hukuk devleti isek çözüm bu olmalıdır.

Mesele yalnızca çocuk yaşta “evlilik” adı altında yapılan çocuk cinsel istismarı da değil, Türkiye’nin geçmişinde hiç görülmemiş şekilde; okullarda hatta kreşlerde öğretmenlerin, çalışanların, aile içinde akrabaların, cezaevlerinde yetişkin mahkumların cinsel saldırısına uğrayan çocuklardır.

Bu tasarı Meclis’ten geçerse aile içinde 5-6 yaşında en yakınlarının cinsel saldırılarına uğrayan çocuklar ne olacak? Onları da aile büyükleriyle mi evlendirecekler?

Türkiye’de utanç verici bir başka saldırı türü ortaya çıkmış, zavallı sokak hayvanları bile insanlıktan çıkmış ahlaksızların cinsel saldırısına uğrayıp ölmeye başlamıştır.

Sorulması gereken soru; bu ülke bu felaketlerin daha da arttığını mı izleyecek, yoksa ağır cezalarla en kısa zamanda önleyecek mi?

Gelecek Salı tekrar Meclis’e gelecek olan bu tasarı asla kabul edilmemelidir.

Meclis’in görevi, okullarda ve her yerde “kadın ve çocuk tacizi-tecavüzü” suçunu işleyenlerin yakalanıp tutuklanmasını sağlamak, cezaları en ağır sınıra çıkarıp bunu duyurarak ve uygulanmasını sağlayarak tecavüzü önlemektir.

Hiçbir kurum ya da kişi istisna olmadan...

Yazının devamı...

Darbe girişimi ve AB!

TBMM Darbe Araştırma Komisyonu’nda CHP’li Sezgin Tanrıkulu darbe girişiminde bazı olayları “internetten canlı” vermek isteyince eski savcı, Komisyon Başkanı AKP’li Reşat Petek itiraz etmiş, tartışma çıkmış.

Petek “oy çokluğuyla periskop yayını yapılmama kararı alındığını” hatırlatmış ve “korsan yayın yapıyorsunuz” demiş.

Tanrıkulu ise “Biz Komisyon çalışmalarının Meclis TV’den verilmesini istedik, karşı çıktınız. Bundan niye korkuyorsunuz” cevabını vermiş. Konuların özünde karmaşa çıkarılıp olaylar anlaşılmaz şekilde bırakılınca ister istemez her konuda toplumun kafası karışıyor.

Dolar fırladı!

Eğer böyle bir karar oy çokluğuyla alınmışsa buna uymak gerekir. Ancak…

Birçok belediye meclisi dahil, her mecliste ve komisyonda iktidar partisi “çoğunlukta”. Medyanın büyük kesimi de iktidar partisinin etkisi altında. Durum böyle olunca çıkarılmak istenen kararlarda muhalefet partileri etkili olamıyor. 15 Temmuz darbe girişimi ülkeyi maddi, manevi yıkıma uğrattı.

Arkası kesilmeyen sorunlarla dolar 3.35’e fırladı. Türkiye “parasının değeri en çok düşen üç ülke” arasında.

Haber duyma hakkı

Cumhurbaşkanı Erdoğan Pakistan’da ve birçok ülkede kapatılan FETÖ okullarının yerine “Türkiye’nin okul yapacağını” açıklıyor. Az maddi yük müdür bu?

Ülke çalkalanırken Darbe Komisyonu’nda konuşulanların Meclis TV’den verilmesinde ne sakınca görülmüştür?

Darbeyi önlemek için canını vermekten çekinmeyen bir toplumun, darbe gecesi olanları dakika dakika ve detaylarıyla dinleme hakkı olmalıdır.

Eğer Komisyon çoğunluğu bu hakka inanmıyorsa nedenini açıklamalıdır.

‘İzmir ayrılsın’ mı??

Benzer bir tartışma “AB’den vazgeçip geçmeme” konusunda yaşandı.

CHP Milletvekili Ali Yiğit, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın “AB’ye girmeyiz” çıkışlarına karşılık şöyle konuşmuş;

“Türkiye’de yaşayan çağdaş, demokrat, aydın insanlar AB’yi istiyor. Hele İzmirliler bu işe çok hazırlar. Gerekirse İzmir ayrılsın ve AB’ye girsin.”

AKP’li Nükhet Hotar bu sözlere karşılık:

“CHP’li Yiğit dışında hiçbir İzmirlinin Avrupalı olmaya çalışmayacağını, böyle bir özenti içinde olmayacağını” söyledikten sonra “Bize TC’nin onurlu bireyleri olmak yeter. Vatanımız bir bütündür” demiş. Tarafsız gözle baktığınızda iki konuşma da yanlış. Hotar’ın sözlerinde doğru olan “vatanımızın bir bütün olduğu”dur.

