Hakkını yemeyelim, bu krizin patenti Tansu Çiller’e aittir.Eğlenceyi fazla kaçırmış bir grup Yunanlının Kardak kayalığına Yunan bayrağı asmasıyla başlamış, Türkiye ile Yunanistan neredeyse savaşma noktasına gelmişti.Kardak, Ege denizindeki, ada bile denemeyecek küçük kayalıklardan biri.Ege adaları Osmanlı’dan İtalya’ya, İtalya’dan Yunanistan’a geçerken de bu kayalıklar önemsenmemiş, doğru dürüst bir kayıt tutulmamıştır.Kardak, Bodrum’a çok yakındır, milliyetçi duyguları aşırı kabarmış Yunanlılar bu yüzden bilirler.İkinci Kardak krizi, Genelkurmay Başkanı Akar’ın kayalığı ziyaret edip fotoğraf çektirmesiyle başladı.Şu anda da karşılıklı taciz ve gövde gösterileriyle kriz tırmandırılıyor.Birinci Kardak krizi Tansu Çiller’in bir “itibar cilası”na ihtiyacı olduğu sırada çıkarılmıştı.Bu krizin asıl nedeninin ise, 15 Temmuz’da Yunanistan’a kaçan Türk subayların geri verilmemesi olduğu da anlaşılıyor.Yunanlılar “yargı bağımsızdır karışamayız” dedikleri için tepki başka bir noktaya yönlendirildi. Yunanlılar dört subayı iade etmiyor, herhalde Almanya da sığınma isteyen 40 subayı iade etmeyecektir.Cumhurbaşkanı ve Başbakan, Ankara’da bunun talebini Alman başbakanı Merkel’e yaptıysa da, kimsenin kuşkusu olmasın yine aynı cevapla karşılaşılmıştır.Merkel de “yargı bağımsızdır karışamam” dışında bir şey söyleyemez.Fethullah Gülen’i ve FETÖ’den aranan diğer sanıkları ABD de vermiyor. ABD ve Almanya ile bu nedenle büyük kriz çıkarma imkanımız bulunmuyor.Ama elimizde Çiller patentli olsa da, o sırada bu olayla ilgili söylediklerimizi unutmuş olsak da bir Kardak bulunuyor.Biz de mecburen Kardak üzerinden ilerliyoruz. İlerliyoruz ama bu krizle birlikte, asıl amacımızın, suçluların iadesinin sağlanmasının mümkün olmadığını da galiba düşünmüyoruz. Birinci Kardak krizinde, bir kayalık için çıkacak savaşı dünyaya anlatmakta bayağı zorlanmıştık ve Çiller krizden yine prestij kaybıyla çıkmıştı.Kardak’a çıkarken herhalde bunları hatırlayan, hatırlatan da olmadı.
Aylardır bir tiyatro oynanıyor. HDP’li milletvekili ve belediye başkanları bir içeri giriyor, bir dışarı çıkıyor.Önce gözaltı kararı çıkıyor, gözaltına alınan eğer salınırsa itiraz oluyor, tutuklanıyor. Bazen başka bir mahkeme devreye giriyor. Tutuklananların bazıları salınıyor, sonra tekrar gözaltına alınıyor. Ve bu tiyatro böyle devam edip gidiyor.Aslında bu kadar tiyatroya gerek de yok. Hükümet bir Kanun Hükmünde Kararname çıkarır, HDP’lilerin tutuklanması için herhangi bir hukuki gerekçe aranmayacağını bildirir.Böylece İçişleri Bakanı da “Ahmet Türk’e 18 yaşında bir çocuk talimat veriyordu” gibi vahim laflar etmekten kurtulur. Bu kararnameye Tahir Elçi cinayetinde hiçbir ilerleme olmaması, delillerin yok olmasıyla uğraşan avukatları da ekledikleri zaman ortalık tam süt liman olur.Bu arada Hükümet-devlet Tahir Elçi cinayetinin PKK tarafından işlenmiş olduğunu söylemişti, herhalde unuttular ki herhangi bir tutuklama da gelmedi.Kürtlere siyaset yasağı 12 Mart darbesi, 12 Eylül darbesi ve 28 Şubat post-modern darbesinde konulmuş ve en sert şekilde uygulanmıştı. Bu, demokrasiye geçişimizden itibaren dördüncü büyük