Almanya ve Hollanda’daki konuşma krizleri dışında, Ak Parti’de kampanya heyecanı görülmüyor.Her seçimde kampanyaya ilk başlayan, kampanya boyunca sesini yüksek tutan Ak Parti örgütünün sesi henüz duyulmuş değil.Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın televizyon ve meydan konuşmaları tek kampanya faaliyeti.Ak Parti örgütünden bir çatlama bekleyenler hava alır, ama heyecansız bir kampanya bekleyenlerin umduklarını bulacakları görünüyor.Başbakan’dan itibaren bütün Ak Parti örgütü de 16 Nisan’da evet çıkması durumunda bambaşka bir düzene geçecektir.İl başkanı-milletvekili-bakan hattı kopacak, örgüt hükümette etkisi ve ağırlığı olmayan Meclis grubuyla baş başa kalacaktır.Ak Parti örgütü her konu, her sorun için, yerel yönetimlerle ilişkiler dahil, cumhurbaşkanlığına ulaşmak zorundadır.Bakan olma umudu ve ihtimali çok azalmış milletvekillerinin kendi örgütleriyle ilişki şekli de değişecektir.Milletvekili eğer bakan olursa milletvekilliği düşeceği için de örgütle ilişkisi de kendiliğinden zayıflayacaktır, hatta kopacaktır.Bakanlar gibi iki başkan yardımcısının da örgüt dışından isimler olma ihtimali vardır. Bu da örgütle Cumhurbaşkanı arasındaki mesafenin açılması anlamına gelir.Ak Parti örgütünün bu zorunlu değişimi görmemesi mümkün değildir. Bu değişimi de başbakan ve bakanlar düzeyinden başlayarak kabullenmiş görünmektedir.Ak Parti örgütünün çoğunluğunun bu değişimi benimsemiş olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Ama bu proje hayata geçirilirken örgütün işe fazla katılmadığını biliyoruz.Referandumda ‘hayır’ çıkması durumunda Cumhurbaşkanı’nın da hükümetin de istifası söz konusu olmadığına, Erdoğan ve hükümet yerinde kalacağına göre Ak Parti’nin bir kısmının içten içe hayır istemesi muhtemeldir, mantıklıdır.16 Nisan projesinin esası iktidar partisinin değil, iktidar partisinin de lideri olan cumhurbaşkanının güçlenmesi. Bu da sorunun şu anda doğrudan Ak Parti’nin sorunu olmasıdır.Ak Partililer bunu çoktan görmüş olmalılar ki kampanyaya heyecan vermekte bayağı isteksiz görünüyorlar.
Referandumda büyük ayrıntılar oylanmayacak. Birer cümlelik iki tavır oylanacak.Evet için: Ülke sorunlarının çözümü için kuvvetli cumhurbaşkanı sistemine geçmek şarttırHayır için: Kuvvetli cumhurbaşkanı tek adam yönetimidir, dikta tehlikesine yol açar.İki görüşün öznesi de aynı kişi, Tayyip Erdoğan’dır ve halk bu iki pozisyonu da Erdoğan adıyla değerlendirecektir.Şu anda evet kampanyasının odağı da Erdoğan’dır ve halk 16 Nisan’a kadar ona kulak verecektir.Evet’in gerekçesi sert bir noktada kurulduğu için de odak değişmeyecektir.Erdoğan, cumhurbaşkanı seçildikten sonra biraz geride durdu ve Ak Parti ilk seçimde iktidar çoğunluğunu kaybetti.Erdoğan erken seçim kampanyasının başına geçti ve Ak Parti yüzde 50’ye yaklaşan bir oy oranıyla tekrar tek başına iktidar oldu. Hatta anayasayı değiştirme çoğunluğuna bile yaklaştı.Referandum kampanyasında Erdoğan’ın en önde olması kaçınılmazdır.Kampanyanın temposunu da sadece Erdoğan ayarlayacaktır.Nitekim, “CHP’ye HDP’ye oy veren vatandaşlarıma sesleniyorum” diyerek tempoyu düşürmekte, “Hayır diyenlerin yeri vatan hainlerinin yanıdır” diyerek yükseltmektedir.“Vatan haini” lafının bu kadar çok edilmesi, arada bir de idam cezası korkutmasının yapılmasının halk tarafından nasıl algılandığı tam olarak belli değil.Ama “hayır cephesi” herhangi bir gerileme emaresi göstermeden bütün unsurlarıyla kampanyaya devam ediyor.Tayyip Erdoğan’ın öne çıkmasıyla birlikte, Ak Parti’nin diğer sözcülerinin, bakanlarının ağırlığının azalması da hayır cephesinin işine gelmektedir.Çatışmanın Tayyip Erdoğan üzerinden yapılması hayır cephesine halka anlatma kolaylığı sağlamaktadır.Türkiye gibi bir ülkenin geleceğinin bir kişi üzerinden tartışılması ve herkesin buna göre pozisyon almaya mecbur kalmasının ne kadar sağlıklı bir durum olduğunu halen konuşmuyoruz.Bir süre daha bunu konuşma ve tartışma imkanı olmayacak. 16 Nisan’a böyle gideceğiz ve her zamanki gibi gerçek duruma 17 Nisan’da bakacağız.