Yiğit’in, eğer söylediyse “İzmir ayrılsın” demesi “Türkiye’nin üniter devlet yapısında” son derece anlamsızdır.

Burası ne Birleşik Krallık gibi farklı ülkelerin birleşmesinden meydana gelmiş bir ülkedir, ne de ABD veya Almanya gibi federal devletlerden oluşmuştur.

Hotar’ın sözleri ise “AB’ye giren ülkelerde vatandaşların özenti içinde olduğunu veya kendi ülkelerinin vatandaşı olma onuruyla yetinmediğini” bildiriyor.

Bu da toptan yanlıştır. AB devletlerin güç birliğidir ve aynı zamanda “ülkelerin gelişmesi için büyük maddi destek ve evrensel ölçülere kavuşma fırsatı” demektir.

Ülkenin en zor döneminde bu kısır tartışmalardan vazgeçmek gerekiyor.

Yazının devamı...

Obama, FETÖ Barzani!

Her şey o kadar karmaşık hale geldi ki “başkanlık” için mi, “AB’ye girmemek” için mi referandum yapılacak o bile belli değil.

Belli olan bir şey varsa 2016 yılı biter bitmez bir referandum süreci kesin başlayacak. AB ülkelerinin gayrı resmi Dışişleri bakanları toplantısından “Türkiye ile ilişkileri askıya alma” gibi bir sonuç çıkmadı. Birçok ülke “Türkiye’yi AB’den uzaklaştırmak kimseye yarar sağlamaz” görüşünde birleşmiş.

Bazı ülkeler elbette “Askıya alınırsa mülteci geri kabul anlaşması tehlikeye girer” diye de düşünüyorlar, bunu açıkça dile getiren ise Macaristan olmuş.

Yunanistan korunsun…

Aynı sıralarda ABD Başkanı Obama şunları söyledi:

“Yunanistan gibi nüfusu az olan ülkeler tek başlarına mülteci yükünü kaldıramaz. Tüm Avrupa’da tüm dünyada koordineli iş birliği gerekli. Türkiye ile AB arasındaki anlaşmayı en iyi umut olarak desteklemeye devam ediyoruz”.

Açarsak söylenen şu: “Biz Yunanistan’ı ve AB’yi korumak için her çözümü düşünürüz, Türkiye ne olursa olsun umurumuzda değil”.

ABD’nin yüzölçümü 9.372.610 km kare. Türkiye’nin yüzölçümü 783.562 km kare. Yani ABD Türkiye’den “10 kattan da fazla” büyük.. ABD nüfusu 350 milyondan az, Türkiye 80 milyondan fazla ve bu gidişle çok geçmez 100’e yaklaşır.

Kendisi almıyor!

Buna rağmen ABD 10 bin kadar Suriyeli mülteci aldı, birçok eyaleti “tek bir Müslüman” kabul etmedi. Türkiye’de ise sayının

4 milyona yaklaştığı iddia ediliyor, ülke nüfusu mültecilerle yüzde 4 arttı. Onlara harcanan para birkaç bakanlığın bütçesini geçti.

Tüm Avrupa’da toplasanız Türkiye’nin 2 şehrindeki kadar Suriyeli vardır ve Yunanistan’da 5 binden fazla değildir.

AB’de konuşulan kota planına göre “her ülkenin nüfusu, kişi başına geliri, işsizlik oranı” dikkate alınacaktı, birçok AB ülkesi kabul etmedi.

Bu durumda “tüm dünya ülkeleri yükü paylaşmalı” diyen Obama’nın ve AB ülkelerinin, aylar sonra hala “geri kabul anlaşması” diye tutturup Avrupa’ya geçmiş eğitimsiz ve yoksul mülteci kitlelerini de Türkiye’ye göndermeye çalışması yenir yutulur bir durum değil.

Obama, Suriye iç savaşı ve IŞİD ortaya çıktığından bu yana “Suriye ve Irak’ta PKK/PYD/Barzani üçlüsüyle yaptıklarını” görmediğimize inandığı gibi bu konuda da Türkleri “iyice saf” yerine koyuyor.

AB ve Türkiye’ye akıl vereceğine Trump’la ve eyalet valileriyle konuşsun da (5 yılda 200 bine yakın doğum yapan) mültecileri ABD’ye almayı teklif etsin. Bakalım Trump kendisine ne cevap verecek?

