Şampiy10
Magazin
Gündem

Chuck Palahniuk okurları nakavta hazır!

Her zamanki gibi o sabah da saatin alarmı, aynı saat ve dakikada çalmıştır. Ve yine her sabah olduğu gibi bedeniniz tıpkı o saat gibi kurulu olarak harekete geçmiş, yataktan kalkmış, dişlerini fırçalamış ve bir başka düzeneğe geçebilmek için otomatik olarak duşa girmiştir. Böylece duş sonrasında kurulu düzen için iyi bir performans sergileyebileceksinizdir.
Ama bir gün bir şey olur. Mesela, gece rüzgar çıkmıştır veya evin kedisi bir haylazlık yapmış ve banyo kapısının kapanmasına neden olmuştur. Ve siz kurulu bir saat gibi hareket ederken kapıyı görmemiş ve toslamışsınızdır. İşte o zaman sanki gözünüzden bir gözlük düşer. Saat durur, alarm susar, tüm nesneler farklı bir renge bürünür. Büyük ihtimalle bu gözlük numaralıdır da. Bu yüzden perspektifiniz bile değişir. Örneğin duvarınızda asılı duran gençlik tutkunuz gitarınız, yıllardır sandığınız gibi evin odak noktasında değildir.
İşte o zaman, kuşandığınız tüm o güzel değerler, ilişkiler, alışkanlıklar hatta içinizi ısıtan tatlı gülümseyişler mide bulandırıcı olur. İkiyüzlü bir sırıtma vardır artık her şeyin yüzünde... Böylesi bir çarpışmayı bence herkes hayatının bir döneminde ve/veya dönemlerinde yaşar. Kendine karşı dürüst olmayı başaranlar bundan ders çıkarır ve hayatını sorgular. Başaramayanlarsa kurulu saatin ritmi ile yaşar gider. Arada toslar, kırılır, tamirciye gider gelir...
İşte Chuck Palahniuk romanları böyle bir çarpışma etkisi yaratır. Yazar “Dövüş Kulübü“nde öyle sert vurmuştu ki biz fani okurlarına, suratımızdaki yara-bere izleri hâlâ geçmedi. Gerçi okurlarının bu morlukların geçmesini istediğini de hiç sanmam...
Bu yüzden yeni romanı “Çarpışma Partisi“ de biz okurları için bir boks maçı gibi karşılandı. Yazarla birlikte ringe çıktığımız... Ve tabii her zamanki gibi en büyük dileğimiz Palahniuk tarafından bir güzel dövülüp sonra da nakavt edilmek. Malum bir önceki romanı “Tekinsiz”le sıkıcı bir maç geçirmiştik. Tamam dayak yemiştik yemesine ama biz de az vurmamıştık Palahniuk’e... Ama bu kez yeni kahramanı Yedi Bela Öğğk Casey’ün iğrençlikleri üzerinden kendi aynamıza, aynamızdaki makyajsız yüzümüze bakmak bizi epey rahatsız edecek. Hatta deliksiz uykuları askıya alacak kadar...

Gülümseyen böbrek!

Türk Nefroloji Derneği ve Karikatür Vakfı’nın düzenlediği organ bağışı konulu karikatür yarışmasının büyük ödülünü alan Radikal gazetesi çizerlerinden karikatürist Hicabi Demirci’ye çok teşekkürler. Öyle güzel iki karikatür resmetmiş ki, her ikisi için de sayfalarca yazı yazabilirim. Ama hiç gerek yok... Çünkü bu iki küçük çocuk bize organ bağışı ve nakli ile ilgili olarak her şeyi anlatıyor. Bu yüzden lütfen organlarınızı bağışlayın... Çünkü bir gün sizin ama daha da önemlisi çocuğunuzun bir organa ihtiyacı olabilir... Ve onlar o kadar küçük ki, seslerini duymazdan gelmek sadece zalimlik olur!

Leonardo’nun Defterleri

İnsan zekasının ve yaratıcılığının sınırlarını zorlayan ve bu nedenle de adı her anıldığında heyecanlanmamıza neden olan Leonardo de Vinci, eserleri kadar değerli sayısız defter de doldurdu.
Orijinalleri Avrupa’daki koleksiyonlarda bulunan 7 bin sayfalık yazı ve çizimlerden oluşan bu külliyat ne yazık ki asla bir araya gelemedi. Bu kitap ise bu külliyatın orijinalliği, doğruluğu herkes tarafından kabul görmüş çizim ve notlardan oluşuyor. Leonardo’nun mekanik icatlarından mimari ve insan anatomisine kadar sayısız tasarısını içeren kitap bu nedenle onun dünyasına adım atmak isteyenler için ideal. Arkadaş Yayınları’na bu değerli kitabı, özenli bir baskı bizlere kazandırdıkları için çok teşekkürler...

Yazının devamı...

7 cilt artık 2 ciltte!