O soru henüz açık açık sorulmuyor. Çok yavaş ve alçak sesle ifade ediliyor.O soruyu sormak “hayır” tarafı için de zor, çünkü o soru sorulduğu anda ortaya ciddi bir boşluk çıkıyor.Can alıcı soru şu: 16 Nisan referandumunda hayır çıkarsa Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti hükümeti istifa eder mi?Erdoğan’ın ve Ak Parti sözcülerinin tansiyonu yüksek bir kampanya yürütecekleri belli olmuştur.Bu iddialı kampanyanın ana fikri de “eğer evet çıkmazsa vatan hainleri kazanır” haline gelmektedir.Hayır cephesinin, kazanmaları halinde dahi önerebileceği, halka sunabileceği bir yönetim projesi bulunmamaktadır. Bu durumda tek talebi erken genel seçime ve cumhurbaşkanı seçimine gidilmesidir.Bir erken genel seçimde de CHP’nin kendisi bile iktidar alternatifi olabileceğine inanmadığına göre ortada sadece bir soru işareti kalmaktadır.Ak Parti’den gelen ilk sesler, erken seçim fikrini reddetmektedir. Hükümet tarafı, “ülkenin geleceğiyle ilgili projemizi halk onaylamadı, biz de bugünkü şartlarla görevimize devam ederiz” dediği zaman halk nezdinde bir rahatlama olması doğaldır.Ciddi bir iç çatışma alanının ortadan kalkmasının beklentisinin ağırlığını halktaki kararsız kesimin yüksekliği de göstermektedir.Her gün sinirli ve gergin konuşmalar dinleyen, sürekli kriz, savaş, şehit, operasyon haberleri izleyen insanların ruh hallerini de ülkeyi yönetenler görmek, anlamak durumundadır.Ülkeyi yönetenler çeşitli nedenlerle savaş halinde yaşamayı isteyebilirler ama hiçbir halk bunu istemez, çünkü bunun maliyetini iyi bilir.Referandumu önümüzdeki genel seçimin sonrasına ertelemek halen önemli bir seçenektir.16 Nisan’da halkın önüne ciddi bir kaos endişesiyle çıkarak halkı zorlamada en üst noktaya ulaşmak herkes için bir risktir.Cumhurbaşkanı seçiminde ve son genel seçimde, halk Tayyip Erdoğan’a güvenini gösterdi ve yetki verdi.Eğer Ak Parti bir güven oylamasına daha ihtiyaç duyuyorsa erken seçime giderek makul yöntemlere başvurur.
