Şampiy10
Magazin
Gündem

Holmes’la yeniden...

Tüm zamanların en popüler dedektifi Sherlock Holmes vizyonda. Holmes’ü yakın markaja aldım. Ayrıca Amerikan teknoloji ve yaşam dergisi Wired’ın Holmes’ı anlatan şeması da meraklıları için...

Pötikare pardösüsü, komik denecek kadar ilginç şapkası, bir uzvu haline gelen piposu, ne düşündüğüne ilişkin hiçbir tahmin yapamayacağınız poker suratı ile Sherlock Holmes gelmiş geçmiş en ünlü dedektiftir. Dahası bu ün, asla ve asla edebiyat tarihi ile de sınırlı kalmamış, bu büyük kahraman tüm gerçek meslektaşlarını hatta yaratıcısı Arthur Conan Doyle’u bile gölgede bırakmıştır. Peki onu bu kadar ünlü ve ölümsüz kılan nedir? Bunun yanıtı kişiden kişiye değişebilir. Bence, Sherlock Holmes’ün tüm ipuçları aksini gösterdiği zamanlarda bile olayların mantıklı ve bilimsel bir açıklaması olduğunu bilmesidir.

İhtimalleri atlamaz

Herkes “o şüpheli olayın” içinde bir kara büyü ya da mistik bir açıklama ararken bile o, bunun basit bir hokkabazlık numarası olabileceği ihtimalini atlamaz. Yani Sherlock Holmes, “X Files” ajanlarının aksine “gerçek orada bir yerde” yerine “gerçek burada bir yerde” der. Çünkü Holmes, 6 Ocak 1854 doğumludur ve ilk macerası “Kızıl Soruşturma” 1887’de yayımlanmıştır. Yani 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında.

Bu dönem, modernizmin yükselişe geçtiği batıl inançların, hurafelerin çöktüğü bir dönemdir. İnsan zekası bir oksa o ok, bu dönemde yayından fırlamıştır. İşte Holmes bu dönemin bir sonucu, insan zekasının güzellemesidir. Yani Holmes’ün tümdengelim metodunu kullanması boş yere değildir. Bu yüzden Guy Ritchie’nin filminin genel yaklaşımı ünlü kahramanın ruhuna çok ama çok uymuş.

Filmin konusunun gizli tarikatların mistik anlamlarından çok politik birer araç olduğunun ya da kara büyünün kitleleri kandırmak için kullanıldığının altını kalın çizgilerle çizmesi gibi...

Ancak Sherlock Holmes okurlarının zekasını bence asıl, dönemin büyük gemilerinin yapılışını gösteren tersane sahnesi, Londra Köprüsü’nün inşasına yer verilmesi, dönemin Londrası’nın kriminal hayatıyla ilgili verilen tüm o detaylar gülümsetti.

Nihilist Sherlock

Filmin beni asıl keyiflendiren kısmı pek çok kişinin “Böyle de Holmes olur mu?” eleştirisiydi. Çünkü sadık Holmes okurları ara sıra romanların içine girip Holmes’ün o beyefendi kimliğini ve titizliğini bir güzel pataklamak, “biraz dağıtsana” demek ister...

Gerçi bilen bilir, Holmes hiç de öyle bir İngiliz beyefendisi değildir. Nihilizmin kıyısındadır. İşi dışında ilgisini hiçbir şey çekmez. Watson ona politika bilgileri konusunda on üzerinden sıfır verir. Hatta bir macerada “Dünyanın güneş etrafında döndüğünü bilmek işime yaramıyorsa, neden bu bilgiyi kafamda tutayım ki!” bile der. Bu yüzden de boş boş oturduğu zamanlarda canı sıkılır, hayatını anlamlandıracak bir şey bulamaz, kokain ve morfinle kendini avutur. (Onun bu yönü “Genç Holmes” isimli bir filmde işlenmişti.) Bu nedenle, Guy Ritchie’nin bu yeni Holmes tipini, ünlü dedektifin ruhuna aykırı bulmadım hatta sevdim. Ayrıca Holmes, filmdeki gibi romanlarda da dövüşür; iyi eskrim bilir. Yani bilek gücünden ziyade tekniğe dayalı dövüşür. Tıpkı filmdeki gibi...

Şapka

Eleştiriler öncelikle Downey’in melon şapkasına yönelik. Gerçek Sherlock Holmes’ün geyik avında giyilen türdeki şapkasıyla alakası yok. Ancak bu kanı tamamen yanlış. Holmes’un meşhur olduğu 1900’lü yılların başında kendisi av şapkasıyla resmedilmiş ve daha sonra hep böyle kalmıştı. Gerçekte o dönem Londra’da beyefendiler melon şapka giyerdi. Filmdeki imaj doğru.

Pİpo

Downey filmde yanlış tür pipo içiyor. Kaz boyunlu bir pipo tercih etmeliydi. Düz bir pipo, Sherlock Holmes tarzını yansıtmıyor. Bu kanı herkeste var ama doğru değil. Kaz boyunlu pipo, Hollywood’un klasik uyarlaması. Holmes’un kitaplarında piposu aslında düz.

AlIŞkanlIklarI

Downey’in uyuşturucuya olan tutkusu biliniyor. Holmes’un da... Ancak bu filmde Holmes tamamen kokainden arınmış halde karşımıza çıkıyor. Gerçekte böyle değil. Daha önceki filmlerde işlenmesine rağmen, bu filmde Holmes’un kokain ve uyuşturucuya olan tutkusundan eser yok.

Fİzİk

Filmde, Holmes kaslı, çıplak vücutlu, yumruklarını konuşturan biri olarak tasvir ediliyor. O aslında bir filozof, savaşçı değil. Ancak filmdeki tasvir çok daha yanlış değil. Daha önce Holmes hakkında çekilen filmlerde de dedektifin boks yeteneği vurgulanmıştı. Ama bu filmde boksun Holmes’te yol açtığı zihinsel tahribatlar çok fazla işleniyor.

AkIllIlIk

Downey, Holmes’u manik depresif olarak canlandırıyor. Eğer aklı bir şeyle meşgul değilse, hastalık hemen üzerine çöküveriyor. YANLIŞ! Yazar Arthur Conan Doyle’un romanlarında böyle bir hastalığın esintisi bile yok. Bu, Holmes hayranlarının uydurması.

Sherlock Holmes kİtaplarI

Baskerville Tazısı Arthur Conan Doyle Plato Yayınevi

Beskerville Tazısı, geçmişten gelen bir lanetin modern zamanda geçen korku dolu hikâyesi. Yani dedektifimiz yine doğaüstü görünen olayların mantıklı açıklamalarını arıyor.