siyaset yasağı oluyor. Bu yasağı koyanlar ve uygulayanlar, işin sonrasıyla pek meşgul değiller. Sorunun geri dönüşünün, daha da içinden çıkılmaz bir halde olduğunu da dikkate almıyorlar.Kürt meselesinin şu anda uluslararası bir sorun haline geldiğini de görmüyorlar.Bizim PKK uzantısı olarak gördüğümüz ve hayat hakkı tanımadığımız PYD-YPG’nin Suriye’de hem Amerikan hem Rus desteğinde önemli bir bölgeye hakim olduğunu da söylemiyorlar.Kuzey Irak Kürdistan özerk bölgesinde bağımsızlık yolunda ciddi hazırlıklar yapıldığına da dikkat etmiyoruz.Kürtlere siyaseti yasaklamanın, HDP’lileri içeri atmanın, yüzlerce yıl hapis cezası vermeye kalkmanın esas derde asla deva olamayacağını görmemekteki inanılmaz ısrarımız devam ediyor. Bu ülkede neredeyse yüz yıldır bir Kürt sorunu var ve barışçı demokratik çözüme Ak Parti ile çok yaklaşmıştık. Üç yıl önce U dönüşü yapan Ak Parti’den bir U dönüşü daha bekleyenler partinin içinde de varlar, dışında da varlar, Kürt vatandaşlar arasında da hala varlar.
Batı ülkelerinin, resmen istediğimiz siyasi zanlı ve sanıkları iade etmemesi yeni bir durum değil.En azından 12 Eylül darbesinden bu yana bunun örneği bulunmuyor.Batı ülkeleri Türkiye’de siyasi kaçak durumuna düşmüş insanları vermeme gerekçelerini de her zaman söylüyorlar.12 Eylül ve sonrasındaki gerekçelerden biri Kürtlerin Türkiye’de yasal siyaset yapma imkanlarının ve demokratik haklarının bulunmamasıydı.Bütün Batı ülkeleri de gerçekten siyasi olduklarına ikna oldukları herkese sığınma hakkı verdiler.Batı’nın ikinci gerekçesi, Türkiye’deki hukuk sisteminin siyasi etkiler altında olmasıydı. Bu gerekçe yine önümüze geliyor.Bir başka gerekçe de eskiden idam cezasının bulunmasıydı. İdam 1999’da kalktı, ama son olarak özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın idamın geri gelmesiyle ilgili beyanları iadelerin reddinde etkili oluyor. Bu da açıkça söyleniyor.Bu iadelerin gerçekleşmemesinde zaman zaman bazı gizli ellerin de etkili olduğu doğrudur. Örneğin Sabancı suikastının faillerinden birinin Belçika’dan alınması mümkün olmamıştır.Bu suikastla ilgili ipler çekildiği zaman bazı garip kapılar açılmış, bunlar da sonradan kapatılmıştır.Batı’da iadeleri reddeden mercilerin hemen hepsi dosyaların eksikliğinden de söz etmektedir.15 Temmuz darbe girişiminin başında olduğunu düşündüğümüz FETÖ’nün olayla ilişkisinin boyutuyla ilgili olarak Batılı siyasiler de mahkemeler de ikna edilmiş değildir.Fethullah Gülen ile ilgili olarak ABD’ye sayısız dosya gitmiş, bizzat Adalet Bakanı da gitmiş, ama hukuki bir süreç başlatmak bile mümkün olmamıştır.Türkiye’deki siyasi ve hukuki koşullarla ilgili kanaatlerin büyük ölçüde olumsuz noktalarda seyretmesini engellemek için gerçek tedbirler aldığımızı da söyleyemeyiz.Sürekli siyasi tutuklamalar olurken, her gün bir iki milletvekili gözaltına alınırken iade taleplerine olumlu bakılmasını da kimse beklemesin.Son olarak NATO’da görevli 40 subayın Almanya’dan iltica talebinin sonucu da bellidir.Kullanılan kendi arızalarımızdır. Bunları kullananlara ne kadar kızarsak kızalım, bu arızalar düzelmeden iade meselesi de hallolmayacaktır.
