Şampiy10
Magazin
Gündem

Adaleti bulmak zorundayız!

Türkiye her konuda “adalet ve hukuk” sorunlarıyla karşı karşıya…

Dün televizyon haberlerinde “Trafikte 4 kadın öğretmenin bulunduğu aracı taciz eden, öğretmenlerin tepkisi üzerine arabadan inip onların aracına saldıran bir adamı” izledik.

Ceza olmadığını bildikleri için suçlular son derece rahatlar. Nitekim şort giydiği için bir hemşireye saldıran suçlu tekrar tekrar tutuklanıp bırakıldı ve sonunda serbest kaldı.

Çocuk yaştaki öğrencilerini taciz eden, hatta bebeklere saldıran sapıklara bile hak ettikleri ağır cezalar verilmiyor.

Gözaltına alınıp işkence gördüğü söylenen ODTÜ’lü mimar Onur Yaşar Can polis tarafından tekrar çağrılınca intihar etmiş, annesi de bu acıya dayanamayarak canına kıymıştı.

İki narkotik görevlisinin gözaltı tutanaklarını değiştirdiği, belgenin diskinde bile oynandığı ortaya çıkmasına rağmen verilen cezalar son derece hafif… İki büyük acıyla sarsılan aile adalet için mücadele veriyor.

Bu haberler, en ağır suçlara bile bir-iki yıl ceza verilmesi, sonra bu cezaların da uygulanmaması ülkeyi suç cehennemine çevirdi.

Fetö’cü savcı

Cumhuriyet gazetesine başlatılan operasyon ve tutuklanan gazeteciler dünya basın kuruluşlarının toplu şekilde tepkisine neden oldu.

Uluslararası Gazeteciler Federasyonu, Gazetecileri Koruma Komitesi, Sınır Tanımayan Gazeteciler, Uluslararası Basın Enstitüsü IPI’ın da aralarında bulunduğu 14 basın meslek örgütünün koalisyonu “Türkiye’de basın özgürlüğüne karşı olağanüstü bir taarruzun yaşandığını” anlatan ortak bir açıklama yaptılar.

Bu arada Cumhuriyet gazetesi operasyonunu yöneten savcının “FETÖ soruşturmasında yargılandığı” ortaya çıktı.

Dün Adalet Bakanı Bekir Bozdağ “Bir davada yargılanan kişiye bu tür bir soruşturmanın verilmesini ben de talihsizlik olarak görüyorum. Olmaması daha doğrudur… Tabii bizim savcıları değiştirme yetkimiz, görevimiz de yok” dedi.

‘Talihsizlik’ demek yeter mi?

Bu olay sadece “bir talihsizlik” değil, hukuk açısından fahiş bir yanlıştır.

Benzer olayların daha önce Balyoz-Ergenekon davaları sürecinde de yaşandığı, bazı sanıkların “tanık” yapıldığı bu ülkede görülmüştür.

Adalet Bakanı aynı zamanda Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun da (HSYK) başındadır.

Birçok siyasi davada hakim ve savcıların defalarca değiştirilebildiği de bilindiğine göre bu savcının değişmemesi toplumun adalet duygusunu ciddi şekilde zedeleyeceği gibi, dünya kamuoyunda da tepki yaratacaktır.

Diğer tarafta TBMM Darbe Araştırma Komisyonu’na bilgi veren eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un:

Bu bir askeri darbe değildir, Gülen’den emir alan bir cuntanın darbesidir. Üzerinde durulması gereken asıl soru “FETÖ’cülerin TSK’ya nasıl sızdığı ve hazırlık sürecinin nasıl fark edilemediğidir” ifadeleri çok önemli.

Eski Genelkurmay başkanlarının konuşmaları FETÖ’nün devlet kurumlarına nasıl sızdığı konusunda çok şey anlatıyor.

Sorumluluğu olanlara detaylı sorular yöneltilmelidir!

Yazının devamı...

Komisyondan kaçıyorlar mı?

