Romanımda İstanbul’u katledenleri öldürdüm
On yıl önceydi... Ahmet Ümit’le bir İstanbul turuna katılmıştık... Eski Amerikan arabaları ya da bir zamanların Taksim-Kadıköy seferlerini gerçekleştiren dolmuşlarla... Antonina Turizm İstanbul’un simgesi olan bu dolmuşları almış, gıcır gıcır yapmış, İstanbul kültür turlarında kullanıyordu.
İşte Ahmet’le birlikte “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul”u dinleyerek gezmiştik bu güzel şehri...
Sarayburnu’ndan yola çıkmış, Samatya’ya uğramış, Sultanahmet, Zeyrek, Balat, Eminönü derken tarihi yarımadanın tarihi kapılarından geçip şehrin en güzel sokaklarını gezmiştik... Sanırım Ahmet’in kafasında o zaman şekillenmişti “İstanbul Hatırası” romanı.
İşte bu yüzden ona bir sürpriz yapıp röportaja o gün İstanbul’u gezdiğimiz Nebahat Abla isimli dolmuşla gittim. (Antonina’ya teşekkürler!) Görünce çok sevindi... Böylece İstanbul’un artık sadece turistik simgesi olan bu nostaljik arabalardan “en güzeli” ile şehri bir kez daha gezdik ve yeni romanını konuştuk.
“İstanbul Hatırası” yedi ayrı mekanda işlenen yedi cinayet üzerinde yükseliyor. Çemberlitaş, Ayasofya, Topkapı Sarayı gibi tarihi eserlerin yer aldığı. Okur böylece cinayeti çözmeye çalışırken, bu eserlerin hikayelerini de öğreniyor. Ve İstanbul tüm kahramanların, cinayetlerin arasından sıyrılıp tüm görkemiyle büyük bir kahraman olarak karşımıza dikiliyor.
* Romanın adı “İstanbul Hatırası.” İstanbul’un başlı başına bir roman kahramanı olarak yükseldiği bir roman yazmanın nedeni nedir?
İki nedeni var. İlki İstanbul hem kültürel, hem de doğa olarak yeryüzünün en güzel şehri. Yeryüzünde hiçbir şehir yoktur ki, iki büyük imparatorluğa, Roma ve Osmanlı’ya, başkentlik yapmış olsun. Tarih boyu yapılan tüm o yağmaya, talana rağmen güzelliklerini korusun... İkinci nedene gelince... Ben burada yaşıyorum, 18 yaşından beri...
İstanbul’da aşık oldum, İstanbul’da evlendim, İstanbul’da baba oldum, İstanbul’da dede oldum, senin gibi pek çok dostum burada yaşıyor, ilk öykümü, romanımı burada yazdım. Ben de bana bu kadar çok şey veren İstanbul’a karşı vefa borcumu ödemek istedim. Amacım bu şehre karşı bir duyarlılık yaratmaktı. Bugün pek çok insan bu şehrin yok edilişine tepki duysa da hiçbir şey yapılmıyor. Gözümüzün önünde hırpalanıp duruyor; devletler, hükümetler, mafya, belediyeler ve acımasız insanlar tarafından. Ancak bu öyle bir kent ki, bir şekilde direniyor. Sanki bir ekmek parçası gibi İstanbul, sürekli yeniyor ama bitmiyor.
Bu romanla belkİ İstanbullu kİmlİĞİne sahİp çIkIlIR
* Bu şehirde kimse İstanbullu değil. Bunda göçlerin etkisi var deniyor ama New York da göç üzerine yükselen bir şehir ve orada New Yorkluluk var.
New York farklı ülke ve kültürden gelen insanları kendi içine alabilecek, bir çatı altında toplayabilecek, planlayabilecek bir yerleşik güce, kültüre sahip. İstanbul’da ise olmayan bu... Mesela sık sık söylenen “Doğulular geldi İstanbul bozuldu” sözü bu yüzden yanlış.
Çünkü burada eksik olan plansızlık yüzünden İstanbul’a dışarıdan gelenlerin kültürü buradaki başat kültürü değiştirebiliyor. Bunun değişmesi için de bir kent bilincinin yaratılması gerek. İstanbullu olmanın öneminin fark edilmesi, insanların nasıl bir şehirde yaşadıklarının bilinmesini sağlamak gerek...