Ankara ile Berlin arasında patlak veren krizinin büyüyeceği anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Nazi uygulamaları” demesi sertleşme işareti oldu.Merkel yönetimi, yakın dönemde bir çok ziyaret ve görüşmeyle üst düzeyde diyaloğu canlı tutmaya çalıştı. Dün de Başbakan Yıldırım’ı aradı. Ankara’nın tepkisini çeken ana sorunun çözümü kolay değil. “Terörist” tanımında Ankara ile Berlin’in anlaşması çok zor, hatta mümkün değil.Ankara’nın “teröre destek faaliyeti” dediğine “meşru siyaset” diyen sadece Almanya da değil. İkna edilmesi gereken sadece Almanya değil, bütün Batı dünyası.Die Zeit muhabirinin tutuklanması ve Erdoğan tarafından “PKK temsilcisi Alman ajanı” olarak suçlanmasının da Almanlar açısından ağır bir durum olduğu ortadadır.Gazetecilik faaliyetleri ve gazetecilerle ilgili olarak da Ankara’nın Batı ile aynı hatta olmadığı da ortadadır.Alman yönetimi, iki Türk bakanın siyasi toplantısının engellenmesi tartışmasını, “yerel bir karar” diyerek durdurmak eğiliminde.Ama belli ki, Türkiye’deki siyasi gerilimin, kendi ülkesinde yaşayan, bir kısmı da vatandaşı olan Türklere ve Kürtlere aktarılmasını istemiyor. Çok az konuşan, o yüzden de her söyledikleri ciddiye alınan Alman siyasetçilerin her gün konuşan, bazen birkaç kez konuşan Türk siyasetçileri anlamaları da mümkün değil.Rusya ile yaşanan gerilim Ankara açısından, bütün unsurlarıyla olumsuz sonuçlanmıştır. Ekonomik ilişkiler düzelmediği gibi, “yanlışlıkla” üç askerimizin şehit edilmesinin hesabını sormak da mümkün olmamıştır.Alman yönetimi Ankara ile krizin büyümesini istemez, çünkü esas dikkat ve özen alanı Almanya’da yaşayan 2.5 milyon Türk vatandaşıdır. Yaklaşık 6 bin Alman şirketi de Türkiye’de faaliyettedir. Türkiye’de çalışan ve yaşayan yüz binden fazla Alman vatandaşı vardır. Türkiye ile Almanya arasında kriz yaşanması kimsenin lehine bir sonuç getirmez. Almanlar bunu bildiklerini gösteriyorlar, ama bizim bildiğimize de tam emin olamıyoruz.Rusya krizinin olumsuz sonuçlarını yaşamaya devam etmemize rağmen, Almanya ile krizi göze almanın açıklaması da kolay değildir.
Bir süredir sadece iç karartıcı konularla ilgiliyiz. Konuştuğumuz konuları alt alta sıralayınca bir olumsuzluklar abidesi çıkıyor.“Olumlu” niyetine konuştuğumuz ise, “Kaç DEAŞ’lı öldürdük, Suriye ve Irak’ta nereyi ele geçirdik” üzerine.Geçen hafta kitap fuarı açılışında Erdoğan’ın yaptığı konuşma “okumak” konusundaki durumumuz bayağı açık anlatıyordu.Bu konuşmadaki tespitlerin üzerine devam ettiğimiz zaman da bir öneri geliyor. Bir Kanun Hükmünde Kararname önerisi.Bu KHK’larda bugüne kadar hep “menfi” kararlar çıktığı için, KHK lafını duyunca insanların gerilmesi de çok doğaldır.Bu öneri kitapla, okumakla, sanatla ilgili bir öneri. Hükümet bir KHK yayınlasın ve bütün belediyeleri iki konuda yükümlü kılsın.Biri şehir kütüphanesi. Her belediye bir şehir kütüphanesi kuracak, burada en az bir kitap bulunacak ve şehrin bütün öğrencileri ayda bir kez buraya getirilecek.İkinci madde: Alışveriş merkezi ruhsatı isteyen her işyerinde bir kitapçı bulunacak.(Talip yok diye bir bahane olmaz, kira almazlar talip çıkar.)Kitapçısı olmayan AVM’ye ağır para cezası verilecek.Üçüncü madde: Nüfusu belli bir sayının üzerindeki her şehrin belediyesi bir sanat galerisi açmaya mecbur olacak. Bu galeride öncelikle yerel sanatçıların eserleri sergilenecek.Şehirdeki bütün öğrencilerin her sergiyi ziyaret etmesini il veya ilçe milli eğitim müdürlükleri sağlayacak.“Bunca önemli sorunumuz varken kitap, resim işleriyle uğraşılır mı” diyenlere kimse kulak asmasın. O çok önemli sorunların veya çok önemli olduğunu sandığımız sorunların birçoğunun kilidi de buradadır.“Bunlar genelgelerle yapılabilir, neden kanun hükmünde kararname” diyecek olanlara cevap:KHK lafı yeterince korkutucu olduğu için KHK ve KHK gibi bir imkanın olumlu olarak kullanılabileceğini göstermek için de KHK.Bu arada kimse kimseye “şu kitabı alacaksın, şunu okuyacaksın” diye karışmasın, nehir bir kere akmaya başlasın, su yolunu bulur.