TBMM Darbe Araştırma Komisyonu çalışmalarını tamamlamak için ilgili kişileri dinlemek zorunda…

Bu çerçevede bazı askerler ve siyasetçiler komisyona açıklamalarını yaptılar.

Örneğin eski Genelkurmay Başkanları Hilmi Özkök ve Işık Koşaner konuştu, bildiklerini anlattı.

Aslında Hilmi Özkök’ün bu bildiklerini çok daha önceden, Balyoz-Ergenekon davaları sürecinde anlatmış olması gerekirdi.

FETÖ’nün varlığı, sinsi planlarla kurumlara sızdığı ve 2004 MGK’sında yapılan uyarılar, bu konuda alınan kararlar net şekilde açıklansaydı muhtemelen “kumpas” daha önce ortaya çıkacak, silah arkadaşlarının özgürlüğü yıllarca ellerinden alınmayacak, belki 15 Temmuz da hiç yaşanmayacaktı.

Bununla birlikte Özkök’ün geç de olsa konuşması yararlı olmuştur.

Soruları istiyor

Meclis Komisyonu eski Genelkurmay Başkanı Necdet Özel ve şimdiki Başkanı Hulusi Akar’ı da davet etti.

Özel’in komisyona gitmek yerine “Soruları önceden yazılı olarak vermelerini” talep etmesi komisyon üyelerinde haklı bir tepki yaratmış.

CHP İzmir Milletvekili Aytun Çıray “FETÖ’cü birikiminin en çok yaşandığı dönem onun dönemi. Necdet Özel belki de Türkiye’de yargılanacak bir isim” dedi.

AKP İstanbul Milletvekili Hüseyin Kocabıyık da “siyaseten aklanması için Necdet Özel’in gelmesi gerektiğini” söyledi.

Siyaseten aklama

Bu “siyaseten aklanma” konusu da tartışılmalı.

Komisyon “15 Temmuz darbe girişiminin detaylarını ve bu terör örgütünün faaliyetlerini” ortaya çıkarmak, gereken önlemlere karar vermek için kuruldu.

Bu çerçevede “sorumluları aklama yetkisi” yoktur.

Komisyon ifadelerinde görev ihmali ve hatası görülen asker ve sivillerin, FETÖ’cü oldukları iddiasıyla yargı karşısına çıkacak olan on binlerce kişi gibi yargıya ve millete hesap vermesi gerekir.

Eğer Komisyon darbe girişimiyle ilgili olarak 15 Temmuz’la en çok ilgisi olan Genelkurmay Başkanı’nı, İkinci Başkanı, Kuvvet Komutanları’nı, Başbakan ve bakanları ve hatta Cumhurbaşkanı’nı dinlemek isterse buna uyulması beklenir.

Tbmm’ye saygı!

Madem ki milli iradenin seçtiği milletvekillerinden oluşmuş bir araştırma komisyonu kurulmuştur, bu komisyonun çağrısına uymamak “TBMM’ye ve milli iradeye saygı göstermemek” anlamına gelir ki komisyonun bir fonksiyonu da kalmaz.

Necdet Özel ve yine eski Genelkurmay Başkanı olan Yaşar Büyükanıt çağrılara uymadılar.

Aynı şekilde Hulusi Akar da… 2 Kasım’da konuşacağı söylenmişti ama o 2 Kasım’da Rusya’ya gitti.

“İfadesini savcılığa verdiği için bunu yeterli gördüğü” söyleniyor.

Oysa 15 Temmuz gecesinin detaylarıyla ilgili birçok soru işareti var. Ayrıca konu yalnızca o gece değil, “o geceye nasıl gelindiği”…

TSK’daki görev sürelerince neler gördüler, yaşadılar?

Darbe girişimi günü MİT erken saatlerde 2 kez uyardığı halde nasıl oldu da kimse haberdar olamadı gibi soruların cevabı aranıyor.

29 Ekim günü gayet neşeli görünen ve askerlerin üstü aranırken vatandaşlarla selfie çektiren Akar da, çağrılan herkes de konuşmak zorundadır.

Türkiye büyük bir tehlike yaşamıştır ve bu tehlike tümüyle bitmiş de değil!

