Ekonomistler teknik açıklamalar yapıyor. Teknik açıklamalardan tatmin olmayanlar kaynağı dışarıdan saldırıda arıyor.Bunların hepsinin payı vardır. Dünyadaki gelişmelerin olumsuz etkileri de vardır, dış kaynaklı olumsuzluklar da vardır.Esas nedenin siyasi olduğunu göremediğimiz zaman da iki uç noktaya takılırız, çözüm aramaya bile mecalimiz kalmaz.Türk lirası en güçlü dönemini Ak Parti hükümetlerinde yaşadı. Şimdi en güçsüz dönemlerinden birini de yine ak Parti hükümetinde yaşıyor.Değişen, 2012’den itibaren içine itildiğimiz siyasi istikrarsızlık koşullarıdır. “İtildik” ama buna karşılık ne yaptığımızı da, gerçek tedbir ve çözümlere yönelip yönelmediğimizi de bir türlü kendimize soramıyoruz.Ülkenin yönetilemez olduğuna yönelik ilk büyük hamle olan Gezi’yi doğru yönetemediğimiz ile başlarsak, 17-25 Aralık’tan da gereğinden fazla yaralı çıktığımızı görebiliriz.Bunların ucundaki zirve noktaları da 15 Temmuz darbe girişimi ve büyük terör eylemleri, katliamlar olarak ortaya çıkarken yine kaygı uyandıran hamleler çevresinde durduk.TL bugünkü durumuna geldiyse nedeni Rusya ile yaşanan anlamsız krizdir. TL en zayıf haline geldiyse nedenlerinden biri Suriye meselesidir.Irak ve Suriye topraklarında askerlerimiz çatışma halindeyse, askeri harcamalar cumhuriyet tarihinin en yüksek noktasına ulaşmışsa TL’nin kuvvetli kalmasına imkan yoktur.“Komşularla sıfır sorun”dan “bütün komşularla sorun” noktasına gelmemizin ihracata, ekonomiye verdiği zararın hesabını yapmaktan, gerçeği görmekten kaçıyorsak TL’nin durumunu da açıklayamayız.Eknomik sorunlar, TL’nin yerlerde sürünmesi halka yeni yeni yansımaya başladı. Eninde sonunda halk bu soruları soracaktır.Yurt dışındaki kaynaklar beklendiği kadar ülkeye geri gelmediğine, yastık altındaki veya bankadaki dolarlar beklendiği kadar bozulmadığına göre şu andaki hamaset halkı ikna etmemektedir.Ekonomi talimat dinlemez. İçinde bulunduğumuz liberal ekonomi hiç dinlemez. Ekonominin gözü kulağı siyasettedir, siyasi istikrardadır. Siyasi istikrar da sadece yüzde 60 halk desteği değildir.
Başkanlık sisteminin tartışmasında son haftaya girdik. Bugüne kadar olduğu gibi tartışma tümüyle “uydurma” bir veri üzerinden yürüyecek.“Uydurma veri”, Türkiye’de “tarafsız” cumhurbaşkanlarının görev yapmış olmasıdır. Gerçekte ne olduğunu bilmeden sallayanlar da var. Gerçeği bildiği halde, alıştığımız üzere yalan söyleyenler de var.Doğrusu şu: Anlatılan şekliyle tarafsız bir cumhurbaşkanı ülkemizde hiç olmamıştır.Atatürk cumhuriyetin kurucu cumhurbaşkanıydı, bu tartışmanın dışındadır.Saymaya başlayalım, askerlerle başlayalım.İsmet İnönü, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren asla tarafsız cumhurbaşkanları olmadılar.Fahri Korutürk farklı kişiliğiyle öyle bir algı yarattı, ama o da tarafsız değildi.Sivillere geçelim, sayalım:Celal Bayar Demokrat Parti kurucusuydu, on yılı DP’li olarak geçirdi, darbeden sonra DP’li olarak hapis yattı.Turgut Özal ANAP’lı olmaktan hiç vazgeçmedi, dönemin hükümetini bizzat yönetti. Süleyman Demirel, DYP’nin kontrolünü Tansu Çiller’e kaptırdıktan sonra yeni parti kurmayı düşünecek kadar Adalet Partiliydi.“Tarafsız” yalanının en mümtaz örneği Ahmet Necdet Sezer dümdüz ve kaba bir ulusalcıydı, sadece ulusalcılarla teması oldu, hep öyle hareket etti.Abdullah Gül Ak Parti kurucusuydu, Ak Parti’ye yakınlığını hiç inkar etmedi. Görev süresince hep demokratik hamlelerden yana olduğu için tarafsız sayıldı.Neyi tartışıyoruz? Bu ülkenin, yalandan özlenen “bağımsız ve tarafsız Başkan Baba”sı hiç olmadı ki. Buna yaklaşanlar AP-DYP kurucusu Demirel ile Ak Parti kurucusu Abdullah Gül oldu.Bugün yine, sanki devletin tepesinde hep bağımsız ve tarafsız cumhurbaşkanları varmış gibi tartışılmak isteniyor. Bu tartışmayı yapmaya çalışanların verebileceği bir örnek olmadığı için de boşlukta ilerlemeye çalışıyorlar.Bu arada şu soruyu da soralım: Kim gerçekten tarafsız ve bağımsız cumhurbaşkanı istiyor, kim kendi tarafında cumhurbaşkanı istiyor?