Ebedi bölünme korkumuz her fırsatta depreşiyor. Devlet Bahçeli gibi Kürt karşıtlığından beslenenler de paniğe giriveriyor.Olan şu: Kuzey Irak Kürdistan özerk bölgesi başkanı Barzani’ye cumhurbaşkanı protokolü uygulanmış ve göndere bayrağı çekilmiştir.Her yerde uygulanan bu protokolde konuk cumhurbaşkanının bayrağı ile ev sahibi ülkenin bayrağı yan yana asılır. Türk bayrağı ile Kürdistan bayraklarının yanına Irak bayrağı asılarak protokol tam olarak uygulanmıştır.Bundan bir korku vesilesi çıkarmak, yüz yıllık kabusun içinden çıkamayanlara uygun olabilir.Ama Türkiye her şeye rağmen bu korkuyu üzerinden atmak yolunda çok adım atmıştır.“Kürt yoktur dağda dolaşan Türkler vardır”dan, Kürt kelimesinin, Kürtçe konuşmanın yasak olduğu günlerden geliyoruz.Barış süreci, büyük barışma yolunda epeyce mesafe almamızı sağladı, ama şu anda durduğumuz noktada nihai barışın bayağı uzağında.Kürdistan özerk bölgesinin de bağımsız devlet aşamasına geçmesi yolunda uluslararası bir onay aşağı yukarı sağlanmıştır.Buna karşı olanlar ise halen Ankara ile Irak merkezi yönetimidir. Bu iki başkentin tavrı da bugüne kadar, bağımsız Kürdistan ilanını savaş nedeni sayma sertliğindedir.PKK’nın önemli üsleri halen Kuzey Irak’tadır ve bölgede bir çatışma olmaması için korunan bir denge durumu vardır.Bölgede, DAEŞ’in tasfiyesi ilerlerken, yeni koşulların içinde Barzani yönetiminin pozisyonu da güçlenmektedir.Suriye tarafında PYD olayı Barzani’ye Ankara nezdinde zorluklar yaratsa da Amerika ve Rusya ile uyum sağlamış görünmektedir.Bizim korkumuz bellidir. Kürdistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Kürt vatandaşlarımızın ayrılmak ve Kürdistan’a katılmak talebiyle karşımıza çıkmasını istemiyoruz.Bunun ilacı da hala aynıdır. Türkiye’nin Kürt vatandaşları Türk vatandaşları olarak yaşamaktan memnun ve mutlu oldukları sürece başka çözüm aranmaz.Bunun için de önce yüzyıllık korkularımızdan tam olarak temizlenmemiz gerekiyor. Bunun için de görmemiz gereken bir gerçek var. Barış süreci PKK’nın altındaki alanı boşaltacak tek siyasetti. Hâlâ da öyledir.
Şu anda normal koşullar içinde yaşamıyoruz. Siyaset de ekonomi de dalgalı süreçlerden geçiyor.İki yüz bine yakın insan darbe ve terörden tutukludur. İki yüz bine yakın insan işinden olmuştur.Altı milyon oy almış bir yasal siyasi partinin genel başkanları, milletvekilleri hapistedir. Seçilmiş belediye başkanları görevden alınmış tutuklanmıştır.Bunların açtığı, açacağı toplumsal ve insani yaraları, bütün topluma etkilerini henüz kimse hesaplamıyor, tartışmıyor.Ama manzara budur. Adı üstünde ‘olağanüstü hal rejimi’ ile ‘Kanun Hükmünde Kararnameler’le yönetiliyoruz.Bunların hiçbiri normal değildir, bütün toplumu yorar, yıpratır ve mutsuz eder.Bu yorgunluk iktidar partisine oy veren, verecekler için de geçerlidir. Bu insanlar da bunun işaretlerini her taraftan vermektedir.Bu koşullarda, ülkenin geleceğiyle ilgili çok önemli bir karar vermesini bütün vatandaşlardan istiyoruz.Yüz yıllık bir sistemi bırakmak, yepyeni yönetim koşullarına geçmek için onaylarını istiyoruz.Bu, zaten yorulmuş insanlara büyük bir ağırlık daha yüklemektir. Olağanüstü koşullar değişme yoluna girmediği için bunun ağırlığı da çok fazla olmuştur.Şu andaki yorgunluğumuzla ne için karar vereceğimizi, kararımızın önemini tespit bile zorlaşmıştır.Referandum sonucu ne olursa olsun, bugünkü koşullarda normal hayata dönüşe katkıda bulunması giderek daha zorlaşmaktadır.Referandumdan ‘evet’ çıkarsa ülkenin yarısı “bittik, mahvolduk” diye dövünecek, ‘hayır’ çıkarsa da diğer yarısı aynı şeyi yapacaktır.Bu sıkıntılı durumdan çıkmanın, önceliği normalleşmeye vermenin tek yolu da referandumun ertelenmesidir.Bir Kanun Hükmünde Kararname yayınlanır ve referandumun önümüzdeki genel seçimler sonrasına ertelendiği ilan edilir.Böyle bir karar, uzun süredir ilk kez bir ferahlama sağlayacak ve herkesi rahatlatacaktır.Referandum gerilimini atlatmanın, toplumun bütün kesimleri tarafından destek göreceğine şüphe yoktur. “Kaçtılar” diye bağıracak olanlar dahil.
