Şampiy10
Magazin
Gündem

Buket Uzuner’in 1 TL’lik tazminat davası

Geçen yıl THY ile yaptığım seyahatlerden biriydi... SKYLIFE Dergi’sinin kapağında Buket Uzuner’in Moda yazısı yer alıyordu. Ancak Moda İskelesi’ndeki içki yasaklarına hiç değinmediğini fark ettim. Şaşırmıştım. Çünkü Buket Hanım’ın da buradaki içki yasağına tepkili bir Modalı olduğunu biliyordum. “Herhalde yazının konseptine uymadı” dedim. Ancak sonra öğrendim ki, Buket Uzuner buradaki içki yasağına bir cümle ile değinmiş ancak bu cümle yazıdan çıkarılmıştı. Cümle ise şuydu: “Moda’nın iskele kafesine konan içki yasağı yüzlerce yıllık İstanbul hoşgörüsüne yakışmadı.” Bunun üzerine kendisini hemen arayıp röportaj talep ettim. Ancak kabul etmedi. Daha sonra 1 TL’lik tazminat davası açacağını öğrendim. Amacı netti; sadece sansüre dikkat çekmek. Yani siyasi bir tartışmanın aracı olmak istemiyordu. Bu yüzden dava sonuçlanana kadar bu konuda konuşmayacaktı. Şimdi davayı kazandı ve işte yorumları.

* Buket Hanım, SKYLIFE Dergisi’ne neden dava açtınız?

Seyahatlerimde özellikle tercih ettiğim THY’nin dergisi SKYLIFE beğenerek okurum. Bu nedenle benden Moda semti üzerine bir yazı istediklerinde sevinerek kabul ettim. Bu yazı, nefis fotoğraflarla, kapaktan verilen bir dosya olarak Haziran 2009’da yayınlandı. Ancak yazı yayımlandıktan sonra hem Modalılar hem de okurlar bana hep aynı soruyu sormaya başlayınca yazımdan bir paragrafın kesildiğini fark ettim. Moda’yı anlatırken semtin simgesi sayılan Moda İskelesi’nden de söz etmiş, “Adalar manzaralı bu güzel iskelenin Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilen kafesinde iki yıldır uygulanan içki yasağının İstanbul’un yüzlerce yıllık hoşgörüsüne yakışmadığı” şeklindeki kişisel düşüncemi yazmıştım. Ancak bu paragraf bana hiç haber verilmeden kesilerek yayımlanmıştı ki, bunun adı dünyanın her yerinde sansürdür.

* 1 TL’lik tazminat davası açmanızın nedeni ne?

Bu sansür davasını kazanma şansım yüksekti ve bunu düşünerek ciddi bir tazminat talep edebilir ve alabilirdim. Ancak tamamen sansüre dikkat çekmek istediğim için 1TL’lik dava açtım. Hatta hukukî cehaletim yüzünden (!) avukat masrafını bile kendi cebimden ödemek durumunda kaldım.

* Dava sonuçlanana kadar bunu basına da duyurmadınız? Yazınızın sansürlendiğini de dava açtığınızı da basından gizlediniz. Neden?

Bu davanın bir AKP veya bir içki davası olarak ele alınmasını istemedim ve bu yüzden de dava sonuçlanana kadar basına haber vermedim. SKYLIFE dergisine karşı kazandığım 1TL’lik dava benim için bir düşünce ve ifade özgürlüğü konusu. Eğer iskeleye içki yasağı koyan ve THY’nin (dolayısıyla SKYLIFE) yönetiminde CHP veya MHP olsaydı da aynı davayı açardım. Çünkü sansür kötü bir şeydir, büyüğü, küçüğü olmaz ya vardır ya yoktur. Bugün sizin beğenmediğiniz için yasakladığınız bir düşünceye göz yumarsanız, yarın sizin de sesinizi kesen veya düşüncenizi bastıran birileri çıkar. Başkalarına hakaret veya tehdit etmediği sürece her düşüncenin yayınlanabildiği, konuşulabildiği bir Türkiye’miz olsun diye mücadele etmiş bir kuşağın yazarıyım ben ve yeni kuşakta da böyle yazarlar olduğuna inanmak istiyorum.

* Davanın etkilerini nasıl yorumluyorsunuz?

Bir Türk yazarı Türkiye’de bir sansür davasını kazandı. Ancak Hürriyet gazetesi, Alin Taşçiyan ve bazı sanal haber siteleri dışında basın bu konuyla ilgilenmedi. Üyesi olduğum üç edebiyat derneği dâhil, sanat ve kültür editörleri konuyla ilgilenmediler. Dizilerde bir cümle kesildiğinde sansüre karşı sert kalem sallayan bıçkın köşe yazarları da sessiz... Evet, tabii ben bağımsız bir yazarım, arkamda ne kalabalık cemaatler, ne holdingler, ne de siyasi bir parti var, tam da bu nedenle sansüre karşı duruşum tamamen entelektüel namus meselesi. Yani kimseye yandaş olmak gibi bir çabam yok, olmadı da. Böyle insanlar/yazarlar yalnız kalırlar ama aynı nedenle de saygındır. Kısaca, kişisel hissiyatı ve olası çıkarları bir yana bırakarak bu sansür meselesine yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum, çünkü sonuçta düşünce özgürlüğü bu ülkede yaşayan hepimiz için gerekli. Ben hâlâ entelektüel namusa inanan biriyim ve şimdilik elimden geleni yaptım.

Yazının devamı...

Ahmet Ümit’e kaptırdığım kitap

Ahmet Ümit ve Haldun Hürel’leyiz. VatanKitap’ın kapak fotoğrafı çekimi, bitmiş, İstanbul sohbetine dalmışız. Bilenler bilir, Haldun Hürel tam bir İstanbul âşığıdır. İstanbul’un en dar sokağı hangisidir? Sorun, hemen söyler. Ya da en güzel gün batımı nerededir? Onu da. Bu yüzden İstanbul’la ilgili yazdığı kitaplar, hiçbir zaman didaktik, kuru bilgilerden oluşmaz. Nasıl İstanbul sokaklarında dolaşmaya başlayan meraklı adımlar, bir süre sonra kendinden geçip sokaklarda kaybolursa, onun kitabını okuyanlar da zamanı unutup satır aralarında kaybolur.

