Ahmet Ümit’e kaptırdığım kitap
.
Ahmet Ümit ve Haldun Hürel’leyiz. VatanKitap’ın kapak fotoğrafı çekimi, bitmiş, İstanbul sohbetine dalmışız. Bilenler bilir, Haldun Hürel tam bir İstanbul âşığıdır. İstanbul’un en dar sokağı hangisidir? Sorun, hemen söyler. Ya da en güzel gün batımı nerededir? Onu da. Bu yüzden İstanbul’la ilgili yazdığı kitaplar, hiçbir zaman didaktik, kuru bilgilerden oluşmaz. Nasıl İstanbul sokaklarında dolaşmaya başlayan meraklı adımlar, bir süre sonra kendinden geçip sokaklarda kaybolursa, onun kitabını okuyanlar da zamanı unutup satır aralarında kaybolur.
“Beyoğlu Rapsodisi” ile şehrin bu semtini kitabına taşıyan Ahmet Ümit’in şu sıralar kalemini kaldırmadan İstanbul’un “tümünü” konu alan soluk kesici bir roman yazdığını söylersem, sohbetimizin hararetinin ne kadar yüksek olduğunu anlayabilirsiniz. Bir ara, Mimar Sinan’ı mı konuşuyorduk yoksa Haldun Hürel’in bir sonraki kitabını mı hatırlamıyorum, birden Ahmet Ümit sustu ve masamın altına sakladığım kitaplardan birine gözünü dikti. Kitaptan gözlerini kaçırtmak için onu konuşturmaya çalıştım ama nice cinayetler tasarlamış bir yazarı kandırmak elbette mümkün olmadı. Ahmet, gözlerini Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Karaların ve Denizlerin Sultanı” kitabına dikmişti bir kere. Birçok yazarın, akademisyenin, İstanbul tutkununun şehri farklı açılardan incelediği, iki ciltlik görkemli kitaba...
Üstelik tavrı da netti; “Bak Buket, sen istedin diye, yazı masamdan kalkıp geldim, bu kitabı isterim. Çünkü romanımı yazarken bana çok faydası dokunur.” Baktım, kitap gitti, bari karşılığında bir şey alayım diyerek hemen yanıt verdim: “Yetmez, karşılığında ben de yazı isterim!”
Ama kitabı vermek hâlâ içimden gelmiyor. Ellerim bir türlü kitabı paketleyip kargoya veremiyor. Çünkü kitap iki imparatorluğa başkentlik yapmış bu şehri, el sanatlarından giyim-kuşamına, tarihi eserlerinden sosyal dokusuna, mimarisinden ulaşım politikasına kadar bir yönünü tarihsel süreç içinde incelemiş... Mesela isteyen İstanbul’daki İtalyan etkisini okuyabilir. Hatta bu makaleden haraketle şehirde kendine küçük bir “İtalyan İzleri” turu da düzenleyebilir. Veya isteyen İstanbul’daki deniz ve sahil kültürünü anlamak için “İstanbul’un plajları ve banyoları” yazısını okuyabilir... Böylece İstanbul’da yıllar önce her kesimden insanın plajlarda donlarıyla değil de mayolarıyla denize girdiğini öğrenebilir. Veya şehre bir saat uzaklıktaki adaların tarihi, kültürü, yemekleri ile ilgili bilgilenip soluğu bir güzel bu sayfiye yerlerinde alabilir... Artık kişiye kalmış. Bana gelince... Ben en çok Artun Ünsal’ın “Seyyar Aşevlerinden Lokanta, Restoran ve ‘Food Court’lara İstanbul” yazısına takıldım. Çünkü kafeler, restoranlar sosyalleşmenin ve bireylerin kamusal alanlarda birbirini rahatsız etmeden yaşama yolunu keşfettiği duraklardandır. Ünsal’ın yazısını okuyunca ise bir kez daha görüyoruz ki, bu süreç de Batılılaşma hareketi ile başlamış.
Lokanta ve restoranların lezzetli tarihi
İşte size bu güzel yazıdan birkaç alıntı:
* Günümüz İstanbul’unda sokaklar nasıl döner kebapçı, köfteci, çorbacı, pilavcı, midyeci, kokoreççiden, balık ekmekçiden, simitçi ya da börekçiden geçilmiyorsa; eski dönemlerde de hatta Bizans’ta da durum farklı değildi. Fatih, Beyazıt ve Eminönü gibi kentin işlek meydanlarından sabah erken saatlerde toplanan; ailesi olmayan ya da ailesinden uzak göçmenlerin, bekar odalarında geceleyen işçiler, sokakta ucu ucuna yaşayanlar içindir gezgin ya da sabit yemekçiler.
* Zamanla seyyar yemekçilerin bir bölümü sabit mekanlara geçti. Bunların bir bölümü, çevredeki esnafa seslenen aşevlerine dönüştü. Bugünün esnaf lokantalarının atalarıdır bunlar: Sabahları erkenden birkaç çorbayla açılan, ikindi namazından önce kapanan tencere yemekleri ağırlıklı, herkesin birbirini tanıdığı semt lokantaları.
* Müslümanların içki içmesi dinen yasak olduğu için mezeli, içkili meyhanaler kentin gayri Müslim halkının yoğun yaşadığı semtlerdeydi. Midesine düşkün İstanbullular ise bir gün Eyüp’ün kaymak kebabını tatmaya giderler, bir başka gün Yedikule’nin marul ve kelle kebabını ya da kanlıca’nın yoğurt ve gözlemesini “göçürürürlerdi.”
* Tanzimat’ın ilanıyla birlikte hızlanan Batılılaşma hareketi Pera’nın atardamarı olan Cadde-i Kebir’i (İstiklal Caddesi) de etkisi altına aldı ve burada peş peşe Fransız mutfağı başta olmak üzere Avrupa mutfağından örnekler sunan restoranlar, birahaneler, kafeler, bistrolar açılmaya başladı. Bu yeni mekanların sahipleri Rum, Ermeni, Musevi ya da Levanten Osmanlılar ya da yabancı uyruklulardı. İsimleri bile batılıydı: Cafe Rich, Hotel Bristol, Pera Palas gibi.
* Zamanla değişim Eminönü-Kapalı Çarşı Haliç üçgenine de sıçradı. Orient Express’in son durağı olan Sirkeci’de geleneksel aşevleri, esnaf lokantalarına göre çok daha konforlu olan Konyalı (1879) açıldı. Müşterileri Eminönü’nün varlıklı tüccarlarıydı. Bunları peş peşe başka restoranlar izledi. Kaliteli Türk mutfağının Beyoğlu’na taşınması ise 1888’de o zamanki adıyla Victoria’nın bugünkü adıyla Abdullah Efendi Lokantası’nın açılmasıyla oldu