Bazı okumalar kitabın kapağı açılmadan başlar... Kitap rafında öylece duruyordur. Hatta daha alamamışsınızdır bile ama nasıl olduysa bir kere aklınıza düşmüştür, tıpkı bir kadın ya da erkeğe duyulan ilk hoşlantı gibi. Arada bir aklınıza gelir, zihniniz onu şöyle bir yoklar; içinizde tatlı bir ürperti olur. Git gide bu yoklamalar sıklaşır, üstelik bu arada o kitapla ilgili herhangi bir gelişme de olmamıştır. Ne bir arkadaşınız okuduğu bir cümleden bahsetmiş, ne de gazete sütununda adına tesadüfen rastlamışsınızdır... Ama işte bir kadına ya da erkeğe duyulan ilk hoşlantı gibi, siz farkında bile olmadan bir kartopunun yuvarlanması gibi yuvarlanmaya başlamıştır o kitap akıl ve duygu dünyanızda... Ve bir sabah iştahla uyanmışsınızdır; canınız fena halde o kitabı okumak istiyordur. Soluğu kitapçıda alırsınız. Su gibi akıyordur roman. Tüm alt metinlerini açmıştır size, siz de iç dünyanızı... Gerisi, değeri bilinen bir aşk gibi yaşanacaktır.
Bütün bu uzun girişi Marcel Proust ve “Kayıp Zamanın İzinde“ romanı ile aramdaki ilişkiyi özetleyebilmek için yaptım. Yıllarca kafamda evirip çevirdiğim bir romandı... İsmi başlı başına bir çağrışımlar yumağıydı; hastalıklarla boğuştuğum gecelerin sabahlarında gözümü açtığımda yakalamaya çalıştığım sükunet gibiydi veya çocukluğuma dair bir kokuyu hatırlamaya çalışmak...Ö Ya da sabahları “Beş dakika daha, güzel bir rüya görüyordum“ diyerek tekrar uykuya dalmak, yarım kalan o rüyayı kovalamak ve bir daha asla yakalayamamak ve kendime geldiğimde “beş dakika”nın çoktan geçtiğini ve öğle saatlerine gelindiğini fark etmek gibi...
Ama nedense hep elimde kaldı bu roman... Çünkü cilt, ciltti... Bir cilde başlasam aklım diğerinde kalıyordu. Ciltler sıralı da olsa, kaçan bir rüyayı kovalarken olduğu gibi nedense bu sırayı takip edemiyordum. Herhangi bir yerinden başlamaya karar verdiğimde ise içim yine rahat etmiyor ve başa dönmeye çalışıyordum. Üstelik ne zaman kitapları sıralamaya kalksam diğer cildi de bulamıyordum. Dedim ya, sanki kaçan bir rüyayı kovalamak gibiydi...
Şimdi bu güzel kitap (modern edebiyatın en önemli üç sacayağından biri olarak kabul edilir, diğer ikisi James Joyce’un Ulysses’i ve Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ıdır) iki küçük ciltte toplandı... Kağıdı incecik, ama tek bir harf bile arka yüzeye geçmiyor. Cildi, baskısı harika. Öyle ki, Proust’un adını duymamış biri bile, elinde tuttuğu kitabın hayata ve kendine bakışını değiştirecek özel bir kitap olduğunu anlayabiliyor. Çünkü iki ciltte bir araya gelen 3 bin sayfa, sadece içinde barındırdığı cümlelerle değil “fiziği” ile de size seslenebiliyor.
İşte bu da, başta benim gibi, Proustseverler için çok büyük ve büyülü bir şölenin habercisi. Çünkü bu sıcak ve nemli yaz günlerini artık nasıl geçireceğimi biliyorum.
Gün yaşanır, dostlar görülür, işler yapılır, yazılar yazılır, akşam yemeği yenir... Sonra hava hafifler, rüzgar çıkar, perdeler uçuşmaya, tende serin dokunuşlar oluşmaya başlar... Kanepeye uzanılır ve Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”sinin peşine düşülür. Hatta şansınız yaver giderse, geçen gün kaçırdığınız rüyanıza geçiş yapacağınız tatlı bir uykuya bile dalar gidersiniz; elinizde kitabınızla!

Marcel Proust kimdir?

Marcel Proust (1871-1922) 20. yüzyılın en büyük eserlerinden yedi ciltlik “Kayıp Zamanın İzinde”de 2000’in üzerinde kahraman vardır. Graham Greene Proust için “20. yüzyılın en büyük romancısı” der, W. Somerset Maugham ise roman için “Bugüne dek yazılmış en büyük kurgusal eser...” Proust romanın son cildinin taslakları üzerinde çalışırken ölür ve kardeşi Robert devreye girer ve roman Proust öldükten sonra yayınlanır. Roman baş kahramanın adına 3 bin sayfa boyunca ancak bir ya da iki kez rastlarız; Marcel. Yazar olmak isteyen, ancak hayatının “belleğini” bulmakta güçlük çektiği için bir türlü yazamayan biridir. Tam yazmaktan vazgeçeceği sırada, o da eserin sonlarındadır, “belleğini” bulur ve yazmaya başlar. Ancak bu düşündüğü kadar hoş değildir.

Büyükada’nın solmayan fotoğrafları renkleniyor!