“Beyoğlu Rapsodisi” ile şehrin bu semtini kitabına taşıyan Ahmet Ümit’in şu sıralar kalemini kaldırmadan İstanbul’un “tümünü” konu alan soluk kesici bir roman yazdığını söylersem, sohbetimizin hararetinin ne kadar yüksek olduğunu anlayabilirsiniz. Bir ara, Mimar Sinan’ı mı konuşuyorduk yoksa Haldun Hürel’in bir sonraki kitabını mı hatırlamıyorum, birden Ahmet Ümit sustu ve masamın altına sakladığım kitaplardan birine gözünü dikti. Kitaptan gözlerini kaçırtmak için onu konuşturmaya çalıştım ama nice cinayetler tasarlamış bir yazarı kandırmak elbette mümkün olmadı. Ahmet, gözlerini Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Karaların ve Denizlerin Sultanı” kitabına dikmişti bir kere. Birçok yazarın, akademisyenin, İstanbul tutkununun şehri farklı açılardan incelediği, iki ciltlik görkemli kitaba...

Üstelik tavrı da netti; “Bak Buket, sen istedin diye, yazı masamdan kalkıp geldim, bu kitabı isterim. Çünkü romanımı yazarken bana çok faydası dokunur.” Baktım, kitap gitti, bari karşılığında bir şey alayım diyerek hemen yanıt verdim: “Yetmez, karşılığında ben de yazı isterim!”

Ama kitabı vermek hâlâ içimden gelmiyor. Ellerim bir türlü kitabı paketleyip kargoya veremiyor. Çünkü kitap iki imparatorluğa başkentlik yapmış bu şehri, el sanatlarından giyim-kuşamına, tarihi eserlerinden sosyal dokusuna, mimarisinden ulaşım politikasına kadar bir yönünü tarihsel süreç içinde incelemiş... Mesela isteyen İstanbul’daki İtalyan etkisini okuyabilir. Hatta bu makaleden haraketle şehirde kendine küçük bir “İtalyan İzleri” turu da düzenleyebilir. Veya isteyen İstanbul’daki deniz ve sahil kültürünü anlamak için “İstanbul’un plajları ve banyoları” yazısını okuyabilir... Böylece İstanbul’da yıllar önce her kesimden insanın plajlarda donlarıyla değil de mayolarıyla denize girdiğini öğrenebilir. Veya şehre bir saat uzaklıktaki adaların tarihi, kültürü, yemekleri ile ilgili bilgilenip soluğu bir güzel bu sayfiye yerlerinde alabilir... Artık kişiye kalmış. Bana gelince... Ben en çok Artun Ünsal’ın “Seyyar Aşevlerinden Lokanta, Restoran ve ‘Food Court’lara İstanbul” yazısına takıldım. Çünkü kafeler, restoranlar sosyalleşmenin ve bireylerin kamusal alanlarda birbirini rahatsız etmeden yaşama yolunu keşfettiği duraklardandır. Ünsal’ın yazısını okuyunca ise bir kez daha görüyoruz ki, bu süreç de Batılılaşma hareketi ile başlamış.

Lokanta ve restoranların lezzetli tarihi

İşte size bu güzel yazıdan birkaç alıntı:

* Günümüz İstanbul’unda sokaklar nasıl döner kebapçı, köfteci, çorbacı, pilavcı, midyeci, kokoreççiden, balık ekmekçiden, simitçi ya da börekçiden geçilmiyorsa; eski dönemlerde de hatta Bizans’ta da durum farklı değildi. Fatih, Beyazıt ve Eminönü gibi kentin işlek meydanlarından sabah erken saatlerde toplanan; ailesi olmayan ya da ailesinden uzak göçmenlerin, bekar odalarında geceleyen işçiler, sokakta ucu ucuna yaşayanlar içindir gezgin ya da sabit yemekçiler.

* Zamanla seyyar yemekçilerin bir bölümü sabit mekanlara geçti. Bunların bir bölümü, çevredeki esnafa seslenen aşevlerine dönüştü. Bugünün esnaf lokantalarının atalarıdır bunlar: Sabahları erkenden birkaç çorbayla açılan, ikindi namazından önce kapanan tencere yemekleri ağırlıklı, herkesin birbirini tanıdığı semt lokantaları.

* Müslümanların içki içmesi dinen yasak olduğu için mezeli, içkili meyhanaler kentin gayri Müslim halkının yoğun yaşadığı semtlerdeydi. Midesine düşkün İstanbullular ise bir gün Eyüp’ün kaymak kebabını tatmaya giderler, bir başka gün Yedikule’nin marul ve kelle kebabını ya da kanlıca’nın yoğurt ve gözlemesini “göçürürürlerdi.”

* Tanzimat’ın ilanıyla birlikte hızlanan Batılılaşma hareketi Pera’nın atardamarı olan Cadde-i Kebir’i (İstiklal Caddesi) de etkisi altına aldı ve burada peş peşe Fransız mutfağı başta olmak üzere Avrupa mutfağından örnekler sunan restoranlar, birahaneler, kafeler, bistrolar açılmaya başladı. Bu yeni mekanların sahipleri Rum, Ermeni, Musevi ya da Levanten Osmanlılar ya da yabancı uyruklulardı. İsimleri bile batılıydı: Cafe Rich, Hotel Bristol, Pera Palas gibi.

* Zamanla değişim Eminönü-Kapalı Çarşı Haliç üçgenine de sıçradı. Orient Express’in son durağı olan Sirkeci’de geleneksel aşevleri, esnaf lokantalarına göre çok daha konforlu olan Konyalı (1879) açıldı. Müşterileri Eminönü’nün varlıklı tüccarlarıydı. Bunları peş peşe başka restoranlar izledi. Kaliteli Türk mutfağının Beyoğlu’na taşınması ise 1888’de o zamanki adıyla Victoria’nın bugünkü adıyla Abdullah Efendi Lokantası’nın açılmasıyla oldu

Yazının devamı...

