Royal Caribbean’ın daveti üzerine şu an Akdeniz’de hizmet veren en büyük yolcu gemisi olan Liberty of the Seas gemisini gezerek inceledim. Kurban Bayramında bir Akdeniz gezisi yapacak olan gemi keyifli olanaklar sunuyor. Royal Caribbean’a ait olan Liberty of the Seas gemisi 160.000 gross ton ağırlığında, 339 metre uzunluğunda, yaklaşık 3.500 yolcuya toplam 1.500 görevli ile hizmet veriyor.Gemideki üst güverte su parkı ve içinde dalgaların üzerinde sörf veya boogie yapabileceğiniz ilk sörf simülatörü FlowRider var. Ayrıca bir yüzme havuzu ve iki jakuzi bulunuyor. Geminin yan tarafından 4 metrelik çıkıntı yapan, denizin 35 metre üzerindeki üstü kapalı iki jakuziden birinde Akdeniz’in tadını çıkarmak da mümkün. Denizler üzerindeki en büyük kaya tırmanma duvarlarından biri, kapalı buz pateni pisti, minyatür golf sahası ve açık hava koşu pisti de aynı gemi içinde yer alıyor. Liberty of the Seas’de latin temalı kulüp Boleros’dan, 17. yüzyıl tarzı İngiliz pub dekoruna kadar çok farklı mekan seçeneği var. Aynı zamanda art deco tarzına sahip Arcadia Theatre’da gösteri izleme, Casino Royale’de şansınızı deneme, H2O Zone’da bulunan açık hava gece kulübünde eğlence veya dans etme gibi muhteşem seçenekleri de deneyebilirsiniz. Oyun oynamak istiyorsanız Karaoke mekanı On Air Club’ta sesinizi test edin. Muhteşem aerobik, spinning ve yoga derslerinin sunulduğu, hatta canlı çalan DJ’in bulunduğu Spa ve Fitness merkezi de mutlaka görmeniz gereken mekanlar.Gemide dostlarınıza e-kartpostal gönderebileceğiniz online İnternet Kafe de var.Akdeniz gezisinde görülecek limanlar;Barselona İspanyaProvence (Toulon), FransaVillefranche (Nice), FransaLivorno (Floransa/Pisa), İtalyaCivitavecchia (Roma), İtalyaNapoli (Capri), İtalyaLiberty of the Seas ile Kurban bayramında Akdeniz gezisi için: Setur Tel: 444 0 738 veya 0 (850) 210 0 738 www.setur.com.tr
Denize indikten sonra ilk seferini yapacak olan Costa Fascinosa’dan gelen davet benim için çekiciydi, çünkü programda, Adriyatik denizine limanları olan güzel kentlere geziler vardı. Fascinosa’ya binmek üzere Venedik’e gittim. Daha önceleri çok kez cruise gemileri ile Venedik’ten çıkış yapmış olmama rağmen geminin San Marco meydanı ve bütün şehrin önünden geçişi beni bu defa da çok etkiledi. Bir fotoğrafçı olarak meydanı adeta helikopterden izlermiş gibi böylesine yüksekten görmek çok keyifli...Costa Fascinosa’nın ilk seferi olması nedeni ile yepyeni bir gemide olmak ayrı bir keyif kattı seyahatime. Öte yandan içinde 3 bin kişinin bulunduğu bu gemide mekanların çeşitliliği ve büyüklüğü nedeni ile olsa gerek çok fazla insanla birlikte seyahat ettiğinizi hissetmiyorsunuz. Cruise seyahatlerinin giderek daha popüler olması gemilerin kalitesinin de artmasına neden oluyor. İlk dikkatimi çeken; kabinimin beklediğimden daha büyük ve ferah olmasıydı. Kabin için hizmet veren görevlilerin kabinden her çıkışımda içeriyi kontrol edip düzenlemeleri de önemli ayrıntılardan biriydi. Fascinosa’da keyifli veya eğlenceli zaman geçirmek için fazlası ile alternatif mekan ve aktivite mevcut. Kendi ilgi alanınıza yönelik birşeyler bulabileceğinizden emin olabilirsiniz. Kütüphane, sinema, çeşitli içerikteki şovlar, restorantlar, kafeler, oyun alanları, alışveriş için bir çok farklı mağaza, açık/kapalı havuz ve jakuziler, spor alanları, spa ve daha bir çok mekan var. Bu mekanların dekorasyonu ve kalitesinin de artırılmış olduğunu gözlemledim. Böylelikle denizde geçen seyir süresini keyifli bir hale getirmek kolaylıkla mümkün oluyor.Fascinosa ile Venedik’ten ayrıldıktan sonra ilk yanaştığımız liman Koper oldu. Küçük bir sahil şehri olan Koper bence bu yolculuğun en az ilgi çeken limanı idi. Ardından Trieste, Dubrovnik ve Split, her biri birbirinden güzel limanlardı ama benim favorim ise daha önce de bir çok kez gezdiğim ama doyamadığım Dubrovnik oldu.Edebiyat ve müziğin kenti TriesteTrieste: İtalya’nın doğusunda Slovenya sınırında olan yaklaşık 250 bin nüfuslu bir liman kenti. İkinci dünya savaşının sonunda yapılan anlaşma ile bölge eski Yugoslavya ile İtalya arasında bölüştürülmüş. Geçmişte edebiyat ve müzik kenti olarak bilinen Trieste bu gün yatların ve cruise gemilerinin önemli bir uğrak limanı ve çok fazla turist çekiyor.Dubrovnik: Adriyatik kıyılarının en güzel kentlerinden biri Dubrovnik. Aslında Dubrovnik için güzel demek çok fazla anlam ifade etmiyor. Bir