“Bir kitabın kapısı olsaydı ve içine girebilseydiniz, dahası size bu yolculukta kitabın yazarı eşlik etseydi, o kapıdan girer miydiniz?” sorusuyla başlayan kitap turlarının ikincisi bu pazar...

Antonina Turizm ve Everest Yayınları işbirliğinde gerçekleştirdiğimiz kitap turlarında bu kez rehberimiz, Ahmet Tanrıverdi nam-ı diğer Fıstık Ahmet! “Büyükada’nın Solmayan Fotoğrafları“ kitabının kapağından girip İstanbul’da büyülü bir mavi yolculuğa çıkacağımız tur, Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada ve hiçbir teknenin yanaşamadığı Yassıada’yı kapsıyor. Tur sırasında Büyükada’da Troçki’nin evi, Abdülhamit’in oğlu müzisyen Burhanettin Efendi’nin köşkü, Vatikan Rezidansı gibi tarihte birçok hikayede başrol oynamış önemli yerler görülecek... Ve tura unutulan İstanbul mezeleri, yemekleri ve tatlıları eşlik edecek.

(1 Ağustos saat 10.30’da Kabataş’ta başlayacak olan turla ilgili detaylı bilgi ve rezervasyon için Tel: 0555 760 06 80 / Pbx: 0212 292 28 74-75)

Yazının devamı...

Aile terbiyesi için...

“Balkona pijamayla çıkılır mı? Telefonda ilk kim konuşur? Piknikte siyah ayakkabı giyilir mi?” Karikatürist Alper Uygur’un “Yemeğe Kurt Gibi Saldırılır mı? Çocuklar İçin Görgü Kuralları” genel görgü kurallarının yanı sıra bu tür ilginç kuralları da ele alıyor. Türkiye’da çocuklar için ilk kez yazılan kitap, doğru selamlaşmaktan telefonda düzgün konuşmaya, sofra düzeninden, misafirliğe kadar pek çok görgü kuralını içeriyor. Alper Uygur’un 9 yaşındaki oğlu Aziz’e terbiye kurallarını aşılarken yapmış olduğu araştırmaların sonucunda kaleme alınan kitap ebeveynlerin de çok işine yarayacak...
Çocuklar için görgü kuralları üzerine bir kitap yazma fikri nasıl doğdu?
Oğlum Aziz 9 yaşında. Ona oturup kalkmayı, yemeyi içmeyi anlatır, kafasını şişirirken, “Bu konuların aslı neymiş?” diye okumaya, araştırmaya başladım. Bu süreçte, görgünün hiç de şekilsel bir konu olmadığı, bir insanlık eğitimi olduğunu fark ettim. Üstelik görgü doğuştan edinilmiyor: Adı üstünde, görgü. Görerek, özenerek, benimsenerek öğreniliyor. Bu konuda güncel bir kitaba rastlamadığım için iyisi mi ben hazırlayayım dedim.
Bir ebeveynin çocuğuna görgü kurallarını öğretebilmesi için bunu kendisinin de bilmesi gerek. Bu noktada kitabınız aynı zamanda büyükleri de mi eğitiyor?
Haklısınız... Aslında görgünün en iyisi yakın çevrede yaşayarak, moda deyimle “deneyimleyerek” öğrenilenir. Hani “aile terbiyesi almış” sözü var ya, boşuna değil. Bununla birlikte herkes, hepimiz eksiğimizi giderebilir, değişebilir, daha kaliteli, daha insanca bir hayat için adım atabiliriz. Kitabım bu anlamda küçük de olsa bir yardım kaynağı, hayata güzellik katma aracı olarak ebeveynlerin de işine yarayacaktır.
Türkiye’de en sık yapılan görgü hataları neler?
Herhalde bütün gazeteyi benim doldurmamı istiyorsunuz! Şaka bir yana, “En sık yapılan görgü hataları” yok; bütün kapsamıyla, bütün boyutlarıyla görgüsüzlük var desem... Trafikten konuşmaya, oturup kalkmaktan tartışmaya, yemek yemekten piknik yapmaya... Belki de Türkiye’nin temel meselesi görgü. Yani insan ve diğer insanlar arasındaki mesafe, dikkat, karşılıklı hürmet, kurallar üzerinde anlaşma yoksunluğu...
Kitabınız eğlenceli bir dille yazılmış... Bu çocukları sıkmamak içindi sanırım.
Kitabım eğlenceli dille yazıldı çünkü başkalarını sıkmak da görgüsüzlük! “Ben sizin iyiliğinizi istiyorum” diyerek insanlara ıstırap çektirmek, hayatı zehir etmek ülkemizde yabancısı olmadığımız bir tutum... Ben kitap hoş olsun, öykülü olsun, nedenler, niçinler, tarihi kökler olsun istedim. Eski deyimle “hisseli ve kıssalı” olmasına çalıştım.

Kitaptan...

* Özenli sofralarda tabağın solunda katlanmış olarak kumaş peçete yer alır. Peçete 8 yaşına kadar çocuklar hariç boyna bağlanmaz. Dizlerin üzerine serilir. Peçeteyle tabak, çatal, bıçak silinmez.
* Birini aradın. Açan yok. En fazla dört-beş kez çaldırıp kapatmalı, sonra tekrar aramalısın.
* Bir topluluk içine girdiğinde herkesle tek tek selamlaşman gerekmez. Herkese yönelik bir selamın ardından tanıdığın insanlarla tokalaşman yeterli.

