İnsanlığın ortak akılla, düşünen insanların çalışmalarıyla ulaştığı noktaların tartışması olmaz.Adalet ve hukuk kavramlarını insanların kaç bin yıldır tartıştıklarını bilmesek de birlikte yaşamanın başından beri olduğunu tahmin edebiliriz.Adalet ve hukuk anlayışı, efendinin, kralın, imparatorun, Tanrı’nın vekillerinin ve devletlerin korunması anlayışından “insanın korunması”na kadar gelmiştir.Bu gelişme içinde de idam cezası, hırsızın kolunun kesilmesi gibi cezalarla birlikte adalet ve hukuk anlayışının dışına çıkmıştır.Ortak akıl bunların medeniyette yerinin olmadığı kararına çoktan varmış ve idam cezası geriliğin sembollerinden biri haline gelmiştir.Yirmi yıl kadar önce gündemimizden çıkan idam cezası, 15 Temmuz sabahı darbe girişimini protesto eden bir grup tarafından gündeme getirildi.Bu grubun “idam isteriz” diye bağırırken, bütün cumhuriyet tarihindeki idam uygulamalarını ve bunların sıkıntılarını, yaralarını bilmediklerini tahmin etmek zor değil.İdam konusu gündeme tekrar girince, 15 Temmuz tepkilerini canlı tutma, heyecan katma malzemelerinden biri olarak kullanıldı.Son olarak da Avrupa ile yaşanan çatışmalarda meydan okuma unsuru olarak kullanılıyor.“Sana gününü göstermek için daha geri bir duruma geçeriz” diye bir meydan okumanın manasını isteyen tartışır. Ama bu tarz bir meydan okumanın Avrupa’da sadece Ankara karşıtlarına yarayacağı da ortadadır. Bu da demokrasiden uzaklaşma, gelişmiş toplum değerlerinden uzaklaşma işareti olarak görülür.Doğrusu bizim de bu idam meselesini o şekilde görmemiz ve bu kelimeyi kesin olarak gündemden çıkarmamızdır.Tartışmasız bir geriliği hayatımıza geri getirmeyi kimse çocuklarına açıklayamaz.Bugün idamı savunanlar Adnan Menderes ve iki bakanının idamını da, elinde kan olmayan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının “üçe üç” diye idamını da, 12 Eylül’de “5 soldan 5 sağdan” diyerek talimatla on kişinin asılmasını da savunabiliyorlarsa buradan başlasınlar.Bütün bu idamların hukuk mantığını, adalet mantığını önce kendi vicdanlarına açıklasınlar.En iyisi kimse buna kalkışmasın ve idam meselesi tam anlamıyla tarihe gömülsün.
Referandum kampanyaları heyecan yaratacak bir noktaya gelmedi. MHP’deki çatışmalar dışında Ak Parti’de CHP’de de nisbeten sakin bir hava var.Avrupa ile yaşanan çatışmaların da iç siyasete fazla bir heyecan kattığı görülmüyor. Bu sükûnetin bir nedeninin kararsızların oranının yüksekliği olduğu söylenebilir.Kararını vermemiş olan yaklaşık 6-7 milyonluk bir seçmen kitlesinin gerçekten kararsız olup olmadığını söylemek de kolay değil.16 Nisan’da oy verecek olanların kararında “17 Nisan’da ne olabilir” sorusunun cevabı kuşkusuz halen önemlidir.Evet çıkması halinde, Ak Parti yönetiminin bunu bütün politikalarına destek olarak algılayacağı bellidir.Cumhurbaşkanı Erdoğan, “vatana ihanet” dahil kullandığı bütün temalarda bunu belirtmektedir.Evet’in ardından yeni yapılanma sürecinde temel politikalar aynı şekilde devam edecektir. Bunlarda revizyon ihtimali de esas olarak iç değil dış etkenlere bağlı olacaktır.Hayır çıkması halinde, Erdoğan ve Ak Parti’nin yerine ülkeyi yönetmeye aday siyasi bir kuvveti kimse gösteremiyor. CHP kendini bile gösteremiyor, iktidara aday olduğunu söyleyemiyor.Uç senaryolara göre, eğer hayır çıkar ve erken seçime gidilirse iktidarın birinci adayı açık ara yine Ak Parti’dir.Bunca gerilimin içinde toplumdan alternatif bir iktidar ihtimali çıkmamıştır.Hayır çıksa bile, erken seçime gitmenin siyasi dengelerde bir değişiklik yaratma ihtimali çok düşük olduğuna göre, seçim de zaman kaybı olarak görülecektir.Ak Parti’nin hayır’ı, bazı politikalarında değişiklik talebi olarak görmesi durumunda ise yeni bir siyasi süreçten bahsedebiliriz.Türkiye’yi ikinci cumhuriyete götürecek kadronun yenilenmesi ve son dört yılın yaralarının sarılmasına başlanması kuşkusuz evet’çileri de hayır’cıları da memnun edecektir.Bu süreçte dış dinamiklerin rolünü tam olarak kestirmek mümkün değil. Ama burada da beklenecek olan bir yenilenme, herkesin kendi pozisyonuna yerleşmesidir.