Sistem değişikliğine halktan onay istemek için birden fazla konuyu anlatmak, açıklamak gerekiyor.Meclis’in, hükümetin ve dolayısıyla bürokrasinin ağırlıkları önemli ölçüde değişeceğine göre doğal olan, halkın bunun gerekçelerini öğrenmesidir.Alıştığımız sistemde Meclis ile hükümetin sıkı bağları vardı. Hatta bakanlar atanırken, yöresel oy ağırlıkları ve üyeliklerin ülke çapında dağılmasına dikkat edilirdi.Böylece hükümet ile milletvekilleri ile seçmen ve tüm vatandaşlar arasında doğrudan bir bağ kurulmuş olurdu.Yeni sistemde bakanlar artık milletvekili olmayacağına göre seçmenle, vatandaşla bağları kesilmiş olacak.Ak Parti’nin bunun gerekçesini halka anlatması gerekiyor. Tabii ki halk, seçmen “böylece halka hizmet daha hızlı verilecek” gerekçesiyle de yetinebilir ve bunun işleyişini görmek isteyebilir.Meclis’in ağırlığının azalması doğal olarak siyasi partilerin ağırlığının azalmasını getireceği için bu da özellikle yerel siyasette vatandaşın partilerle ilişkisini değiştirecektir.Aslında bu da etkileri zaman içinde görülecek değişikliklerden biridir.Hükümet üyelerinin bir tür çok yüksek bürokrat olmaları ve pozisyonlarının tek dayanağının cumhurbaşkanı olması da icraatlarda sürat sağlayabilecek bir değişikliktir.Hükümet üyeleri artık bir gözleriyle halka, seçmene bakmayacak, iki gözleriyle de cumhurbaşkanına bakacaklardır.Bunun da halka anlatılması kolay değildir, hatta çok zordur.Bugüne kadar sözü sık sık edilmiş olan “parlamenter sistem elimizi kolumuzu bağladı” tespitinin açıklanmasını isteyenler olabilir.Şu ana kadar bu konuda somut bir örnek verilmedi. Aslında verilebilecek iki örnek var. İkisi de iki Körfez savaşına da Türkiye’nin Amerika’nın yanında katılmasının Meclis tarafından engellenmesidir.Ak Parti, halktan referandumda evet oyu isterken önce “olumsuz”dan başladı. “Filanca falanca hayır diyorsa siz evet demek zorundasınız” fikriyle yürütülecek bir kampanyanın riskleri de ortadadır.Bu yaklaşım MHP’li muhalifler üzerinde etkili olmamıştır. Üstelik PKK ve ona yakın Kürt siyasetlerinde şu andaki eğilimin sandığa gitmemek olduğu anlaşılmaktadır.Tayyip Erdoğan’ın “Kendim için istemiyorum” beyanatı da sonuçta Ak Parti’nin hareket alanını daraltmıştır. Çünkü o zaman Ak Partili seçmen “kimin için” sorusunu soracaktır.Ak Parti halkın önüne büyük bir sistem değişikliği teklifiyle çıktı. Bu değişikliği bütün boyutlarıyla açıklamak gerçekten kolay değil. Ama düğmeye bir kez basılmıştır, dönüşü kalmamıştır.