Yazının devamı...

En yeni tatil kitapları

Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer: Felsefeyi Mizahla Anlamak / Thomas Cathert / Daniel Klein Aylak Yayınevi

Ah, ne zor gelir düşünmek... Felsefe yapma, caz yapma, kara kara düşünme vs... Ama biliyor musunuz bu sadece bizim problemimiz değil. Sistematik düşünme nedense tüm dünyanın problemi. Hatta bu yüzden felsefe hep yüksek zekalıların ya da derviş sabrına sahip olanların işi sanılır. Oysa ne eğlencelidir felsefe dünyası... Yeter ki elinizde doğru bir kılavuz olsun. İşte bu kitap, adından da anlaşılacağı üzere, okuru felsefenin keyifli dünyasına götürüyor. Kavramları esprilerle anlatırken yer yer gülmekten karnınızı tutmak zorunda kalıyorsunuz. Bence hamakta da okunur, plajda da...

Çimen Türküsü Truman Capote
Sel Yayıncılık


Hayatı sinemaya da aktarılan ve başrol oyuncusuna Oscar getiren Truman Capote’nin hayranı olmak için “Tiffanny’de Kahvaltı”yı okumuş olmak bence yeterli. Ya da “Soğukkanlılıkla”yı... Veya “Çimen Türküsü”nü... İtiraf edeyim benim için Truman Capote okumak için en küçük bahane yeter. Bu yüzden “Bu tatil, tadı damağımda kalacak bir kitap arıyorum” diyorsanız “Çimen Türküsü”nü valizinize atın. Çünkü bu on iki yaşındaki bir çocuğun annesini kaybettikten sonra içine girdiği yeni ve unutulmaz bir dönemi anlatıyor. Şiirsel ve hüzünlü bir dille...

Sorry, Bir Özür Dileme Projesi
Zoran Drvenkar Doğan Kitap


Matrak ve bir o kadar da zeki bir roman... Berlin’de yaşayan dört genç arkadaş bir araya gelerek bir şirket kuruyorlar. Maksat kendi kendimizin efendisi olalım, kimseden emir almayalım. Kurdukları şirketin adı da “Sorry.” Yaptıkları iş de özür dilemek. Evet yanlış okumadınız! Şirketler adına hata yapılan çalışanlardan özür dilenmesini sağlıyorlar. Yani iş hayatının günah çıkarmaya yardımcı olan papazları oluyorlar. Ancak önlerinde bir iş var ki biraz zor. Çünkü özür dilenecek kişi bir ölü... Özür dilemenin önemini anlamak için de okuyabilirsiniz, hata yapmamak için de!

Ölü Bir Dilde Aşk / Lee Siegel /
Ayrıntı Yayınları


Bu kitap için ikinci kez tatile çıkılır. Hatta bu kitap için başlı başına bir zaman dilimi ayrılmalı ve tatiliniz bu kitaba göre organize edilmeli. Roman kahramanımız bir profesör... Akıllı, bilgili ve Hindistan’a aşık... Bir gün her şeyi bir kenara bırakıp aşık olduğu karısı da dahil, Tac Mahal’de gördüğü genç Hintli bir kadının bedeninde hayal ettiği aşkı ne olursa olsun yaşamaya karar veriyor. Ve bunun için de ölü bir dil olan Sanskritçe’den çevirmekte olduğu Kamasutra’nın öğretilerini izleyerek Hindistan’da tutku dolu bir yolculuğa çıkıyor. Hindistan’ı ve onun çelişkili güzelliğini ele alan roman, tene, bedene, arzulara yönelik ve gerilim yüklü bir aşk romanı...

Ege ve Akdeniz’de Ölmeden Önce Yapmanız Gereken 1001 Şey
Akdoğan Özkan / İnkılap Yayınevi


Ege ve Akdeniz’e gidecekler ve tabii “tatilde nereye gitsem” diyenler 101 Şey serisinin bu kitabına muhakkak göz atmalı. Çünkü kitap, tatil için çok gidilen ancak buna rağmen pek de bilinmeyen Ege ve Akdeniz’in sırlarını sizinle paylaşıyor. Çanakkale’den Anamur’a kadar bütün kıyı coğrafyasını tarayan kitap, iç kısımlara da süzülerek bölgenin hem doğal hem de kültürel güzelliklerini keşfetmeniz için zengin bir harita sunuyor.

İstanbul Hatırası / Ahmet Ümit Everest Yayınevi

Bu yaza damgasını şüphesiz ki Ahmet Ümit’in son romanı “İstanbul Hatırası” vuracak. İstanbul’un yedi tarihi bölgesinde işlenen yedi cinayet üzerine kurulu romanın kültür turları bile düzenlendi. Türkiye’de polisiye denince akla gelen ilk isim olan Ümit’in bu romanı peş peşe işlenen cinayetlerin izini adım adım sürerken, aynı zamanda bu kadim kentin de tarihini önümüzde perde perde açıyor.