Siyaset neden yapılır sorusunun sayısız cevabı var. En basiti, insanlarına, insanlara faydalı olmak istemek.“Fayda”nın ne olduğunun cevabı da sayısız. Ama cevap bazen çok basitleşiyor.Amerika kıtasının kuzeyindeki iki muktedirin aldıkları pozisyonlar da insanlara “fayda”dan tamamen zıt şeyler anladıklarını gösteriyor.Amerika’nın yeni muktediri Donald Trump, insanlığın üçte birine düşman muamelesi yaparak, dünyanın en güçlü ülkesini dünyanın geri kalanına kapatarak halkına faydalı olmaya çalışıyor.Bu kadar da değil. Azınlık haklarına hassasiyetin, çevre sorunlarına hassasiyetin gereksiz olduğunu düşünüyor.Hemen kuzeyindeki Kanada başbakanı Justin Trudeau ise bütün insanlığın yakınlaşmasının esas olduğunu düşünüyor.Azınlık hakları ve çevre hassasiyetlerini en tepede tutuyor, dünya nimetlerinin paylaşılmasındaki haksızlıkların giderilmesini istiyor.Amerika kıtasının iki liderinin dünyaya ve insanlığa bakışları taban tabana zıt olunca bütün dünya da birini “seçecek”.Aslında fazla tartışmaya da gerek yok. Donald Trump şu andaki hatta devam ettiği sürece, insanlığın gelişimine zarar vermiş siyasiler arasına adını silinmez şekilde yazdırmış olacak.Trump, bir açıdan selefleri sayılabilecek İtalyan Berlusconi ile Fransız Sarkozy ile tarihin aynı sayfasına yazılmakta herhalde bir rahatsızlık hissetmiyor.Trump, koltuğa oturmasının ilk gününde iktidarını düşmanlıklar ve çatışmalar üzerine kuracağını zaten ilan etti.Berlusconi’yi iktidara getiren İtalyan kasabası, Sarkozy’yi iktidara getiren Fransız kasabası çabuk pişman olmamış, bir süre direnmişlerdi.Amerikan kasabasının ne zaman pişman olacağını bilemeyiz, ama dünyanın hiç bir köşesinin Trump’tan bir hayır beklemediğini herhalde onlar da biliyordur.Amerika kıtasının kuzeyinde, dünyanın geleceğine dair hayalleri tamamen farklı iki liderin bulunması da tarihin cilvelerinden biri. Ama insanlığın gözünü daha kolay açmasını sağlayabilecek bir cilve.
Biri sanat insanı Meltem Cumbul, diğeri futbol insanı Rıdvan Dilmen, işlerinde başarılı, ünlü insanlarımız.İki gündür ağır saldırı altındalar. Ülkenin yarısı Meltem Cumbul’a, diğer yarısı da Rıdvan Dilmen’e “vatan haini” muamelesi yapıyor.Bu arada bir hatırlatma yapalım. “Vatan haini” ve “terörist” kelimeleri en çok Nazi Almanya’sında kullanılmıştır.Naziler için onlardan olmayan her Alman “vatan haini”, işgal ettikleri ülkelerdeki her direnişçi de “terörist” idi.Bunu da bilmek gerekiyor ki, “vatan haini” ve “terörist” kelimeleri bu kadar pervasız kullanılmasın.Meltem Cumbul da Rıdvan Dilmen de ülkeleri için önemli bir konuda tercih yapmışlar, bunu da açıklamışlardır.Bu tercihleri ters de olabilirdi, durum yine değişmezdi. Kendileri gibi düşünmeyen herkese “vatan haini” diyenler için de değişmezdi. Sadece tarafları değişirdi.Kendimiz gibi düşünmeyenlere “vatan haini” demeye bu kadar alışınca bütün ölçüler vahim şekilde kaçıyor.Bir oylama yapılacak. Bu oylamada her vatandaş ülkenin geleceği için beklentisini ve talebini kullandığı oyla ifade edecek. Ve çoğunluğun dediği olacak.Bu basit bir demokrasi icraatıdır ve tercihlerin ikisinin de “vatana ihanet” ile bir ilişkisi yoktur.Kendi görüşünü anlatmak, başka insanları ikna etmek yerine karşı görüş sahiplerine saldırmak, ağır suçlamalarda bulunmak aynı zamanda bir acizlik ifadesidir.Bu acizlikler dolayısıyla da vatan haini kelimesi bu kadar fazla kullanılmaktadır. Fikrini anlatmakta aciz olanlar, kendilerini iade edebilmek için bu geri yöntemlere başvururlar.Referanduma bir iç savaşa gider gibi gitmek isteğinde, amacında olanlar olabilir. Bunlar gerilimi sürekli olarak artırmaya çalışacaktır.Bunu koşullarını yaratmamak, demokratik bir tartışma ortamının koşullarını hazırlamak da öncelikle siyasi iktidarın görevidir.Ne yazık ki, demokrasinin hazmındaki sıkıntılarımız her fırsatta ortaya çıkmaya devam ediyor.
