Hayat...
En büyülü şey hayatın kendisi. Sevdiğimiz bir çiçek gibi sulamalı, bir evlat gibi bakmalıyız ona...
İyi günler ya da Güle güle demek kadar sıradanlaştı artık hellalleşmek. Çünkü evden çıkıp da akşama dönememek gibi bir gerçeğimiz var artık.
Ölüm haberi almadığımız tek günümüz olmaz oldu. Meğer sosyal medyada kedi videoları seyretmek, manzara fotoğraflarına bakmak ne büyük lüksmüş. Coğrafyamız sanki çıldırmış ve belki bizler de delirdik farkında değiliz. Geçmiş tesseli aranan bir liman oldu. Depresyon üzerimize örtülen bir battaniye. Ama geçmiyor, bu ağırlık geçmeyecek de.
Ve hemen her gün aynı yorumlar, siyasi analizler. İç dengeler, dış dengeler, Büyük Ortadoğu Projesi, ılımlı-ılımsız İslam, etnik kimlikler, özgürlük, barış yorumları… Hepimizin bir “kutsal ve iyi hâl sebebi var” olup biteni açıklarken.
Ama tüm bu kutsalların gölgesinde bir kelime gittikçe silikleşiyor; HAYAT!
Izdırap içindeyim. Hayatının uzun bir bölümünü hastanelerde geçirmiş ve hala geçirmekte olan, ölmemek, biraz daha yaşamayabilmek için mücadele etmiş ve edenlerin dramlarına tanık olmuş biri olarak bu aymazlık karşısında şaşkınım. Dilim tutuluyor.
Diyaliz merkezindeyken yanımda iki hasta yatardı. Biri milliyetçi, diğeri Alevi’ydi. Beni de sola görüşlü ve bir feminist olarak görün. Kısaca üç benzemezdik. Ama o diyaliz iğneleri kimin koluna girse diğer ikisinin canı çekilirdi. Çünkü onun bir can taşıdığını bilirdik, canımız yandığı için.
Bu yüzden günlerdir düşünüyorum, “Acaba” diyorum; “Tüm bu olup bitenleri ölümle kalım arasında mücadele eden hastalara mı sorsak?” Yani ölüm ve hayat arasındaki arafta en büyük mücadeleyi veren gerçek savaşçılara… Onlar mı yorumlasa bu coğrafyada alınan kararları?
Mesela bir kanser hastasına mı sorsak “Sizce bu insanları yaşatmanın bir yolu var mıydı, ne dersiniz” diye? Ya da ölmüş bir İngiliz’in ya da Yunanlı’nın karaciğerini taşıyan bir organ nakilliye mi… “Sizce farklı etnik ve dini kimlikten insanların birlikte yaşaması mümkün müdür” diye?
Ne dersiniz, bize ne anlatırlar?
Mesela şöyle derler mi: “Hayat çok kısa. Hiçbirimiz birer tanrı veya tanrıça değiliz. Faniyiz ve hiçbirimizin hayatı diğerinden üstün değil. En büyülü şey hayatın kendisi. Kutsayacağımız tek şey o olmalı. Sevdiğimiz bir çiçek gibi sulamalı, bir evlat gibi bakmalıyız ona. O zaman evlatlarımızı da yaşatırız. Ve günü geldiğinde güzel ve huzurlu bir şekilde veda edebiliriz bu dünyaya.”
Ne dersiniz, o zaman “barış ve huzur”un diğer adının hayat yani yaşamak ve yaşatmak olduğunu öğrenir miyiz?