Cervantes’in Don Kişot dışındaki eserleri

Başucu kitaplarının önemli bir kısmını oluşturur klasikler... Çünkü zamanın ve mekanın ötesine geçmeyi başarmış evrensel kitaplardır. Ancak Türkiyeli okurlar olarak “klasik roman” dendiğinde akla ilk önce “Rus klasikleri” gelir... Mesela Cervantes’in yel değirmenleri ile savaşan kahramanının hikâyesini konu alan “Don Quijote”sinin bir klasik olduğu pek çok kez unutulur. Oysa Cervantes’in bu romanını dünya edebiyat tarihi içinde önemli kılan onun defalarca sinemaya ve tiyatroya uyarlanmış olması değildir. “Don Quijote” modern edebiyatın ilk romanıdır. 1571’de İnebahtı Savaşı’na katılan ve burada tek kolunu kaybeden, Cezayir’de esir düşen, Cervantes bu büyük romanını, ülkesine dödükten sonra dolandırıcılık suçuyla hapis yattığı sırada kaleme almıştır.

Kurgusu, anlatımı, içerdiği hikâyelerle roman o kadar başarılı olmuştur ki, Cervantes’in adını tarihe yazdırmıştır. Ama bazen bir marka, yaratıcısının ismini gölgede bırakabilir. Tıpkı Cervantes dendiğinde akla sadece “Don Quijote” nin gelmesi gibi... Oysa Cervantes’in başka kitapları da vardır: “Örnek Alınacak Hikayeler” gibi...

Kırmızı Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilen bu hikâyeler elbette “Don Quijote” ile kıyaslanmaz. Ama Cervantes’in kaleminden çıkmış olması da okumak için başlı başına bir nedendir.

Cervantes bu kitaptaki öykülerini esas olarak güzellik miti üzerine kurmuş. Mesela kadınların güzelliğini gökyüzüyle tasvir ediyor. Diyor ki, “Onlar ay kadar, yıldız kadar güzeldir. Güneş etrafında ışık saçarlar.” Üstelik hikâyelerdeki bu kadınlar o kadar güzel ki, uğruna her türlü fedakârlık yapılıyor, buna kişinin hayatını vermesi de dahil.

Cervantes, kadınları birer ışık demeti, yıldız kümesi olarak tarif ettiği öykülerinde halkları (İspanya) da tarif etmiş. Mesela Baskları “Her ne kadar sayıları az olsa da mantıktan yoksun insanlar” olarak yorumluyor. “Bir kadına tutulmaya görsünler” diyor ve ekliyor: “Kesenin ağzını sonuna kadar açarlar. Manchalılarsa, palavracıdır ve yumruklarıyla sevişirler. Aragonlular, Valecialılar ve Catalanlarsa; terbiyeli, hoş kokulu ve kibar halklardır. Ama onlarla da aklınızdan bir şey yapmayı geçirmeyin çünkü onlar oyun oynanacak insanlar değillerdir.” Cervantes’in öyküleri sadece klasik edebiyatın birer örneği olduğu için değil aynı zamanda keyifli bir tarih yolculuğuna çıkaracağı için de okunmalı...

Günümüzün logolarının tarihi

Aşkın simgesi neden kalptir? Adalet dendiğinde neden akla terazi gelir? Evliliğin simgesi neden yüzüktür? Kısaca; hiyerogliflerden günümüz logolarına kadar 2 binden fazla işaret ve simgenin ardında nasıl bir tarih var? “Kökenleri ve Anlamlarıyla Efsaneler ve Mitler” kitabı işte bu sorulara yanıt ararken bize tarihi çok keyifli bir pencereden anlatıyor. Şöyle diyeyim: “Bu kitabı okuduktan sonra hepiniz birer Dan Brown olabilirsiniz!”

Turistik kitaplardan sıkılanlara...

Hemen belirteyim; kitabın üst başlığında “Ölmeden önce” ibaresi yok... Mantıklı olan da bu olsa gerek. Ancak bu tür kitaplarda neden 501 madde olur da 500 ya da 502 olmaz, bunu anlayamıyorum. Gezginler için bir rota çizen bu kitabı, turistik kitaplardan ayıransa klasik güzergahların dışına çıkıp kültürel yolculuklar öneriyor olması. Kitaptaki bilgiler, bu yolculuklara hiç çıkamayacak olanlara da keyifili okumalar sunacaktır.

Yazının devamı...

Üç ayrı kıtada basılan Osmanlı sikkeleri kitaplaştı

Atom Damalı’nın beş yıldır üzerinde çalıştığı “Osmanlı Sikkeleri Tarihi”nin ilk cildi yayımlandı... İlk cilt, Osman Gazi ve I. Selim dönemleri arasında basılan Osmanlı paralarını kapsıyor... Tüm Osmanlı padişahlarını kapsayacak olan ve sekiz ciltte bitmesi planlanan kitabın en büyük amacı, bu paraların bir envanterini çıkarmak.

Ancak söz konusu paraların üç kıtada bulunan 125 şehre yayıldığını ve buralarda darp edildiğini düşününce bunun hiç de kolay olmadığını hemen anlıyorsunuz. Mesela bugün bu şehirlerin yerinde 36 devlet var. Üstelik paraların çoğu Batı müzelerinde... Bu nedenle Damalı, sadece Türkiye’deki müze ve koleksiyonlardaki değil İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Yunanistan ve ABD’de paraların da izini sürmüş... Hatta bu ülkelerde daha fazla inceleme ve araştırmalarda bulunmak zorunda kalmış. Neden mi? Yanıtı basit! Her ne kadar İstanbul 2010 yılının Kültür Başkenti olsa da (Osmanlı İmparatorluğu’nun da başkenti!) bir para müzesi yok ve müzelerde sergilenen paralar da sınırlı...

Dahası Türkiye sınırları içinde para koleksiyonu yapmak bürokrasiden ötürü zor ve pahalı işlem... “Çok basit, küçük ve tanesi 5-6 liralık gümüş paraları koleksiyonunuza katmak için 20 liralık masraf yapmanız gerek.” Bu da Osmanlı paralarına olan ilgiliyi azaltıp değerlerinin düşmesine neden oluyor. Fatih Sultan Mehmet’in altın lirası bile 600-700 liraya satılmış... Bu talep eksikliğinin bir diğer kötü yanı ise, bu paraların yurt dışına gitmesine ya da eritilmesine de neden olmuş. İşte bu yüzden de Damalı, şu an Kuzey Afrika paralarını çalışmak için Osmanlı’ya başkentlik yapan İstanbul’da değil ABD’de müzelerinde çalışıyor.