cennet tasviri yapmanız gerekse bunu Dubrovnik ile anlatabilirsiniz. Dağlardan denize dimdik inen kayaların üzerine kurulu, bahçelerin içine saklanmış evleri, mavi ile yeşilin birbirine karıştığı berrak bir denizi ve tarihi dokusunu yaşamla buluşturmuş haliyle Dubrovnik tam da tatil yapılacak bir yer. Belki de bu nedenle tüm dünyanın olduğu gibi Türk turistlerinin de ilgisini fazlasıyla çekiyor. Hatta diyebilirim ki, son zamanların en trendi ülkelerinden biri haline geldi.Dubrovnik’te surları gezerken kafelere de mutlaka uğrayınÖzellikle kentin, eski şehir bölümü başlıbaşına zamanı durduran ve sizi neredeyse Ortaçağ’a götüren bir yer. Surlarla çevrili eski kente, Pile, Ploce, Peskarija ve Ponta kapılarından dört değişik noktadan giriliyor. Eski kentin adı Stari Grad. Şehri çevreleyen surlar üzerinde para ödeyerek (10 Euro) gezebiliyorsunuz ve buradan aslında hem Dubrovnik kıyılarını hem de surların içindeki eski kenti izleyebiliyorsunuz. Surların üzerinde bulunan kafeler de ayrıca keyif veren mekanlar. Surlardan indikten sonra bir kahve içip dinlenmek isterseniz eski kentin ortasından geçen ana cadde, Stradun üzerinde bulunan Orlando Kafe’ye gidin. Aynı cadde üzerinde istediğiniz yemeği yiyebileceğiniz bir çok restoran bulacaksınız. Hatta caddeye bağlanan daracık sokakların içlerinde de belki yüzlerce kafe ve restoran göreceksiniz.Split: Dalmaçya kıyılarının en büyük ve önemli şehri olan Split, aynı zamanda başkent Zagreb’ten sonra Hırvatistan’ın en büyük ikinci şehri olma özelliği taşıyor. Split, bir Akdeniz yerleşimi ve Adriyatik Denizi’in doğu sahilinde küçük bir yarımada üzerinde bulunuyor. Split, 1700 yıl öncesine uzanan tarihiyle bölgenin en yaşlı şehri olmasıyla da tanınıyor. I. Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya Krallığı’nın Hırvatlara ait antitesinin idari merkezi olan, II. Dünya Savaşı’nın ardından ise Split, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin bir parçası olmuş. 1991’den sonra ise Split, Hırvatistan’ın en önemli şehirlerinden biri haline gelmiş.
Yaz sıcağını yavaş yavaş hissetmeye başladığımız günlerde henüz tatil planlarını yapmamış olanların hayal kurmaya başladığını tahmin ediyorum. Yurt içi ve yurt dışı birçok seçenek var elbette ama bu hafta ben size, eşsiz doğa parçası üzerine kurulu bir otel Golden Key ve orada sunulan başarılı, bir o kadar da memnuniyet yaratma odaklı hizmetten bahsedeceğim. Yani Golden Key Bördübet otelini önereceğim. Golden Key Bördübet oteli Marmaris’ten Datça’ya giden yol üzerinden ayrılan bir sapakla kolaylıkla ulaşabileceğiniz Gökova körfezine bakan bir butik otel. En butik yanı da başta da belirttiğim gibi konumu. Çünkü kıvrılarak ve dönerek akan bir derenin kenarında, derenin üzerine doğru uzayan balkonları ile muhteşem bir doğa parçasında konaklama olanağı mevcut. Otel odaları oldukça geniş bir alana yayıldığı ve her biri ayrı bir doğa güzelliği sunduğu için oda seçmekte zorlanabilirsiniz. Meraklısına kuş gözlem odası bile var desem sanırım açıklayıcı olur. Odanızdan dereye baktığınızda ise neden bu kadar övgü dolu cümleler kurduğumu anlayacaksınız.5 dakika süren keyifli bir yolculuk sonunda denize ulaşılıyorBördübet’te odalar gibi restoran da derenin üzerindeki veranda da bulunuyor. Hatta derenin iki yakasından birindeki restoranı seçebilirsiniz. Mönü, otelde uzun yıllardır çalışan ve işinin ustası mutfak ekibinin ve aşçının elinden çıkıyor. Her öğün tam bir keyif. Sabah kahvaltılarınızı ve akşam yemeklerinizi bu mekanda alacaksınız. Hiç denizden bahsetmedim, çünkü o da çok özel. Odalarınızdan ve restorandan denizi görmeniz mümkün değil. Sadece yeşil renk göreceksiniz ve elbette çiçekleri. Peki deniz nerede diye soruyorsunuz değil mi? Deniz her istediğinizde 5 dakika süren keyifli bir ulaşım ile size sunuluyor. Dere üzerinde günün her saatinde ve aslında siz ne zaman isterseniz, plajın bulunduğu yarımadaya götürecek bir tekne bulunuyor. İstediğiniz anda götürüyor ve istediğinizde geri getiriyor. Siz daha su kaplumbağası gördüm, şimdi daldı veya ördek yavruları geliyor derken tekne denize çıkıyor ve Gökova’nın mavisi ile buluştuğunuz anda az ileride bulunan yarımadayı görüyor, birkaç dakika içinde plaja iniyorsunuz. Bu plajda her türlü su sporu yapmanıza imkan var. Ayrıca öğlen yemeğinizi de burada alabiliyorsunuz, çünkü güzel bir başka restoran da burada yer