Bundan önceki iki anayasa da darbe anayasalarıydı. 1961’de de 1982’de de bu anayasalar halk tarafından onaylandı.Bu anayasa değişikliği, anayasanın tümünü kapsamasa da getirdiği sistem değişikliğiyle “2017 Anayasası” olarak anılacaktır.İlk kez seçilmiş bir Meclis, seçilmiş bir sivil siyasi iktidar tarafından yapılmış bir anayasa yine halk tarafından oylanacaktır.1961’de “hayır” propagandası yasak değildi ama muhalif bir siyasi çalışma yapmak da çok zordu.Eski Demokrat Partililer kahveleri gezerken ancak “Hayırda hayır vardır” diyebiliyorlar, eski siyasiler de “gözlerime bakın ne dediğimi anlarsınız” diye konuşuyorlardı.1982’de Milli Güvenlik Konseyi kararıyla ve sıkıyönetim komutanlıklarının takibiyle “hayır” propagandası kesinlikle yasaktı.Bugün herhangi bir yasak yok. Evet diyecek olanlar da hayır diyecek olanlar da görüşlerini ifade edebiliyorlar.Hayırcıların var olan imkanları kullanmakta bazı haklı şikayetleri olabilir, ama bugünkü koşullar 1961 ve 1982’den farklıdır.Referandum da dahil siyasi ortamda “temizlik” duygusunun tam hakim olmamasının karşısındaki engel de bellidir.Siyasetçi, gazeteci, yazar tutuklamalarının yarattığı rahatsızlık sonuçta referandumla ilgili tartışmalara da yol açacaktır.2017 Anayasası için referandumun hiç bir yönüyle 1961 ve 1982’yi çağrıştırmaması için yapılacak bellidir.HDP’liler de dışarı çıkacaklar, terörle ilgisi olmayan bütün yazarlar, gazeteciler de çıkacaklardır.Hapishanede bu kadar çok insanın bulunmasının yarattığı toplumsal zehirlenmeden referandum öncesinde kurtulmanın başka etkileri de olacaktır.Referandumdan hayır çıkmasının yol açabileceği siyasi gelişmeler başka bir tartışma konusudur, ama halkın ilk kez oy vereceği bir anayasanın üzerinde hiç bir leke bırakmamak bugünün acil meselelerinden biridir.Bunun için de ciddi bir mazeret yoktur, tam tersine acilliğinin bütün kanıtları ortadadır.