Dörtlerin İmzası Arthur Conan Doyle Plato Yayınevi

Baker Sokağındaki evinde, hareketsizlikten kokain çeken Holmes’ün ruh hali, on yıl önce kaybolan babasını aramasını isteyen Mary Morstan’ın onu ziyareti ile düzelir.

Ölülerin Bilgeliği Rodolfo Martinez İthaki Yayınevi

Rodolfo Martinez, Holmes’ün maceralarını devam ettirmek istemiş ve aslına sadık kalarak onu tarikatların, Mısırlı masonların ve bir büyü kitabının etrafında şekillenen entrikaların ortasına atmış...

Yazının devamı...

Ön yargıları kıran çok özel bir kitap

Müslümanlar dünyayı öküzün boynuzunda sanıyordu, diye öğretilir. Halbuki, Müslümanlar 10. yüzyılda göğün ve yerin eğiminin sabit mi değişken mi olduğunu hesaplamak için bir rasathane kurmuştu.

Bu sözler, Prof. Dr. Fuat Sezgin’e ait. Kendisi, Frankfurt Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nün kurucusu ve aynı zamanda da direktörü... Buradaki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ni de açan Sezgin, bu müzedeki 500 objeyle Gülhane Parkı’nda da aynı isimde bir müze kurmuştu. Ancak ne yazık ki, kendisinin de bir konuşmasında değindiği gibi, bu müzeyi pek bildiğimiz, gezip gördüğümüz söylenemez.

Oysa bize, bu toprakların Batı’dan nasıl göründüğünü değil, nasıl olduğunu anlatan bir müze bu... Hani, böbürlenmek için “Batı daha tuvaleti bilmezken biz biliyorduk” deriz ya, işte bu müze işin basit bir tuvalet ve hijyen bilgisinin ötesinde olduğunu, bilimsel bir zekanın, merak duygusunun bu topraklarda bir zamanlar işlediğini gösteriyor.

Prof. Dr. Sezgin’in bu müzede bizlere anlattıklarını artık bir kitapta da görmek mümkün: “İslam Uygarlığında Astronomi Coğrafya ve Denizcilik.”

Orijinali Almanca olan beş ciltlik “Wissenchaft und Technik im Islam”ın tercümesinden derlenen bu kitapta, İslam uygarlığındaki astronomi, coğrafya ve denizcilik çalışmalarına, buluşlara, keşiflere yer veriliyor. Planetaryumlar, gökküreler, rasathaneler ve astronomi aletlerinin ele alındığı kitabın ilk bölümünü Avrupalı haritaların Arap kökeni, yerküreleri ve dünya haritalarının yer aldığı ikinci bölüm takip ediyor. Kitabın son bölümünde ise denizcilik aletleri, gemi modelleri ve pusulalara yer alıyor. Yani neresinden bakarsanız heyecan verici bir okuma... Hele tüm kaşiflerin Batı’dan hareket ettiğini ya da tarihin bize böyle anlattığını hatırladığımızda... İşte o zaman bu kitap bizi bir önyargının ne kadar büyük olabileceğine ilişkin de bir keşifte bulunmaya çağırabilir.

Bu arada, Boyut Yayınevi’ne de teşekkür etmek isterim. Böylesi değerli bir çalışmanın gerçekten hakkını vermiş... Kitabın sayfa düzeni, kağıt kalitesi, cildi, resimlerin ve fotoğrafların baskısında kullanılan kabartma tekniği ile çok özenli bir çalışma gerçekleştirmişler. Kitabın baskı sayısını sınırlı tutarak sadece içindeki bilgilerin değil, kitabın kendisinin değerli olmasını sağlamışlar. Bu özenli çalışmayı geçen yıl “Cihannüma” için de gerçekleştirmişler ve bu topraklara ait değerli bir bilgi birikimini, entelektüel bir eserin günümüze hakkıyla taşımışlardı. Bu yaklaşımlarından, kitap denilen nesnenin sadece okunan değil, aynı zamanda seyredilen, dokunulan, sahip olunan bir değer olduğunun bilincinde bir yayın yaptıkları için kendilerini kutlamak isterim. Umarım bu tür kitapların basımı için bunlar örnek olur...

Özellikle de cildi parça parça dağılan, son derece kötü renklerle basılan sanat kitapları için...

Türk Kadınları’nın tarihi

Bir keşif kitabı da Oğlak Yayınları’ndan... “Türkiye’nin Kadınları ve Folklorik Özellikleri” adını taşıyan kitap Batılı bir yazara ait... Ancak bu kitabın, Batının Doğuya olan “üsten bakan” yaklaşımından ayıran bir özelliği var. O da yazarının bir kadın olması!

Yunan folkloru, Balkan ev hayatı üzerine kitapları bulunan Lucy Mary Jane Garnett, (1849-1934) pek çok Batılı erkek meslektaşının aksine ele aldığı insanları ve kültürü hor görmek şöyle dursun, sempatiyle yaklaşmış. Garnett, Rum, Bulgar, Ermeni, Frenk, Yahudi, Dönme, Kürt, Çerkes, Arnavut, Yörük, Tatar, Roman ve tabii Türk kadınlarını dinlerine göre üç ayrı bölümde incelemiş kitapta. Örf ve âdetleri, toplumsal yapıları, dinsel ve batıl inançları, edebiyatları ayrıntılı bir biçimde ele alırken böylece okura zengin bir etnografik bilgi sunmuş.

Yazının devamı...

Tarihi Bursa kapılarını açtı

Bir şehre kimliğini veren nedir? Evleri, sokakları, tarihi eserleri mi? Yoksa fabrikaları ya da kanalizasyon sistemi mi? Tabii ki hepsi ve daha fazlası... Tarihi gibi.

Ancak burada tarihten kastım, sadece o şehir, kaç yılında il ilan edildi ya da ismi nereden geliyor bilgileri ile sınırlı değil. “Büyük tarih” kitaplarında isimlerine rastlanmayan sakinlerinin yaşamları da... Onların yaşadıkları şehre kattıkları değerler ve hikâyeler de...

Ne yazık ki Türkiye’de şehirlerin kendilerini böylesi ifade etmeleri pek mümkün değil. Latin Alfabesi’ne geçerken arşivler tercüme edilmesi gereken (hâlâ bekleyen) belgelerle doldu. Neyse ki son yıllarda bu konuda güzel girişimler var da hafızamız geri geliyor.