FETÖ kısaltması 15 Temmuz darbe girişiminin imzası olarak ortaya çıktı.“Fethullahçı Terör Örgütü” dediğimiz yapının “silahlı” kısmını Cemaat’e bağlı olarak hareket eden polisler ve askerler oluşturuyor.2012’de MİT başkanı ve Başbakan’ın tutuklanmasına yönelik operasyonla başlayan kalkışmanın aktörleri Cemaatçi yargıçlar, savcılar ve polislerdi.Aynı yapı 17-25 Aralık operasyonuyla, gizli dinlemelerden elde ettiği malzemeyle bir kez daha hükümeti düşürmeyi denedi.Üçüncü ve kanlı girişim de 15 Temmuz’da önemli sayıda askerin darbe kalkışmasıyla gerçekleşti.Bunlar gözümüzün önünde, herkesin gözünün önünde cereyan etti. Hepsinde de icraatçılar Cemaatçi hakimler, savcılar, polisler ve askerlerdi.Bu yapının başka yapılarla ilişkisi, özellikle 15 Temmuz olayındaki işbirlikleri tam olarak ortaya çıkmış değil. Ama Cemaatçi “devlet memurları”nın rolleri ayan beyan ortada.Bunu dışarıya anlatabilmiş değiliz. Alman istihbarat örgütünün başındaki kişinin son beyanatı da aslında dışarıdaki genel kanaati aktarıyor.Batı’nın siyasi merkezlerinin FETÖ olayında ikna olmamasının genel bir durum olduğu da ortadadır.FETÖ olayına kuşkuyla yaklaşanların öne çıkardıkları durum Ak Parti hükümetleri döneminde, Cemaatçi hakim, savcı ve polislerin etkili ve yetkili pozisyonlara gelmeleridir.Cemaatin, barışçı bir “misyoner” örgüt gibi çalışmasının, siyasi yapılanmayı gözden uzak tutabildiği de doğrudur.Biz “kandırıldık” diyebildiğimize göre Batı’nın tavrının da önyargılı ve kasıtlı olduğunu söyleyip konuyu kapatamayız.Görülmekte olan ve açılmaya devam eden darbe davalarında, iddianamelerin bu yapıyı çözdüğünü söylemek de kolay değildir.Soruşturmaların yürütülme tarzı da zorluğu artırmıştır. “Kuru-yaş” tartışmaları da zihinleri biraz daha karıştırmaktadır.FETÖ ve 15 Temmuz konusunda bizim ikna olmamızla iş bitmiyor, yargının da soruları gidermesi, dışarıya da bunların sabırla anlatılması gerekiyor.