alıyor. Tütsülenmiş patlıcan ile yapılan etsiz lahmacunu ve pizzaları özellikle tavsiye ederim. Ayrıca hemen tüm salatalar doyurucu ve herbiri birbirinden lezzetli. Restoranın arkasında bulunan patikayı izleyerek adanın yukarısına doğru yürümezseniz çok şey kaçırırsınız. Kısa bir yürüyüş ile adanın zirvesine ulaşabilirsiniz. Butik otel olmak böyle bir şey dedirtircesine yol üzerinde kayalar arasına gizlenmiş ses sisteminden gelen müziği de duyabilirsiniz. Adanın zirvesine çıktığınızda ise göz alabildiğine Gökova körfezi uzanacak önünüzde. Gündüzleri burada kitap okumak çok keyifli oluyor. Ama sevgilisine özel bir yemek sürprizi yapmak isteyenlere akşam yemeği için burayı kullanmalarını tavsiye ederim.Nasıl gidilir?Golden Key Bördübet oteli Marmaris’e 30 km mesafede ve Datça yolu üzerinde. Datça’ya doğru yol alırken Bördübet taselasını sağda görebilirsiniz. Dalaman’dan otele ulaşmak 2 saat sürüyor.Golden Key Bördübet Telefon: 0252 436 92 30Web: www.goldenkeyhotels.com E-mail: bordubet@goldenkeyhotels.comÇocuklu aileler için özel tasarlanmış evler bulunuyorGolden Key Bördübet’te çocuklu aileler de düşünülmüş. Çocuk odalı ve aslında bir ev gibi olan yer de tutabilirsiniz. İçinde birden fazla oda olan evler bu amaçla yapılmış. Ayrıca tüm odalar son derece minimalist bir şekilde dekore edilmiş, göze batan ve rahatsız eden hiçbir şey yok. Yaz yaklaşıyorken yabancı turistlerin çok önce keşfettiği ve sürekli geldiği Golden Key Bördübet’te yer bulabilmek için bence şimdiden arayın. Ada’da ki akşam yemeği için de gider gitmez rezervasyonunuzu yaptırın derim.
Bundan 700 yıl önce küçük bir balıkçı köyü olan Amsterdam’ın, günümüzde eğlence hayatının en yoğun kentlerinden biri olabileceği kimsenin aklına bile gelmezdi desek yalan olmaz. Ben bir pazar günü gittim Amsterdam’a. Tuhaf bir durgunluk vardı kentte... Aklımdan geçenleri anımsıyorum. ‘Bana yanlış bilgi verildi’ diye düşünmüştüm. Hani bu kentte gece hayatı günlerce sürerdi? Bu kuşkularım Amsterdam’da birkaç gün geçirdikten sonra yok oldu, çünkü eğlencenin doruklarda yaşandığı kentte insanlar büyük partiler vermeye perşembe gününden başlıyorlar ve bu partiler, cumartesiyi pazara bağlayan gecenin sabahına kadar sürüyordu.Yeldeğirmenleri, laleleri, peyniri ve kanallarıyla ünlü kentin rengi kırmızıAmsterdam’da gece hayatı çok hareketli. Bu nedenle kentin renginin kırmızı olduğunu düşlüyorum. Ve bu kırmızı kenti kaplayan kanalların, yaşamda ayrı bir yeri var. Kentin yaşam damarları gibiler adeta. Sonra kanalların iki yanında birbirine yaslanmış gibi duran evleri izliyorum. Daracık cepheli bu evlerin çiçeklerle bezeli pencereleri var. Merdiven aralıkları da dar olsa gerek ki, sonradan öğreniyorum gerçekten de bu merdivenlerden büyük eşya taşımak neredeyse olanaksız. Bu nedenle Amsterdam’da yaşayanlar yıllardır sadece pencerelerden taşıyorlar büyük ev eşyalarını... Amsterdam’ın en dar evi ise Sinelgracht kanalı üzerindeki 7 numaralı evmiş. Kente gelen turistlerin oldukça ilgisini çeken bu evin toplam genişliği yalnızca sokak kapısının büyüklüğü kadar. Aynı kanalda, bir zamanlar yalnızca sudan girilebilen sarhoşların hapsedildiği bir zindan da ilgimi çekiyor.Kanal evlerinin pencereleri eşya taşımak için idealDar bir alana inşa edilen kanal evleri geniş pencereleri, Kuzey Avrupa mimarisinin tipik örneği olan sivri çatıları ve suyun üzerine ya da birbirlerine doğru eğimlerinden kaynaklanan iç bükey görüntüleriyle ünlü. Bu tarihi evlerin dar ve dik merdivenleri ise gerçekten kimi zaman ürkütücü olabiliyor.Ancak sokaklardaki yaşam, bu görüntülere tam bir tezat oluşturuyor. Bu tarihe hapsolmuş gibi duran evlerin aralarında ilerleyen dar sokaklarda bisikletlerine binmiş giden kravatlı iş adamları, modern giyimli rengarenk saçlı kızlar, erkekler, atlarıyla devriye gezen polis memurları başka bir zamandan buraya gelmiş gibiler. Amsterdam dört büyük kanalın çevrelediği bir kent. Yönümü bu kanallara ve onları dik olarak kesen küçük kanallara göre belirliyorum. Jordaan ve Merkez olmak üzere iki büyük bölüme ayrılan kent, Leidseplein, Rembrandplein, Koningsplein, Dam, Waterlooplein gibi alanlarda hayat buluyor. Bu kenti doyasıya gezmek isteyenlere tavsiyem; bisiklete binmeleri ya da tramvayları kullanmaları. Küçücük dar sokaklardaki rengarenk mağazalar, kafeler, restoranlar ve dar cepheli evleriyle bu kent bir rüya gibi...Her zaman Avrupa’nın en zengini olduHani bizim eski İstanbullular eski ve kültürlü aileler olmalarıyla övünürler ya, işte bu durumun aynısı Amsterdam’da da var. Jordaan’lılar kendilerin asla Amsterdam’lı olarak kabul etmiyorlar. Onların sayıları da aynen eski İstanbullular kadar azalmış. Tarihte adı Amstel olan Amsterdam’da bir zamanlar halk nehirlerin taşmasına engel olmak için Dam Meydanı’na bir baraj yapmış. Ve kentin adı ‘Amstelredamme’ olmuş. 