Şampiy10
Magazin
Gündem

Yeni tehlikeler ve yeni anayasa!

Zor günlerden geçiyoruz, bir gün bile rahat nefes alamadığımız olaylarla dolu günler…

Suriye’de; DAEŞ ve PYD’ye karşı ÖSO’yu desteklerken PYD’nin “Hatay’ın bitişiğindeki kantonu Afrin’den Türkiye’ye top atışları yapıldı.

Irak’ta; İran destekli “Haşd-i Şaabi” isimli Şii milis gücünün, Şii Irak birlikleriyle Musul’u kurtarma operasyonunda yer almasının Sünni çoğunluklu Musul için tehlike olduğu açıklanıyor.

Barzani liderliğindeki Peşmerge Musul’un çevresini kuşatmış durumda. Aralarında PYD-PKK’nın olduğuna şüphe yok.

Bu da demek oluyor ki Türkiye için birden fazla büyük risk var.

İran’ın tehdidi

Musul, Barzani ve PYD’nin eline geçerse de risk, Türkiye -daha önce de Sünnilere hak ihlali yaptığı bilinen- Şii milislerle Musul’da çatışmaya girerse de risk.

İran Cumhurbaşkanı Ruhani şimdiden Türkiye’nin Musul’a müdahalesi için “Çok tehlikeli sonuçlar doğurur” benzeri tehditlere başladı bile.

ABD Savunma Bakanı Ashton Carter ise Erbil’deki başkanlık konutunda Barzani’yi ziyaret etti ve onunla “DAEŞ sonrası bölgenin durumu”nu konuştu, Musul operasyonu nedeniyle teşekkür etti.

Carter Türkiye’yi ziyaretinde “DAEŞ sonrası Musul ve Irak’ın, Suriye’nin durumu”nu konuştu mu, neler anlattı bilmiyoruz ama artık şüphe yok ki ABD “Barzani ve IKBY”yi de, “PYD- PKK”yı da” Türkiye’den daha çok düşünüyor.

Alarm!

Pazartesi günü 81 ilin Emniyet müdürlükleri “3 PKK’lının canlı bomba eylemine hazırlandığı” konusunda uyarıldı ve alarma geçildi. IŞİD ve PKK’nın Türkiye’deki “tıpatıp aynı yöntemlerle yaptıkları” canlı bomba eylemleri ve bu eylemlerdeki terör kurbanları ABD’yi hiç ilgilendiriyor mu?

O nedenle, dış politikada adımlarımızı ABD ve koalisyon ülkelerine de, Barzani ya da bir başkasına da fazla güvenmeden atarsak iyi olur.

Yeterince tartışmadık!

Başbakan Binali Yıldırım dedi ki: “Bizler başkanlık konusunu hem Meclis’te, hem kamuoyu önünde yeterince tartıştık, konuştuk. Bundan sonra yapacağımız iş teklifimizi en kısa zamanda Meclis’e getirmek, yüce Meclis’in iradesine teslim etmektir.”

Aynı konuşmada birkaç dakika sonra ise şöyle dedi: “Meclis ister 367, ister 330 ile anayasa değişikliğini onasın, her halükarda son kararı millete götüreceğiz. Milletten korkmayalım, millet her şeyin en iyisini yapar.”

Bazı hatalar var. Öncelikle başkanlık sistemi Meclis’te ve kamuoyu nezdinde yeterince tartışılmadı.

İkincisi; “Yüce Meclis’in iradesine teslim” ediliyorsa ve o yüce meclisteki temsilcilerini halk “kendisinin yerine karar vermek üzere” seçmişse 367 ile Meclis’ten geçecek karar kabul edilmelidir.

Son derece karmaşık ve teknik, ancak anayasa hukukçuları ile siyaset bilimcilerin açıklayabileceği bir konudaki büyük sorumluluğu halka taşıtmak yanlış olacaktır.

Ve son olarak; ülkenin yönetim sistemini kökten değiştirecek bir karar “anayasa değişikliği” ile değil, tümüyle baştan yapılacak bir “yeni anayasa” ile düzenlenebilir.