Bu değerli çabalardan biri de Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin katkıları ile gün ışığına çıkarılan dört ciltlik “Bursa Kütüğü” oldu. Böylece Cumhuriyet tarihinin en önemli tarihçi ve arşivcilerinden Kamil Kepecioğlu’nun şeriyye sicilleri, yazma, matbu eserler ve yazılı olmayan bilgiler ışığında derlediği “Bursa Kütüğü”yle Türkiye’de bir şehrin geçmişiyle ilgili siyasi, askeri, sosyal, dini, hukuki bilgileri de ortaya çıktı. Mesela bu kitapta şehrin eşkiyaları da var, ilk mesane ameliyatı ile ilgili bilgiler de... Yani şehirde ne olup bitmişse...

Tam 20 yılda tamamlanmış

Tabii söz konusu olan bir şehri bu kadar kapsamlı ele alan bir kitap olunca hazırlanışı öyle kolay olmamış. Kamil Kepecioğlu, tam 20 yılda (1930-1950) kaleme almış kitabı. Kitaptaki bilgilerin kamuoyu ile ilk kez paylaşılması ise 1940’larda Uludağ Dergisi’nden yayınlanmasıyla olmuş. Ancak bu çaba bir-iki sayı sonra durmuş. Sonunda Bursa Ticaret Borsası’nın da devreye girmesi ve geniş bir kadronun bir araya gelmesi ile kitap 20 yıla yakın bir zamanda tamamlanabilmiş. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk başkenti unvanına sahip, tarihi eserleri ile kültür turizmine göz kırpan bu güzel şehir, bize sokaklarının tarihe uzanan kapılarını açabilmiş...

Not: “Bursa Kütüğü”nün tanıtım toplantısı nedeniyle geçen hafta sonu Bursa’daydım ve Büyükşehir Belediyesi Başkanı Recep Altepe ile tanışma fırsatı buldum. Kendisinin bu kitabın yayımlanmasında katkısı gerçekten büyük...

Kitabın tanıtım toplantısında yapmış olduğu konuşma da bunun güzel bir örneğiydi. Bir belediye başkanının bir kitap için özenli bir çalışma yürütmesi ve bizzat konuşmalara katılması umarım başka illere de kısmet olur!

Kitaptan bir bölüm


180 yıl yanlış yöne ibadet ettiler

Bursa’nın camileri

Kabe’ye dönük değil mi?


1561 Teşrinievvelinde Bursa’da eski padişahların, alimlerin ve büyük şeyhlerin, Emir Buhari, Molla Fenari, Hocazade ve şair fikirleri alınan fazılların kararıyla yapılan camilerin mihrapları, Medine, Kudüs ve Şam mihraplarına mutabık olup kıbleleri sahih ve şr’i şerif mucibinde Mescid-i Haram (Kabe) cihetine (yönüne) iken ve yüzseksen yıl ve belki daha ziyade zaman geçip bu kadar ulema ve meşayih ibadetlerini yapmışlarken ve nice yıllar namaz kıldıkları mihrapları “Namaz caiz değildir” diye eski Bursa Kadısı olan Mevlana Emir Hasan Efendi cevaz verdi diye, Bursa uleması ve eşrafı İstanbul’da padişaha bildirdiklerinde zikrolunan camilerin ve mescitlerin mihraplarını Bursa’da tayini kıble ilminde ehil olan kimseleri toplayıp ve bu emre istinaden kazıyyenin teftişine başlanmıştı. Tarafımdan bu mesele hakkında yapılan incelemelerde Kadı Emir Hasan Efendi’nin haklı olduğu ve Bursa camilerinin mihrapları birbirine uymadığı görülmüştür. Esasen Aydede, Müslim Köşkü’ne çıkıp da Bursa’ya doğru bir dikkatle bakmak bu iddiayı teyid eder.


Yazının devamı...

Edebiyat, anı, siyaset ve bir de menemen!

ürkiye’de yazarlar, gazeteciler ve sanatçıların buluşma mekânları genelde meyhanelerdir... Ama VatanKitap olarak, biz bir süredir bu geleneği tersine çevirip pazar kahvaltılarında buluşuyoruz. Çünkü günlük iş koşturması içinde unutsak da, pazar kahvaltıları meyhane sofraları kadar muhabbete açıktır. Üstelik masaya oturan kendini sanki bir aile sofrasında, onun sıcak ortamında hisseder. İşte bu nedenle VatanKitap ailesi olarak geçen pazar üçüncü kez kahvaltı masasına oturduk. Mekanımız, Beyoğlu’ndaki Dilek Pastanesi’ydi. Pastane, kafe ve restoran konseptini birleştiren beş katlı bu güzel mekanın en üst katı bize ayrılmıştı. Genç ama bir o kadar da şefkatli ev sahibimiz Sena Çiçekçi’nin bizim için hazırlattığı özenli sofrada (menemen gerçekten çok güzeldi) hem sohbet ettik hem de bir güzel yedik. İşte “Geleneksel VatanKitap Kahvaltısı 3’ten” notlar...

* İlk gelen, VatanKitap’ın “Türk edebiyatında kadın” başlığı altında toplayabileceğim yazıları ile beni her defasında şaşırtmayı bilen, gazeteci Kerem Çalışkan’dı. Ne yazık ki, Çalışkan bir bardak çay içtikten sonra gitmek zorunda kaldı.

* Yeni kitabı “Öfkeli Yıllar” ile Türkiye’nin bugünkü meselelerinin nedenlerinin geçmişte saklı olduğunu bir kez daha hatırlatan Altan Öymen her zamanki gibi dakikti. Saat tam on ikide içeri girdi. Ne de olsa Öymen dakikliği ile de ünlüdür. Deneyimli bir gazeteci ve siyasetçi olduğu için kendisine gün boyu bol bol “Ne olacak bu memleketin hali?” diye soruldu.

* THY Eski Genel Müdürü, Coca Cola’nın Viyana merkezli Orta Avrupa, Avrasya ve Orta Doğu Grubu Başkanlığını yapmış Cem Kozlu da kahvaltımıza katıldı. THY’yi bir dünya havayolu şirketi yapan ve bunun hikâyesini “Bulutların Üstüne Tırmanırken” isimli kitabında toplayan Cem Kozlu, kendisinden tam tahmin ettiğim üzere 12.15’te içeri girdi. (Çünkü buluşma saati için 12.00-12.30 demiştik ve o ortalamasını almıştı!) Cem Kozlu, Eklerden Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Güney Öztürk’le sohbet etti. Sohbetin konusu ise son kitabı “Liderin Takım Çantası” ve bu kitapta ipuçlarını verdiği babasının son derece özel kişiliğiydi. Kozlu, daha sonra Leyla Umar ve Altan Öymen’le de keyifli sohbetler yaptı.