Son Şarkı / Nicholas Sparks
Artemis Yayınları


Dünyanın en çok satan yazarlarından Sparks’ın bu romanı beyaz perdeye de uyarlandı. Tatile bir aşk kitabı ile gitmek isteyenler -özellikle de genç kızlar- bu kitabı valize sıkıştırabilir. Çünkü romanın kahramanı Veronica tıpkı Teoman’ın şarkısındaki gibi henüz on yedi yaşında, kızgın ve kırgın bir genç kadın... Özellikle de bo∫andığı için babasına... Küçük bir sahil kasabasında yaşayan Veronica, babasının tüm yakınlaşma çabalarını da geri püskürtmekte ve bir an önce New York’a gitmek istemektedir. Taa ki, kasabanın kazanovası Will’e tanışana kadar...

On iki / Jasper Kent / Can Yayınları

Tarihi romanseverler için harika bir yaz kitabı. Napoleon’un Rusya seferini konu alan kitap, tarihi bu kez Rusya cephesinden anlatılıyor. Rus şehirleri birer birer Fransızlara teslim olmuş, Moskova düşmek üzeredir. Bunun üzerine bir grup üst rütbeli Rus asker, Opriçniki adı verilen, Hıristiyan Avrupa’nın uzak köşelerinde efsane olmuş on iki savaşçının yardımına başvurur. Sadece geceleri ve yalnız başlarına savaşan çete, koca bir savaşın kaderini değiştirir. Ancak Yüzbaşı Aleksey, çetenin yolu üzerindeki ölüm haberlerinden şüphelenir.

Sahilde Kafka Haruki Murakami Doğan Kitap

Sahilde Kafka, XXI. yüzyıl edebiyatına damgasını vuran, kitapları bağımlılık yaratan kült yazar Haruki Murakami’den, hayatın yavan gerçekliğine karşı büyülü bir dünyanın kapılarını açan bir roman. New York Times’ın 2005’in en iyi on romanı arasında gösterdiği, 2006 World Fantasy ve 2006 Franz Kafka Ödüllerini de alan roman, ünlü yazarın tutkunları için...

Yazının devamı...

Bir romanın kahramanı olmak ister misiniz?

Peki, bir romanın gerçekten kapısı olsaydı ve içine girebilseydiniz... Olayların geçtiği yerlerde dolaşıp, olup bitene tanıklık edebilseydiniz... Dahası bu büyülü yolculukta size romanın yazarı eşlik etseydi... O kapıdan girer miydiniz?

İşte yarın, ilki gerçekleşecek olan “Bir romanın turu” bu sorular üzerinden yükseldi.

Her ay farklı bir yazarın romanlarındaki mekanları okurlarına gezdireceği bu turların ilkinde yola Ahmet Ümit’le çıkılıyor. Ahmet Ümit, İstanbul’un ama özellikle Tarihi Yarımada’nın başlı başına bir roman kahramanı olarak yükseldiği yeni romanı “İstanbul Hatırası”nın satırlarını okurları ile arşınlayacak. Onlarla romanda geçen mahalleri, sokakları, binaları, tarihi eserleri gezecek. Her bir mekanın tarihini anlatırken aynı zamanda bu mekanın romanına nasıl dahil olduğunu, kendi iç dünyasındaki yansımalarını anlatacak. Ve günün sonunda da okurlarıyla Başkomser Nevzat ile Evgenia’nın aşklarına tanıklık eden meyhanede (Despina) tıpkı kahramanları gibi “şerefe” diyecek.

Peki bu güzel turun arkasında kimler var?

Birkaç gündür e-postalarıma ve facebook profilime bu sorular geliyor. Projenin konsept ve danışmanlığı bana ait. Düzenleyen Antonina Turizm. Bu tür turlar, onların da uzun yıllardır biraz daha farklı olarak aklındaymış. Bir araya geldik ve kolları sıvadık. Sonra, “Ne gerekiyorsa” diyerek projeye destek veren Everest Yayınları da var... Ve elbette Ahmet Ümit’in “İşin içinde Buket varsa, ben de varım” sözleri...

Şimdi bir şeyler değişiyor

“İyi güzel de, bu turun anlamı ne? Neden böyle bir şey yapıyorsunuz? Bir yayınevi, bir yazar, bir gazeteci, bir turizm şirketi niye bir araya gelir” diyen çok... O yüzden onların da merakını
giderelim...

Aslında bunun pek çok yanıtı var. Benimkine gelince... Daha okumayı bile öğrenmeden kitap taşımayı marifet bilen, mesleğinin önemli bölümünde kitap kolileri bantlayan, kitapçı vitrinlerine döner vitrinine bakar gibi bakan biri olarak hep iddia ettim: Bu ülke kitap okur, yeter ki doğru yöntem belirlensin! Bence öncelikle, kitapları hayatın içine sokmamız gerek. Onların dünyamızı daraltan değil genişleten varlıklar olduğunu anlatmamız... Çünkü bu ülke yıllarca yazarlarını, şairlerini hapse atmayı marifet saydı.