Osmanlının uluslararası güçte parası olmamış

Peki “Osmanlı Sikkeleri Tarihi” bize ne anlatacak? Her şeyden önce bu paraların bir envanteri, dökümü çıkacak. “Nerede, ne zaman, hangi padişah döneminde hangi para basılmış? Ağırlığı, özellikleri nedir?” sorularını içeren... Bu tür bilgileri içeren bir paranın bize anlatacağı bilginin, tarihin de sınırları çok geniş.

Mesela Osmanlı’nın, ABD doları gibi uluslararası güçte bir parasının hiç olmaması gibi... Fatih ve Kanuni döneminde bile... Bunu nasıl anlıyoruz diye sorarsanız eğer, Atom Damalı’nın verdiği çok ilginç bir örnek var, şöyle anlatıyor: “Osmanlı sınırları içinde bulunan bir define sandığından genellikle şöyle bir dağılım çıkar: Yüzde 60 Osmanlı, yüzde 30 İspanyol kalanı da Fransız ya da başka Avrupa parasıdır. Bir karışım söz konusu olur.” Yani bugün bizlerin biraz TL, biraz ABD doları, biraz Euro’dan sepet yapmamız gibi. “Ama” diyor Damalı, “Avrupa’da bulunan definelerde Osmanlı parasına rastlanmaz. İran’da da... Osmanlı parasına sadece Osmanlı sınırları içinde rastlanır, bu da bize bu paranın ciddi bir şekilde dünya parası haline gelemediğini gösterir.” Osmanlı’nın en güçlü olduğu iki padişah döneminde bile güçlü bir paraya dolayısıyla güçlü bir ekonomiye sahip olamaması çok düşündürücü!

Tabii söz konusu 125 ayrı şehirde basılan paralar olunca yerelliğin de önemi olmuş olmalı. Malum, bu paralar, bugünkü gibi tek merkezde, tek motifle basılmıyor... Peki bunlarda yerellik etkili olmuş mu? “Elbette” diyor Damalı; “Ama sadece motiflerde değil cinsinde de değişiklik yaratmış. Anadolu, Balkan şehirlerinde ortalama 1 gramlık akçeler kullanılırken Doğu Anadolu ve Ortadoğu şehirlerine gittikçe bunun yerini 4-5 gramlık dirhemler alır. ‘Bursa’da 1 dirhem basılmış’ deseniz, nümizmatlar size güler. Ama Halep’te, Şam’da, Van’da, Mardin’de, Tebriz’de Bağdat’taki paraların yüzde 80’i dirhemdir. Bu ekonominin gücünden ve tüketim alışkanlıklarından kaynaklanır. İstanbul, Mısır gibi çok güçlü pazarlarda da altın para kullanılır.”

Peki hiç altın parası olmayan yer olmuş mu?

“Hem de çok” diyor Damalı; “Mesela Ankara! Ankara’nın çok uzun süre hiç altın parası olmamış. Taa ki Cumhuriyet’e kadar. İlk altın parası Ankara altınlarıdır!”

Sizce de bu; Anadolu’nun kalkınmasıyla ilgili olarak, üzerine uzun uzun düşünülmesi gereken bir bilgi değil mi? (Kitaba www.niluferdamalivakfi.org adresinden ulaşabilirsiniz.)

Yazının devamı...

Avrupa Edebiyatı Türkiye’de, Türk Edebiyatı Avrupa’da

Kimileri beni “saf”lık düzeyinde iyimser biri olarak tanımlar. Mesela Türkiye halkının genel kanaatin aksine okumak istediğine hatta okuduğuna inandığım için. Ama iş yerindeki masamın üzerini her gün yeni basılan kitapların kaplamasını da ben başka türlü açıklayamam. Bu yüzden kitapçı sayımızın azlığına hatta bazı şehirlerde hiç kitabevi bulunmamasına rağmen bunca kitabın basılmasını da “sadık ve özverili bir okurun” varlığına yorarım.

O zaman, “Sorun ne?” diyeceksiniz? Türkiye’de kitap okuma oranı neden az? Oysa bu sorunun yanıtı sizce de açık değil mi? Nasıl Türkiye’nin belli bölgelerine, köylerine, elektrik ve su geç gittiyse, bilgisayar yeni yeni ulaşıyorsa kitap da ulaştırılamamış olamaz mı?

Nitekim Goethe Kültür Merkezi’nin Mayıs ayında başlattığı “Yollarda, Avrupa Edebiyatı Türkiye’de, Türk Edebiyatı Avrupa’da” projesinin sonuçları bir kez daha gösterdi ki, suya atılan küçük bir taş çok büyük halkalar yaratabiliyor. Dahası kendi şehrinden hiç dışarı çıkmayan bir Urfalı ile bir Alman yazar aynı duyguları yaşadığını fark edebiliyor. Hatta sanatın, edebiyatın evrenselliği farklı kültürlerden, ülkelerden iki insanı aynı duygu altında buluşturabiliyor...

İnsanlar birbirini tanırsa önyargılar yok olur

Mesela bu projenin başında da bir Alman var, İstanbul Goethe Enstitüsü Müdürü Claudia Hahn Raabe. Nitekim Hahn Raabe dört yıl önce Türkiye’de göreve başladığında da amacının bu olduğunu söylüyor: “Türkiye’ye dört yıl önce geldiğimde bir arzum vardı; İstanbul, İzmir, Ankara gibi üç büyük şehrin dışında Anadolu’da etkinlikler gerçekleştirmek. Çünkü insanların karşı karşıya gelerek birbirlerini tanıdıkları zaman tüm önyargıların yok olacağına inanıyorum. Böylece Almanca konuşan ülke yazarlarını Anadolu’ya getirerek okumalar gerçekleştirmek istedik. Projenin koordinatörleri Tijen Togay ve Çiğdem İkiışık’ın gezici bir kütüphane ve şehirlere kitap götürülmesini de önermesi ile proje daha da gelişti. Ve 8 Avrupa ülkesinden 48 yazarla, Türkiye’nin 24 ilinde yollara düştük.”