* Günün yıldızı elbette, Türk basının divası Leyla Umar’dı. Leyla Hanım, anıları ile herkesi mest etti. İstek üzerine; Fidel Castro ile yaptığı röportajı, onunla yemek pişirmesini ve bu röportajın satır aralarını bizi kırmayıp bir kez daha anlattı.

* Uzman bir Virginia Woolf çevirmeni olan Oya Dalgıç hem Leyla Umar’la hem de Altan Öymen’le sohbet etti. Oya Dalgıç’ın Selim İleri ile arkadaş olduğunu, bir zamanlar hep birlikte haftada en az üç gün meyhaneye gittiklerini öğrenmekse benim için sürpriz oldu.

* Selim İleri her zamanki gibi çok zarif ve etkileyiciydi.

* Zaman zaman “Ulusalcı” bulunan Enver Aysever ile Kürt meselesindeki hassasiyeti ile bilinen Ahmet Tulgar’ı yan yana oturtmaksa benim hınzırlığımdı. Ama ikisi de medeni birer kişilik ve aynı gazetenin (Birgün’ün) yazarı olduğu için hain planım işe yaramadı! Zaten yanlarında Kalem Ajans’ın genç ve ileri görüşlü sahibi Nermin Mollaoğlu vardı. Bilenler bilir onun olduğu yerde yükselen ses ancak bir kahkaha olur.

* “Başkasını Seviyorum” isimli romanı ile edebiyat dünyasına hızla giren, çok satanlar listelerinde kendine hatırı sayılır bir yer edinen NTV Genel Yayın Yönetmeni Ömer Özgüner ise her zamanki gibi çok sempatik ve keyifliydi.

Yarım asırlık bir mekan!

Bize ev sahipliği yapan ve tüm konukların keyifle kapıdan çıkmasını sağlayan Dilek Pasta Cafe Restaurant’ın aslında 50 yıllık bir hikâyesi var. 50 yıl önce, Fatih’te pastane olarak kurulan bir zincir bu. Ayrıca Türkiye’deki ilk pastane, cafe, restaurant konseptini bir araya getiren kuruluş. Öyle ki Dilek Grubu’nun 11 şubesinde bugün kazandibinden baklavaya, düğün pastasından profiterole, makarnadan wok yemeklerine, salatadan pizzaya, fajitadan burgere kadar geniş bir mönü bulabilirsiniz. Ama tereyağı yerine saf krema ile yapılan ve bu nedenle daha hafif bir tatlı olan Dilek baklavası ise tabii ki en favori yemeklerden.

Bizim kahvaltı yaptığımız Beyoğlu Dilek beş katı ve iki terasıyla her zevke ve ihtiyaca hitap eden ve sabah 07.00’den gece yarısına kadar hizmet veren bir mekan. Doğum günü partisi de düzenleyebilirsiniz bizim gibi özel kahvaltı ve yemekler de... İsteyen pazar günleri açık büfe kahvaltısına da katılabilir. Ama benim için bu mekanı özel kılan, “Kırmızı Oda”sı. Çünkü iş toplantıları, görüşmeleri için tasarlanan bu oda pek çok röportajımda beni kurtaran bir mekan olmuştur. Çünkü kapısını kapattığınız anda size sakin ve şık bir ortam sunuyor.

(İstiklal Caddesi, No: 179. Odakule’den geçince sol çarprazda göreceksiniz. Tel: 0212 292 77 67)

Yazının devamı...

Tarihi, seyahat kitapları ile öğrenin

Gezginler gittikleri şehirlerin önce yemeğinin tadına bakar sonra tarihini incelerler. “Avrupa’da Yirminci Yüzyıl Boyunca Seyahatler” ve “Çokkültürlü İstanbul Mutfağı” seyahat kitapları sevenleri farklı dünyalara götürecek...

*

Avrupa’nın unutulmuş geçmişine yolculuk

Geert Mak, Hollandalı’nın önemli yazarlarından. Özellikle kent yaşamı üzerine yazığı kitaplarla tanınan Mak, aynı zamanda tarihçi ve gazeteci sıfatlarına da sahip.

Biz ise onu Türkçe’ye çevrilen ve Galata Köprüsü’nü anlattığı “Köprü” isimli romanı ile tanıyoruz.

“Uluslararası Bestseller” olarak anılan “Avrupa’da Yirminci Yüzyıl Boyunca Seyahatler” kitabı ise onun 1999 yılında Verdun’dan Berlin’e, Sen-Petersburg’tan Auschwitz’e kadar uzanan ve Avrupa tarihinin izini sürdüğü bir yolculuğun hikâyesi.

Mak’ın yeni bir milenyumun eşiğinde Avrupa’nın durumunu tanımlamaya çalışmak ve bunun için kanıt ve tanık aradığı bu yolculuğun sonunda ortaya çıkan kitapta güncelerden gazete haberlerine ve tabii anılara pek çok bilgi yer alıyor. Tabii Kayser II. Wilhelm’in torunundan Polonya’daki Birkenau toplama kampının kapısında liste tutucu olarak görev yapmış seksen yaşındaki Adriana Warno’nunki gibi çarpıcı insan hikâyeleri ile de. Bu da karşımıza, Avrupa’nın tarihi olaylarına tanık eden mekanlardan geçen bir yol çıkarmış. Bu yolda Ypres’de, hâlâ günde iki kez patlatılan, I. Dünya Savaşı’ndan kalma mühimmatın sesi de duyuluyor, Varşova’da, Yahudi gettosuna uzanan tramvay raylarının bir parkta aniden sona erdiği nokta da bulunuyor. Ya da Çernobil yakınlarındaki terk edilmiş bir kreşte öylece bırakılmış minik ayakkabılar okuru, bir anda Sovyetler Birliği’nin ölümcül günlerine götürüyor. Özetle söylersek: Geert Mak’ın, “Yirminci Yüzyıl Boyunca Seyahatler”i bize Avrupa’nın büyük öyküsünü, unutulmuş geçmişini anlatan bir görgü tanığı.

*

İstanbul’un zengin mutfağı bu kitapta

İlhan Eksen, bu kez yüzyıllar boyunca pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış, mimarisiyle, doğal güzellikleri ve toprağının bereketiyle insanları büyülemiş ve bu toprağın bereketiyle insanları büyülemiş İstanbul’un “çokkültürlü” mutfağını sahiplerinden dinleyerek anlatıyor.