Yazının devamı...

Hillary de böyle başkanlık ister!

Türkiye “bir hukuk devleti olarak kalacak mı kalamayacak mı” sorusunun cevabını bulmak zorundayız.

Bu ülkede ilkokul, ortaokul çocuklarına “öğretmenleri veya başka saldırganlar” tarafından cinsel saldırılar yapıldığı, kadınlara, gençlere hatta bebeklere, hayvanlara karşı şiddetin bu boyutta arttığı daha önce görülmemişti.

Silah verirseniz…

Dün “Gaziantep’te bir çiftlikte silahlı saldırıya uğrayan 3 genç kardeşin hayatını kaybettiği” gibi dehşet verici bir haber vardı.

Ondan bir gün önce Bursa’da bir saldırganın pompalı tüfekle bir kahvehane önünde rastgele ateş etmesi sonunda kahvede oturan 15 yaşındaki 2 gençten biri öldü, diğeri ağır yaralandı.

Saldırgan uyuşturucu ticareti ve adam yaralamadan sabıkalı. Silahı internetten 350 TL’ye almış, “denemek için ateş açtığını” söylemiş.

Böyle bir suçlunun “serbest bırakılması ve eline rahatça silah alabilmesi” neye mal oluyor, bunun görülmesi için en açık örnektir. Silah alımının kolaylaştırılmasından söz ediliyor, toplumu daha büyük tehlikelere sokacak bu tür kararlar sonuçları düşünülmeden alınamaz.

Suçluları, çocuk tacizcisi ve tecavüzcülerini serbest bırakan, onlara “hafifletici neden veya iyi hal” indirimi yapan hakimlerin de soruşturulması gerekir.

Başbakan ve ilgili bakanların bu konularda açıklama yapması şarttır.

Hukuki süreç!

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş “Şu anda devam eden bir hukuki süreç var. Bizim siyaset olarak bir söz söylememiz doğru değil” diyor.

Dünyanın bu olayları Numan Kurtulmuş gibi “Yargı bağımsızlığı var, onların kararı” gözüyle görmediği açıktır.

Bunun önemli bir nedeni de Türkiye’de yakın geçmişte yaşanan Balyoz-Ergenekon davaları döneminde de “Yargıya saygı gösterelim” denmesi ve sonradan o yargının “FETÖ’cü olduğu” ortaya çıkmasıdır.

Bu nedenle toplumun ve dış dünyanın şimdiki yargıya güveni büyük ölçüde sarsılmıştır. “Yeni bir darbe olabileceği” söylenen bir ülkede yargının güvenilir hale gelip gelmediği soru işaretidir.

FETÖ soruşturmasının, muhalif medyaya veya darbe girişimiyle ilişkisi olmayan vatandaşlara yönelmesi bu soruşturmayı da şüpheli hale getirir.

Anayasa taslağı

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunulan yeni anayasa taslağı eğer başkanlık gelirse, başkana “ABD başkanlarını, başkan olmayı başarırsa Hillary Clinton’ı da gerçekten kıskandıracak” yetkiler veriyor.

Seçim 2019 yılında olsa da hemen verilecek yetkiler arasında:

Başkan; devletin ve yürütmenin başı olacak, bakanlar kuruluna sürekli başkanlık edecek, iç ve dış siyasete karar verecek, bakanları parlamento dışından o atayacak, meclisi feshedebilecek, YÖK, AYM, Danıştay, HSYK, Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı ve rektörleri o atayacak gibi maddeler var.

Bunlar doğruysa “seçilecek başkanları kim ve nasıl denetleyecek” sorusu daha çok önem kazanmaktadır.

Başbakanı ve muhalefet partilerini devreden çıkaran bu sistem MHP desteğiyle referanduma gidecek mi, yoksa erken seçim mi olacak ya da (başkandan daha fazla yetkiler veren) OHAL mi devam edecek, cevabı merak edilen soru budur.

Yazının devamı...

Basın, başkanlık ve bölünme!