17. Yüzyıl’ın en zengin kentlerinden olan Amsterdam, yarattığı mimari ile övünüyor olmalı diye düşünüyorum. Kentte yaşayanların anlattıklarına göre; 17. Yüzyıl’da kentin çevresini kanallardan yapılmış bir daireyle çevirmek gibi çok iddialı sayılacak bir heyecanla sarsılan Amsterdamlı şehir plancıları bu isteklerin başardılar ve kent bir kanallar ve köprüler kenti haline geldi. Bu yanıyla biraz Prag’ı hatırlatıyor olsa bile arada çok fark olduğunu görüyorum. Köprüler tamam ama kanalların çevresindeki dar cepheli evler Amsterdam’ı çok özel kılıyor. Kenti keşfetmek için kanalları gezin Amsterdam kentinin sayısız kanalları arasında Keizergracht, Singelgracht, Herengracht ve Prinsengracht, Bouwersgracht, Leliegracht var. Bu kanallar boyunca sıralanan evler kentin eskiden yaşayanları hakkında önemli oranda fikir veriyor. Amsterdam’ı keşfetmek için bu kanallar boyunca gezmek gerek diye düşünüyorum. Örneğin Heren Kanalı geçmişte Amsterdam burjuvazisinin tercih ettiği bir bölgeymiş. Şimdi artık devletin malı olan üç katlı bir ev müze haline getirildiği için o dönemde yaşayanların estetik beğenileri hakkında önemli ip uçları veriyor. Günümüzden 300-400 yıl önce yaşayan insanların estetik bakış açılarının böylesine geniş olabileceğine inanmak zor ama görüyorum ve inanıyorum. Böylesine bir kültür bombardımanından sonra bir kahve içmek için oturmak istiyorum. Bulduğum ilk kafede soluklanıyorum. Etrafımda dolaşan garsonlar, genç kadınlar ve adamlar Akdeniz ırkından çok farklı. Hepçi çok uzun boylu ve sarışınlar ama bu kentteki siyah nüfusu da yabana atmamak gerek. Bisikletleriyle ulaşımlarını sağlayan kent halkı güne çok erken saatlerde başlıyor ve gerçekten çok yoğun çalışıyorlar. Ama hafta sonlarında bunun acısını çıkartıyorlar. Nerede kalınır?Renaissance Amsterdam HotelKattengat 1 Amsterdam 1012 Renaissance Amsterdam Hotel’de kalmak için Marriott Otelleri Türkiye Temsilciliğini arayarak hiç bir ek ücret ödemeden rezervasyon yapabilirsiniz.Marriott Otelleri Türkiye TemsilciliğiTel: +90 212 2750444 (pbx)Fax: +90 212 2750888
İngilizce öğrenmek isteyenlerin tercihi olarak öne çıkmış olan Malta aslında güzel bir tatil merkezi. Güneşlenmek, gezmek ve yeni insanlarla tanışmak için tavsiye edebileceğim bir ada. Ben Malta ile Royal Caribbean’ın bir cruise gezisi rotasında bulunduğu için tanıştım ve çok da sevdim. Malta’ya direkt uçakla ulaşabilirsiniz. Ancak benim yaptığım gibi bir cruise gezisine katılarak da gidebilirsiniz. Malta takımadaları 3 büyük, 2 küçük adadan oluşuyor. Büyükleri: Malta, Gozo ve Comino. Takımadalar arasında en büyüğü olan Malta’dır.Malta’da gezilecek yerlerValletta1565 yılında Osmanlı ordusu ve donanmasının gerçekleştirdiği Büyük Kuşatma sonrası inşa edilen Valletta, bugün de Malta’nın başkenti. Ortaçağ’ dan kalma yapısını koruyan kent UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor. Şehrin girişinde göreceğiniz görkemli Auberge de Castille bir zamanlar İspanyol şövalyelerin hanı olarak kullanılıyordu. Bugün ise başbakanlık binası. Biraz ilerde Baracca Bahçesi’nden bütün Büyük Liman’nın harika bir manzarası izlenebiliyor.MdinaSt. Jean Şövalyeleri Malta’ ya gelinceye kadar adaların başkenti olan Mdina, Malta Adası’nın en yüksek tepesi üzerinde yer alıyor. 18. y.y. başında tüm şehir yenilenmiş olmasına rağmen Ortaçağ’a ait karakteristik özelliklerini kaybetmemiş. Büyük bir kale içinde yer alan Mdina’nın dar sokaklarında taşıt trafiği olmaması nedeni ile huzurlu bir sessizlik içinde tarihi dokunun keyfini çıkarabilirsiniz. Düzenlediğimiz turlarda Mdina yakınında yer alan cam yapım atölyelerini de ziyaret ediyoruz. Burada cam bibloların yapılışını görebilir ve alışveriş yapabilirsiniz.MostaDünyanın en büyük kilise kubbelerinden birine sahip olan, mimarisinde Roma’da bulunan Pantheon’dan esinlenilmiş Mosta Katedrali şehrin en önemli özelliği. 