Tartışmaya devam edelim…

Yazının devamı...

Altın tecrübe

Türkiye’nin 15 Temmuz’da ne kadar vahim bir tehlikeyle yüz yüze geldiğini görebilmek, geleceğimiz için altın değerinde bir güvencedir.

FETÖ tecrübesi, başta silâhlı kuvvetler olmak üzere devlet içinde paralel yapılar oluşmasına bu dersten sonra umarız ki kolay kolay izin vermeyecektir.

Burada önemli olan; herşeyden önce yargının bağımsızlığını sağlamak, adaletten sapmamak ve kurumlar hesabına ortaya çıkacak olan riskleri en kısa zamanda bertaraf etmektir.

Ciddi olmak lâzım, aksi halde benzer kıyametler hayatımızda tekrar tekrar yaşanacaktır. Türkiye böyle bir geleceği hak etmiyor.

Devlet zaaflarından arındığını göstermeli, bu inancı halkta uyandırmalıdır.

Suçlular cenneti, adaletin olmadığı bir karanlık kuyu gibidir. Hafife alındığı zaman, ülke kuyuya düşmeye başladığında tüm devlet makinesini içine çeker.

Yaşadığımız coğrafyada demokrasi barınmıyor. Çünkü gücü ele geçiren gönlüne uygun düzeni kuruyor ve eserine demokrasi madalyasını takıveriyor.

Gülen’in bandı unutulmasın!

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün Meclis komisyonuna yaptığı açıklamalar takipsiz kalmamalı, tekrarını önleyecek denetim etkinliği derhal kurulup işletilmelidir.

Fethullah Gülen 16 yıl önce Amerika’ya giderken yandaşlarına nasihatler ve tavsiyeler içeren bir bant bırakmıştı.

15 Temmuz’daki darbe girişimi, cemaatin bu talimatlara sıkı sıkıya bağlı yaşadığını gösteriyor.

Gülen yandaşlarından “adliyede, mülkiyede veya başka hayati bir müessesede” hızla çoğalmalarını;

Bu faaliyeti “sezdirmeden yukarı kademelere tırmanmak amacında” kullanmalarını;

“Devletin can alıcı noktalarını ele geçirmelerini” istiyor.

Bu örgüt ve hedef aldığı melânet, devlet kademelerinin büyük kesiminde kendini üretmiştir.

O çağrıda Fethullah Gülen, elebaşılığını açığa vururken şöyle diyor:

Erken vuruşa uyarı...

“Belirli bir noktaya gelinceye kadar hizmete devam edin. Erken vuruş diyeceğim çıkışlar yaparsanız dünya Cezayir’deki gibi başınızı ezer!”

Koca devlet aygıtı, gazetelerde yayınlanacak kadar deşifre olmuş bu darbe planını fark edip 15 Temmuz’daki kanlı kalkışmanın önüne geçebilirdi.

Olmadı. Ama bu ihmal affedilmemeli, gerçekten sorumluluğu olanlar yerine yanlış adresler seçilmemelidir.

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök 2004’deki MGK toplantısında FETÖ tehlikesine karşı uyarıda bulunduklarını ama“bir şey yapılmadığını” öne sürdü.

Yaşar Büyükanıt’tan sonraki Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ da aynı konuda uyarıda bulunduklarını, buna rağmen bir müdahale yapılmadığını söylemişti.

FETÖ soruşturması, devlet duvarındaki en büyük deliğin adalet eksiğinden ve ihmalden doğduğunu gösteriyor.

Aynı soruşturmada haklarında işlem yapılan yüzlerce hakim ve savcı arasında “pişmanlık beyan edenlerin görevlerine iade edileceğine” dair haberler var.

Adaletten öteye devleti katletmek olmaz mı bu?

Unutmayalım; adalet bugün de devletin temelidir!

Yazının devamı...

Darbe Komisyonu ve silahlanma!

Meclis Darbe Girişimi Komisyonu’nda Genelkurmay Eski Başkanı Hilmi Özkök’ün verdiği ifade birçok olaya açıklama getirmesi açısından son derece önemliydi.