Yayıncılar da ciltleri dökülen, anlaşılmaz çevirileri ve dizgi hataları olan kitapları basmayı marifet... Ama şimdi bir şeyler değişiyor. Kitaplar artık hak ettikleri muameleyi görüyor. Her türden kitap basılıyor. Polisiye artık “kötü edebiyat” değil, çizgi romanlar hak ettiği saygıyı kazandı, anadilinden çevirilerin tadına doyulmuyor...

İşte böyle bir ortamda “Kitap okumak tekrar özenilen” bir eyleme dönüşebilir. Ama bunun için kitapları her alanda hayatımıza sokmamız gerek. İşte bu turların amacı da... Yazarlar ve kitaplar toplumda bir adım daha öne çıksın! Ve okurlara “edebi bir gün” hatıra kalsın!

Tabii birileri “Bu turu bildiğimiz kültür turlarından ayıran ne?” diye de sorabilir: “Sadece bir yazar tarafından gezdirilmesi mi?” diye.

Hayır. Kültür turlarında bildiğiniz üzere, alanında uzman, kokartlı bir rehber (yasal zorunluluğa uyarak bizim turumuzda da bulunacak) size o şehrin tarihi eserlerini, müzelerini gezdirir. Ama burada biz sadece bir şehri, bir bölgeyi değil bir romanı gezeceğiz. Mesela Ahmet Ümit bize Çemberlitaş’ı anlatırken romanına bu eserin neden girdiğini de onun kendi hayatındaki yerini ve bu bölümü nasıl yazdığını da anlatacak. Böylece tura katılanlar hem bir romanı, hem onun yazılış sürecini hem de şehri aynı anda yaşayacak. Düşünüyorum da; bundan daha postmodern bir eylem, inanın aklıma gelmiyor. Ya sizin?

(Rezervasyon için: Antonina Turizm 0212 292 28 74 75 /0555 760 06 80)

4 Temmuz’da gerçekleşecek turun programı şöyle:

15.00- Taksim AKM önünde buluşma ve hareket

15.00-20.00-Ahmet Ümit’in anlatımları ile İstanbul Hatırası romanının izleri sürülecek.

20.30- Roman kahramanının aşkla yemek yediği mekanda akşam yemeğinde buluşma.

Yazının devamı...

Kim haklı?

Yazarlık zordur. Hayır, parasız-pulsuz kalmaktan ya da hapis yatmaktan bahsetmiyorum. Yazmaktan, yazmak için vazgeçilenlerden bahsediyorum. Bir yılbaşı gecesi herkes merakla Milli Piyango sonuçlarını beklerken, sizin tek başınıza daktilo başında oturmanızdan... Bazen bir kelime için saatlere yayılan gerginliklerden. Durduk yere çevrenizle didişip kavga etmenizden...

Ama yazarlık kadar zor olan bir başka şey varsa o da yazar eşi olmak... Şimdi birkaç dakikalığına yukarıda tarif edilen kişinin eşi olduğunuzu düşünün. Eşinizin yazma sancılarına eşlik ettiğinizi, katlandığınızı, durduk yere çıkan kavgaları, o rahat yazabilsin diye “çıt çıkamaz” bir evde yaşadığınızı... Ve tabii, yazarlık para etmediği için tüm aile adına sizin geçim mücadelesi verdiğinizi...

Sizce hangisi daha zor?

Yazarlar kırılmasın ama benim yanıtım yazar eşinden yana... Çünkü bir yazar tüm bu sıkıntılar sonucunda bir kitaba imzasını atar ama eşi tüm bu sıkıntılara sadece “bir eş” olduğu için katlanmıştır ve her evlilik gibi onun da bir gün bitme ihtimali vardır!

Peki o zaman ne olur? Bu süre içinde yazılan kitapların hakkı kimde kalır? Kalmalı?

Bana bu soruları sordurup yazdıran Fügen Ünal Şen’in, Bekir Yıldız’ın ilk eşi Güler Kurtcebe ile VatanKitap için yaptığı röportaj oldu.

Kurtcebe, Bekir Yıldız’ın ilk eşi... Fügen, kendisinin kapısını Everest Yayınları’nın tekrar bastığı kitapların hikâyesini dinlemek için çalmıştı ama Güler Hanım öyle bir hikâye anlatmış kitapların konuları da Bekir Yıldız’ın edebiyat anlayışı da bir anda geri plana düşmüştü. Çünkü Bekir Yıldız’ın 20 küsur yıllık evliliğini (ikinci eşi Oya Hanım’la evlenmek için) bitirmek adına altı kitabının yayın hakkını “nafaka” olarak ortaya koymuştu. Ama isterseniz, bu hikâyeyi Güler Hanım’ın ağzından dinleyelim...

* Bekir, 1962’de işçi olarak Almanya’ya gitmişti. Sonra “Burada tek başına çalışmakla yol alınmıyor, sen de gel” deyince ben de gittim. Konfeksiyonda çalışırken iki parmağım kilitlendi, o kadar çok çalışıyordum. Para biriktirip Türkiye’ye döndük, Bekir o parayla kendi matbaasını kurdu. Almanya’da yaşadıklarımızı anlattığı kitapları ile adını duyurdu. Bu arada ben de evde çocukları büyütüp onun için rahat bir çalışma ortamı sağlıyordum. Gece yazardı. Yazdıklarını ben daktiloya çekerdim. Fikrimi söylesem kızar, bağırırdı.