Başkanlık sisteminin halkın önüne gidebilmesi için Meclis’te en az 330 oyla kabul edilmesi gerekiyor.Ankara’da fire hesapları çoktandır yapılıyor ve birkaç küçük değişiklik dışında henüz ibre 330’un üzerini gösteriyor.AK Parti’nin MHP’den ihtiyacı 14 oy idi. Meclis başkanının sağlık sorunu nedeniyle oturumu başka bir Ak Partili yöneteceği için ihtiyaç 15’e çıkmış oldu.MHP’de hayır oyu vereceğini ilan eden iki milletvekili olduğuna göre sonucu diğer 35 MHP milletvekili belirleyecek.Sonuçta başkanlık sisteminin Meclis’te kabul edilmemesi için MHP’nin 21 fire daha vermesi gerekiyor.Bunun kuvvetli bir ihtimal olmadığı ortadadır. Meclis’te Devlet Bahçeli’ye sadık milletvekili sayısının 15’in altına düşmesini kimse mümkün görmüyor.Ak Parti’den fire ihtimali konusunda ise pek açık olmayan tahminler dolaşıyor. Böyle oylamalarda bir veya iki hasta ya da mazeretli hali her zaman olabilir. Böyle 1-2 fire Ak Parti’ye zorluk çıkarmaz.Ancak böyle durumlarda devreye giren başka bir pazarlık sistemi de vardır. Bir sonraki seçimde yerini koruyacağından şüphe duyan milletvekilleri için en uygun pazarlık ortamı budur. Bu vekiller, bu sayede bir sonraki seçimde gelmeyi garanti etmek isterler.Arada başka pazarlıklar da olabilir,ama bunlar genellikle dedikodu düzeyinde kalır.Yine de böyle bir pazarlık ortamının ortaya çıkması hem Ak Partili hem MHP’li milletvekilleri için muhtemeldir.Bütün bunlar dikkate alındığında yine de nihai oylamanın sonucunda Ak Parti açısından ciddi bir tehlike öngörmek şu anda mümkün görünmüyor.Ak Parti de onunla birlikte hareket eden MHP yönetimi de bir sorun çıkmadan referandum aşamasına gelinmesi için haklı olarak hızlı hareket ediyorlar.Sonuçta halk, ciddi bir sistem değişikliğine oldukça az bir tartışmayla karar vermiş olacak. Ama halkın da neyi oylayacağına çoktan karar vermiş olduğunu düşünürsek, “su yolunu bulur” deyip noktayı koyabiliriz.Mazlum abiye vedaTürk basınında, tanıyan tanımayan herkesin sevdiği bir gazeteciydi Mazlum Göknel.Gazeteciliğe Günaydın’da başladı, Sabah’ta devam etti ve bitirdi. Ahmet Vardar ile tartışmaları ise hiç bitmedi.Neşeli ve pozitif kişiliğini, yaptığı binlerce sayfaya yansıtmış, milyonlarca insana ulaştırmıştı.Güle güle Mazlum abi. Ahmet abiye de selam söyle.