Şimdi “15 Temmuz darbe girişimi” sırasında ve halen Genelkurmay Başkanı olan Hulusi Akar 2 Kasım’da Komisyon’a bilgi verecekmiş.

Hilmi Özkök’ün Balyoz soruşturmasıyla yüzlerce asker tutuklanırken “tüm ısrarlara rağmen” yapmadığı açıklaması “Balyoz’un orduya FETÖ kumpası” olduğu resmen bildirildikten sonra daha da önem kazanmıştır.

Eğer Özkök o günlerde çağrılara cevap verseydi…

“TSK’da yerleşen FETÖ’cüleri ve onların orduyu ele geçirme amacını, uyarılarının dinlenmediğini” o günlerde kamuoyuna açıklasaydı…

FETÖ’cü savcı ve hakimlerin, ordu içindeki FETÖ’cülerin, TSK’nın önemli kadrosuna kurduğu kumpas “askerlerin hayatı kararmadan ve FETÖ’cüler tüm kurumları ele geçirmeden” ortaya çıkabilirdi.

Tarihi sorumluluk

15 Temmuz’u gerçekleştirecek kadar güçlenmeyebilirler ve 240 kişi hayatını kaybetmeyebilirdi.

“Harekata gidiyoruz, terör eylemi önlemeye gidiyoruz” talimatlarıyla, ne olduğunu bilmeden darbe girişimine karıştırılan, çoğu masum gencecik erler sivillerle karşı karşıya getirilip hayatını kaybetmezdi.

Bu olay “detayları anlaşılmadan geçiştirilecek” bir olay değildir.

Kısacası o ve söz konusu süreçteki tüm komutanların “tarihi sorumlulukları ve hataları” konusunda soruşturulmaları da tarihsel bir beklenti olacaktır.

İstihbarat yok muydu?

Hulusi Akar’dan herhalde “15 Temmuz darbe girişimi öncesi, günü ve gecesi” ile ilgili tüm detayları açıklaması istenecek.

Örneğin “İstihbarat eksikliği oldu” denilen günde MİT’in saat kaçta kendilerini uyardığını, Hakan Fidan’la kaç kez görüştüklerini, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve ilgili tüm kurumların neden zamanında uyarılmadığını ve girişimi saatler öncesinden durduracak önlemlerin neden alınmadığını soracaklardır.

Fidan’ın birkaç kez uyarısından sonra kendisi ve Genelkurmay 2’inci Başkanı hiçbir şey olmamış gibi neden odalarına döndüler, Akar’ın döneminde Kara Harp Akademisi’nde “çalınan sorularla subay olan FETÖ’cüler” kaç kişiydi, Genelkurmay Başkanlığı’na geliş süreci, bu ve benzeri soruların cevabını toplum da merak ediyor…

Halka silah!

15 Temmuz’da köprüye çıkan halkın elinde (ateşli olmasa da) silah vardı, nitekim olaylar akıllardan çıkacak gibi değil.

Bundan sonra bir darbe girişimi olursa halkı sokağa dökme ve üstelik bir süredir TV’lerde ve birçok ortamda tekrarlandığı gibi “silahlandırma” mesajları demokratik bir hukuk devletinde hiçbir şekilde onaylanamaz.

Devlet bu gibi durumlarda ve tüm gösterilerde kendi güvenlik güçleriyle“kontrolü sağlamak, gereken önlemleri almakla” yükümlüdür. Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Şeref Malkoç “Darbeye karşı millet silahlandırılacak” dedi.

Silahlı-silahsız şiddetin en akla gelmedik, en çağ dışı eylemlerinin yaşandığı ve önlenemediği, her tür teröre karışanların da bilinmediği bir ülkede bundan yanlış bir karar düşünülemez.

Uyarı görevimizi yapmak zorundayız!

Yazının devamı...

Bahçeli neden ‘meşum’ dedi?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “çok sıkıntılı bir süreç içindeyken aniden başkanlık sisteminin gündeme girmesi” nedeniyle medyada, sosyal medyada ve siyasette çok fazla eleştirildi.