* Sence İstanbul Kültür Başkenti projesi ve etkinlikleri bu bilincin yaratılmasında önemli bir rol oynar mı?
Hayır, katkıda bulunsaydı İstanbul Kültür Başkenti büyük bir fiyasko olarak tanımlanmazdı. Çünkü bu süre içinde ne yapıldı? İlanlar, reklamlar, birkaç konser o kadar. Ama kitabı yazarken bile Fatih Camii kapalıydı. Süleymaniye Camii, Yavuz Selim Camiileri de... Çünkü restorasyon bitmemişti. Böyle bir şey olabilir mi! Ama en önemlisi buna kimse itiraz etmiyor, hiç kimsenin gündeminde değil. İşte bu romanla belki İstanbullu kimliğine sahip çıkılmasını düşündürtebilirim dedim.
Bu Şehİr 200 odalI bİr kale vermİŞ, bİzSE tek odasInI İSTİYORUZ
* Sence İstanbullu olmak bir ayrıcalık mıdır?
Kesinlikle. Bunu diğer şehirleri, diğer şehirlerin insanlarını küçümsemek için dediğim sanılmasın. Ben Konstantin’in, Fatih’in ama en önemlisi Mimar Sinan’ın şehrinde yaşıyorum ve bununla gurur duymak istiyorum. Bu insanların yarattığı 2700 yıllık bir şehir bu.
Dünyanın en görkemli mabedinin, kubbesi yüzlerce yıl sonra St. Pietro Katedrali ile aşılabilen Ayasofya’nın olduğu şehirde... Ve bunun farkına varmamızı istiyorum. Sonra şehrin doğası da çok güzel; Boğaz, Adalar, Haliç... Çok da kozmopolit bir şehir İstanbul. Tarih boyu birçok kültür iç içe yaşamış ve yaşıyor. Bu yüzden şu bilincin oluşmasını isterim: Bu şehir tarihi ile var ve bu tarihe saygı göstermezsen kendine de göstermezsin.
* Ancak bu bilincin oluşması zor olmalı ki, romanda İstanbul’un tarihine ve kültürüne cinayetler işleterek dikkat çekiyorsun. Sahiden şehrin tarihi mekanlarında cinayetler işlenmezse bu tarihe ilgi uyanmaz mı? Bu kadar mı ilgisiziz?
Maalesef... İnsanların bu şehre ilgisini çekebilmek için maalesef bu tür olaylar gerekli. Bundan kastım illa cinayet değil tabii. Ben polisiye roman yazarı olduğum için romanımda bu yolu izledim. Ama günümüz popüler kültürünün merak dinamikleri dışında hiçbir şeye ilgi duyulmuyor. Mesela Çemberlitaş Sütunu.
Bu Konstantin sütunudur. 11 Mayıs 330 yılında dikilmiştir. Burayı başkent yaptığı için... Hem de Doğu Roma’nın bile değil, Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapıldığı için... Peki bunu kim bilir? Kimse... Çemberlitaş Lisesi’ne söyleşiye gitmiştim, “Çocuklar bu taşın hikayesini biliyor musunuz” diye sordum, ne yazık ki kimse bilmiyordu. Ama o çocuklar suçlu değil. Ona öğretmeyenler suçlu. Çünkü bu ülkede ne yazık ki, tarih denince sadece Türk ve Müslüman tarihi anlaşılıyor. Bundan daha akıl dışı bir şey olabilir mi? Oysa Bizans’tan önce bile burada bir yaşam var, 200 bin yılık tarihi olan bir şehir bu... Bu şehir bize 200 odalı bir kale vermiş ama siz illa ki tek odasında oturacağız diyorsunuz. Sence de bu akıl dışı değil mi?
Cinayetlerin işlendiği mekanların sırrı şehrin kuruluşunda saklı
* Romanda yedi ayrı cinayet yedi ayrı mekanda işleniyor. Neden yedi ve öldürülen kişileri neye göre seçtin?