Batı’nın Ankara hedefli hamleleri devam ederken, Bulgaristan’dan da sert bir karar geldi.Bulgar Hükümeti Ankara büyükelçisini geri çağırdı, gerekçe Ankara’nın seçimlere müdahale etmesi.Bu karar kendi boyutundan daha önemli, çünkü Ankara’ya alan bırakmama iradesini gösteriyor.Son günlerde üzerinde fazla durmadığımız bir gelişme de, Ankara’nın El Bab’dan sonraki hedef olarak açıkladığı Membiç’de, Kürtlerin sivil bir yönetim kurmasıdır. Bunu Amerika da Rusya da kabul etmiş görünmektedir.Gelişen bir kuşatma var, ama bu kuşatma sadece “Haç” değil, Ortadoğu’nun Sünni ve Şii Müslümanlarıyla da ittifak halinde değiliz.Batı, Amerika dahil, Rusya dahil Ankara’yı hedef alırken bir siyasi plan çerçevesinde hareket ediyor olmalı.Bu siyasi plan da ancak “önce kaos sonra kaostan çıkarmak için destek” olabilir. Bunun startı da referandum dolayısıyla verildiğine göre, Batı bu sandıktan hayır çıkmasını ummaktadır.Batı’nın hamlelerine karşı Ankara’nın kuvvetli bir savunma hattı kurduğunun işaretlerini de göremiyoruz.Bu ara çok sık başvurulan “Nazi” edebiyatı da, Dışişleri Bakanı’nın “Bunu Naziler bile yapmadı” düzeyindeki çıkışı da güçlü siyasi savunmalar değildir.İçerdeki arızalarımızın yarattığı zayıflıklar tutarlı bir savunma yapmayı engelliyor.Rusya, uçak krizinin ardından Ankara’ya bütün imkanlarla saldırırken, bundan Türk halkının zarar görüp görmemesine en küçük bir dikkat göstermemişti. Bir çok ambargo da Erdoğan-Putin görüşmelerine, el sıkışmalarına rağmen fiilen devam etmektedir. Batı ise şu anda, bu krizlerden Türk halkının etkilenmemesi için özen gösterdiğini ifade etmektedir.Bugün Batı “Sevmiyoruz, istemiyoruz” pozisyonunda hamlelere devam edeceğinin bütün işaretlerini vermektedir.Bu kuşatmanın ilk aşamasının son günü de referandum günü, 16 Nisan’dır. Batı’nın Ankara stratejisinin sonraki aşaması da 16 Nisan akşamı belli olacaktır.Mevcut hesaplar esas olarak Tayyip Erdoğan’ın bu “hayat memat” oylamasında çoğunluk desteğini kaybetmesi üzerinedir.
Siyasi davaların gerektiği gibi görülebilmesi için siyasi hakimiyet gerekiyor.Ergenekon ve Balyoz davalarında bu siyasi hakimiyet bulunmadığı için bu davalar Gülen cemaati tarafından manipüle edildi.Cemaat, “Atatürkçü” kadrolarla belli bir uyum sağladıktan sonra bu davalar buharlaştırıldı. 15 Temmuz darbe girişimi davasında şu ana kadar olanlardan geride asıl sorular kaldı:15 Temmuz’da gerçekten bir darbe girişimi oldu mu, yoksa bir grup şuursuzun başıbozuk bir icraatıyla mı karşı karşıyayız?Davaların başından beri ortaya “1 numara”nın çıkması bekleniyor. “1 Numara”, ülkenin tepesindeki yönetici için askeri operasyona karar veren ve askeri birliklerin ülkeye hakim olması için düğmeye basan kişidir. Bunun talimatının bayağı üst düzeyde verilmesi gerekir ki, binlerce rütbeli asker harekete geçebilsin.Vatana bağlılık duygularıyla yetiştirilmiş binlerce insanın vatandaşlarına silah çekebilmesi için “terör operasyonu sandık” veya “talimat genelkurmaydan dediler” gibi safiyane açıklamalar yetmiyor.Cumhuriyet tarihimizdeki başarılı ve başarısız bütün darbe girişimlerinde asker 1 numara ve ona desteğe hazır sivil kadrolar vardır. Bunlar da her zaman aşağı yukarı bilinirdi.Darbe hazırlıkları yürütülürken bunun “medya ayağı” da olurdu. 2002 sonrası basınını tarayanlar da bunu görebilir.15 Temmuz’a kalkışan asker kişilerin bunu hangi siyasi saiklerle yaptığına ilişkin bir bilgi de ortaya çıkmıyor.İddianamelere bakıldığı zaman da böyle bir “siyasi saik” arayışı görünmüyor. Davaları yürüten savcı ve yargıçlar da, 15 Temmuz’da uygulanan planının Balyoz planıyla aşırı benzer olmasının üzerinde de durmuyor.15 Temmuz’un hesabı verilen emirleri yerine getirmek zorunda olan alt düzey askerlerden, askeri öğrencilerden, rütbesiz askerlerden sorulursa “bu işler tümüyle bitmiştir” dememiz bile zorlaşır.Ergenekon davası ilişkisiz insanları dahil ederek, Balyoz davası alt rütbeli askerlere ağır cezalar vererek fiyaskoya çevrildi.Bu davalarda Ergenekon yapılanması da, Balyoz darbe planı da fiilen aklanmış oldu. Bu tecrübeyle şimdiden soralım: “15 Temmuz” oldu mu?