En sert eleştiri CHP Genel Başkan Yardımcısı Selin Böke’den geldi.

Böke “Bahçeli AKP’nin koltuk değneği gibi… Adeta onların ‘muhalefetten sorumlu genel başkan yardımcısı” dedikten sonra şöyle devam etti:

“Teröre şehitler vermeye devam ediyoruz. Dolar almış başını gidiyor. İnsanlar işsiz ve açken Türkiye’de demokrasiyi değil başkanlık konuşuyoruz.”

‘Sistem tıkandı’

Aslına bakarsanız, başkanlık referandumu tartışılmadan önce çok önemli bir konu daha var.

Genelkurmay Eski Başkanı Hilmi Özkök’ün Meclis Darbe Araştırma Komisyonu’nda yaptığı açıklamalar “Balyoz Davası ve çok öncesinden başlayarak 15 Temmuz FETÖ darbe girişimine varan süreçte neler olduğunun, bu dehşet yanlışlara kimlerin sebep olduğunun tam olarak anlaşılmasını” gerektiriyor.

Yani onun söyledikleri “tepeden inme bir başkanlık seçimine gidişi” iyice yanlış kılacak nitelikte.

Bahçeli ise hakkındaki eleştirilere (Özkök konuşmasından sonra) sosyal medya üzerinden uzun bir cevap verdi.

Burada “Sistemin tıkandığından, ‘fiili dayatma’ olduğundan” söz ediyor, kendisinin “Başkanlık konusu Meclis’e getirilsin” önerisine her kafadan bir ses çıktığını söylüyordu.

Demokratik çözüm

Cevaptaki en dikkat çekici vurgu “Malum ve meşum bir sorunun demokratik yollarla çözülmesi çağrısında bulundum. Gerekirse halka gidelim diyorum” cümlesinde.

Önce “meşum” sözcüğüne bakalım. Kelime anlamı “uğursuz ve kötü”.

Demek ki Bahçeli Türkiye’de başkanlık ısrarını böyle görüyor.

Bu durumda MHP’nin “referandum oylamasında Ak Parti’ye destek vermeyeceği” düşünülür.

Veya Devlet Bahçeli’ye sormak gerekir; “Uğursuz ve kötü dediğiniz bir değişikliği onaylayacak mısınız?”

“Demokratik yollarla çözüm” ve “halka gitmek” deyince orada da durmak gerekiyor.

Türk tipi nasıl?

Milletvekilleri TBMM’de “özgür iradeleriyle” karar verebiliyor mu, hatta özel olarak görevlendirilmemiş olanlar TV’lere çıkıp konuşabiliyor mu?

Yalnızca bu; liderlerin tek başına parti-milletvekilleri adına karar vermesi, bunun nedeninin de “milletvekili listelerini kendilerinin hazırlaması, delegeleri de kendilerinin seçmesi” bile demokrasinin var olmadığını gösterir.

Türkiye’de referandumlar konuya göre değil, aynen “seçim gibi”, insanların taraf olduğu partiye oy vermesiyle gerçekleşiyor.

Bahçeli, referanduma gidildiği takdirde sonucun ne olacağını son seçim anketlerine bakarak görebilir.

“Halka gitmek” ise ancak “halkın anladığı, detaylarıyla bilgi sahibi olduğu, sonucunu net şekilde bildiği” konularda demokratik sonuç verir.

Medya ve devlet imkanlarını da “her görüşün eşit kullandığı” ortamlarda…

Özellikle OHAL şartlarında; her konuda kararlara tek imza yeterliyken bunlar ne derece gerçekleşecektir, kendisi “Türk tipi başkanlık” konusunu halka anlatacak kadar anlamış mıdır, önce bu soruların cevaplarını bulması gerekiyor!

Yazının devamı...

FETÖ devleti nasıl ele geçirmiş?

“FETÖ darbe girişimi”nden sonra tüm devlet kurumlarından on binlerce kişi işten çıkarıldı, gözaltına alındı, tutuklandı.