Sırada 7 il daha var

Proje kapsamında bugüne kadar (yani 5 Mayıstan beri) toplam 14 bin km yol kat edilmiş.

17 şehirde 68 lise ve 17 üniversitede okumalar gerçekleştirilirken her ilde 34 yazarın kitaplarından birer set hediye edilmiş. Şimdi sırada 7 il daha var...

Her ilde ayrı bir hikâyenin yaşandığını belirten proje ekibi en duygulu anların Urfa’da Nazi rejiminden kaçarken kardeşini yitiren Alman yazarın kendi otobiyografisini okurken yaşandığını anlatıyorlar. Çünkü o kitabını okurken bir Urfalı kalkıp “Bu benim de hikayem, ben de kardeşimi kaybettim” diyor.

Diyarbakır da yaşananlar ise günlerce anlatacak türden... “Bize kitap gönderin, Batman’da da okumalar yapın” denemesi gibi... En çok alkışı ise Adana almış. Vali ve vali yardımıcısı her gittiği yerde yazarları, folklor ekipleri ve rock grupları ile karşılamış. Ama her gidilen şehirden hep aynı istek, aynı çığlık kopmuş: “Okumak istiyoruz, bize kitap ulaştırın!”

Bu yüzden bir de size sorayım: “Sizce çok mu iyimserim?” Ya da “Bu ülke halkı okumak istiyor?” dersem abartır mıyım?

Not: Proje kapsamında 16 Türk yazarı da Avrupa’nın 8 ilinde (Sofya, Bükreş, Pecs, Venedik, Viyana, Zürih, Essen, Brüksel) okuma etkinlikleri gerçekleştirecek. Pecs, Essen ve Brüksel’de 3 büyük gala yapılacak. Mesela Essen ve Brüksel’de Mercan Dede ile Elif Şafak birlikte sahne alacak.

Yazının devamı...

Sevgili tiplerine göre kitap önerileri

Yarın 14 Şubat... Ve bu yüzden, siz bu yazıyı okurken, ben şehri terk etmiş olacağım... Çünkü bir 14 Şubat’ta daha, İstiklal Caddesi’nde elinde kırmızı güller, ağzı kulaklarında sırıtık kadınlar ve kabara kabara yürüyerek cümle aleme ne kadar harika bir sevgili olduğunu ilan eden erkekler görmeye tahammül edemeyeceğim. Hayır, kalırsam ve mecburen sokağa çıkarsam, yemin ederim kaktüsle dolaşacağım, hem de büyüklerinden...

Kabul edelim ki, bu Sevgililer Günü çılgınlığı artık tüketim toplumunun para yolma metodu olmanın ötesine geçip Demokles’in Kılıcı gibi üzerimizde salınmaya başladı. Yarattığı baskı katlanılır gibi değil. Sevgiliniz varsa bir türlü yoksa başka... Hele bir de şimdi “Sevgilisizler Günü Partileri” başladı. Bir gece öncesinden yapılıyor ki ertesi güne belki bir sevgili bulunur da yalnızlığı yüzüne vurulmaz, diye. Ama ne yazık ki, partideki hesap sabaha uymuyor. Uysaydı bu partide ne işin olurdu?

Hele bir de hediye faslı var. İşte her sorudan, yorumdan kaçmayı başarıyorum da bundan kaçamıyorum: “Sence sevgilime kitap alsam olur mu? Hangi kitabı önerirsin?” Diyemiyorsun ki, “Adamın gözü başkasında, sen en iyisi İnci Aral’ın yeni romanı ‘Sadakat’i al.”

Bu yüzden hafta boyunca bu soruya hep aynı yanıtı verdim: “Cumartesi günü köşemde okursun!”

İşte “14 Şubat, Sevmediğini ya da Sevilmediğini Bilen Ama Tam Aksine Seviyor ve Seviliyormuş Gibi Yapanların Günü” için son dakika kitap hediyesi önerilerim: Hem de sevgili tiplerine göre:

Her daim Polyanna ise...

Siz diyorsunuz ki “Karşıya taşınacağım”, o anlıyor ki, “Beni daha çok özlemek istiyor.” Siz diyorsunuz ki “Karşı masadaki ne kadar seksi...” Onun yorumu: “Onu kıskanıp kıskanmadığımı sınıyor, canım sevgilim...” Kabul edin, sizin sevgiliniz bir Polyanna... İmalardan, gizli anlatımlardan anlamıyor. Ona karşı açık ve net olun... Teselli etmek isterseniz de Doğan Kitap’tan yeni çıkan; “İyi ki Yanlış Adama Rastladım, Yoksa Doğruyu Nasıl Bulacaktım” kitabını hediye edebilirsiniz. İçiniz rahat olsun, sevinmenin bir yolunu bulacaktır!

Her daim kıskanç ise...

İçinizden gelmiş, durduk yere ona hediye almışsınız. Paketi açtıktan sonra bekliyorsunuz ki, boynunuza atlayıp “Canım benim teşekkürler” desin... Ama nerdee! “Kim? Söyle! Beni kiminle aldattın?” Hayda, artık sabaha kadar kavga! O yüzden siz siz olun sakın roman, öykü kitabı almayın. Olur da tüm roman boyunca harika giden aşk hikayesinin sadece iki cümlesinde de olsa devreye bir üçüncü kişi falan girmiştir... Yanarsınız, alimallah! O yüzden size de tavsiyem Sel Yayıncılık’tan çıkan, Marcianne Blevis’in tüm dünyada övgüyle karşılanan “Kıskançlık” kitabı olacak... “Sevginin En Çok Düştüğü Tuzak” alt başlığını taşıyan kitap kıskançlığın sebeplerini ve boyutlarını ele alıyor.

Evlenmek istiyorsa...

Şunu bilin ki edebiyat tarihi de yazarlar da bu kurumu pek sevmez. Övgüyle bahsedenini, tavsiye edenini pek görmedim... Ama derseniz ki “Eleştirenini gördün mü?” “Çook!” derim. Çünkü yazarlar için küçük burjuva hayatı bir küçük ve renksiz hapishane ise evlilik; onun ellerinizle örülen parmaklıklarıdır. Tabii hepsi bu kadar sert eleştirmez. Mesela Richard Yates’in, sinemaya da uyarlanan (Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio oynamıştı) “Hayallerin Peşinde” romanı bu kurumu “vazgeçsen bir türlü vazgeçmesen bir” diye yorumlar... Ama siz en iyisi YKY’den yeni çıkan Sergio Pitol’ün “Evlilik” kitabını alın çünkü bu roman, bir evliliğin komik öyküsünü anlatıyor.

