İş güç sahibi kadın bile kendini bir erkeğe yaslamak istiyor
İnci Aral’ın roman kahramanları kadınlardır
İnci Aral’ın roman kahramanları kadınlardır. Başına buyruk, kendi yolunu çizen, kendi dizginlerini elinde tutan kadınlar. Ama bu kez “Sadakat” adlı romanında bir erkek için tüm hayatını mahveden, hapse düşen bir kadın kahramanın hikayesini anlatıyor bize; Azra’nın... Kendisini aldattığını bile bile evlendiği kocasını elinde tutmak için ona konforlu bir hayat sunan bir kadını... Ve en sonunda da aşktan hastalanan, ölen kocasını günlerce küvette saklayan patolojik bir kadının hikayesini...
Romanlarınızda genelde kendine güvenen, kapıyı vurup çıkan kadınlar gördük. Bu kez “illa da onu isterim” diyen, birlikte olduğu adam olmadan yaşayamayacağını sanan bir kadın var. Bu değişikliğin nedeni ne?
Evet, genelde özgür, kendine yeten dahası hak etmediği bir davranışla karşılaştığında çekip giden kadınları yazdım. Son yıllarda farklı bir kadın tipiyle karşılaşmaya başladım. Bu kadın kendi ayakları üzerinde durmasına rağmen yine de bir erkeğe yaslanmak istiyor, hayatlarını o erkek üzerinden tanımlıyorlardı.
Nasıl bir yaslanma bu? Maddi mi, manevi mi?
Türkiye’de ekonomik güvencesi olmayan, çok az ya da hiç eğitim görmemiş, çevre baskısı gören, kendilerini ancak evli oldukları zaman tanımlayabilen kadınlar. Bunları anlamak da yazmak da kolay çünkü sorunları somut... İşte ben de yıllardır bu tür kadınlara “kendi ayaklarınızın üzerinde durun” dedim. Sonunda bazı okurlarım sitem etti; “Siz bu tür kadınları yazıyorsunuz ve biz de boşanıyoruz ama sonrası kolay değil” diye.
Nasıl yani?
Evet, Ankara’daki bir imza günümde bir kadın okur demişti bunları: “Siz yazıyorsunuz, biz de etkileniyoruz. Kitaplarınızı okuduktan sonra kaç kadının boşandığını biliyor musunuz? Ayrıca sokaklar kolay mı sanıyorsunuz?”
Sokaklar derken neyi kastediyor?
Bunu ben de sordum. O zaman “Kocam varken sıcacık evimde oturuyordum ama boşandıktan sonra sabahın 7’sinde işe gitmek için yollara düşmeye başladım” dedi. Tabii herkes böyle düşünmüyor. Ama o zaman şunu gördüm, böyle bir kadın tipi var ve bu son yıllarda artıyor. Böylece “bu kadın tipine bir bakmam gerekli” dedim.
Azra’nın tek isteği bir yuvaya ve aileye sahip olmak
Bu kadın tipine baktığınızda ilk gördüğünüz ne oldu?
Bu kadınlar ilişki istiyor. Tıpkı roman kahramanım Azra gibi... Azra aşk konusunda deneyimli biri. Kafasında yaşattığı aşkların olmadığını görmüş ve umutsuzluk içerisinde. Ama yine de aşık olmaya çok hazır. Aşık olması için de sadece bir objeye ihtiyacı var ki, Ferda (eşi) karşısına çıkınca ona sanki bir daha hiç bulamayacağı bir erkekmiş gibi sarılıyor. Çünkü yalnız kalmamak istiyor.
Neden yalnızlıktan bu kadar korkuyor?
Bir yuvaya, aileye, düzenli bir yaşama sahip olmak istiyor. Çünkü o da günümüzdeki pek çok kadın gibi gençliğini savruk yaşamış. 12 Eylül döneminin baskıcı yapısı, 80’lerle başlayan sanal özgürlük ortamı, hemen ardından gelen küreselleşme... Ama artık sakinleşmek istiyor. Pek çok kadının, “30’uma geldim artık bir bebek sahibi olmak, evlenmek istiyorum” demesi gibi.
Bunu yaparken de bile bile lades diyor. Çünkü evlendiği adam sadakate inanmayan biri...
Ferda evlenmeden önce onunla pazarlık yapıyor ve sadakate inanmadığını söylüyor. Ama evlilik sırasındaki çapkınlıklarını da sezdirmeden yapıyor. Azra da pek çok kadın gibi erkeğinin rahatını ve düzenini sağlıyor. Böylece bu evlilik sürüyor ve Ferda Azra için saplantıya dönüşüyor. Ancak asıl sorun Azra’nın kız kardeşinin gelmesi ve Azra’nın, kız kardeşi ile kocasının arasında gelişen ilişkiyi engelleyememesi ile başlıyor. Ferda ile kız kardeşi evden gidince Azra’nın saplantılı aşkı, bir nefret ve öç alma duygusuna dönüşüyor.
Kadın tutkusunda aşk nefret ilişkişi çok yoğun
Azra’nın aşkı hastalıklı da... Eşi öldükten sonra onu banyo küvetinde saklıyor. Bir aşk insanı bu kadar patalojik kılar mı?