“Çokkültürlü İstanbul Mutfağı”nda Türklerin yanı sıra Rumların, Ermenilerin, Musevilerin gerek kültürleri gerekse ritüelleri ile iyiden iyiye zenginleşen sofralara konuk olurken bu sofralarda birbirinden ilginç öyküler de anlatılıyor. Tabii yemeklerin tarifleri de verilerek.

*

Varlık Vergisi azınlıkları ne anlamda etkiledi?

Türkiye tarihinin en tartışmalı olaylarından Varlık Vergisi’ne ve sonuçlarına eğilen bir kitap “Aşkale Yolcuları.” Tarihimizin en trajik olaylarından olan Varlık Vergisi’ne gelene kadar azınlıklarla ilgili hangi politikaların geliştirildiğini sıralayan, bu olayın münferit, konjonktürel bir istisna olmadığını göstermeyi amaçlayan bir çalışma... Azınlıkların “dili, kültürü ve ülküsü tek toplum” projesinin dışında tutulduğunu vurgulayan Rıdvan Akar, “Dolayısıyla onların nicel ve nitel etkilerinin azaltılması kimi Cumhuriyet yöneticilerinin stratejik öncelikleri arasında yer alıyordu” diyor.

Yazının devamı...

Boşluğu dolduran kitaplar

Bir 10 Kasım daha tartışmalarla bitti... Ve hemen her yıl olduğu gibi bu yıl da taraflar birbirini Atatürk’ü ya da tarihi bilmemekle eleştirdi... Tabii bundan kitaplar da nasibini aldı. Bu nedenle yabancı gözlemcilerin, tarihçilerin, yazarların Atatürk üzerine yazdıkları kitapların hep özel bir yeri oldu. Çünkü bu kitaplar öyle ya da böyle dünyanın Atatürk’e bakışını ifade etti. Bu yüzden uzun yıllar, Lord Kinross’un 1964’te yayımlanan “Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu” kitabı yurt içinde ve yurt dışında Atatürk için temel başvuru kitaplarından oldu. Bunu daha sonra Andrew Mango’nun, on yıl önce yayımlanan “Atatürk” kitabı izledi. Fransızca, Almanca, İspanyolca hatta Rusça daha pek çok Atatürk kitabı da yazıldı. İtalyanca hariç. Dört yıldır İstanbul’da yaşayan İtalyan tarihçi, Fabio L. Grassi’nin “Atatürk” kitabı her şeyden önce bu boşluğu doldurduğu için önemli bulunuyor. Fabio L. Grassi, Atatürk ekseninde Türkiye tarihini ele aldığı kitabının son bölümünde Kemalizm tartışmalarına da değinerek bugün gelinen noktayı da şöyle yorumluyor: “Atatürk’ün hedefi birlik ve dayanışma içinde olan, üstün uygarlık kabul edilen bir ulus yaratmaktı. Bu cesur deneyim sonunda ortaya çıkan Türkiye Batı değerlerinden yana olanlarda hayranlık uyandıracak pek çok başarıyı gerçekleştirmiş olmanın yanı sıra, derin bir şekilde kutuplaşmış durumdadır. Batı uygarlığıyla ona açıkça direnen ve karşı çıkan İslami uygarlık arasında hassas bir noktada bulunan bir ülkedir. Devlet-Demiurgos’un işini yavaşlatması gibi Türk devleti borçlanma içindeki bir toplumdur. Mustafa Kemal Atatürk’ün ortak gurur kaynağı olarak büyük ve birleştirici bir figür olacağını düşünmemeye neden yoktur. Şeriat yasasının kaldırılmasını ve tarikatların kapatılmasını onaylamayan müminler bile Çanakkale ve Dumlupınar savaşlarının gururunu yaşayabilirler.”

Edebiyat dünyası bu kitabı konuşuyor

Bir süredir, kiminle sohbet etsem hep aynı soruyla karşılaşıyorum: “Hakan Günday’ın Ziyan romanını okudun mu?” Daha “Yarısındayım”... demeden karşımdaki cümlemi tamamlıyor; “Bu çocuk çok farklı, başka bir şey”... Bu sözler Günday’ın ilk romanı “Kinyas ve Kayra” yayımlandığında da söylenmişti. Çünkü karşımızda Türk Roman geleneği içinde bayrak devralmak isteyen, dergilerin etrafında şekillenerek oluşan edebiyat ortamlarından yetişmiş bir yazar yoktu. Kendi dünyası ve yazını vardı. Nitekim bu da ona farklı bir bakış açısı sunuyordu, otosansürü de olmayan. Belki de bu yüzden Hakan Günday, son romanı “Ziyan”da askerliği yazabildi. Ben yarısındayım, bitireceğim ama öyle bir çırpıda değil. Yavaş, yavaş, özümseyerek.



Yazının devamı...

İşte en gözde kitaplar!

Kitap okurlarının, yazarların, yayıncıların, bir şekilde kitap mürekkebine bulanmış herkesin merakla beklediği TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı bugün başladı. Bu yıl Çünkü 28’incisi gerçekleşen fuara toplam 550 yayınevi ve sivil toplum örgütü katılıyor. Dokuz gün süresince (haftaya pazara kadar) çeşitli panellerin, şiir dinletilerinin, söyleşilerin (toplam 297 etkinlik) gerçekleşeceği fuar, yazarların okurları ile birebir temas kurdukları imza günleri ile de taçlanacak. Fuarın bu yılki, Onur Konuğu ise Cevat Çapan...

27 ülkeden yazar ve yayıncıların katılımı ile “uluslararası” unvanını da taşıyan fuarın bu yılki sürpriz yazarları ise; “Olasılıksız” kitabının yazarı Adam Fawer ve 2003’te yayımlandığında film şirketlerinin gözdesi olan “Shantaram” kitabının yazarı Gregory David Roberts... Peki tüm bunların yanı sıra fuarda neler var? Hangi kitaplar öne çıkacak, neler ilgi görecek? Bu yılki, fuarda “klasikleşen” kitapların öne çıkacağını söylemekte de bir sakınca yok.

Yapı Kredi Yayınları’nın 50. yılı nedeniyle Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı için özel baskı yapması, Kırmızı Yayınları’nın Aragon’un “Elsa’nın Gözleri” şiir kitabını yeniden basması gibi... Buna NTV Yayınları’nın başlattığı ve hızla arkası gelen “klasik çizgi romanlar”ın etkisini de eklemek de fayda var. Zira kitapların farklı türlere uyarlamaları orijinallerine olan ilgiyi artırır.