PKK neden Kandil’de?

IKBY Başkanı Mesut Barzani sık sık PKK/PYD ile kendi peşmerge güçleri arasında bir ilişki yokmuş, hatta rakiplermiş havası yaratıyor. Son olarak adamları; PKK’nın Irak’ta Sincar’da “DAEŞ’le mücadele” adı altında 2500 militan bulundurduğunu adeta şikayet eder gibi açıkladı.

Sormak lazım; PYD/PKK “Kobani’de IŞİD’le çarpışıyoruz” dediğinde neden Barzani ve peşmerge yardıma koştu? Sormak lazım; Barzani istese PKK’yı Kandil’den söküp çıkaramaz mıydı? Herkes mi Türkiye’yi saf buluyor, “FETÖ bizi aldattı” dendiği için mi yapıyorlar, anlamak çok zor!

Yazının devamı...

AB için referandum!

“Bana ister katılın, ister katılmayın, AB’den kopmuş bir Türkiye için dünyanın algısı 3. dünya ülkesidir… Eğer AB ile müzakerelerde ilerleme sağlarsak İslam dünyası nezdinde daha cazip, güçlü ülke oluruz.

Bugün Avrupa’dan kopmak demek FETÖ’nün başarılı olması demektir”

Bu sözler eski Maliye Bakanı, eski Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve şimdi Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’e ait... Birkaç gün önce söyledi.

Diyor ki “Japonya’ya gittim. En çok sorulan soru; Türkiye Avrupa’dan kopacak mı? Koparsa biz uğramayız! Kendi menfaatlerimiz gereği AB ile ilişkileri götürmemiz lazım”.

Yıllar süren emek…

Türkiye 1987’de AB’ye “tam üyelik” başvurusu yaptı. 1999’da Helsinki Zirvesi’nde AB Konseyi tarafından “Türkiye’nin adaylığı resmen onaylandı”. 17 Aralık 2004’te AB Konseyi; Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlamasına karar verdi. Bu uzun süreler aday ülkelere “üyeliğin gereklerini yerine getirme, reformlar yapma” fırsatı, AB üyesi ülkelere de “aday ülkelerle ilgili süreci kavrama” için zaman tanımak üzere veriliyor.

Medeniyete uyum…

İngiltere’nin bile 1961’deki ilk başvurusu ret edilmiş. 1967’de 2’inci başvuruyu yapmış ve tam 11 yıl sonra 1972’de topluluğa girebilmiş. İspanya ve Portekiz 1962’de başvurmuş ancak her iki ülke “diktatörlükle yönetildiği için” kabul edilmemişler.

İspanya 1977’de“demokrasiye geçtikten sonra” yeniden başvuruyor. 1986’da, yani 24 yıl sonra alınıyor.

Portekiz’de “demokrasiye geçiş” 70’li yılların sonuna doğru başlamış, ve o süreçte Avrupa Topluluğu’ndan büyük maddi yardım, tarım konusunda kolaylıklar, işçilerine serbest dolaşım hakkı tanınmış. Yani AB’ye geçiş sürecinde bütün aday ülkeler “demokrasi ve özgürlükler, yolsuzluk, kadın-çocuk hakları, eğitim” ve her konuda “AB ölçülerine uyum” sağlamak zorundalar.

İngiltere değiliz!

İngiltere bu yıl AB’den çıkmak için referandum yaptı, çoğunluğu yaşlı olan kitleler “çıkma” yönünde oy kullandı ve çıkıldı. Ancak… Yukarda “İngiltere’nin bile” dememin sebebi İngiltere’nin G8 denilen, dünyanın en zengin ve güçlü ülkelerinden biri olmasıdır. Buna rağmen İngiltere’de hala Brexit karşıtı gösteriler, tepkiler sürmekte, gençler “geleceğimizi elimizden aldınız” demekteler.

Türkiye G8 ülkesi değil. Aksine yoksulluk içinde milyonlarca vatandaşımız var.

1959’dan bu yana darbeler, muhtıralar, bitmeyen terör olayları, Balyoz-Ergenekon kumpası, FETÖ darbe girişimi, 3 milyondan fazla mülteci, sınır güvensizliği gibi sorunlu olaylar yaşadık, hala yaşıyoruz.

Evrensel hukuk

Cumhuriyet Türkiye’si bir “çağdaşlaşma, medeni ülkeler arasına girme” projesidir.

Yalnızca “evrensel hukuk” düzeyine kavuşmak için gerekli denetim ve AİHM bile ülkemiz için çok önemlidir.