1942 yılında şehre atılan bir bomba bu katedrale isabet etmiş ve patlamadığı için halk kilisenin farklı bir kutsallığı olduğuna inanmış. Bugün de bu patlamayan bomba ve o döneme ait eserler kilise içinde sergileniyor.Marsaxlokk & MarsascalaMalta’nın güneyinde yer alan bu balıkçı köyleri her ne kadar modern turizmin gelişmesi ile tatil merkezlerine dönüşmüş olsalar da geleneksel havalarını koruyorlar. Ülkenin en ünlü balık restoranları bu köylerde deniz kıyısında bulunuyor. Pazar günleri Marsaxlokk limanında kurulan sokak pazarını da kaçırmamalısınız.GozoMalta’nın kardeş adası Gozo’da en az merkez ada kadar ilginç. Zamanın yavaş geçtiği, sessizlik ve sakinliğin hakim olduğu bu adada yine Malta’da olduğu gibi adanın en yüksek yerinde adanın başkenti Rabat (Victoria) kalesi, katedrali, adalet sarayı ve piskoposluk sarayı ile yükseliyor. Kale surlarından Gozo adasının tamamını, Malta’nın batı kıyısı falezlerini ve kuzey kıyılarını görebileceğiniz harika bir manzara izlemek te mümkün. Truva, Gladyatör, Monte Cristo Kontu gibi ünlü filmlerin çekildiği Dweijra’daki kaya oluşumları, iç deniz ve mercanlar benzersiz güzellikte olmanın yanında ülkenin en önemli dalış noktası olma özelliğine sahipler. Ta Pinu Kilisesi’ni Papa Jean Paul II ziyaret ettiği zaman bütün ada halkı orada toplanmış. Dünyanın her yerinden ziyaretçileri olan bu kilisede dua etmenin amansız hastalıklara iyi geldiğine inanılıyor.* ŞehirlerVittoriosa, Cospicua ve Senglea’dan oluşan ve Büyük Liman’a bakan bu bölge “3 Şehirler” diye bilinir. Bunun nedeni bu üç şehrin Osmanlı kuşatması sırasında Malta’nın savunulmasında çok önemli bir rol oynamış olması ve sonrasında Büyük Üstat Rafael Cotoner döneminde bu üç şehrin etrafına özel surlar yapılmış olmasıdır. Vittoriosa bu üç şehir arasında en önemli ve ilginç olanıdır. St. Jean Şövalyeleri Rodos’tan ayrılıp Malta’ya geldiklerinde ilk olarak burada yerleşmiş ve ilk kalelerini, kiliselerini, hastanelerini ve hanlarını burada yapmış, buna bağlı olarak Büyük Kuşatma sırasında Şövalyeler’e ait karargah merkezi burada St. Angelo Kalesi’nde kurulmuştur. Kuşatma sonrasında Valletta kenti kurulunca yönetim merkezi de buraya taşınmıştır.Vittoriosa’ nın en ilginç yerleri arasında Ziya Gökalp, Şemsettin Sami gibi önemli Türk aydınlarının da sürgün edildiği St.Angelo Kalesi, bugün Denizcilik Müzesi olarak kullanılan Royal Bakery, St.Lawrence Katedrali, Engizisyon Sarayı ve Büyük Kuşatma Anıtı’ nın bulunduğu meydan sayılabilir. Senglea ise Malta’da seçilen ilk Büyük Üstat olan Jean Claude De La Sengle tarafından kurulmuş olması nedeni ile onun adını taşıyan küçük bir şehir. Malta’nın en güzel gözetleme kulesi olan Gardiola burada bulunuyor ve tüm Büyük Liman’ ın en güzel manzaralarından birini sunuyor.Setur, Royal Caribbean gemileri ile kısa ve uzun Akdeniz turları düzenliyor* Akdenizin en büyük yolcu gemisi Libertiy of the Seas ile uzun Akdeniz turları 02 Haziran, 21 Temmuz, 18 Ağustos, 22 Eylül ve 20 Ekim’de * Akdenizin en büyük yolcu gemisi Libertiy of the Seas ile kısa Akdeniz turları 03, 18, 23, 28 Mayıs’ta.* 5 Yıldızlı Mariner of the Seas ile Batı Akdeniz turları 23 Haziran ve 21 Temmuz’da.* Adventure of the Seas ile Batı Akdeniz turları 01, 08 ve 15 Temmuz’da.Setur Tel: 444 0 738 veya 0 (850) 210 0 738 www.setur.com.tr
Afrika doğası deyince hemen herkesin aklına küçük ağaçlardan ve çalılardan oluşan savan ormanları veya belgesellerde bolca gördüğümüz Masai Mara veya Serengeti düzlükleri gelir öncelikle. Afrika çoğunlukla kurak ve sıcak olarak anımsanır. Bu genelde doğru da olsa tam aksine yine aynı coğrafyada bazı yerlerde doğanın büyüleyici güzelliğini görmek de mümkündür. Çok az yerde karşınıza çıkacak yemyeşil doğanın, çiçeklerin bulunduğu bölgeler de vardır. Hatta bu yüzden doğanın yeşil kalbi de denebilir Afrika’ya. Kenya’da bulunan Nakuru Gölü Milli Parkı işte tam da buna örnek bir yer. Bu gölün adını daha önce duymamış olsanız da eminim bir çoğunuz bir filmde görmüşsünüzdür. Karen Blixen’in yazdığı kitaptan uyarlanan Sydney Pollack’ın yönetmenliğini yaptığı Meryl Streep ve Robert Redford’un başrollerini oynadığı o meşhur “Out of Africa” filminden söz ediyorum. İzleyenler filmin başındaki o büyüleci sahneyi hemen anımsayacaktır. Göl üzerinden havalanan flamingolar her yeri pembeye boyar adeta. İşte bu yüzden Nakuru gölü kıyıları yüksek ve uzak bir noktadan bakıldığında pembe görünür. Çünkü mevsimlere göre sayıları