Güneydoğu’da PKK terörü hız kesmeden sürüyor, aslan gibi askerlerimizi şehit veriyoruz.

ABD bir hafta önce kendi vatandaşlarına yaptığı “Türkiye’de terör riski” uyarısını daha sert şekilde tekrarladı.

30 Ekim Pazar günü ABD Dışişleri Bakanlığı; İstanbul’daki Başkonsolosluk’ta çalışan personelin ailelerine “İstanbul’dan ayrılma çağrısı”nda bulundu.

“Terör tehditlerinin Türkiye genelinde arttığı” belirtilen açıklamada ABD vatandaşlarına “Türkiye’ye seyahat etmemeleri” uyarısı yapıldı.

TSK’nın Suriye ve Irak’taki mevcudiyeti, her iki ülkede terör örgütleriyle çatışma veya bir savaşın ortasında kalma riski taşıyor. Bu ortamda devlet nelerle meşgul, şaşırmamak mümkün değil.

Demokrasi ve Cumhuriyet

Cumhuriyet Bayramı’nda demokrasiden, Cumhuriyet’in getirdiği ayrıcalıklardan söz ederken iki gün sonra Cumhuriyet gazetesine operasyon yapıldı.

Genel Yayın Yönetmeni’nden başlayarak neredeyse tüm yönetici ve yazarlara, “Yıllarca FETÖ ve PKK’ya karşı karikatür çizdim” diyen karikatürist Musa Kart’a, Gülen Cemaati için seneler öncesinden uyarı yapan, kitaplar yazan Hikmet Çetinkaya’ya bile gözaltı kararı çıktı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın operasyon için gösterdiği “PKK/KCK ve FETÖ terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” gerekçesi ikna edici değildir.

Bu tür gerekçeler ve tutuklamalar Balyoz-Ergenekon sürecindeki haksızlık ve hukuksuzlukları hatırlatmaya başlamıştır.

FETÖ darbe girişimi, gerçekten bu örgütle ilişkisi olduğu ortada olan, onu öven, destekleyenler yerine muhalif kişilere ve medyaya yönelik operasyonlara yol açarsa demokrasiden söz edilemez.

Yargının “adaleti aratmamasına” özen göstermek şarttır.

Bölünme riski?

Başbakan Binali Yıldırım “Başkanlık gelirse Türkiye bölünür diyorlar. Asıl gelmezse bölünme riski var… Başkanlık üniter yapıyla olacak” dedi.

Bu sözler söylendiği dakika sosyal medyada şok etkisi yaptı. Halk tepkisinde haklıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin (parlamenter cumhuriyet) kuruluşunun 93’üncü yıldönümünü kutladıktan bir gün sonra, 93 yıldır bölünmeyen ülkenin “başkanlık gelmezse bölüneceğini” söylerseniz nedenini de o anda açıklamanız gerekir.

Özellikle de yaklaşık 15 yıldır “tek başına ve parlamenter rejimle iktidarda” olan, yapmak istediği her şeyi gerçekleştirmiş bir partinin Başbakan’ı söylüyorsa “nedeni” daha da çok merak konusudur.

Fark ve denetim

Başbakan Yıldırım aynı konuşmada “Başkanlık sistemi ile belediye başkanlığı arasında fark yok” dedi ve İstanbul Belediye Başkanlığı’nı örnek gösterdi.

“Belediye başkanı seçimle geliyor. Bir meclisi var. Meclis de başkanı denetliyor. Bu mecliste değişik partiler (Ak Parti, CHP, MHP) var. Bazı işlere birlikte ‘evet’ diyorlar, bazı işlere itiraz ediyorlar. Bu da demokrasinin gereği.”

İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde “187 AKP, 121 CHP ve 2 MHP’li üye” olduğunu hatırlatalım. Buradaki denetimle, çoğunluğu yine aynı partiden olan TBMM’nin denetimi gerçekten de farksız sayılır. Denetim her ikisinde de mümkün değildir.

Yazının devamı...

Terör, Bylock, Diyanet!

Dün Hakkari Çukurca’da PKK’ya karşı operasyon yapan askerlere yapılan saldırıda 3 askerimiz daha şehit oldu.