Roman yedi günde geçiyor. Yedi bir çevrim sayısıdır, yeniden doğuş. Bir şeyin başlaması ve kapanmasıdır. Bizans döneminde de hipodromdaki (Bugünkü Sultanahmet Meydanı) yarışlarda arabalar yedi kere dönerdi. Ayrıca İstanbul yedi tepe üzerine kuruludur. Öldürülenlere gelince... Bunlar yedi değil yedi yüz kişide olabilirdi. Bu şehre zarar veren o kadar çok ki. Kimdir bunlar? Tarihi dokuya zarar verenler. Belediye başkan ve başkan yardımcıları, turizmciler, burada çalışanlar, mimarlar, onlara yardımcı olan sanat tarihçileri, bilirkişiler, gazeteciler...
* Ya olay mahalleri, yani mekanları...
Her biri bu şehrin tarihinde, kuruluşunda son derece önemli roller oynamış yerler. Mesela bu şehrin ilk adı Byzantium’dur ve Megara’dan gelen göçmenler kurmuştur. Sarayburnu sahiline de Poseiodon adına bir tapınak yapmışlardır. Bu yüzden ilk mekan orasıydı. İkinci mekan Çemberlitaş Sütunu’nu seçtim çünkü Konstantin bu sütunu İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapmasının şerefine 330 yılında yaptırmıştır. Üçüncü mekan Yedikule Zindanları’nın oradaki Altın Kapı’ya gelince... Burası da II. Teodosius tarafından yapılmıştır. Dördüncü mekan olarak Ayasofya’yı seçtim. Bu da Jüstinyen dönemini simgeliyordu. Fatih dönemini simgelemek içinse Fatih Camii’ni ve Topkapı Sarayı’nı seçerken Kanuni dönemi için bir Sinan eseri olan Süleymaniye’yi seçmem çok doğaldı. Yedinci mekanla ise hem cumhuriyeti hem de döngüyü tamamlayan bir yer seçmek istedim ama bunun adını vermeyeyim...
Romanda önünden geçip gittiğimiz binaların hikayeleri de var
* Fatih dönemi için neden iki mekan seçtin?
Roma ve Osmanlı’da şehir kurulurken iki önemli mekan yapılırdı: saray ve ibadethane. Bizans büyük sarayı bugünkü Sultanahmet’in hemen altındaydı. Fatih bu yüzden akropolün oraya kendi sarayını kurdurdu. Ayasofya’yı cami yaptı ama adını değiştirmedi. Bu yüzden şehrin Osmanlılaştırılması için bir ibadethaneye daha ihtiyacı vardı ve Fatih Camii’ni yaptırdı. Bir de burada çarpıcı bir hikaye vardır, onu da anlatmak istedim. Atik Sinan hikayesini... Fatih Camii’ni yapan mimardır. Fatih Sultan, cami Ayasofya kadar büyük olmayınca onu idam ettirip ellerini kestirmiş... Diğer rivayete göre ise mimarın eli uzun olduğu için ellerini kestirmiş sonra idam ettirmiş...
Artık İstanbul’u büyük bir şehir kılan adamlara sahip çıkmalıyız
* Romanın sürprizlerinden biri de üzerinde ay yıldız olan Bzantion parası...
Buradan üç büyük medeniyet, milyonlarca insan geçmiş ama şehir hâlâ yerinde duruyor. Ay yıldız mesela. Biz sanıyoruz ki bu sadece Osmanlı ve Türkiye’ye ait bir simge. Oysa ilk kez Sümerlerde kullanılmıştır. Sonra bunu Megaralı göçmenler de kullanmıştır çünkü onların tanrıçası Hakate bir ay tanrıçasıydı. Bizde ise başka bir anlamda kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminde bir kuruşlar üzerinde kullandık. Ne güzel değil mi? İşte İstanbul’un çok kültürlülük üzerine anlattığı bir hikaye daha. Burada şunu da hatırlatmak isterim. Bu o kadar özel bir şehir ki, hep bir koruyucusu olmuş. Bizantion’da Hakete, Roma’da ise Tilke, Bizans’ta Meryem, Osmanlı’da Hz. Eyüp Sultan. Bu şehrin hep aziz ve azizeleri de olmuş. Demek istediğim şu: Bu roman 10 yıllık bir çalışmanın ürünü. Tüm okuduklarımdan sonra vicdanen şunu önerme ihtiyacını duyuyorum: Bu şehirde neden bir Konstantin’in, Byzas’ın Jüstinyen’in, Kanuni’nin, Yavuz’un heykelleri yok. Fatih’in de olsun ama onların niye yok! Bu şehri büyük bir şehir kılan adamlar bunlar, neden onlara sahip çıkmıyoruz. Bence artık bu kompleksten kurtulma zamanımız geldi.