değişmekle birlikte göl üzerinde bulunan flamingoların sayısı bazen 600 bini bulur. Elbette göl üzerinde sadece flamingolar değil yüzlerce farklı kuş türü yaşıyor bugün bile. Ama estetik görünümleri ve renkleri ile en çok onlar ve bir de şirin halleri ile pelikanlar dikkat çekiyor. En büyük ve uzun ağaçların ülkesi...Nakuru’ya 1985 yılında çevrilen Out of Afrika filminden onca yıl sonra şimdi bu gün bile gitseniz görüntü o günlerdeki kadar etkileyecektir sizi. Dünyada çok az yerde görebileceğiniz büyüklükteki ağaçları hayranlıkla izleyeceksiniz. Ağaclar o denli büyük ki yatay dalları bile ülkemizdeki bir çok ağacın gövdesinden daha büyük ve heybetlidir. Hele bir de şanslı iseniz o yatay dalın üzerinde büyük bir keyifle yatan leopar bile görebilirsiniz. 70 den fazla ülke gezmiş ve Afrika’da uzun zaman geçirmiş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki yeryüzünde en iyi leopar izlenecek ve fotograflanacak yer burasıdır. Son gidişlerimden birinde çektiğim bir fotografı Nakuru’yu hiç görmemiş birine gösterdiğimde bana sorduğu soruyu unutamıyorum. “Bu leopar minyatür mü?” diye sormuştu. Hayatında o kadar büyük bir ağaç görmemiş biri için normal ama Nakuru’yu görsel hafızasına veya fotograf arşivine katmış biri için de o kadar komik bir sorudur bu.Kıtanın yeşil kalbine yolculuk...Nakuru Milli Parkı içinde veya hemen park girişine yakın bir safari kampında kalarak bölgeyi safari araçları ile gezmek son derece kolay. Hatta yollar Masai Mara veya diğer milli parklardakilerden çok daha düzgün ve sarsılmadan keyifle her yere ulaşılabiliyor. Park içerisinde bulunan Baboon Cliff adlı tepeden tüm gölü izleyebilir birbirinden güzel manzara fotografları çekebilirsiniz.Nakuru’da görebileceğiniz hayvanların hepsi bu yazıya sığmaz ama başlıcaları; leopar, aslan, bufalo, baboon, sırtlan, çakal, flamingo, pelikan, balıkçıl ve bir çok kartal türü diyebiliriz. Mesela aslanları hiçbir yerde görmeniz mümkün olmayan yemyeşil ağaçların altında izleyebilirsiniz. Bölgedeki safari kampları da safari dışındaki saatlerinizi geçirmek için keyifli ortamlar sunarlar. Genelde Masai Mara’ya giden turistler Nakuru’ya 1 gece konaklamak üzere gelip biri öğleden sonra ve diğeri de ertesi sabah olmak üzere 2 safari yapıp ayrılırlar. İşte tam da burada önemli bir tavsiyem var. Nakuru en az 2 gece geçirilmesi yani 4 safari yapılması gereken bir yerdir. Oraya kadar gidip birşey anlamadan dönmek istemezsiniz diye düşünüyorum. Benim son Nakuru ziyaretimde ikinci gün bir anda yağmur başladı. Bu kadar hızlı ve iri taneli yağan bir yağmur çok az görülür cinstendi. Ve tam o sırada bir aslan ailesi ile karşılaştık. Araçların tavanları yukarı kaldırıldığından yağmur üzerinize yağmıyor ve yağmur sırasında bile izlemeye hatta fotograf çekmeye devam edebiliyorsunuz. Ben de öyle yaptım. Yemyeşil bir ormanın içerisinde sırılsıklam olmuş aslanları mis gibi kokan bir doğayı duyarak izledik ve görüntüledik. Yağmur bitince yerden yükselen su buharı ormanı daha da büyüleyici bir görüntüyle sunuyor. Bu nedenle ben Nakuru’da hep yağmur yağmasını isterim, doğanın o büyüleyici görselliğine kavuşabilmek için. Kenya’nın başkenti Nairobi’ye karayolu ile yaklaşık 2 saat uzaklıkta bulunan Nakuru’ya giderken kullanılan yolun tamamı asfalt kaplı ve oldukça düzgün bir yapıda. Nakuru’ya gitmek için: Setur Şeker Bayramı tatilinde 19-26 Ağustos’da bir Masai Mara ve Nakuru turu düzenliyor. 9 kişinin katılımı ile sınırlı bu seyahate katılmak ve detaylı bilgi almak için Setur Tel: 444 0 738 www.setur.com.tr Seyahat hakkında detaylı bilgi için: tolgat@setur.com.tr
Almanya’da birçok şehri görmüş biri olarak, Viyana’ya ilk geldiğimde hislerim şöyle olmuştu: Alman kültürünü yaşayan hiçbir şehir size aristokrasiyi Viyana kadar hissettiremez, yine aynı şekilde hiçbir şehir size sanatı ve klasik müziği günlük hayatın içinde bu kadar yalın ve doğal bir şekilde sunamaz.Bu, tarih ve sanat kokan kentin nüfusu İstanbul ile kıyaslandığında oldukça az. Sadece 1,5 milyon civarında insan yaşıyor. Kentle özdeşleşen Tuna nehri merkezin biraz doğusundan akmasına karşın Tuna kanalı şehrin tüm merkezini katediyor. Tarihine baktığıımzda da, MS 1’nci yüzyılda bir Roma garnizonu haline gelen Viyana 13’ncü yüzyılda Habsburg hakimiyeti altına girerek aristokrat kimliğinin ilk oluşumlarını başlatmış. Bu nedenle kenti gezip, keşfetmeye çalışanlar kendilerine yakın hissedecekleri bir Viyana mutlaka bulacaklardır...