Aynı şey, televizyon dizileri ile gündeme gelen Türk Edebiyatı klasikleri için de geçerli olacaktır. Yani Halid Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu”su, Orhan Kemal’in “Hanımın Çiftliği”, Reşat Nuri Güntekin’in “Yaprak Dökümü”nü rafların ön sıralarında göreceğiz.

Nitekim henüz romanları diziye uyarlanmadı ama İnkılap Yayınevi de klasiklere artan ilgi ile Refik Halid Karay’ın kitaplarını günümüze uyarlayarak tekrar basmaya başladı. Yayıncıların fuara beklentiyle girdikleri, stantlarının en önüne dizmeyi planladığı kitaplar da var. İşte bunlardan bazıları..

* İstanbul İlk Romanımda Leylak/ Selim İleri/ Everest Yayınları

Selim İleri, sadece edebiyatımızın değil, kültür hayatımızın çok değerli bir ismi. Kitapları da her daim okunur, satar... Bizleri İstanbul’un sokaklarına, gizli köşelerine, hikâyelerine götüren bu kitabı fuarın ilgi görecek kitaplarından...

* America Latina/ Che Guevara/ Everest Yayınları

Sol yenilmiş, komünizm çökmüş, Fidel yaşlanmış, Küba kapitalizme açılmak üzere olabilir. Ama Che Guevara gerçekçi olup imkansızı isteyenlerce unutulmayacak. Bu nedenle “America Latina”nın Che’nin günlüklerinden, makalelerinden, konuşmalarından ve röportajlarından seçmelerin yer aldığı ve en kapsamlı Che antolojisi olarak tanımlanan bu kitap da ilgi görecek.

* İnsan İsterse 4/ Mümin Sekman/ Alfa Yayınları

Kişisel gelişim kitaplarının Türkiye’deki en başarılı isimlerinden Mümin Sekman, boylarının ölçüsüne bakmadan büyük hayaller kurup başaranların hikayesine bu kitabında da devam ediyor...

* Anılar Kitabı/ Fethi Naci/ Sel Yayıncılık

Türk edebiyatının en önemli eleştirmenlerinden Fethi Naci, anılarını “Dönüp Baktığımda” ve “Dünya Bir Gölgeliktir” kitaplarında toplamıştı. Baskısı tükenen bu kitaplar, Fethi Naci’nin eşi Lâle Kalpakçıoğlu ile yakın dostu Ferit Edgü’nün ortak çabasıyla gözden geçirilerek yeniden bir araya getirildi... Türk edebiyatını merak edenler için...

* Sahiler Düş Düşler Sahi/ Yılmaz Erdoğan

“Kayıp Kentin Yakışıklısı” ilk şiir kitabıydı Yılmaz Erdoğan’ın... Büyük bir satış başarısı yakalamış, şiirler dilden dile aktarılmıştı... Erdoğan’ın çıkar çıkmaz on baskı yapan yeni şiir kitabının da fuarın gözde kitaplarından olacağı kesin.

* Eldivenler, Hikâyeler/Murathan Mungan / Metis Yayınevi

Türk edebiyatının en özel yazarlarından, bir dönem “Doğu’nun sesi” diye tarif edilen Murathan Mungan’ın on öyküden oluşan son kitabı da Mungan okurlarının sadakatle alacağı kitaplardan.

* Binbir Çiçekli Bahçe / Yaşar Kemal / YKY

Yaşar Kemal’in bir ay önce sürpriz yaparak çıkardığı yeni kitabı “Binbir Çiçekli Bahçe” büyük ustanın makalelerinden, röportajlarından oluşuyor. Son günlerde Kürt meselesinde çözüm arayışları kadar gerilimin de arttığını düşünürsek, Yaşar Kemal’in bu kitabı sadece adıyla bile fuarda sık sık dile getirilecek.

* Rüyalar ve Uyanışlar Defteri/ Latife Tekin/ Doğan Kitap

Latifi Tekin’in Türkiye’ye ilişkin istiareye yatıp sonra da kaleme aldığı rüyalar ve bir o kadar da kabuslardan oluşan kitap özellikle Latife Tekin okurlarını meraklandıracak.

* Sanat ve Edebiyat Yazıları / Murat Belge / İletişim Yayınları:

Orhan Pamuk’un kitaplarının yanı sıra yerli ve yabancı klasiklerinin en iyi adreslerinden kabul edilen İletişim Yayınları’nın bu yıl ki gözde kitaplarından biri de Murat Belge’nin son kitabı. Bu kitabı özellikle edebiyat üzerine düşünenler edinmek isteyecek.

* Çizgi Klasikler (Edgar Allan Poe, O. Henry)/ April yayınevi:

April Yayınevi de pek çok yayınevi gibi klasiklerin çizgi roman uyarlamalarını basıyor. Bunlardan ilki de korku edebiyatının en büyük ustalarından Edgar Allen Poe ile O. Henry’nin öyküleri...

* Kazanan Yalnızdır/ Paulo Coelho/ Can Yayınları:

Can Yayınları bu yıl da fuara satış garantisi olan Paulo Coelho ile giriyor. Tüm dünyada satış başarısı yakalayan “Kazanan Yalnızdır” fuarda da hiç “yalnız” kalmayacak gibi...

* Cumhuriyet -Turgut Özakman/ Bilgi Yayınevi

“Şu Çılgın Türkler” ile çılgınca bir satış başarısı yakalayan Turgut Özakman’ın Türkiye Üçlemesi’nin üçüncü kitabı da fuarda. (Üçlemenin ilki; Diriliş, ikincisi Şu Çılgın Türkler’di).

Özakman bu kez, Milli Mücadele ile başlayıp Cumhuriyet’le süren bu dönemi ele alıyor.

* Altın Çağ/ Tahmima Anam / Bilge Kültür Sanat

1970’li yıllarda Pakistan’da geçen roman, sokağa çıkma yasaklarının, işkencelerin, tutuklamaların, cinayetlerin olduğu bir dönemde hüzünlü olduğu kadar sıcak bir hikaye anlatıyor. Mülteciliğin, çaresizliğin yanı sıra aşkı, neşeyi, yemekleri ve şarkıları...

* Yol/ Mikayil Dilbaz / Bizim Kitaplar

Mikayil Dilbaz, romanında yol ve yolculuğu anlatıyor. Yani kimi zaman bir sevdaya ulaştıran, kimi zaman da bu sevdadan koparan yolu.