ABD, Irak’ta olsun Suriye’de olsun PKK-PYD’ye her türlü desteği vermeye devam ediyor, “IŞİD’e karşı en önemli müttefikim onlar” diye açıklıyor ve bunu “Rakka operasyonunda PYD ile birlikte olacağını” söylemeye kadar vardırıyor.

Şu anda en güçlü başkan adayı durumunda olan Hillary Clinton şimdiden “Kürtleri daha çok silahlandırırım” ifadesiyle PYD-PKK’yı kast ediyor.

En büyük sorun

Türk Hükümeti en başta, diğer ülkelerin bütünlüğü ve terörden temizlenmesi için ABD ile konuşurken, önce “kendi ülkemizdeki terörün Suriye ve Irak’ta ‘DSG adı altında da faaliyet gösteren’ PKK-PYD ile birebir ilgisini, PKK’nın PYD’den beslendiğini” anlatmalı ve bu konuda pazarlık yapmalıydı.

ABD’nin Irak’ta (4 parçalı Kürdistan hayali için çalışan) Barzani güçlerini, İran destekli Şii milisleri, Şii Irak ordusunu, onlarla beraber olan PKK-PYD’yi koruması Türkiye’nin aleyhine işlemektedir.

Dış politikada şu andan itibaren gözden kaçacak en küçük detay bile Türkiye’nin karşına en büyük sorun olarak dikilecektir.

FETÖ komisyonu, çelişkiler

TBMM “FETÖ ve 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu” FETÖ’cülerin kendi aralarında haberleştikleri Bylock sisteminin patentini elinde bulunduran David Keynes’i dinlemek istiyormuş.

Olabilir, FETÖ ile bağlantılı, haberleşen kişilerin ortaya çıkarılması için gerekli görülmüştür.

Ancak… Bu olayda herkesin dikkatini çeken 2 konu var.

Birincisi; FETÖ ile yazışan kişileri bulmak isteyen Komisyon’un “Gülen’i defalarca ziyaret eden, ona yıllarca tarifsiz maddi ve manevi destek sağlayan, birlikte fotoğraflar çektiren, toplantılarda iltifatlarla öven” ve kayıtları ortada olan siyasileri, kurum yöneticilerini, belediye başkanlarını dinleme konusunda aynı ilgiyi göstermemesi.

İkincisi; David Keynes’le röportaj yapmış olan İsmail Saymaz’a “bir kesim medya tarafından” sanki hata yapmış gibi topluca saldırıya geçilmesi.

Madem ki Bylock olayı bu kadar önemlidir, Saymaz’ın yaptığı röportaj, her gazetenin yayınlamak isteyeceği bir gazetecilik başarısıdır.

Aynı zamanda bu operasyona katkıdır. Çelişkili durumları anlamak giderek iyice zorlaşıyor.

İmamlar!

Devlet kurumlarındaki yozlaşmayı, teröre-siyasete bulaşmayı gösteren son haberlerden biri Diyanet İşleri’nin “PKK’ya destek veren imamlar”ı kovacağı haberi…

Diyanet İşleri bu milletin kesesinden “11 bakanlığın bütçesine denk” para alıyor. (2016’da 6 milyar 482 milyon TL)…

Bu ödenek ile ne yaptıkları, nasıl bir fayda sağladıkları belli değil. Ama FETÖ operasyonunda 3672 Diyanet personeli görevden alındı, şimdi sıra PKK’cılarda.

Bu nasıl bir “din işleri kurumu”dur ki siyasi olayların, devleti yok etmek isteyen terör ilişkilerinin merkezinde yer almaktadır.

Diyanet Başkanlığı bunun açıklamasını Meclis Komisyonu’na yapmak durumundadır. Görevden alınanlar da ciddi şekilde sorgulanmalıdır.

Türkiye geçmişini tam olarak aydınlatmadan yola devam ederse aynı hatalar tekrarlanır!

Yazının devamı...

Cumhuriyet ve yeni anayasa!