* Rönesans Viyana’sı mı?15’nci yüzyılda 1’nci Maximilian, şehri önemli bir sanat merkezi haline getirmiş. Hofburg’daki Schweizertor Rönesans Viyana’sının ayakta kalan en renkli eseridir. Ve burası Hofburg saray kompleksinin anıtsal giriş kapısıdır.* Barok Viyana mı? 1683’deki Osmanlı kuşatmasının ardından şehir genişlemeye başladı. 4’ncü Karl döneminde Karlskirche ve Belvedere Sarayı, ayrıca Türk seferinin kahramanı sayılan prens Eugene için muhteşem bir kışlık saray inşa edildi. Bu saray günümüzde Maliye Bakanlığı binası olarak kullanılıyor. Viyana’nın her yanı Barok mimarinin izlerini görebileceğiniz olağanüstü eserlerle dolu. * Maria Theresa Viyana’sı mı?Maria Theresa’nın uzun saltanatı boyunca Schonbrunn sarayı tamamlandı ve saray Avrupa’nın müzik merkezi oldu.* Ringstarsse Viyana’sı mı?İmparator Franz Joseph şehrin surlarını yıkarak yerine Ringstrasse’yi, üzerine saray ve binalari inşa ettirerek şehrin tarihindeki unutulmaz yerini aldı. Avrupa’nın en güzel müzelerinden biri olan doğa tarihi müzesi ve sanat tarihi müzesi böylece şehre kazandırılmış oldu.Severek gezeceğiniz mekanlarLandtmann: Freud’un sık sık geldiği bu kahvenin müdavimleri günümüzde tiyatrocular, gazeteciler ve politikacılardır. Central: Bir zamanlar yazarların gözde yeri olan bu mekan tüm kahvelerin içinde en muhteşem dekorasyona sahip olanı.Sperl: Meyveli turtaları bir harika.Eiles: Devlet görevlileri ve avukatların gözde kahvesi.Museum: Sanatçıların ve öğrencilerin tercih ettiği bir mekan olarak kabul ediliyor. Hawelka: Şehrin en bohemi diyebiliriz. Atmosfer sıcak ve gösterişli. Prückel: Yerel halkın gözde mekanlarından. Kleines: En küçük kahve. Evinizin salonu gibi.Frauenhuber: Mozart’ın eserlerini çaldığı kahve. Staatsoper yani Viyana Devlet Operası, Viyana’nın gururu olarak kabul ediliyor. Ne yenir?Viyana’ya gelip Wiener Schnitzel yemeden dönmek olmaz. Dana eti dilimlerinin galeta ununa bulanarak tereyağında kızartılmasıyla pişirilen yemeği en iyi tadabileceğiniz yer Figlmüller. Schnitzelden sonra midenizde hala yer kaldıysa ünlü Sacher Otel’e kadar yürümek ve burada keşfedilen Sachertorte’yi tatmanızı öneririm. Eğer Viyanalılarla birlikte şarap içmek için değişik kızartmaların tadına bakmak isterseniz gideceğiniz mekan kesinlikle Grinzing Köyü. Viyanalılar bu köye hâlâ geleneklerini sürdürmek için gidiyorlar. Viyana’da keşfedilecek yerler* Sigmund Freud’un evi: Freud’un 1891’den 1938’e kadar yaşadığı bu ev restorasyondan sonra ziyarete açıldı.* Hofburg Sarayı: Buradaki daireler 20’den fazla odadan oluşıyor ve Franz Joseph’in ve kraliçe Elisabeth’in tören salonları ve ikametgahları da burada yer alıyor.* Schönbrunn Sarayı: Versailles Sarayı’na rakip olarak yapılan bu saray mutlaka gezilmeli. Belvedere Sarayı: Prens Eugene’in yazlık sarayı ayrıca da bahçeleriyle ünlü. * Figarohaus: Mozart 1784‘ten 1787’ye kadar bu barok binada yaşadı ve ünlü eseri Figaro’nun Düğünü’nü burada besteledi. * Sanat Tarihi Müzesi: Ringstrasse üzerinde doğa tarihi müzesi karşısında yeralan bu müze mutlaka gezilmeli.* Stekhansdom: Şehrin sıfır noktasında bulunan Stephansdom Viyana’nın sembolü olmuş bir katedral ve size bir göz ziyafeti çekecek.Viyana’da en zor konulardan biri hangi kahveye gideceğinize karar vermek. Kahveler pek çok işleve sahip ve şehir hayatında önemli bir yer tutuyor. Bir kahvehanede gazetenizi okuyabilir, yemek yiyebilir, briç oynayabilir, içki içebilir, müzik dinleyebilir ya da arkadaşlarınızla muhabbet edebilirsiniz. Viyana’da ilk kahvehaneler 1683 yılındaki Osmanlı kuşatmasının kalkmasının ertesinde Osmanlı ordusunun bıraktığı kahve çuvalları ele geçirildikten sonra açılmış ve bir daha da şehrin hayatındaki ayrıcalıklı konumunu bırakmamış.Viyana’ya gitmek için:Setur Budapeşte-Viyana-Prag şehirlerine 16-23 Haziran, 01-08 Temmuz, 14-21 Temmuz ve 21-28 Ekim tarihlerinde tur düzenliyor.Setur Tel: 444 0 738 veya 0 (850) 210 0 738 www.setur.com.tr