* Ona kırgın mıyım? Elbette kırgınım. Bir başka kadın için beni ve çocuklarını bırakıp gitti. Ailesine sahip çıkmadı. Toplumcu yazar olarak ün yapmışsın; ilk önce yıllarını paylaştığın kadına, çocuklarına sahip çık.

* İşte bu yüzden boşanma dilekçesindeki “şiddetli geçimsizlik” gerekçesini de kabul etmemiş Kurtcebe. “Çünkü Bekir beni bir başka kadın için bırakıp gitmişti, gerçeği saptırmamalıydı” diyor. Dava da bu nedenle uzayıp gidiyor. Sonra bir gün Bekir Yıldız “Ne istiyorsun boşanmak için” diye soruyor ona. O da “Mazimi” diyor, yani “kitapları!” diyor ve ekliyor: “Beni ‘Halkalı Köle’de nasıl bu kadar küçük görürsün?” (Bekir Yıldız’ın evlilik hayatını sorguladığı, eşi ve sevgilisi arasında kalan bir yazarı anlattığı öykü.) Bunun üzerine Bekir Yıldız “Al bu kitabı ister sakla, ister yak” diyor. İşte Güler Hanım’ın bir diğer kızgınlığı da onun bu tavrına; “Bir yazar, kitabından bu kadar kolay vazgeçer mi? O onun çocuğu. Ben çocuklarımın tırnağından vazgeçmem! Oradan çıktıktan sonra bir gece düşündüm ve ertesi gün avukatıma gidip “Boşanmak istiyorsa altı kitabın yayın hakkını bana devredecek” dedim... İşte bugün tekrar basılmaya başlanan kitaplar da bunlar: “Alman Ekmeği, Demir Bebek, Reşo Ağa, Beyaz Türkü, Evlilik Şirketi ve Harran...” Aralarında “Halkalı Köle”nin olmadığını fark etmişsinizdir, sanırım...

Yazının devamı...

Yeni katılımcılarıyla keyifli bir buluşma

Geçen pazar, VatanKitap ailesi, yazarlar, yayıncılar ve çevirmenler bir kez daha Dilek Pastanesi’nde bir araya geldik ve çok keyifli saatler geçirdik.

Gerçi, ilk başta hava sıcaklığından ötürü endişelenmedim değil. Çünkü Beyoğlu Dilek’in teras katı her ne kadar İstanbul rüzgarlarına açık olsa da, güneşle köşe kapmaca oynamak zorunda kaldık. Neyse ki, yarım saate kadar güneş dönmeye, misafirler de birer-ikişer dökülmeye başladı.

Bu kez kadro her zamankinden daha farklıydı. Öncelikle titiz çalışmaların ürünü olan tarihi romanları ve sıra dışı kişiliği ile Özlem Kumrular vardı. Kadın-erkek ilişkilerinin imkansız mutluluğu üzerine kaleme aldığı yeni romanı “Artık Ayrılsak Diyorum” ile gündeme gelen ve aynı zamanda medyatava yazarı olan Neslihan Acu ve Everest Genel Yayın Yönetmeni Sırma Köksal kahvaltıya ilk kez katılan diğer misafirlerdendi. Bu arada April Yayıncılık’ın keyifli kadrosuna da buradan “Aramıza hoş geldiniz” demek isterim. Ahmet Ümit ise yeni romanı “İstanbul Hatırası” için bir televizyon programına katılmış ama yine de kahvaltıya katılmayı ihmal etmemişti. Günışığı kitaplarından Özlem Toprak ise çocuk kitaplarındaki son yeniliklere ve trendlere ilişkin haberler getirmişti. Theodora kitabı ile kendinden söz ettiren Radi Dikici de sadık misafirler arasındaydı... Günün maestrosu her zamanki gibi Ahmet Tulgar, etrafa neşe katanı ise Leyla Umar ve Kalem Ajans sahibi Nermin Mollaoğlu’ydu... (Değişmeyen üçlü!) Vivet Kanetti ilk kez katıldığı kahvaltıda Hamdi Koç’a uyup tek lokma yemeyince aç kaldı. Hamdi, ayrıca kahvaltının en sportif ve pazar havasında olanıydı. Şortla gelmişti! Hepimiz onu kıskandık! Son dakika misafirlerimiz her zamanki gibi Doğan Kitap’tan Özlem Yaşarlar ve Alfa Yayın Grubu sahibi Vedat Bayrak’tı. Ama Bayrak, bu kez işi abartıp Özlem’den bile geç geldi! (İlan edilir!) Özetle; çok yedik, çok konuştuk, çok tartıştık, çok güldük ve “Altıncı artık teknede olsun” dedik! Ama o kadar keyiflendik ki, sohbet kesmeyince hep birlikte Ahmet Ümit’in Cevahir Alışveriş Merkezi’ndeki imza gününe de gittik!