Bugün Cumhuriyet’imizin ilanının 93’üncü yılını büyük bir mutlulukla kutluyoruz.

2014 yılında Cumhuriyet Bayramı’nda yazdığım yazıdan kısa bir alıntı yapmak istiyorum:

“Neden Cumhuriyet sorusunun cevabı dürüst ve açıktır. ‘Türk milletinin tabiat ve şiarına en mutabık idare Cumhuriyet idaresidir.

Çünkü… ‘Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi ile devlet şekli demektir’. Liderin dehası ve kazandırdıkları Atatürk’ü sihirli anahtar haline getirmiştir. (…)

Türk halkını ilerleme yolunda diri tutan değer, devrim düşmanlığı bu kadar dal budak saldığı halde milletin Atatürk’e beslediği sevgi, saygı ve bağlılığın eksilmemesidir.

Türkiye’ye kötülük etmek isteyenlerin hedefi bu yüzden Atatürk düşmanlığı oluyor.”

Milli irade ve Laiklik

29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet, “milletin yönetilme şeklinin belirlendiği”, Atatürk’ün siyasi devrimlerinden biridir.

O günlere gelene kadar verilen “destansı mücadele”de milletinin başında O vardı…

“Milli iradeyi esas alan Cumhuriyeti O kurdu”…

Çevresindeki tüm Müslüman ülkeler mezhep savaşlarıyla bölünürken Türkiye’nin iç ve dış saldırılara rağmen ayakta kalmasının sebebi de gerçek demokrasiyi hedeflemiş olan o cumhuriyet rejimidir.

Bugün Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın “Yeni anayasada laiklik olmamalıdır” dediği, “her vatandaşa din ve vicdan özgürlüğü hakkı veren” ve 1937’de anayasaya giren laiklik Türkiye’yi bugünlere sağ salim getiren değerlerin başında gelir.

Çağdaş değerler…

Başbakan Binali Yıldırım 29 Ekim mesajında “Çağdaş ve evrensel değerler çerçevesinde hazırlanan bir anayasa Cumhuriyet’in temellerini çok daha sağlam kılacaktır” dedi.

Bunun arkasından “Ülkemizin siyasal sistem olarak ‘başkanlığı’ benimseyen, ‘demokratik ve özgürlükçü’ bir yeni anayasa ile yoluna devam edeceğini” söyledi.

Burada hemen akla “başta yargı ve ordu olmak üzere” devletin tüm kurumlarının ‘darbeye kalkışacak kadar gözü kararmış bir cemaat’ tarafından ele geçirilebildiği akla geliyor. Zira “çağdaş ve evrensel değer” dediğiniz anda ilk akla gelen “hukukun üstünlüğü ve hakimiyetin milli iradeye ait olması”dır.

Özgür irade var mı?

Bugüne kadar “bağımsız” denilen yargının hiç de bağımsız olmadığı kötü bir tecrübeyle anlaşıldı. Başkanlık rejiminde “milli iradenin milletvekilleri, örneğin muhalefet partileri devlet yönetiminde söz sahibi olacak mı?” Başkana “Meclis’i feshetme” yetkisi de verileceğine göre “milli iradenin feshedilmesi” hangi çağdaş değerlere uyacak?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli referandum oylaması için “MHP’nin Meclis’teki tercihi ne olursa, milletin karşısında da aynı olacak” dedi. Milletvekilleri “özgür iradeye sahip” olsaydı, Bahçeli onların referandumda nasıl oy vereceğinden bu kadar emin olabilir miydi? Milletvekilleri özgür iradeyle oy verse ve halk referandumlarda da “konunun içeriğinden önce partisinin tercihine” bakıyor olmasaydı, Başbakan “hangi rejimle yola devam edeceğimiz”den bu kadar emin olabilir miydi?

Güzel sözler söylemekle “gerçekleri irdelemek” arasında fark vardır. İhtiyacımız olan ikincisidir.

Yazının devamı...

Ateş çemberi içinde!

Her gün farklı konularda, farklı şoklara uyanıyor, akıl almaz haberler duyarak yaşıyoruz.