İspanya’nın güneybatısında yer alan Sevilla’ya düzenlenen tur için Setur’dan davet aldığımda turu kaçırmamaya karar verdim. Bölgeyi iyi bilen ve keyifli bir anlatımla tanıtan Setur’un rehber koordinatörü Uğur Soner’in bilgi ve deneyimlerinden yararlanarak gezmek de çok önemliydi...İspanya’dan bahsederek başlamak istiyorum yazıma... Endülüs tarihi yalnızca İspanya’nın değil, Avrupa tarihinin en önemli kilometre taşlarından birini oluşturuyor. 1711 yılında Tarık bin Ziyad’ın ordularıyla bu bölgeden İber Yarımadası, dolayısıyla Avrupa’ya ayak basması ve 1492 yılına kadar bu bölgede devam eden İslam uygarlığı günümüz İspanya’sının kültürel kimliğinin en önemli parçalarından birini teşkil ediyor. Ve bu bölge, yani Endülüs’ün Cordoba ve Granada ile birlikte 3’lü saçayağından birini oluşturan Sevilla ya da Arapça adı ile Isbiliye, Katolik, Musevi ve İslam kültürünün değerleriyle yoğrulduğundan inanılmaz zengin bir kültür mirasına sahip. Bu durum insanların görünüşlerine bile yansımış. Sevilla’da karşılaştığımız yerli halk, Madrid veya Barcelona’da rastladığımız insan tiplerinden oldukça farklı. Daha esmer, şiveleri biraz daha değişik, konuşmalarında çok daha fazla Arapça kökenli sözcük kullanıyorlar. Yüzlerinde ise, yüzyıllardır bütün bu değişik kültürlerin yükünü taşımaktan yorgun düşmüş bir ifade saklı sanki.Flamenko ile eğlencenin doruğunda gezineceksinizSevilla’nın en önemli özelliklerinden biri de kentin bir eğlence merkezi olması. Çingene mahallesine giderseniz eğlencenin sokağa taşmış halini görecek, fotoğraflayabileceksiniz. Burada hava kararınca insanların sokaklara dökülüp dans ettiğine tanık olacak ve izlemekten de büyük keyif alacaksınız.Akdeniz sularında yaratılmış en renkli mozaiklerden biri olan flamenkonun kökleri Akdeniz’in ötesine, bir yandan Hindistan’a diğer yandan da Harun Reşit’in sarayına kadar gidiyor. Hindistan’dan göçen çingeneler Endülüs’te Arap mirasıyla buluşunca ortaya çok özgün bir müzik ve dans kompozisyonu çıkmış. Arap mirasını taşıyan da Emevi sarayından halifenin öfkesi yüzünden kaçan Ziryap’mış.Arapça fellah (köylü) ve mengü (göçer) sözcüklerinden türeyen flamenko, bugün hâlâ çağdaş gösteri sanatları arasında ayrıcalıklı yerini koruyor. Tablao adı verilen mekanlarda seyircisiyle buluşan flamenko, İspanya’da yaşayabileceğiniz en otantik ve heyecanlı deneyim olacak eminim.Sevilla’da hâlâ 1929 yılında yapılmış Güney Amerika ülke pavyonlarını gezmek mümkün. Sonuç olarak Sevilla’da görülecek o kadar şey var ki insan gezmeye doyamıyor.Görmeden dönmemeniz gereken yerler:* Plaza de Toros de la Maestranza: İspanya’nın en eski arenaları arasında. * Altın Kule: Yeni dünyanın tüm hazinelerinin gemilerden boşaltıldığı mekan.* Santa Cruz Mahallesi: Eski Sevilla’nın kalbi. Alkazar ile katedral arasında.* Katedral ve Giralda Çan Kulesi: Kolombun mezarını barındıran ünlü katedralin minareden devşirme çan kulesi La Giralda kendisinden bile ünlü.* Alkazar Sarayı: 14’üncü yüzyıldan beri Endülüs’ün kalbi. Granada’daki Elhamra’dan sonra en büyük ikinci saray. Magrip ve Gotik öğeler taşıyor.* Triana bölgesi: Ortaköy’ü andıran bu şirin mahalle eskiden flamenkonun kabesi. Günümüzde flamenko ile ilgili çok şey kalmasa da canlı müzik yapılan barları ve salaş kafeleri ile gençler arasında hala revaçta. Cartuja Adası’nda, içinde omnimax sinema, eğlence parkı, roller coaster olan “Isla Magica”, alışveriş alanı, müzeler gibi seçenekler bulabilirsiniz. Eski kent merkezini çevreleyen duvarların dışında daha düzenli bir planlamaya dayanan konut ve sanayi alanları uzanıyor. Kentin güneyindeki Maria Luisa Parkı güzel bir yeşil alan. Roma İmparatoru Traianus’la Hadrianus’un doğum yeri olan İtalica kenti yıkıntıları Sevilla’nın 8 km. kuzeybatısında bulunuyor. Amfitiyatrosu etkileyici. Nerede yemeli?* Rio Grande: Quadalquivir nehri üzerinde deniz ürünleri ve paellası ile ünlü bu mekanda oturup altın kuleyi ve katedrali karşıdan seyretmeye doyum olmuyor.* El Giraldillo: Tapaslari ile ünlü bu restoran katedralin hemen yanı başında.* Asador de Aranda: Merkezin biraz dışında olmasına karşın harika etleri özellikle kendi yetiŞtirdikleri süt kuzularIndan yaptıkları tandır sayesinde daima Sevilla sakinlerinin uğrak yeri olan bu mekan, etseverlerin gözde mekanı.* Meson Don Raimundo: 17’nci yüzyıla ait bir manastıra yerleşmiş olan bu restoran antika seramik ve hâlâ kullanmaya devam ettikleri bakır tencereleri ile gerçek bir müze. Otantik Endülüs mutfağı sunan restoranda mutlaka etlerin tadına bakmalısınız.Sevilla’ya gitmek için:Setur Sevilla’ya 19-25 Mayıs,10-16 Haziran, 23-29 Haziran, 07-13 Temmuz, 15-21 Temmuz, 19-25 Ağustos, 22-28 Eylül ve 22-28 Ekim tarihlerinde tur düzenliyor.Setur Tel: 444 0 738 veya 0 (850) 210 0 738 www.setur.com.tr