Olasılıksız, Safiye Sultan ve Shantaram’ın yazarları fuarda olacak

Adam Fawer: Türkiye’de uzun zaman çok satanlar listesinde yer alan kitapların (Olasılıksız ve Empati) yazarı Adam Fawer, bir söyleşi ve ardından imza saatiyle Türkiye’deki okurlarıyla ilk kez 31 Ekim Cumartesi günü fuarda bir araya gelecek. Yazarın ilk romanı olan “Olasılıksız” en iyi ilk roman dalında 2006 International Thriller Writers Award ödülünü kazanmıştı.

Anne Chamberlin: Türkçe’de özellikle “Safiye Sultan” kitapları ile tanınan Amerikalı yazar, 7 Kasım Cumartesi günü okurlarıyla bir söyleşide buluşacak. Salt Lake’de doğumlu Chamberlin, gençliğinin büyük bir bölümünü matematik profesörü olan babasıyla birlikte Avrupa’da geçirdi. Tarih ve İngiliz Edebiyatı okuyan yazar, İsrail’de Ortadoğu Arkeolojisi eğitimi gördü. Tüm kutsal toprakları dolaştı, İncil’deki Beerhava kenti kazılarına katıldı ve bir süre Kudüs’te kaldı. Eski Akatça, İbranice ve Hiyeroglif okuyup anlayabilen Ann Chamberlin kocasıyla birlikte Ürdün, Türkiye ve Kuzey Afrika’yı gezdi.

Richard Price: Fuar’ın bir diğer Amerikalı ise yazar-senarist Richard Price. 7 Kasım Cumartesi bir panelde konuşmacı olarak yer alan yazar, 1999 yılı Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi (American Academy of Arts and Letters) Edebiyat Ödülü sahibi.

Neval El Saddavi: Mısır’da kadın hareketiyle ilgili önemli çalışmalar yapan ve muhalif kişiliğiyle tanınan yazar, 1 Kasım Pazar günü fuarda bulunacak.

1931 yılında Kafr Tahla adlı köyde doğan ve tıp eğitimi alarak psikiyatrist olan El Saddavi, çeşitli şehirlerde çalıştı ve sağlık alanında yazılar yazdı. Arap kadınların sorunlarını ele aldığı ve 1972 yılında yazdığı “Kadın ve Cinsiyet” adlı kitabı, laik ve dini kesimler tarafından suçlandı.

İngiliz işgaline ve Camp David Sözleşmesi’ne karşı çıktığından dolayı tutuklanan Saddavi, kocasından boşanma ve Mısır’dan atılma cezası aldı. Kadınların yanında işçi sınıfının da sorunlarını dile getirdiği için siyasi kesim tarafından tepki alarak işinden uzaklaştırılmış, hapse girmiş ve ölüm cezasına çarptırılmıştı.

Oliver Rolin: Fransa’da yaşayan yazarın bugün bir söyleşisi var. 1968 Fransız gençlik hareketinin önde gelen isimlerinden olan yazarın “Libaration” ve “Le Nouvel Observateur” gibi gazetelerde, yazı ve röportajları yayınlanıyor.

Fabio Grassi: Fuar’ın dikkat çekecek bir diğer konuğu da Atatürk üzerine yazığı kitabıyla tanınan Grassi olacak. 1963’te Roma’da doğan yazar, Türk-İtalyan ilişkileri üzerine doktora yaptı.

KİTAP FUARINA NasIl gidilir?

Girişi ücretsiz olan fuara, her yıl olduğu gibi bu yıl da şehrin belli noktalarından ücretsiz servisler var n Taksim AKM ve Bakırköy Deniz Otobüsleri İskelesi önünden her yarım saatte bir saat 10:00 ile 16:00 arası servis kalkıyor n Beylikdüzü ve Büyükçekmece’den de fuar alanına ring seferler var n 31 Ekim-7 Kasım arası 11:00-20:00 arası açık olan fuar son gün ise 19:00’da kapanacak. Ayrıntılı bilgi için: www.istanbulkitapfuarı.com

Yazının devamı...

O sırada oğlu Abdülaziz kucağında ölüyordu

Pertevniyal Sultan’ın kulağındaki küpeyi bile aldılar, o sırada oğlu Abdülaziz kucağında ölüyordu

Polisiye olayları ve iktidar ilişkilerini hatta gönül meselelerini bile anlamak için “parayı takip et” denir... Çünkü bu takip bize çıkar dengelerini dikkate aldığı için ayakları yere basan bir bakış açısı sunar. İşte İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi

Doç. Dr. Arzu Terzi’nin “Saray Mücevher İktidar” isimli kitabında yaptığı da bu... Terzi, Abdülaziz’in tahttan indirilmesi sonrasında yağmalanan saray mücevherlerinin izini sürerek 1’inci ve 2’nci Meşrutiyet dönemleri arasını analiz etmiş. Böylece karşımıza bugün adı İstanbul’un okullarında yaşayan dönemin en güçlü kadınlarından Pertevniyal Valide Sultan’ın dramından, 5’inci Murat’ın akli dengesini yitirmesiyle sonuçlanan iktidar oyunlarına kadar ilginç hikâyeler çıkmış...

* 19’uncu yüzyılın son çeyreği... Osmanlı İmparatorluğu siyasi ve ekonomik açıdan bunalım içinde. 1850’lerde dış borçlanma başlamış. Mithat Paşa ve arkadaşları Abdülaziz’i tahttan indirip yerine 5’inci Murat’ı geçiriyorlar ve 1’inci Meşrutiyet ilan ediliyor. Kitabınız da bu karmaşık dönemde paranın hareketini takip ediyor. Bu paranın ilk hareket noktası nedir?

Abdülaziz’in tahttan indirilip 5’inci Murat tahta çıkınca Osmanlı Sarayı ilk kez yağmalanır. Abdülaziz’in tüm haremi tek tek aranır. Öyle ki cariyeler tek tek aranır. Bulunan tüm değerli mücevherleri, eşyaları alınır, dışarı atılır. Bu kadınların bazıları, güzel ve donanımlı olduğu için bir yerlere sığınabilir. Ama pek çoğu ortada kalır. Hatta kayıtlarda tramvay ahırında (o zaman tramvay atlıdır) yatıp kalktıklarını görürüz. Bu yağmaya Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Sultan da uğrar. Abdülaziz tahttan indirildikten sonra şüpheli bir şekilde ölür. (Kimi intihar etti der, kimi öldürüldü.) Ölürken, Pertevniyal Sultan oğlunun yanındadır. Oğlu kucağında can çekişirken bir asker gelir ve kulağından küpesini, parmaklarından yüzüklerini çekip alır. İşte yağmanın boyutu budur.