Terör örgütü DAEŞ’in Musul’un güneyindeki kükürt üretim tesisini ateşe vermesiyle çıkan zehirli gaz Türkiye’ye ulaştı. Ortamdaki nem arttıkça bu gazın asite dönüşeceği ve gökten kezzap yağacağı söyleniyor.

Irak’ta “İran destekli Şii milisler Haşdi Şabi Enbar vilayetine bağlı Rutba ilçesinde Sünni vatandaşları “DAEŞ’e destek vermekle suçlayarak” intikam eylemleri yapıyor.

Irak hükümeti ve ordusu ile birlikte hareket ediyorlar.

ABD’nin tercihi PYD

Musul’un Telafer İlçesinde yine Haşdi Şabi’ye bağlı gruplar “Burayı kurtarma görevi bize verildi, Telafer’i alacağız” diyerek oradaki Sünni’ler için büyük tehdit başlattı.

Ben baştan beri “Afrin, Kobani ve Menbiç PYD’nin elindeyken hiçbir operasyon sonuç vermez” diyordum, nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan “Hatay’a komşu olan Afrin‘i de terör örgütlerinden temizleyeceğiz” diyerek operasyon sinyali verdi.

ABD, Türkiye’nin “Rakka operasyonunda PYD-PKK olursa biz katılmayız” çıkışlarına rağmen Çarşamba günü “YPG-SGD Rakka’da bizimle olacaklar” açıklaması yaptı.

Hepsinin açılımı “PYD-PKK” olan örgütler ABD’nin vazgeçilmez müttefiki.

Savaşma yeteneği!

Bu açıklamada “Türkiye bizim hiçbir yerde PYD ile çalışmamızı istemiyor ama savaşma yeteneğine sahip tek güç onlar” diyor.

Rakka kuşatmasında yer alacaklarını söylerken “Sonra ne olacak belirlenmedi. Türkler Rakka operasyonuna dahil olmak istediklerini söylediler, bunun üzerinde sonra çalışacağız” diyor.

Yani… PYD kesin olacak ama Türkiye için düşünecekler.

Biz “PYD olursa katılmayız” diye şart koşuyoruz, onlar “katılmanız konusunu daha düşünmedik” cevabı veriyor.

İki cephede risk

Koskoca Türkiye ve Türk ordusu mu yoksa PYD-PKK terör örgütü mü; ikincisi!

Şimdi Türkiye hem Suriye’de “ABD, koalisyon güçleri, PYD-PKK” ile karşı karşıya gelecek, hem de Irak’ta ABD’nin desteklediği Şii Irak ordusu, yine ABD ile birlikte olan Barzani peşmergesi, İran’ın desteklediği Haşdi Şabi milisleri ve dolayısıyla İran ile karşı karşıya olacak.

Bu nedenle baştan beri “PYD’nin sınırımızdaki ilerleyişine izin vermemeliyiz, ABD ile bu sorun halledilmeli geç kalıyoruz, Musul’a müdahale şart olabilir ama yalnız kalmamalıyız” uyarılarını tekrarladık.

Şu anda ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları yalnız Afrin’e değil, Menbiç dahil Fırat’ın doğusuna kadar olan bölgeye operasyon olacağını gösteriyor.

Umalım da Türkiye bitmez savaşların içinde kalmasın.

Rahmi Koç’a vardıysa…

FETÖ mağduru Emniyet Genel Müdür eski Yardımcısı Emin Aslan çok önemli açıklamalar yaptı.

Bunlar arasında FETÖ’nün “Rahmi Koç’u tutuklama” planı da var.

Eğer bunların planları Türkiye’nin en köklü ailesinden gelen, en önemli, yılların vergi rekortmeni, Türkiye’nin gururu iş adamı Rahmi Koç’u bulaştırmaya kadar vardıysa bütün Türk vatandaşları büyük tehlike atlatmış demektir.

Rahmi Koç da “bir terör örgütüyle ilişkilendirilebiliyorsa” tüm masumlar ilişkilendirilebilir.