Ana muhalefet partisi, her an iktidar olacakmış gibi hazırlanan, politikalar üreten, mevcut iktidar topluma ne sunuyorsa ona seçenek gösteren siyasi partidir.Ana muhalefet partisi politika ürettiği sürece mevcut iktidarın hakimiyet alanını daraltır.Demokrasilerde güç dengelerini sağlayan en önemli unsurlardan birisi bu yüzden ana muhalefet partisidir.CHP, 1991’de SHP olarak hükümet ortağı olmasından bu yana iktidar seçeneği olarak ortaya çıkmıyor. Seçim kazanabileceğine ona oy verenler de inanmıyor. CHP mevcut sorunlara ilişkin yeni tavır aldığı zamanlarda da bunda ısrarcı olamıyor. Yakın zamanda Kürt meselesi ve terör konusunda farklı, barışçı hatta biraz daha yakın bir tavır göstermeye kalkıştı. Ak Parti’nin karşılığı “teröre destek” suçlaması olunca da hemen sustu, vazgeçti.Üstelik CHP içindeki ulusalcı ve Kürt karşıtları da fırsattan istifade, seslerini yükselttiler.Geçen haziran seçimleri ertesinde Erdoğan’ın istediği erken seçim planını bozma imkanı varken bunun yerine kendine verilen rolü oynayan CHP kendisini zaten oyunun dışına çıkarmıştı.Ak Parti heyetiyle le ilk toplantıda bile “ ne öneriyorsanız kabul” diyebilen bir CHP kasımda erken seçim planını bozmuş ve bunu halka onaylatmış olurdu.CHP muhalefet, ana muhalefet partisi işlevini kaybedince muhalefet HDP’ye kaldı. HDP de Devlet-Hükümet baskısı altında köşeye sıkıştırılınca “sen sağ ben selamet” haline gelmiş olduk.Bugün Ak Parti, MHP desteğiyle yüzde 60’lık bir halk oyuna dayanarak hükümet ediyor. Dışardaki yüzde 40 adına konuşan, politika üreten bir siyasi parti de bulunmuyor.Benzer durumlarda CHP içinde, kenarında ve yakındaki sol ile “yeni oluşum” fikirleri türer. Bir “yeni oluşum” daha deneme aşamasında, ama bunun da diğer yeni oluşumların toplandığı çekmeceye gitmesi kaçınılmaz.Bu en yeni oluşumcular, siyasi gidişatta bir etkilerinin olmasını istiyorlarsa önlerindeki tek ihtimal HDP’ye katılmaktır. Şu anda kesin olan siyasi tıkızlığın anahtarının asla CHP’nin elinde olmadığıdır.
Başbakan’ın CHP genel başkanına suikast uyarısında bulunduğu haberiyle ister istemez 37 yıl önceye gittik.Dönemin CHP ve ana muhalefet genel başkanı 1979’da Taksim’de bir miting yapacaktı. Dönem Başbakanı Demirel de Ecevit’i arayıp suikast uyarısında bulunmuştu.1980 askeri darbesi öncesinde toplumun yaşadığı kâbuslardan biri de elektrik, benzin, mazot yokluğuydu. Ülke hareket edemiyordu, üşüyordu.Bugün yine ortaya elektrik kesintileri çıkınca kaçınılmaz olarak “acaba” diyoruz, bazı ellerin aynı kâbusu yaşatmak istediğinden kuşkulanıyoruz.Bugün yaşı 45’in altında olanlar o günleri bilmezler. Doğmamışlardı veya çocuktular. Bizim kuşak ve bir sonraki kuşak bunları yaşadığı için korkuyor.Askeri darbe öncesinde AP genel başkanı Demirel’in Necmettin Erbakan ve Alpaslan Türkeş ile birlikte kurduğu “milliyetçi cephe” iktidardaydı.Milliyetçi cephe ülkedeki bölünmelerin tarafı olarak hareket ediyordu, ne soruşturmalar yürüyor ne cinayetler aydınlanıyordu.Milliyetçi cephenin oy desteği yüzde 60’ın üzerindeydi, ama ülkeyi yönetemez hale getirilmişti.Siyasi tabanlardan baktığımız zaman AP’nin merkez sağı bugün Ak Parti’nin içindedir. Erbakan’ın milli görüşünün ana gövdesi de Ak Parti’nin içindedir. MHP’nin desteğiyle birlikte siyasi iktidarın arkasında halkın yüzde 60’ı vardır.Saldırılar da bu hükümeti de yönetemez hale getirmek hedeflidir. 1980 öncesi çağrışımları için yine fazla zorlamaya gerek yok.Türkiye’yi yönetmek için sadece yüzde 60’lık halk desteği yetmiyor. Ak Parti yüzde 36 ile, yüzde 40 ile, yüzde 44 ile yönetiyordu. Birçok siyasi hamlesi ve reformu, kendisine oy verenlerin dışında da destek sağladığı için yönetebiliyordu.Bizi tekrar 1980 öncesinin kâbus tünellerine sokanlar herhalde hafızamızın zayıflığına ve ülkenin çoğunluğunun o günleri bilmemesine güveniyorlar.Şu anda ülkeyi yönetme kabiliyetine sahip olan tek siyasi kuvvet Ak Parti olduğuna göre bütün vatandaşların güvenini sağlamak zorunda olan da sadece Ak Parti’dir.