Memur kılıklı ise...

Şayet hep aynı günü yaşayan ama ertesi günü birazcık da olsa farklı düşlemeyen bir sevgiliniz varsa tavsiyem belli. Gezi kitapları... Şayet sevgilinizi, bir an önce kendi küçük hayatından çıkarıp dünya denilen gezegenle tanıştırmazsanız, yandınız... Önümüzdeki yıllarda hep aynı 14 Şubat’ı kutlarsınız! Ama öyle büyük keşifler öneren bir kitap almayın. Adım adım hareket edin! Mesela Dost Kitabevi’nden çıkan; “On Adımda Prag”, ya da “On Adımda Viyana” gibi...

“Şu günü sakin sakin evimizde geçirelim” diyen aklı başında biriyse...

Joseph Conrad’ın “Üç Deniz Öyküsü” gibi bir edebiyat klasiği olabilir. Hatta bir tane de kendinize alın. Fişi çekin, telefonları kapatın ve sonra deniz ve denizcilik üzerine yazılmış dünya edebiyatının en güzel metinlerinden biri olan bu kitabı okuyun. Çünkü siz ve sevgiliniz bugünün büyük anlamını umursamayıp sakin bir pazar geçireceğinizi sansanız da emin olun ilerleyen saatlerde sevgilisi ile kavga eden ya da aradığını bulamayan bir arkadaşınız arayacaktır!

Bir süredir sizi aramıyorsa...

Halide Edip Adıvar’ın “Kalp Ağrısı” romanı tekrar basıldı. Belki, ismi ona bir şeyler ifade eder. Etmiyorsa iyi bir cinayet romanı iyi bir hediye olacaktır. Ama siz intikamınızı o, 57’nci sayfayı okurken alacaksınız. Çünkü buraya katilin kim olduğunu yazacaksınız!

Sırf siz istiyorsunuz diye romantik bir akşam organize etmiş ve bütün gün uğraşmışsa...

Bence de büyük bir ödülü hak etti. Elbette “Kamasutra!”

Yazının devamı...

İş güç sahibi kadın bile kendini bir erkeğe yaslamak istiyor

İnci Aral’ın roman kahramanları kadınlardır. Başına buyruk, kendi yolunu çizen, kendi dizginlerini elinde tutan kadınlar. Ama bu kez “Sadakat” adlı romanında bir erkek için tüm hayatını mahveden, hapse düşen bir kadın kahramanın hikayesini anlatıyor bize; Azra’nın... Kendisini aldattığını bile bile evlendiği kocasını elinde tutmak için ona konforlu bir hayat sunan bir kadını... Ve en sonunda da aşktan hastalanan, ölen kocasını günlerce küvette saklayan patolojik bir kadının hikayesini...

Romanlarınızda genelde kendine güvenen, kapıyı vurup çıkan kadınlar gördük. Bu kez “illa da onu isterim” diyen, birlikte olduğu adam olmadan yaşayamayacağını sanan bir kadın var. Bu değişikliğin nedeni ne?

Evet, genelde özgür, kendine yeten dahası hak etmediği bir davranışla karşılaştığında çekip giden kadınları yazdım. Son yıllarda farklı bir kadın tipiyle karşılaşmaya başladım. Bu kadın kendi ayakları üzerinde durmasına rağmen yine de bir erkeğe yaslanmak istiyor, hayatlarını o erkek üzerinden tanımlıyorlardı.

Nasıl bir yaslanma bu? Maddi mi, manevi mi?

Türkiye’de ekonomik güvencesi olmayan, çok az ya da hiç eğitim görmemiş, çevre baskısı gören, kendilerini ancak evli oldukları zaman tanımlayabilen kadınlar. Bunları anlamak da yazmak da kolay çünkü sorunları somut... İşte ben de yıllardır bu tür kadınlara “kendi ayaklarınızın üzerinde durun” dedim. Sonunda bazı okurlarım sitem etti; “Siz bu tür kadınları yazıyorsunuz ve biz de boşanıyoruz ama sonrası kolay değil” diye.

Nasıl yani?

Evet, Ankara’daki bir imza günümde bir kadın okur demişti bunları: “Siz yazıyorsunuz, biz de etkileniyoruz. Kitaplarınızı okuduktan sonra kaç kadının boşandığını biliyor musunuz? Ayrıca sokaklar kolay mı sanıyorsunuz?”

Sokaklar derken neyi kastediyor?

Bunu ben de sordum. O zaman “Kocam varken sıcacık evimde oturuyordum ama boşandıktan sonra sabahın 7’sinde işe gitmek için yollara düşmeye başladım” dedi. Tabii herkes böyle düşünmüyor. Ama o zaman şunu gördüm, böyle bir kadın tipi var ve bu son yıllarda artıyor. Böylece “bu kadın tipine bir bakmam gerekli” dedim.



Bu kadın tipine baktığınızda ilk gördüğünüz ne oldu?

Bu kadınlar ilişki istiyor. Tıpkı roman kahramanım Azra gibi... Azra aşk konusunda deneyimli biri. Kafasında yaşattığı aşkların olmadığını görmüş ve umutsuzluk içerisinde. Ama yine de aşık olmaya çok hazır. Aşık olması için de sadece bir objeye ihtiyacı var ki, Ferda (eşi) karşısına çıkınca ona sanki bir daha hiç bulamayacağı bir erkekmiş gibi sarılıyor. Çünkü yalnız kalmamak istiyor.

Neden yalnızlıktan bu kadar korkuyor?

Bir yuvaya, aileye, düzenli bir yaşama sahip olmak istiyor. Çünkü o da günümüzdeki pek çok kadın gibi gençliğini savruk yaşamış. 12 Eylül döneminin baskıcı yapısı, 80’lerle başlayan sanal özgürlük ortamı, hemen ardından gelen küreselleşme... Ama artık sakinleşmek istiyor. Pek çok kadının, “30’uma geldim artık bir bebek sahibi olmak, evlenmek istiyorum” demesi gibi.