Avrupa ile kriz şu anda esas olarak Hollanda noktasında tutuluyor. Ama krizin Avrupa ile olduğunu hepimiz biliyoruz.Hollanda’ya karşı ilan edilen “siyasi” yaptırımların önemli bir etkisi olmadığını Hollanda başbakanı da söyledi.Rahatsız edecek her yaptırım ise sadece Hollanda’yı değil, Türk halkını da ekonomisini de etkileyebilir. Ankara şu anda elinde bulunan en etkili silah olarak Suriyeli göçmenleri de gündeme getirmiş durumdadır.Türkiye’de bulunan Suriyeli göçmenler meselesi bütün Avrupa için bir kâbus olmaya devam etmektedir.Avrupa yaklaşık 2.5 milyon Suriyeli göçmenin Türkiye’de kalmasını istemektedir. Bunun için bir anlaşma da vardır, Avrupa’nın yerine getirmediği maddi taahhütleri de vardır. Ankara, Avrupa ile yakın dönemdeki sürtüşmelerde göçmenler kozunu birkaç kez ortaya çıkarmıştır.Ankara her “bırakırız gitsinler” dediğinde Avrupa’nın büyük ülkeleri tedirgin olmaktadır.Bırakırız da nasıl bırakırız, 2.5 milyon insanı Avrupa’ya nasıl göndeririz gibi sorular ise pek tartışma konusu olmadı.Bu 2.5 milyon insanı otobüslere doldurup sahillere, sınırlara götüremeyeceğimize göre, meselenin boyutunu iyi düşünmek gerekiyor. Bu 2.5 milyon insanın kamplardan çıkmalarına izin verildiği zaman, tahmin edemeyeceğimiz miktarının Türkiye’de yaşamaya çalışacağını da herhalde hesap ediyoruz. Şu anda Türkiye sınırları içinde, kamplar dışında serbest yaşayan Suriyeli göçmen sayısını da tam olarak bilmiyoruz. Ama bunun yarattığı toplumsal ve insani sıkıntılarla her gün karşılaşıyoruz.Sahillerde çocuk cesetlerini açıklamak da hiç kimse için kolay değildir. Biz Avrupa’yı Avrupa bizi suçlasa bile, insanlığın vicdani çok yara alacak, kimse kimsenin yüzüne bakamayacak hale gelecektir.Göçmenlerin Suriye’ye, evlerine dönmeleri için işbirliği imkanlarını bulmak yerine onları çatışma malzemesi yapmak hiçbir tarafa fayda getirmez. Geriye kalan sadece o çocukların cansız görüntüleri olur.