Kılar. Günümüzün gençleri bu tür kadınları anlayamıyor olabilir ama onlardan çok var. Bu tür olaylara 3’üncü sayfa haberlerinde rastlıyoruz. Bana bu romanı yazdıran da bir gazete haberiydi zaten. Kırklareli’nde bir kadın, 11 yerinden bıçaklayarak öldürdüğü kocasını 9 ay banyo küvetinde, naylonlara sararak saklamıştı. Bu haberi okuduğumda beni asıl çarpan bunlar değildi, kadının söylediği bir sözüydü. Şöyle demişti: “Ben onu asıl öldükten sonra sevdim.” Bence kadın tutkusunda aşk-nefret ilişkisi çok yoğun... Evet, erkekler cinayet işliyor veya şiddete yöneliyor ama onlarınki daha çok namus gibi şeylerden kaynaklanıyor. Kadınlardaki tutku ise çok daha korkunç ve tehlikeli olabiliyor. Mesela 20 yıl önce bir cezaevine gitmiştim. Mahkum kadınlardan biri bana “Abla buradaki kadınların yüzde 90’ı kocasının ya da bir erkeğin yüzünden buradadır” demişti. Kimi uyurken baltayı vurmuş, kimi de bıçaklamıştı. Planlanmış ve tasarlanmış cinayetlerdi bunlar.
Reddedilme, ihanete uğrama, aşkına karşılık alamama her kadını, benzer şiddette olmasa da böylesi bir noktaya götürür mü?
Tabii ki hayır. Bu bir insanın kendini ne kadar kontrol edebildiğiyle ilgili... Ama tanıdığım pek çok kadın bir erkek yüzünden hastalanmıştır. Mesela bir kadın arkadaşım ki, bir iş kadınıydı, eşi başkasına aşık olup gittiği için tüm dünya ile bağlantısını yitirmişti.
n Bu kadınları tutan ne? Ne arıyorlar bu adamlarda, belalarını mı?
Bir korkaklık, cesaretsizlik söz konusu... O olmadan hayat devam edemeyecekmiş, kötü durumlara düşeceklermiş gibi hissediyorlar.
Artık bir erkek için partner bulmak çok kolay
Ne oldu da kadınlar erkeklerin peşinden koşar, erkekler de onları koşturur oldu?
Eskiden kadınlar gelip geçici ilişkilere açık değildi, evlilik bir ön koşuldu. Ama artık kurumlaşmadan ilişkiye girmeyen, bu yeni özgürlük dalgasıyla birlikte sanki oyun dışında kaldı. Belli bir saatten sonra televizyonlarda “alo hatları” var. Ya da internet... Yani artık bir erkek için partner bulmak, çok kolay.
Yani kadın enflasyonu var. Sayısı arttıkça değeri azalıyor!
Evet... Bildiğimiz arz-talep meselesi. Bir şey piyasada bollaştığı zaman nasıl fiyatı veya değeri düşerse aynı şey kadın-erkek ilişkilerinde de oldu. Tabii bu arada erkekler de kendilerini çok daha özgür hissetmeye başladı. Kolay ilişki kurabildikleri için evlenmekten uzaklaşmaya, sorumluluktan kaçınmaya başlayabildiler. Ve ne yazık ki bu değişime duygusal olarak ayak uyduramamış kadınlar da var, işte o zaman da bunlar yaşanıyor.
Romanın son sayfalarına geldiğimde 22 saat
hiç yemeden, içmeden, uyumadan yazarım
Disiplinli bir yazar mısınız?
Evet, çok disiplinliyimdir. Yeni bir romana başladığımda, yazmaya günde 6 saat ile başlarım. Saat bir ile yedi arasında çalışırım genellikle. Yazma süreci ilerledikçe süre de uzar. On saate, 12 saate uzar. Romanın son sayfalarına gelindiğinde ise 22 saat hiç yemeden, içmeden ve uyumadan yazarım.
Bu sağlığa zararlı değil mi?
Evet bedeni zorluyor. Üstelik benim de bazı risklerim var; yüksek tansiyon gibi... Ama böyle... Bu ölümcül bir iş. Son sayfaları yazarken artık eşime “Bana bir şey olursa şu hastaneye götür, ölürsem şöyle olsun” derim ve genelde yatağa sürünerek giderim. Ama o bir-iki saatte de uyuyamam, çünkü kafam doludur ve cümleler kurmaya devam ederim.
Bu stresle nasıl başa çıkıyorsunuz?
Farkına varmıyorum. Bu konuda inanılmaz derecede sabırlıyımdır.
Bu durum ev hayatına yansımıyor mu? Mesela yazamamak, tıkanmak sizde stres yarattığında bunu eşinize yansıtıyor musunuz?
35 yıldır evli olduğumuz için eşim bana ne zaman dokunulmaz, ne zaman bir şey söylenmez çok iyi biliyor. O yüzden bu dönemde evle o ilgilenir. Mesela alışverişi o yapar, gelir. Zaten o öyle olmasaydı, benim gibi zor bir kadın bu kadar zaman evli kalmazdı.
Oysa pek çok modern erkek bile eşlerinden yazar ya da sanatçı olmalarını umursamadan geleneksel kadınlık görevlerini bekler. Eşinizi tebrik etmek gerek.
Yalnız şunu söylemek gerekir ki eşimin o rolün dışına çıkması için çok mücadele ettim. Hem de kıran kırana. Mesela bir kere boşandık ve bir buçuk sene sonra tekrar evlendik. Ben hep kapıyı vurup giden kadınlardan oldum. Ama şöyle de bir avantajım var; eşim yaptığım işi çok seviyor, yani edebiyatı. Evliliğimizin başından “Ben yemek istemiyorum otur yaz” demiştir. Ama yine de bütün evlilikler gibi bizim evliliğimiz de bir iktidar mücadelesinden geçti. Karşılıklı adımlar atarak ya da çekilerek... Tabii bu süreçte eşimin 10 yıl İsveç’te yaşamış olması, oradaki kadın-erkek mantalitesini görmüş olması da çok etkili. Mesela çalışırken kapıyı vurmadan asla yanıma gelmez. İzin vermeden yazdıklarımı okumaz. Çok merak eder ama okumaz, sonuna kadar bekler.