Bunu yaparken de bile bile lades diyor. Çünkü evlendiği adam sadakate inanmayan biri...

Ferda evlenmeden önce onunla pazarlık yapıyor ve sadakate inanmadığını söylüyor. Ama evlilik sırasındaki çapkınlıklarını da sezdirmeden yapıyor. Azra da pek çok kadın gibi erkeğinin rahatını ve düzenini sağlıyor. Böylece bu evlilik sürüyor ve Ferda Azra için saplantıya dönüşüyor. Ancak asıl sorun Azra’nın kız kardeşinin gelmesi ve Azra’nın, kız kardeşi ile kocasının arasında gelişen ilişkiyi engelleyememesi ile başlıyor. Ferda ile kız kardeşi evden gidince Azra’nın saplantılı aşkı, bir nefret ve öç alma duygusuna dönüşüyor.



Azra’nın aşkı hastalıklı da... Eşi öldükten sonra onu banyo küvetinde saklıyor. Bir aşk insanı bu kadar patalojik kılar mı?

Kılar. Günümüzün gençleri bu tür kadınları anlayamıyor olabilir ama onlardan çok var. Bu tür olaylara 3’üncü sayfa haberlerinde rastlıyoruz. Bana bu romanı yazdıran da bir gazete haberiydi zaten. Kırklareli’nde bir kadın, 11 yerinden bıçaklayarak öldürdüğü kocasını 9 ay banyo küvetinde, naylonlara sararak saklamıştı. Bu haberi okuduğumda beni asıl çarpan bunlar değildi, kadının söylediği bir sözüydü. Şöyle demişti: “Ben onu asıl öldükten sonra sevdim.” Bence kadın tutkusunda aşk-nefret ilişkisi çok yoğun... Evet, erkekler cinayet işliyor veya şiddete yöneliyor ama onlarınki daha çok namus gibi şeylerden kaynaklanıyor. Kadınlardaki tutku ise çok daha korkunç ve tehlikeli olabiliyor. Mesela 20 yıl önce bir cezaevine gitmiştim. Mahkum kadınlardan biri bana “Abla buradaki kadınların yüzde 90’ı kocasının ya da bir erkeğin yüzünden buradadır” demişti. Kimi uyurken baltayı vurmuş, kimi de bıçaklamıştı. Planlanmış ve tasarlanmış cinayetlerdi bunlar.

Reddedilme, ihanete uğrama, aşkına karşılık alamama her kadını, benzer şiddette olmasa da böylesi bir noktaya götürür mü?

Tabii ki hayır. Bu bir insanın kendini ne kadar kontrol edebildiğiyle ilgili... Ama tanıdığım pek çok kadın bir erkek yüzünden hastalanmıştır. Mesela bir kadın arkadaşım ki, bir iş kadınıydı, eşi başkasına aşık olup gittiği için tüm dünya ile bağlantısını yitirmişti.
n Bu kadınları tutan ne? Ne arıyorlar bu adamlarda, belalarını mı?
Bir korkaklık, cesaretsizlik söz konusu... O olmadan hayat devam edemeyecekmiş, kötü durumlara düşeceklermiş gibi hissediyorlar.



Ne oldu da kadınlar erkeklerin peşinden koşar, erkekler de onları koşturur oldu?

Eskiden kadınlar gelip geçici ilişkilere açık değildi, evlilik bir ön koşuldu. Ama artık kurumlaşmadan ilişkiye girmeyen, bu yeni özgürlük dalgasıyla birlikte sanki oyun dışında kaldı. Belli bir saatten sonra televizyonlarda “alo hatları” var. Ya da internet... Yani artık bir erkek için partner bulmak, çok kolay.

Yani kadın enflasyonu var. Sayısı arttıkça değeri azalıyor!

Evet... Bildiğimiz arz-talep meselesi. Bir şey piyasada bollaştığı zaman nasıl fiyatı veya değeri düşerse aynı şey kadın-erkek ilişkilerinde de oldu. Tabii bu arada erkekler de kendilerini çok daha özgür hissetmeye başladı. Kolay ilişki kurabildikleri için evlenmekten uzaklaşmaya, sorumluluktan kaçınmaya başlayabildiler. Ve ne yazık ki bu değişime duygusal olarak ayak uyduramamış kadınlar da var, işte o zaman da bunlar yaşanıyor.



Disiplinli bir yazar mısınız?

Evet, çok disiplinliyimdir. Yeni bir romana başladığımda, yazmaya günde 6 saat ile başlarım. Saat bir ile yedi arasında çalışırım genellikle. Yazma süreci ilerledikçe süre de uzar. On saate, 12 saate uzar. Romanın son sayfalarına gelindiğinde ise 22 saat hiç yemeden, içmeden ve uyumadan yazarım.

Bu sağlığa zararlı değil mi?

Evet bedeni zorluyor. Üstelik benim de bazı risklerim var; yüksek tansiyon gibi... Ama böyle... Bu ölümcül bir iş. Son sayfaları yazarken artık eşime “Bana bir şey olursa şu hastaneye götür, ölürsem şöyle olsun” derim ve genelde yatağa sürünerek giderim. Ama o bir-iki saatte de uyuyamam, çünkü kafam doludur ve cümleler kurmaya devam ederim.

Bu stresle nasıl başa çıkıyorsunuz?
Farkına varmıyorum. Bu konuda inanılmaz derecede sabırlıyımdır.

Bu durum ev hayatına yansımıyor mu? Mesela yazamamak, tıkanmak sizde stres yarattığında bunu eşinize yansıtıyor musunuz?

35 yıldır evli olduğumuz için eşim bana ne zaman dokunulmaz, ne zaman bir şey söylenmez çok iyi biliyor. O yüzden bu dönemde evle o ilgilenir. Mesela alışverişi o yapar, gelir. Zaten o öyle olmasaydı, benim gibi zor bir kadın bu kadar zaman evli kalmazdı.

Oysa pek çok modern erkek bile eşlerinden yazar ya da sanatçı olmalarını umursamadan geleneksel kadınlık görevlerini bekler. Eşinizi tebrik etmek gerek.