Ak Parti’nin Avrupa’da siyasi faaliyet yapmasına izin verilmemesinin arkasının geleceğini görmek hiç de zor değil. Harekatı Almanya başlattı, ağırlığı taşımak Hollanda’ya düştü. Başka Avrupa ülkeleri de her fırsatı değerlendirip operasyona katılıyor.Avrupa Birliği, yapısı gereği kolay ve hızlı hareket edebilen bir kurum değil. Bu olayda hızlı bir koordinasyon sağlanmış olmasından da hazırlıkların önceden yapıldığı, sadece fırsat beklendiği anlaşılıyor.Erdoğan’ın bir Türk-Alman gazeteciye “Alman ajanı” demesi de Almanya ve Hollanda’yı “Nazi uygulamaları”yla suçlaması da kendilerini rahatlatan gelişmeler olmuştur. Kriz şu anda Hollanda ve Almanya ile değil, aslında bütün Avrupa ile Ankara arasındadır. İngiltere bile küçük de olsa bir ses vermiştir.Etli sütlüye karışmayan İsviçre’nin etkili gazetelerinden birinin Türkçe “Hayır” manşeti atması da bir şeyler anlatıyor.Avrupa Birliği bu operasyona başladığına göre bundan sonraki hamlesi de aşağı yukarı bellidir.Ankara’ya uygulanacak “tam saha pres”e karşılık alınacak sert tepkilerin üzerine Avrupa’nın ağır hamlesi, Türkiye’nin tam üyelik adaylığının dondurulmasıdır.Avrupa Birliği’nin, tam üyelik için Türkiye’nin siyasi olgunluğunun yeterli olmadığını söylemesi için bütün koşulların tamamlanması da zor olmayacaktır.Avrupa’nın haksızlığını ve önyargılarını birbirimize tekrar etmemizin, kendi kendimizi gaza getirmenin hiçbir faydası yoktur.Rusya krizi çok yakındır. Bu kriz sırasında ettiğimiz laflar da bellidir. Sonuç da bellidir. Aynı örnek Avrupa’nın da önünde durmaktadır.Rusya ile krizden aldığımız manevi ve maddi yaraları henüz tartışmıyoruz. Ama bunun üzerine Avrupa ile krizin maddi ve manevi hasarları eklenirse savunma alanları iyice daralacaktır.Avrupa, Türkiye’yi sınırlarının dışına itmeyi gerçekten göze aldıysa bunun tamiratı da kolay olmayacaktır.
Önce Almanya, kendi toprağında Ak Parti’nin siyasi faaliyet yapmasını engelleyecek tedbirler aldı. Arkasını Hollanda getirdi, siyasi ve diplomatik geleneklere aykırı bir üslupla Ak Partili bakanları sınır dışı etti.Bunların arkasından İsveç de bir kapalı salon toplantısına izin vermedi. Danimarka da Yıldırım’ın miting yapmasını istemedi.Bütün bunlar için küçük teknik gerekçeler öne sürülmektedir. Bunların hiç biri çözülmeyecek sorunlar değildir.Avrupa Almanya’nın başlattığı planlı bir siyasi operasyon yapmaktadır.Bu gelişmelerin ana nedeninin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Nazi uygulamaları” suçlamasının olduğuna inanmak da kolay değildir.Bu ifadeyi çirkin ve haksız bulanların bu kadar sert ve kaba uygulamalara geçmelerinin izahı da kolay değildir.Bu operasyonla anlatılan çok açıktır: Türkiye’deki siyasi iktidarı, çoğunlukta olan siyasi iradeyi sevmiyorlar, istemiyorlar.Olabilir, ama bu da son birkaç günlük uygulamaların gerekçesi olamaz.Avrupa Birliği ülkelerinin ortak standartlarını bu şekilde çiğnemeleri de ancak başka şeylerin hazırlığı olabilir.Avrupa’da ağırlıklı eğilim, 16 Nisan referandumunda hayır çıkması ve Erdoğan yönetiminin ağır bir yara alması ise, bu hesabın doğruluğu da şüphelidir.Bu kriz kaçınılmaz olarak milliyetçi duyguları beslemiştir, besleyecektir. Bu da sandıkta evet cephesine yarayacak bir etki yaratacaktır.Almanya şu anda aradan çekilmiştir, Türkiye ile Hollanda karşı karşıya kalmıştır. Bu krizin büyümesi de başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın büyük ülkelerinin Hollanda’nın yanında durmalarına bağlıdır.Hollanda bunu göze almış görünmektedir. Ankara da sorunun başında “Nazi” kelimesini kullanarak buna hazır olduğunu ilan etmiştir.Ankara bu krizi beklemiyordu, Almanya tarafından önüne bırakıldı. Bu yüzden Ankara’nın hareket ve esneklik imkanları da fazla değil.Almanya gibi, Türkiye’nin Hollanda ile ekonomik ilişkileri çok yoğundur. Belki ekonomik kaygılar bu krizin erken atlatılmasını sağlar.Ama Avrupa’nın “Sevmiyoruz, istemiyoruz” tavrını değiştirmesini sağlamaz.