Cumhuriyet gazetesinde bir iç tartışma 25 yıl önceyi hatırlattı.Bugünkü konu, fikri beğenilmeyen bir Cumhuriyet yazarına diğer yazarların “kovulsun” veya “kendi gitsin” demeleri.25 yıl önce de bir köşe yazarının fikrini beğenmeyen yazarlar o yazara kısıtlama getirilmesini istemişlerdi.Demokrat olarak bilinen yazarların fikre yasak koymalarını da o dönemin bir çok “solcu” ve “demokrat” kişisi de doğru bulmuş, desteklemişti.Cumhuriyet gazetesinin birçok yöneticisi ve çalışanı tutukluyken böyle tartışmalara girmek bir taraftan abes bir taraftan da ayıptır.Ama köşe yazarlarının “kovulsun” veya “kendi ayrılsın” fetvaları üzerine bir “demokratlık” sorusu da ortaya gelmiştir.Bugün demokrasi eksikliğinden şikayetçi olanlar, haklı olarak şikayetçi olanlar demokrat mıdırlar, sadece mağduriyetleri kadar demokrat mıdırlar?“Ulusalcılar”ın demokrat olduğuna dair bir inanç da hâlâ ortada dolaşmaktadır. Bir şeye karşı olmanın demokrat olmak anlamına gelmediğinin en açık örneği de “ulusalcılar”dır.Buna CHP’nin ana yapısı dahildir. Kürtlerin hapse atılmasına tartışmadan destek vermekte en küçük bir beis görmemişlerdir.28 Şubat’ın darbesini yiyenlerin bazılarının yakın dönemdeki demokratlık sınavlarının da pek iyi geçmediğini izledik.Demokrat olmaları gerekirken, buna uygun davranmadıklarını fark edenlerin en yaygın gerekçesi de hiç değişmez: Onlar bize demokrasi çerçevesinde davranmadılar, biz neden onlara öyle davranalım...Bu gerekçe yıllardır ve birkaç taraftan tekrarlanarak yaygın bir sarmala dönüşmüş ve demokratlıktan kaçma ruhunun temellerinden biri olmuştur.Yetmiş yıldır demokratik bir ülke olmaya çalışıyoruz. Bu yetmiş yılda demokrasimiz Sisifos’un kayasına döndü. Sisifos kayayı yukarı çıkarıp dönüyor ki, bakıyor kaya yuvarlanıp tekrar aşağıya inmiş.“Demokratımız hiç yok” demek abartma olur ama, demokratı bu kadar az, demokrat sandıklarımızın çoğunun demokrat olmadıkları bir ülkeyi demokrasi yapmaya çalışıyoruz.Asıl dramımız ve çelişkimiz burada.
Araştırmacılar anayasa referandumu için çalışmaya başladı. Ortaya çıkan ilk sonuçlar büyük tahminler yapmak için henüz yeterli değil.Bir tek şey söylenebilir: Kimse için her şey bitmiş durumu yok.Bu durumu bir araştırmacı “iki taraf için de çantada keklik değil” diye açıyor.İlk sonuçlarda görünen “evet”ler daha yukarda olmak üzere yüzde 80-85 dolayında seçmenin kararını vermiş olduğu.Henüz kararını vermemiş görünen seçmenin bir kısmının son seçimde Ak Parti’ye, geri kalanının da MHP ve HDP’ye oy vermiş olduğu da görülüyor.Zaten Ak Parti son seçimdeki oylarını alırsa küçük bir MHP desteğiyle de “evet”in kazanması büyük ihtimal olarak görünüyor.Sandıktan “hayır” çıkabilmesi için de esas olarak Kürt seçmenin bir önceki seçimde Haziran 2015’te olduğu gibi oy kullanması şart görünüyor. 1 milyon Kürt seçmen Haziran seçiminde HDP’ye gitmiş, Kasım seçiminde tekrar Ak Parti’ye dönmüştü.Referandumun ana şablonları da bu iki seçimin sonuçlarına göre oluşmuş oluyor.Nisan referandumunun sonuçları ya Haziran ya da Kasım 2015 seçimine uyacaktır.Buradaki farkı yaratan önemli etkenlerden birisi tabii ki Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendisidir.Hayır cephesi doğrudan Erdoğan’ı hedef alacağı için oyalamadaki tercih de “Erdoğan’a evet” veya “Erdoğan’a hayır” olacaktır.Referandumun ana ekseni bu şekilde kurulduğu zaman da Erdoğan’ın iki aylık çalışması en belirleyici etken haline gelmektedir.“Hayır”cılar medyada da az görünecekleri için ellerinde sadece “sokak” kalmaktadır.Halka neredeyse tek tek ulaşmaya çalışacaklardır ve burada tek söyleyecekleri de bu anayasa kabul edilirse ülkenin “mahvolacağı, bölüneceği, iç savaş tehlikesine gireceği”dir.Anayasa değişikliğinin maddeleriyle, ayrıntılarıyla kimse uğraşmayacaktır, kimsenin böyle bir niyeti de yoktur.Halk iki ay Erdoğan’ı dinleyecek, diğerlerinin sesini az duyacaktır.Bu denklemden, yine bir araştırmacının erkenden söylediği gibi “yüzde 60 evet” çıkar mı? Çıkabilir ve bu sürpriz olmaz. “Hayır”ların bir oy fazla çıkması bile halen büyük sürprizdir.