* Ama söz konusu kadının bugün adı İstanbul’un okullarında, camilerinde yaşayan çok güçlü biri. Hiç mi korkmuyorlar?

Hayır, çünkü iktidar değil artık. Oysa Pertevniyal Sultan Abdülaziz o dönemde sarayda tek söz sahibi hanımdı. O kadar ki, saraya yazılan pek çok yardım mektubu onun adına yazılırdı. Ama buna rağmen oğlu kucağında can çekişirken, kulağındaki küpeler, parmağındaki yüzükler alınıyor. Dahası, Abdülaziz’in şüpheli ölümünden sonra Pertevniyal Sultan 40 gün çoğu kez aç, susuz bırakılarak hapsedilir ve haremağaları tarafından sorgulanır, kötü muamele görür. Mücevherlerinin yeri öğrenilmeye çalışılır.

Yağmanın ayrıntıları günlükler sayesinde bugüne kadar geldi

* Bu bilgileri nereden biliyoruz, kaynağınız nedir?

Pertevniyal Valide Sultan tüm bu yaşadıklarını bir günlükte anlatmış. Osmanlı Arşivi’ndeydi, ben de oradan yararlandım ve konuyla ilgili bölümleri kitapta var. Günlüğünde bu süre içinde olup biten her şeyi anlatmış ve ileride Abdülhamit tarafından açılması için saklanmış. Nitekim Abdülhamit bu günlüğü açar ve parmağından alınan yüzükten kulağındaki küpeye kadar soruşturmasını yaptırır.

* Yağmalanan bu mücevherler ne olur, nereye gider?

Bazıları kaybolur. Bazıları cülus olarak dağıtılır. Oysa cülus 2’nci Mahmut döneminde kaldırılmıştır. Çünkü Abdülaziz ordunun gelişmesi için çok para harcamış bir padişahtı. Ama şimdi askeri üst zümre ile tahttan indirilmiştir. O yüzden dağıtılan bu cülus, “askerin Abdülaziz lehine ayaklanmaması için verilmiş sus payı” olarak yorumlanabilir. İşin ilginç yanı dağıtılan bu para Abdülaziz’in şahsi mal varlığına aittir. Yani kendi parası ile askerin onun yanına geçmesi engellendi.

5’inci Murat, Galata bankeri Hristaki’den yüzde 18 faizle borç aldı, banker borcuna karşılık ziynet eşyalarını alıp kaçtı

* Mücevherlerin izini biraz daha takip edersek, kiminle karşılaşırız?

Ünlü Galata Bankeri Hristaki’yle... 5’inci Murat, çok borcu olan biriydi. Özellikle de Hristaki’ye... Kendisi 5’inci Murat’a veliahtlığından beri borç verir, yüzde 18 faizle! (Çok yüksek bir faiz) Bu arada şunu da eklemek isterim: Hristaki 5’inci Murat’a destek veren Jön Türklerin tüm toplantılarına katılmıştır. Yani Murat, padişahlık maaşını vaktinden önce Hristaki’den almıştır ve artık Hristaki’nin tahsilat zamanı gelmiştir. İşte 5’inci Murat, akli dengesini yitirince hem annesinin hem de 5’inci Murat’ın borçlarına karşılık, deftere geçirilen mücevherleri rehin alarak yurt dışına çıkar. Ve bir süre sonra, 2’nci Abdülhamit tahta çıktıktan sonra, Osmanlı devleti borç içinde olduğu için “Size 247 bin 500 Osmanlı altını borç vereyim” teklifinde bulunur. Ama bunun 211 bin 500 buçuk Osmanlı Altını’nı 5’inci Murat’ın borçlarına sayar ve sadece borç veriyor. “Borç ödenene kadar da mücevherleri rehin olarak alıyorum” der.

* Böylece 5’inci Murat’ın şahsi borçlarını devletin üzerine geçirir. Çok zekice.

Evet. Çünkü veliahtlık dönemindeki borçlar veliahda, padişahlık dönemindeki borçlar devlete aittir. Hristaki’nin bu hamlesi ile bu borç devletin borcu olur. Ancak mücevherler rehin alınırken yapılan anlaşmada “Avrupa’da teminat altında tutulmak üzere” denir. Bu yüzden ben şu soruyu da soruyorum: Mücevherler Avrupa’ya kaçırılmadı da yeni bir darbe için ellerinde kapital olsun diye Avrupa’da mı tutuldu?

Mücevherler tepsiyle misafirlere şeker gibi ikram edildi

* Mücevherler başka nasıl kullanıldı?

Kalan mücevherlerin yeni padişahın annesi adına, Şevki Efsar Sultan adına toplandığını görüyoruz. (Tabii vesikalar Nuri Paşa’nın, o sırada Hazine-i Hassa Nazırı olduğu için Şevki Ehsar Hanım adına bazı mücevherleri kendi zimmetine geçirdiğini de gösteriyor.) Şevki Ehsar’ın elinden kurtulanlar ihtilalci paşalar tarafından tek tek deftere geçiriliyor. Bu mücevherlerin listesi var kitapta. Ama bu listeye girmeyenler de var. Mesela Mabeyn Başkatibi, (Padişahın özel sekreteryası) Sadullah Paşa’nın anılarında cülus tebrikine gelenlere, Şevki Efsar Sultan ve 5’inci Murat’ın hareminin tepsiler içinde mücevher ikram ettiğini, isteyenin birer tane alabildiğini anlatır.

* Şeker gibi mücevher mi dağıtıyorlar?

Evet çünkü bu bir güç ve iktidar gösterisi... İktidarda kalabilmek için de ihtiyaç duyuluyor. Çünkü o dönem yani 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde para çok önemli. İktidar gösterisi... Ayrıca bu mücevherler Abdülaziz hanedanının da elinde olmamalı, olursa iktidarı ele geçirebilirlerdi.

* Derler ya “para da bir yere kadar” diye... Sonuçta taht onlara yar olmadı ve 5’inci Murat tüm hesapları boşa çıkararak akli dengesini yitirdi...

5’inci Murat safahata düşkün, iktidar hırsı olan ama sinirleri zayıf biri. Birden tahta çıkması onu kötü etkiliyor. 5’inci Murat alelacele cülus ediyor. Bu da sinirlerini bozuluyor, amcasının şüpheli ölümüyle de “eyvah benden bilinecek” diye iyice telaşa kapılıyor ve akli dengesini yitiriyor. Mesela annesinin yazdığı mektupları buldum arşivlerde. Oğlunun iyileşmesi için hocalara, üfürükçülere bile başvuruyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.