Reina katliamı, bir gerçeği daha ortaya çıkardı. DEAŞ kafası içimizdedir ve sadece DEAŞ’lı değildir.Katliama, açıkça, adıyla sanıyla sevinen, sivil insanların öldürülmesine dini gerekçe üretenlerin çokluğu dehşet vericidir.Kin ve nefret, toplumumuzda ciddi şekilde yuvalanmıştır ve yayılmaktadır.Aylardır öküz altında buzağı arayan savcılar, son iki gündür gerçekleşen insanlık suçlarına karşı hemen, hiç gecikmeden müdahale etmek zorundadır.Din adamı diye geçinen ve katliama onay veren şarlatanlar hemen yargı önüne çıkarılmalıdır.Böyle bir katliamın hiçbir insani, siyasi ve dini gerekçesi olamayacağını bu toplumu yönetenler sürekli anlatmalıdır.Katliamı DEAŞ’ın üstlendiği söyleniyor. Bunun da fazla önemi yok. Türk toplumuna kurulan tuzak aynıdır ve bu tuzağa düşmeye hazır olanlar seslerini en yüksekten çıkarmışlardır.Ne yazık ki son iki günün görüntüsü, iç savaşa hazır ve teşne bir kesimin var olduğunun kanıtıdır.Reina katliamıyla ülkenin yönetilme güçlüğü biraz daha yukarı çıktı. Bu katliama verilen tepkilerle bu güçlük çok daha yukarı çıktı.İki yıldır yoğun çatışma ve savaş koşullarında yaşıyoruz. İki yıldır onlarca katliam yaşadık. Daha altı ay önce kanlı bir darbe girişimi yaşadık.Bu travmaların yarattığı, yaratacağı arızaların ilacının “milli birlik” ve “milli seferberlik” olacağına ikna olduk.Şimdi görüyoruz ki, milli birliğin temeli kuvvetli değildir, milli seferberliği de herkes farklı anlamaktadır.Terörü yenmenin, bütün teröristleri öldürmek dışında başka bir anlamı olmadığına inandığımız sürece de yeni travmalara açık hale geliyoruz.Terör eylemlerini planlayan “üst akıl” en beklenmedik noktalarımıza vuruyor. Kayseri’deki askerlerimiz, İstanbul’da maçta görev yapan polislerimiz, Taksim ve Beyoğlu abluka altındayken Ortaköy’de eğlenenler...“Üst akıl” beklenmedik noktalara vurdukça daha fazla “dağılmamızı” bekliyor. Buna hakkımız yok. Dağılamayız. Önce de kin ve nefret saçanları, kim olurlarsa olsunlar susturmalıyız.