Bu nedenle, onlarca yıl beklediğimiz bir fırsatın kapısından dönmek, “Biz de İngiltere gibi halka sorarız”, “kimsin sen, terbiyesiz” veya “ellerinden geleni artlarına koymasınlar” demek yanlıştır.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu konuşurken yanında duran Almanya Dışişleri Bakanı’nın yüzündeki ifade de bunu açıkça anlatıyordu.

Yazının devamı...

Musul’daki oyun!

Türkiye’nin çok önemli 2 hatası var ki bunlardan vazgeçmediği için hep zor durumda kalıyor.

Birincisi; diplomatik ve barışçıl bir üslup yerine hep inatlaşan, meydan okuyan siyaset izlemesi… İkincisi: Kendisi için hayati önemde dış gelişmelere odaklanacak dönemlerde iç çekişmeler ve zamansız konularla uğraşması.

Son günlerde de biz “Trump’ın seçilmesi Amerika’nın Suriye ve Irak politikasını nasıl etkiler” sorusuyla veya başkanlık konusuyla meşgulken Musul ve çevresinde enteresan gelişmeler oluyor.

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani aylar önce “IKBY’nin ‘DEAŞ saldırılarından sonra’ topraklarını 30 bin kilometrekare daha genişlettiğini” söylemişti.

Gerçekten de daha önce 4 iliyle küçük bir Balkan ülkesi büyüklüğünde olan IKBY’nin genişlettiği topraklarla birçok Ortadoğu, Avrupa ve Afrika ülkesini geride bıraktığı biliniyor.

Peşmerge çekilmeyecek

Barzani’nin peşmergeleri petrol zengini Kerkük ile Musul’un birçok ilçesini de ele geçirdi. 18 Mart 2016’da Barzani “DEAŞ’tan kurtarılan bölgelerden asla çıkmayacaklarını” açıklamıştı.

Başika Musul’un en büyük ilçelerinden… TSK Başika’ya daha ilk 600 askeri gönderdiğinde “Türk askeri DEAŞ’la mücadele kapsamında Peşmergeyi eğitecek” denmişti.

Bordo Bereli’lerimiz yalnızca Başika’da değil (Kuzey Irak dahil) 4 ayrı bölgede onlara eğitim verdiler. Mesela IKBY Peşmerge Bakanlığı “Musul’un Sincar ilçesini TSK eğitimi sayesinde aldık” diyor. Diğer tarafta Peşmerge güçleri Başika cephesi Komutanı Hamid Efendi ise “kontrol ettikleri bölgelerden çekilmeyeceklerini” şöyle anlatmış:

“Buraların tamamı karış karış Kürdistan toprağıdır. Peşmerge DEAŞ’tan kurtardığı bu bölgelerden hiçbir şekilde çekilmeyecektir. Kanla özgürleştirilen bu yerleri hiçbir güce teslim etmeyeceğiz.”Aylar sonra Peşmerge komutanı Barzani’yle aynı şeyi tekrarladı. Neler oluyor acaba?

“Başkomutan Barzani”

Aynı komutan şöyle devam ediyor: “Peşmergenin ele geçirdiği Ninova Ovası ve diğer coğrafyanın tamamı Kürdistan’dır. Başkomutan Barzani emir verirse DEAŞ’ın elinde kalan ve Kürdistan’a ait olan diğer bölgeleri de kurtarıp silahlı güçlerimizin kontrolüne vereceğiz.” Prof. Dr. İlber Ortaylı her fırsatta “doğru tarih”i anlatıp uyarıyor. 2 gün önceki konuşmasında “Musul bizim değildi, kaybetmedik” dedi.

Türkiye’nin Başika’da bulunma nedeni bu olamayacağına, zaten Musul’daki savaşa dahil edilmediğimize göre ancak Musul’daki Türkmenleri korumak ve tabii Musul ve çevresinin de “DEAŞ’la savaş bahanesiyle” Kürdistan’a eklenmemesini sağlamak olabilir.

Oysa Türk askerinin eğittiği Barzani güçleri aldıkları toprakları Kürdistan’a ekliyor ve görünüşe göre ABD ile koalisyon güçleri de Türkiye’ye engel olurken Barzani’yle birlikte hareket ediyorlar. PKK’nın Türkiye’de devam ettirdiği katliamlar Suriye’de PYD’nin, Irak’ta Barzani ve ordusunun güçlenmesiyle bire bir bağlantılıdır.

Suriye’de de El Bab’a inerek riski arttırdığımız bir dönemde AB ile çekişmemiz, meydan okumamız bu ciddi sorunları daha da zorlaştıracaktır!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.