Hatırlayalım; Efkan Ala henüz İçişleri Bakanı olduğu sırada “7 bin istihbarat elemanının 6 bin 500’ü FETÖ mensubu çıktı” açıklaması yapmıştı.

“17-25 Aralık öncesinde Emniyet’te 81 il Emniyet müdüründen 74’ünün, daire başkanlarının yüzde 90’ının FETÖ’cü” olduğunu da Efkan Ala söyledi.

“Hepsini temizledik, kripto olarak gizlenmiş 50-60 kişi olabilir” diyordu.

Dün Hürriyet gazetesinin manşet haberi ise şöyleydi:

“Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Mehmet Yılmaz ‘FETÖ soruşturması kapsamında 300 hakim ve savcı itirafçı oldu. Çözülme çok hızlandı, itirafçı sayısı daha da artacak’ dedi.”

Daha önce neler oldu?

Yargıdaki bu itirafçılar “Bu yapının nasıl çeteleştiğini, yargısal yetkilerini nasıl FETÖ’nün amaçları için nasıl kullandıklarını” açıklıyormuş.

HSYK Başkanvekili “Türk toplumu da, dünya kamuoyu da tehlikenin ulaştığı boyutları görecek” diyor.

Yalnızca Eski İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın yukarda görülen açıklamaları ve HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz’ın açıklamaları bile “dünya çapında görülmemiş rakamlar” içeriyor. Bu nedenle Türk toplumu ve dünya kamuoyu bu on binlerce kişinin oluşturduğu dev çeteleşmenin “17-25 Aralık” tarihine kadar nasıl olup da hiç fark edilmediğini, devletin koruyucu ve güvenliği sağlayıcı önlemleri neden almadığını doğal olarak sorgulayacaktır. Efkan Ala bu tarihten sonra FETÖ’cülerin temizlendiğini söylemiş. Eğer bu doğru olsaydı 15 Temmuz darbe girişimi yapılabilir miydi?

Özkök-Başbuğ açıklamaları

Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ Balyoz Davası nedeniyle konduğu cezaevinden çıktıktan sonra “Hükümeti TSK’daki FETÖ’cüler konusunda defalarca uyardıklarını ama dikkate alınmadığını” söylemişti.

Onunla aynı şekilde ve aynı davayla hapsedilen birçok asker de sözlü olarak veya yazdıkları kitaplarda yıllar öncesinden “bu örgütle bağlantılı isimleri”, hatta “onları ısrarla yaver yapan veya terfi ettiren Genelkurmay başkanlarını” anlatmıştı.

Bu başkanlar arasında “Halk bizi affetsin, hata yaptık, anlamadık” benzeri açıklamalar yapanlar oldu. 10 kişi, 20 kişi, 50 kişide hata yaptıkları belki kabul edilebilir ama binlerce kişilik hata olur mu? Son olarak Balyoz soruşturması ile ilgili dönemin, çok tartışılan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök TBMM Darbe Komisyonu’na verdiği ifadede:

“2004 Ağustos’unda MGK’da hükümeti kesin olarak bilgilendirdiklerini, durum iyi değil bu iş takip edilsin dediklerini ama hiçbir şey yapılmadığını” söyledi.

Gerçek milat!

“Biz yakaladığımızı atıyorduk, hükümet üyeleri şerh koyuyordu” dedi.

Özkök, Balyoz davası sürecinde susmak yerine bunları açıklamalıydı ama şimdi açıklaması da “FETÖ’nün ortaya çıktığı gerçek milat”ın 17 Aralık’tan 2013’ten çok önce olduğunu olduğunu gösteriyor. 15 Temmuz’un yaşanmasına neden olan bu gelişmeler tarihin seyrini değiştirecek kadar önemli görünüyor!

Yazının devamı...

Musul Kürdistan’a mı dahil edilecek?

Türkiye için “Musul’daki Türkmenlerin güvenliğini sağlamak” dışındaki en önemli konu budur.