Başa sarmak ve bu noktaya nasıl geldiğimizi gerçekten anlamak zorundayız. Şu andaki ana eğilimimiz ise hamasetle içimizi karartmaktan ibaret.Başa sardığımız zaman geldiğimiz nokta ise Suriye’dir. Suriye ile atışma başladığı sırada bir dış sorunumuz da yoktu.Avrupa ile inişli çıkışlı görüşmeler yürüyor, tam üyelik için bastırmaya devam ediyorduk. ABD ve Rusya ile de bir sorunumuz yoktu.İçerde terörün sona ermesini sağlayacak demokratik açılımları tartışıyorduk ve bütün toplum barış için birleşmiş durumdaydı.Başa sardığımız zaman gördüğümüz manzara budur. Sonra DEAŞ ortaya çıktı, sonra Suriye ile kriz büyüdü.Başa sarıp bakmadığımız için, bugünkü belaları başımıza Amerika’nın mı Rusya’nın mı açtığı konusunda tartışarak yine kendimizi aklamaya çalışıyoruz.Bugüne gelmemize hangi yanlışlarla katkıda bulunduğumuzu konuşmadığımız sürece de varacağımız yeni aşama “çıkış” değil “teslim olma” olacaktır.Kayseri katliamı da, Dolmabahçe katliamı da, Ortaköy katliamı da, Rus elçinin öldürülmesi de PKK’yı da DEAŞ’ı da aşan operasyonlardır.Olan bitenin gerçek boyutlarını anlamaya çalışmak yerine “Ne olacak ya DEAŞ’tır ya da PKK, ikisi de Türkiye’nin düşmanı” deyip noktayı koyamayız.Bu tarz terör eylemlerinin hedeflerinden biri de, ülkenin yönetilemez hale geldiği algısını yaratmak ve hakim kılmaktı. 1980 öncesinde Türk halkı, ülkenin yönetilemediğine inandı ve askeri darbeyi alkışla karşıladı. Ülkenin nasıl yönetilemez hale getirildiği halkın birinci ilgi konusu olmadı.Ama ülkenin yönetiminde olanların ülkeyi yönetemez hale geldiklerini de halk hemen anlar. 15 Temmuz gecesi Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi yönetme kabiliyetine sahip olduğuna inandığı için hemen sokağa çıktı.Bir laf var, “Bir gün Suriye hedef olursa bilin ki asıl hedef Türkiye’dir” diye. Bunu Necmettin Erbakan’ın 1977’de söylediği iddia ediliyor.Bunun doğru olup olmadığını bilemesek de her şeyin Suriye meselesiyle başladığını açık olarak biliyoruz.
Yılın sonuna doğru, yılı iyimserlikle kapamak için bir fırsat çıkmıştı. Aslı Erdoğan ile Necmiye Alpay’ın hapisten çıkmaları iyimser olmamızı sağlayabilirdi.Sağladı da, ama oldukça kısa bir süre için. “Arkası gelsin” temennilerini aktarmamızın akşamında, elektrik kesintileri arasında gazeteci Ahmet Şık’ın tutuklanma haberi geldi.Ahmet Şık’ın tutuklanması aslında terörle mücadele adına yapılan ciddiyetsizliklerin zirvesidir. Çünkü Ahmet Şık üç örgüt üyeliğinden tutuklanmıştır.Ahmet Şık hem FETÖ, hem DHKP-C hem de PKK için çalışıyormuş. Bunu iddia edenler FETÖ’nün Kürt karşıtı olduğunu, PKK’nın da Kürt milliyetçisi olduğunu herhalde bilmiyorlar.Ve bunu bilmeyen savcı ve hakimler Ahmet Şık’ı ikisine de mensup olmaktan tutukluyorlar.Ahmet Şık, FETÖ ile ilgili haber ve kitabı dolayısıyla FETÖ’cü polis ve savcıların komplosuyla bir yıl tutuklu kalmıştı. O savcılar ve polisler şu anda hapiste, Ahmet Şık da FETÖ üyeliğinden tutuklandı.Bu ciddiyetsizlik, maalesef terörle mücadelenin gerektiği gibi yapılmasına ilişkin kuşkuları da artıracaktır.FETÖ’nün, darbe davalarına hakim olup, bunları sulandırma ve buharlaştırmasını hatırlarsak yine birilerinin ülkeye ve ülkeyi yönetenlere yeni tuzaklar kurduğundan da kuşkulanabiliriz.Bu ciddiyetsizlikler, zihinsel kargaşalık ve şuursuz tepkilerle birleşince sorular ve kuşkular bayağı çoğalıyor.Ahmet Şık’ı üç örgüt üyeliğinden tutuklayan bir yargıyla nereye kadar gidilebileceğini de sormak zorundayız, terörle bu şekilde mücadeleyle sonuç alınmasına dair kuşkularımızı da ifade etmek zorundayız.2017 yılına bu şekilde, ülkemizin bekası ve geleceğiyle ilgili sorular sorarak girmek kötümserliğin en ağırı.Bir gün iyimser bir gün kötümser olmak da fazla yorucu bir durum. Ülke yoruldu. Türk toplumu bütün unsurlarıyla yoruldu. Yorulduk.Yılın son gününde böyle bir yazı yazmak da fazlasıyla yorucu.