Yalnız şunu söylemek gerekir ki eşimin o rolün dışına çıkması için çok mücadele ettim. Hem de kıran kırana. Mesela bir kere boşandık ve bir buçuk sene sonra tekrar evlendik. Ben hep kapıyı vurup giden kadınlardan oldum. Ama şöyle de bir avantajım var; eşim yaptığım işi çok seviyor, yani edebiyatı. Evliliğimizin başından “Ben yemek istemiyorum otur yaz” demiştir. Ama yine de bütün evlilikler gibi bizim evliliğimiz de bir iktidar mücadelesinden geçti. Karşılıklı adımlar atarak ya da çekilerek... Tabii bu süreçte eşimin 10 yıl İsveç’te yaşamış olması, oradaki kadın-erkek mantalitesini görmüş olması da çok etkili. Mesela çalışırken kapıyı vurmadan asla yanıma gelmez. İzin vermeden yazdıklarımı okumaz. Çok merak eder ama okumaz, sonuna kadar bekler.

Yazının devamı...

Nihayet Paul Auster’in dergâhındayız

Edebiyat eleştirmenleri yılın en iyi kitapları arasında gösteriyor Paul Auster’in “Görünmeyen” romanını. Gerçi göstermese de Paul Auster okurları, okumamazlık eder miydi, emin değilim. Çünkü “Ay Sarayı”nı, “Leviathan”ı, benim de gözlerimin tutulmasına neden olan “New York Üçlemesi”ni okuyan hemen herkes söz konusu bir Auster romanı ise bir kez şans verir. Hem de sıkıntıdan patlasa bile! Öyle ya, son yıllarda sırf “Paul Auster romanı” diye ne çok sıkıldık... Sanki okur olmak bir nevi dervişlikti ve biz de çilemizi dokuyorduk. İşte “Görünmeyen”de bu çilenin ödülü oldu. Nihayet bir kez daha Paul Auster, dergâhının kapılarını biz fani okurları için açtı.

Bana ve daha pek çok kişiye güzellemeler yaptıran roman, “Onun elini ilk kez 1967 baharında sıktım” cümlesi ile başlıyor. Ve buradan da anlıyoruz ki, karşımızda bize anılarını anlatan ya da günlük tutan bir roman kahramanı var. Az sonra adının Walker, olduğunu öğreneceğimiz. Fransızca’dan şiir çevirileri yapan yirmili yaşlarda bir edebiyat öğrencisi bu. 1967 baharında elini sıktığı kişi ise siyasi görüşü ve zekasından ürktüğü buna rağmen kendini ondan uzak tutamadığı bir siyasal bilimler profesörü; Rudolf Born... Walker’ın öğrenci olduğu Colombia Üniversitesi’nin öğretmenlerindendir Born ve bir de ilginç sevgilisi vardır; Margot. İşte genç şairimizin hayatı onlarla tanışınca bir anda hiç tahmin etmediği bir yöne doğru savrulur. Aralarında başlayan aşk üçgeni, roman ilerledikçe Walker’ın ablası ile Born’un üvey kızını da içine alınca köşeleri sürekli artan şekillere dönüşmeye başlar...

Ancak söz konusu bir Paul Auster romanı olunca olayların akıp gittiği bir hikâye okumaya devam edeceğini düşünmek, roman türünün sınırlarının zorlanmayacağını sanmak naiflik olur. “Yazmak” ve “yazarlık” kavramları bu romanın da önemli meselelerinden. Nitekim ilk bölümü günlük tarzında yazılan romanın ikinci bölümü, üçüncü tekil şahıs tarafından anlatılmaya başlanıyor. Çünkü artık yaşlanmış ve ölümcül bir hastalığa yakalanmış olan kahramanımız yazarken tıkanmıştır, hatıralarının ilk bölümünü üniversiteden bir arkadaşına, yazar James Freeman’a gönderir. O da “Anlatıcıyı değiştir” der; “Bu gönderdiklerin bir romanın başlangıcı olabilir.” Böylece anı türünde yazılan roman, romanmış gibi yazılarak devam eder. (Eh, bir roman günlükmüş gibi yazılabilirse romanmış gibi de olabilir! Ayrıca bir hayat en saf haliyle, hiç kurguya girmeden yazılabilir mi? Bu mümkün mü?) “Görünmeyen”le ilgili daha yazacak çok şey var. Kahramanın Paul Auster’in öğrenciliği ile olan benzerlikleri, modern toplumun insanlara “iyi biri olma şansını” sunmaması, doğaya dönüş, yazı ve sahicilik üzerine daha çok şey yazmak mümkün. Ama şimdilik, “Bu soğuk kış günlerinde eve kapanıp kitap okumak istiyorum, diyenlere tavsiye edeceğim bir roman” demekle yetineceğim.

Kürt mutfağının lezzetleri

Mirella Galletti’nin Torino’da Kerkük Kafe adlı restoranı işleten Fuad Rahman’ın işbirliğiyle yazdığı kitap, Kürt mutfağı hakkında... Galletti ilk bölümde, Kürtlerin geleneksel beslenme alışkanlıklarının bir açıklamasına, yerel ürünlere Arap, Pers ya da Osmanlı etkilerini ortaya koyarak Kürt damak kültürünün coğrafi ve tarihsel bir özetini çıkarıyor. Kitabın ikinci bölümü ise “Mem û Zîn” gibi klasik Kürt edebiyatının büyük eserlerinde ya da popüler şiirde yer alan yemeklere, bayramlara ve içeceklere yer veren edebi bir özet niteliğinde.

Derimizle ilgili bilinmeyenler

Fransa’nın ünlü yayınevi Gallimard’ın otuzu aşkın dile çevrilen “Dècouverte” serisini Türkçe’de yayınlayan Yapı Kredi Yayınları’nın “Genel Kültür Dizisi”nden yeni bir başvuru kaynağı, “Deri, Bedenin Örtüsü.” Vücudumuzun doğal savunma hattı, duyusal etkileşimlerimizin odağı, gözle görünen ve aynı zamanda en büyük organımız olan “derimizle” ilgili bilmeniz ve hatta bilmemeniz gereken ama hepsi çok ilginç bilgilerden oluşuyor kitap...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.