FETÖ kumpasları baştan sona detaylarıyla ortaya çıkmalıdır.

Yazının devamı...

Türkiye’ye mahsus sistem!

Başbakan Binali Yıldırım Ak Parti olarak tam başkanlık istediklerini belirttikten sonra “Türk tipi başkanlık ABD’den farklı olacak” dedi.

Türkiye’nin üniter yapısının korunacağını söyledikten sonra ekledi; “ABD’den farklı olarak, Türkiye’ye mahsus, siyasi tarihine mahsus değişiklikler olacak. Onlarda 2 meclis var, biz tek meclisten yanayız”.

ABD ile Türkiye’nin siyasi yapısı ayrıca oradaki eyaletlere bölünmüş devlet yapısı tümüyle farklı olduğuna göre zaten Türkiye’ye getirilmek istenen başkanlığın ABD’ye benzemesi mümkün değil.

Binali Yıldırım “başkanlık sisteminin yeterince tartışıldığını, şimdi Meclis’e gelme zamanı olduğunu” da söyledi.

Osmanlı mı, Atatürk mü?

Oysa sadece yukardaki cümlelerinin tartışması bile günler sürecek kadar önemlidir.

Mesela “Türkiye’nin siyasi tarihine mahsus değişiklik” sözüyle Başbakan ne kast etmiştir? Osmanlı dönemi mi, Cumhuriyet’in ilk yılları mı kast edilmektedir?

Zira Atatürk dönemi kast ediliyorsa “Atatürk’ün kendi açtığı Meclis’te istediği sayıda kadın milletvekili olmasını bile milletvekillerine kabul ettiremediğini” hatırlamak gerekiyor. ABD Başkanı için “Zavallı Obama’nın yetkisi yok, bizde olacak” diyen Burhan Kuzu acaba “ABD’de başkan kararlarının ‘birçok denetim’den geçtiğini, bizde ise tek karar vericinin başkan olacağını” mı anlatmaktaydı?

Gücün gücü durdurması

Bütün anayasa hukukçuları daha “başkanlık” sözü ağızdan çıkar çıkmaz “yargı bağımsızlığı”ndan söz ederler.

Bunun nedeni “kuvvetler (yasama-yürütme-yargı) ayrılığı”nın, yani “gücün gücü denetlemesi ve gereğinde durdurması”nın başkanlık siteminde çok daha fazla önem kazanmasıdır. ABD’de başkanlar önce çok güçlü ve bağımsız bir yargı, sonra 2 ayrı meclis ve eyalet valileri tarafından denetlenir.

Yani “bizde üniter yapı korunacak, tek meclis olacak” demek, buna da Türk tipi başkanlık demek “denetimsiz bir gücün en hayati konularda tek karar verici” olacağını gösterir. Bunun yanında, dünyadaki tek başarılı başkanlık uygulaması olarak gösterilen ABD’de başkanın sahip olmadığı bir başka yetkiyi “Meclis’i feshetme yetkisi”ni de Türkiye’de başkan olacak kişilere vermenin nasıl bir sisteme yol açacağını “konuya hakim” hukukçu ve siyaset bilimciler açıklamalıdır. Yıllarca “yargı kararlarına saygı, yargıya güvenin” denilen yargıda 4000 yargıcın “FETÖ ile ilişki” nedeniyle görevden alındığını düşünmek gerekir.

Nasıl güvenilecek?

Bu yargıçlar ve devletin tüm kurumlarına sızan FETÖ, bir iktidarı ve Cumhurbaşkanı’nı, Genelkurmay başkanlarını aldatarak bunu yapabiliyorsa, başkanlık geldiğinde böyle bir sızmayı önleyecek güç ne olacaktır?

2010 referandumunda halk oylamasının sonucunda yargıda yapılan değişikliklerin hiç de doğru sonuç vermediği görüldü.

Bu sonuç bize yeni referandumlar ve sonrasında da hatalı kararlar alınabileceği konusunda bir uyarı sayılmaz mı? Sistem değişikliği yapmadan önce mutlaka tüm boyutlarıyla incelemeliyiz!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.