Musul operasyonunda IKBY Başkanı Barzani ve ona ait peşmerge güçleri içinde PYD-PKK’nın da bulunduğuna kesin gözüyle bakmak mümkün.

Unutmayalım ki Kobani “IŞİD’den kurtarılıyor” denerek yapılan operasyonda, Türkiye’nin de topraklarımızdan “PYD-PKK’ya destek için” Kobani’ye geçişine izin verdiği peşmerge IKBY’den ve Barzani’nin talimatıyla gelmişti.

Mesut Barzani’nin “Kürdistan toprakları son birkaç yılda kat kat büyüdü” açıklamaları, “Suriye Kürdistanı” denilen Rojova’ya bizzat verdiği destek, Kürdistan’ın Irak’taki alanını Musul’la genişletme hayalini anlamak için yeterlidir.

Büyük mezhep savaşı

Times köşe yazarı Roger Boyes dün “Eğer IŞİD’in bittiğini düşünüyorsanız, yeniden düşünün. Batı kendisini IŞİD’in Ortadoğu’da gerilediğine inandırdı ancak istihbarat örgütleri aynı görüşte değil” dediği yazısında bu konuya da yer vermişti.

“Irak ordusu, Kürtler ve Şii milisler Musul’u ele geçirmek için yarışacak” diyordu.

Yine aynı yazıda Irak Başbakanı Haydar El İbadi’nin;

“Musul düştüğünde Kürtler ve Şii milislerin kente girmesine izin verilmeyeceği, Kürtlerin gündeminde ‘bağımsız bir devlet kurma’ olduğu ve bundan kaygı duydukları” konusundaki görüşü vardı.

Musulluların ise “IŞİD’le işbirliği yaptıkları düşünülerek Şii milisler tarafından katledilmekten korktukları” anlatılıyor.

Yazı “Umarız bu operasyon bir katliama ya da kapsamlı bir mezhep savaşına yol açmaz” diye bitiyor.

Carter’la konuşulmalı

ABD Savunma Bakanı Ashton Carter Cuma günü Türkiye’ye geliyor.

Konu, tahmin edileceği gibi “Türkiye’nin Suriye’de ÖSO’ya destek vererek Cerablus ve çevresinin IŞİD’den kurtarılmasını sağlaması, Dabık’ın da alınması, Rakka’ya yapılacak operasyona PYD’nin katılacak olması ve Musul operasyonu” olacaktır.

Carter’la konuşulması gereken diğer konular “Musul halkının ve tabii Türkmenlerin korunmasının önemi, bunun yanında Türkiye’de PKK terörü yanında artan IŞİD canlı bomba saldırıları”dır.

IŞİD’in Musul çevresindeki köylerde yaşayan halkı kent merkezine sürerek “canlı kalkan” yapma ihtimali bölgedeki muhabirler tarafından bildiriliyor.

Musul’da halk “sokaklarda IŞİD militanları ve tepelerinde bomba yağdıran savaş uçakları” nedeniyle yemek almak için bile evlerinden çıkamıyor. Çıksalar da “alacak paraları olmadığını” anlatıyor.

Halep’te Esad ve Rus ordularının bombardımanları nedeniyle yaşanan insanlık dramının benzeri artık Musul’da yaşanmaktadır. Daha önce Irak’ta tarihi bir fiyaskoya neden olan ABD bunu önleme sorumluluğu taşıyor.

Ankara’da canlı bomba

Dün Ankara’da canlı bomba eylemi yapmaya hazırlanan bir DAEŞ militanı öldürüldü. 29 Ekim ve 10 Kasım törenlerinde saldırı yapabileceği ihtimali değerlendiriliyormuş. Türkiye de IŞİD canlı bombalarının tehdidi altında, Diyarbakır’da da DAEŞ operasyonunda 20 kişi gözaltına alındı. Yapılacak törenlerin güvenliği sağlanmalı ve dış politikada da ülkedeki bu tehdit göz önüne alınmalıdır.

Yazının devamı...

Misak-ı Milli ve Musul!