Aile boyu imza günü

Ahmet Ümit geçen pazar Cevahir AVM D&R’daki imza gününe ailecek katıldı. Bir yandan torununun bebek arabasını salladı, bir yandan imza attı. Eşi Vildan gelince bebekle o ilgilendi. Bir süre sonra ekibe kızı ve damadı da eklenince (İstanbul Hatırası’nın tanıtım filmini onlar çekti) kadro tamamlanmış oldu. İşte gördüğünüz fotoğraf da Türk edebiyat tarihine geçecek bu tarihi imza gününün bir kanıtı...

Bu şenliyi kaçırmayın

Can Yayınları’nın kurucusu, rahmetli Erdal abimizin eşi, Can Çocuk’un sahibi Samiye Öz aradı... Türkan Saylan Çocuk Şenliği’nin bu yıl, 17-20 Haziran tarihleri arasında Düzce Akçakoca Belediyesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştireceklerini söyledi... Ancak ne yazık ki, söze “Şu yazarlar katılıyor, etkinlik sırasında şunları yapacağız” diye başlayamadı. Çünkü ilki Şişli’de gerçekleşen bu çocuk şenliği aleyhine yerel basında peş peşe haberler çıkmış hatta çocukların Ergenekon’a alet edildiği bile yazılıp çizilmişti. Duyunca çok üzüldüm. Oysa bu bir çocuk şenliği ve bu şenliğe katılanların hepsi kabul görmüş saygın isimler. İşte katılan yazar, çizer ve tiyatro oyuncularının isimleri: Aydın Ilgaz, Aydın İleri, Aysel Korkut, Balam Kenter, Betül Sayın, Bilgin Adalı, Cengiz Özek, Cihan Demirci, Emel Kehri, Erol Büyükmeriç, Feriha Erçek, Fusun İyicil, Gülsüm Cengiz, Halide Karaarslan, Hande Dilek Akçam, Işık Soytürk, Mehmet Bal, Mine Soysal, Mustafa Yıldız, Necdet Neydim, Nermin Şenol Kalyoncu, Nilgün Ilgaz, Nur İçözü, Özhan Mercan, Rıdvan Şoray, Semra Bolat, Sevgi Saygı, Sevim Ak, Sibel Demirtaş, Simla Sunay, Süleyman Bulut, Tijen Savaşkan, Uğur Önver, Ümit Kireççi.

Yazının devamı...

Sudokuyla işlenen cinayetler

Sudoku sadece bir bulmaca mıdır? Nurdan Beşergil’in Can Yayınları’ndan çıkan polisiye romanı “Bana Baktığın Gibi Bakma” bu soruya “hayır” diyor. Çünkü onun romanında sudokularla cinayet işleniyor. Cinayetleri aydınlatmak için gönüllü olarak kolları sıvayan ise sudoku uzmanı bir ev kadını.

* Sudoku’dan hareketle bir polisiye yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

Tahmin edebileceğiniz gibi, sudoku çözerken ortaya çıktı. Üstünde fazla düşünmeden ve detayları hesaplamadan, gerçekten de dediğiniz gibi bir fikir olarak oluştu. Başlarken bir polisiye kurgu peşinde değildim. Sudoku çözerken rakamların, olasılıkların ve değillemelerin bana neler düşündürdüğünü anlatabilir miyim acaba, diye yola çıktım. Bence anlatıdaki polisiye unsurlar, ön plana çıkmasını istediğim karakterleri ve düşünceleri sürükleyip götürme görevi görüyor.

* Polisiyelerin en önemli öğesi meraktır. Ancak git gide bu yerini dedektifin kişiliğine, olay detaylarına bırakmaya başladı... Bir de tüm bunların yanı sıra mizah da var. Neden böyle bir tarz?

Bence kitapta kılık değiştiren bir merak var. Neler olacağına dair merak, karakterler yerleştikçe ve olaylar ilerledikçe, şimdi ne diyecek, şimdi ne yapacak, acaba ne düşünüyor, merakına dönüşüyor. Bahsettiğiniz mizahsa, bence anlatının gerçekçi olmasını sağlıyor. Günlük yaşamımızda, özellikle de kitaptaki gibi beklenmedik olaylar karşısında, aslında hiç de ciddi düşünceler üretmiyoruz ve böyle durumlarda hiç de aklı başında laflar etmiyoruz. Bu yüzden, yani özellikle komik olmaya çalışmadığım için kitaptaki mizah yerine oturdu. Ayrıca mizah olarak değerlendirilen diyalogları ve yorumları, maksadını aşması ve söylediğinden daha fazlasını anlatabilmesi niyetiyle kullandığımı eklemeliyim.

* Siz sudoku çözüyor musunuz?

Çözmez miyim... Ama uzun süre çözmezsem elime aldığım ilk soru çizelgesine bakakalıyorum ve rakamlar da kutular da sanki hiç sudoku çözmemişim gibi yabancı geliyor. Bir de, bu kadar yıldan sonra hâlâ her sudoku sorusunu bitirdiğimde anlamsız bir boşluk hissediyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.