* Peki bu çok kültürlülükte sence hangisi baskın... Yani İstanbul’a baktığında en çok hangi medeniyetin izlerini görüyorsun?
Osmanlı’yı... Çünkü Roma ve Bizans eserlerinin çoğu yok oldu. Ama bunun en büyük nedeni Osmanlı değildir. Aksine Osmanlı şehre sahip çıkmıştır. Kiliseleri camiye çevirmiştir ama korumuştur. Şehirdeki asıl yıkım ise Latin istilası (Haçlı Savaşı) döneminde olmuştur. Onun İstanbul’a verdiği zararın sınırı yok. Mesela Sultanahmet’teki örme sütunun üzerindeki levhalar o zaman sökülmüştür. Ayasofya’nın kubbesindeki madenler bile talan etmiştir.
Herkes gibi benim de kafam karışık!
* Romanda İstanbul’un sadece tarihi açıdan değil inançlar açısından da çok kültürlü yapısı anlatılıyor. Ancak kahramanlarımız Fatih Çarşamba’ya gidince yazar Ahmet Ümit kahramanı Ali üzerinden sorular soruyor, belli ki sizin de kafanız karışık...
Herkes gibi... Doğal değil mi? Çünkü radikal din, fanatizm (burada kastım sadece İslam değil) asla karşısındakine yaşama hakkı tanımaz. Hıristiyanlık, Budizm, Müslümanlık... Hangi din olursa olsun, eğer bir din fanatikleşirse sonuçları korkunç olur... Tarih bunun yıkımları ile dolu. Dinin hoşgörülü, sevgi dolu olması önemli. İşte herkes gibi benim de kafam burada karışıyor. Romanda bu nedenle özlemlerimi dile getirdim ve bunun yanıtını bize yine İstanbul söyleyeceğini fark ettim. Fatih ne yapmış? Burada kilise, orada cami, ileride havra, onun yanında da dergah var, demiş. Kimse kimseye karışmayacak! Bunun için fetva bile çıkarmış.
Kadınlar kadar erkekler de çelişkili varlıklardır
* Bu romanda Komiser Nevzat ve arkadaşları geri döndü. Tabii Nevzat’ın sevgilisi Evgenia da. Aralarındaki ilişki hep temkin üzerine kurulu. Evgenia Nevzat’ın ölen karısı ve çocuğunun hayaletini rahatsız etmeme gayreti içinde, bir erkek böyle mi sevilmeli?
Erkekler böyle bir kadın ister. Hem dişi, hem şefkatli, hem sadık ama aynı zamanda işveli ve ihanet edebilecek potansiyeli taşıyan, cepte olmayan kadın... Hani denir ya, “Kadınlar çelişkili varlıklardır” diye, aslında erkekler de bir o kadar çelişkilidir. Bir kadın erkeğin kafasını doldurursa, meşgul ederse onu kendine bağlar, Evgenia gibi. O muhteşem bir kadın. Bir kere Nevzat’la canı istediği için birlikte. Hiçbir bağımlılığı yok. Kendine ait bir işi, hayatı var. Kontrol onda. Aslında bu hep böyledir. Bir de ne gerek var bunlara, niye ben uğraşayım. Kadınlar uğraşsın.
* Hah! Asıl mesele bu değil mi? Erkekler bir ilişki için uğramaya üşeniyor değil mi?
Kabul bu da var! Çünkü kadın ayrıntıcı, her şeye dikkat ediyor. Erkekse ormana bakıyor, orman güzel mi, güzel! O zaman oh ne âlâ!