Suriye’den sonra Irak’ta da sivillere cehennem yaşatan korkunç bir savaş başladı. DEAŞ’ın elindeki Musul’u bu terör örgütünden kurtarmak için yapıldığı söylenen savaşın perde gerisinde “Sünni-Şii mezhep çekişmesi”nden, petrol ve toprak paylaşmaya, İsrail’in de yararına olacak şekilde “Kürdistan sınırlarını genişletmeye” varacak birçok ihtimal var.

ABD ve çok sayıda ülkenin, hatta PYD-PKK’nın katıldığı bir operasyonda Türkiye’nin varlığına bu kadar karşı çıkılması görünürde anlaşılır gibi değildir.

Ne oldu da “Türkiye ve koalisyon güçleri birlikte DEAŞ’a karşı savaşıyoruz. Türkiye önemli bir müttefiktir” diyen ABD, hala “Türkiye’nin Irak topraklarında bulunmasına resmi olarak izin vermedik. Derhal askerini çekmezse 2 ülkenin tarihi ilişkileri zarar görecek” diyen Irak yönetimine destek çıktı?

Ne oldu da “Musul’da operasyona katılacak koalisyon kuvvetleri ve peşmerge güçlerine Barzani’nin “başkomutanlık” edeceği söylenirken, daha en başta “o peşmerge güçlerini eğitmek için” kurulduğu bildirilen Başika kampı giderek daha büyük bir tepkiyle karşılaştı?

Mezhep kapanı

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Musul’a nasıl girmeyeyim. Tehdit altındayım, 350 km sınırım var. İlgisi olmayanlar giriyor. Operasyonda da olacağız, masada da” dedi. Bu makul bir açıklama.

Ancak…

Bu sözlerin arkasından “Ülkemizin ısrarla Musul’un dışında tutulmak istenmesi ‘mezhep çatışması kapanını’ bozacağımız içindir” derseniz…

“Musul’da 2 milyon ‘Sünni’ Arap ve Türkmen var. Biz Başika’da onları eğittik” derseniz… En önemlisi; Misak-ı Milli’den söz ederek ve Lozan Anlaşması’na karşı çıkarak “Eğer Misak-ı Milli’yi kavrarsak Suriye ve Irak’taki sorumluluğumuzu anlarız” derseniz diğer ülkeler “meselenin sınırlarımızda oluşan tehdit değil, mezhep ve Misak-ı Milli ile çizilen sınırlar” olduğunu düşünecektir. Atatürk’ün 24 Nisan 1920’de, Meclis açıldıktan sonra Türkiye’ye “gelecek için çizdiği Misak-ı Milli-Milli Hudut” haritasında Irak’taki Musul, Süleymaniye, Kerkük de vardı.

Lozan anlaşması

Tarihi “doğru kaynaklardan” okuyanlar, Lozan Barış görüşmelerine gidildiğinde bu haritanın gerçekleşmesi için sıkı çekişmelerin yaşandığını ama Irak sınırında anlaşma sağlanamadığını görür.

Atatürk “Zor savaşlardan başarıyla çıkmış yorgun bir milletin Musul’da yeni (ve çok sayıda ülkenin katılacağı) bir savaşa girmesinin getireceği riskleri görerek bunu yapmamış ve Ankara Anlaşması’yla bugünkü sınırlar çizilmiştir.

Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu “Misak-ı Milli” konusunda şöyle diyor;

“Misak-ı Milli, Kurtuluş Savaşı sırasında geçerlidir. Savaş bitip Lozan Anlaşması imzalandıktan sonra hukuki bir temeli kalmamıştır, geçerliliği yoktur. Bugün mevcut riskleri küçümsemeyelim.”

Kalaycıoğlu haklıdır, kaynayan bir Ortadoğu kazanında, DEAŞ’ın bir günde on bombalı araç saldırısı yaptığı bir savaşta riskler küçümsenmemelidir..

Türkmenleri koruyacak şekilde siyaset üretmek yerine, Türkmenleri de bizi de daha büyük tehlikelere atacak bir hatadan kaçınmalıyız.

Yazının devamı...

Musul ve başkanlık!

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş “Türkiye’nin Başika’da eğitim verdiği 3 bin kişinin Musul’da DEAŞ’a karşı mücadelenin içinde olduğunu ve TSK’nın Başika’dan çekilmeyeceğini” söyledi.

Kurtulmuş “Musul’daki duruma Sünni-Şii meselesi gibi bakmamak gerektiğini, konunun Musul’un etnik olarak daha fazla bölünmesi” olduğunu da belirtiyor.

Bütün bunların bizi “büyük bir tehlikeye atılacak kadar” ilgilendirip ilgilendirmediğini zaman gösterecektir.

Eski Irak Başbakanı Allavi “Musul operasyonunun bütün bölgenin ve Irak’ın geleceğini etkileyeceğini” açıklarken “Çok dikkat etmek gerekir ki sonu bir felakete dönüşmesin” dedi.

Diğer tarafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın medyada yer alan “Türkiye yalnız Türkiye değildir. Misakı Milli diye bir derdimiz varsa ‘burada üzerimize düşen görevler var’, Türkiye sadece Türkiye değildir” sözleri var.

Dış politikada her düşüncenin, her planın önceden açık açık söylenmesi diğer ülkelerde tepki yaratır. Başka topraklar üzerinde hak iddia ediliyor algısı ortaya çıkar ki “Türkiye’nin Musul operasyonuna katılmasına karşı çıkmaları”nın bir nedeni de muhtemelen budur.

Böyle bir algı diğer ülkelerin benzer sözleri Türkiye için söyleyebilmesine zemin hazırlayabilir.

“Musul’dan Türkiye’ye 100 bin Iraklı’nın kaçabileceği” söyleniyor.

Bu Iraklıları, operasyonu yaparken sivil halkın da üzerine bomba yağdıran ABD ile koalisyon güçlerinin kurtarması ve kendi ülkelerine alması sağlanmalıdır.

Sonuç ne olursa olsun

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ “Başkanlık sistemi Meclis’te oylanacak ama 367’nin üstünde bile çıksa halka gideceğiz” dedi.

Başbakan Binali Yıldırım ve “Türkiye tipi başkanlık istiyoruz” diyen Bekir Bozdağ “En kısa zamanda başkanlık referandumu oylamasının Meclis’te yapılacağını, ‘sonuç ne olursa olsun’ referanduma gidileceğini” söylediklerine göre…

Acaba “MHP desteklemezse, 330 oy bulunmazsa” nasıl olacak bu?

Bunları düşünürken Bekir Bozdağ’ın “Ak Parti ve MHP anlaşırsa bahara kalmadan, 2017 başında referanduma gidilir. Anlaşamazlarsa biz de bu defteri kapatırız” sözleri geliyor akla. Gerçekten o durumda defter kapanır mı acaba, 24 saat aynı konu tekrarlanırken inanmak biraz güç görünüyor.

İsteyenler, istemeyenler

Tartışılmayan tek nokta var ki bunu daha önceki başkanlık tartışmalarında da hep hatırlattım. Ülkenin geleceğini değiştirecek bu hayati konu bazılarımızın önerdiği gibi; “Başkanlık sistemini isteyenler ‘referandum’ dediklerine göre istemeyenler de halkı ‘parlamenter sistem için’ ikna etsin” denecek kadar basit değil.

Öncelikle “isteyenler ile istemeyenler” konuyu halka anlatma imkanı (medya ve devlet imkanları) açısından eşit durumda değil.

İkincisi, bu konu zaten iki ay gibi kısa bir zamanda halka da anlatılamaz.

Şu anda yine “siyasi istikrar için şart”, “denetim ve güçler ayrılığı daha iyi olacak” gibi kalıplarla zaman kaybediliyor.

Bir kez daha pişman olmak istemiyorsak “Referandum” denildiği anda ilk şart halkın “Türkiye tipi” başkanlığı ve sonuçlarını tamamen anlamasını sağlamaktır. Bunu hiç unutmayalım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.