Amerikan kasabası Clinton, Obama gibi başkanlardan sıkılmıştı.İslamofobiye karşı çıkmak, azınlık haklarına özen göstermek, demokratik değerleri öne çıkarmaya çalışmak onların muhafazakarlığına uymayan durumlardı.Kadın-erkek eşitliğini de unutmamak gerek. Bunlar kasabada hoş karşılanan raconlar hiç olmadı.Amerika’nın yeni başkanı, birinci görev gününde iki düşmanını ilan etti: Radikal İslam ve gazeteciler.Radikal İslamın içinde DEAŞ var, onu biliyoruz. Ama bilmediğimiz örneğin İran’ın Şii yönetiminin de dünyadan kazınacak olan radikal İslam içinde görülüp görülmediği.Kadınlar ve gazeteciler kısmında ise Trump’ı kolay günler beklemiyor.Seçim öncesinde Amerikan medyasının neredeyse tümü Trump’ın karşısındaydı.Trump da bunu hoşgörüyle karşılayacak bir kovboy olmadığı için ilk mermilerini gazetecilere attı.Gazeteciler de çeşitli karşı hamlelerle bu savaşı kabul ettiler. Bu çatışma nereye kadar uzanır bilemeyiz, ama hiç bir Amerikalı gazetecinin hapse girmeyeceğine şimdiden emin olabiliriz.Dünyanın bütün kasabalarında olduğu gibi Amerikan kasabasında da ikinci sınıf olan kadınlar Trump koltuğuna oturur oturmaz ayaklandılar.Bu ayaklanmayı Trump’tan gelecek özür veya özürlerin durdurması da şu anda zor görünüyor.Dünya genelde Trump’tan bir hayır beklemiyor. Açık istisna, olaya dünya açısından değil, kasaba açısından bakan bizim kasaba muhafazakarları.Ankara’nın, Obama’nın Ortadoğu, Suriye, Mısır ve Kürt politikalarına olan tepki ve eleştirileri dolayısıyla Trump’ın Türkiye için daha hayırlı olacağına inanan ve bu ifade edenler az değil.Ancak onlar da Trump’ın İslam karşıtlığının içinde Türkiye’nin de, Ak Parti’nin de olup olmadığını bilmeleri mümkün değil.Trump ile dünyadaki bölünmelerin, çatışmaların artacağı endişesi şu anda dünyadaki ana dalgadır.Buna rağmen Trump’ın kadrosu Ankara ile daha olumlu ilişkiler kurabilir. Bunu da, Trump koltuğa ısındıkça geliştireceği pozisyonlar gösterecek.
Meclis’teki anayasa oylamalarında Ak Partililerin gözü en fazla iki kişinin üzerindeymiş. Biri eski Meclis başkanı Cemil Çiçek, diğeri de eski başbakan Ahmet Davutoğlu.Bir siyasi partinin, en tepedeki üç görevden ikisini yürütmüş olan iki ismin “güvenilmez” hanesine yazılmış olmaları daha önce görülmüş bir durum değil.Davutoğlu’nun kısa başbakanlık döneminde Suriye krizi zirveye çıktı, Rusya ile kriz patladı ve Ak Parti iktidarı ilk kez tehlikeye girdi. Rusya krizinin faturası, yüksek sesle söylenmese de çoktan Davutoğlu’na çıkmıştır.Ankara’nın Suriye politikasında viraj başlamışken Davutoğlu’na oradan da bir fatura çıkması kaçınılmaz oldu.Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığı ve başbakanlık döneminde Suriye politikasının birinci maddesi “Esad gidecek” idi. Şimdi o madde “ESAD gitmese de olur”a dönüyor veya döndü.Muhafazakar kesimdeki “iç savaş”lar zaman zaman hayret verici sertliğe ulaşıyor. Davutoğlu da 7 Haziran seçiminin akşamı bu sertliğin hedefi oldu.Dışişleri bakanıyken Fethullah Gülen’i Amerika’da ziyaret etmiş olması uzun süredir tepesinde bir tehdit olarak sallanan Davutoğlu’nun savunması net oldu: Bu ziyareti dönemin başbakanı Erdoğan’ın isteği üzerine yapmıştı. Bunun aksini söyleyen henüz olmadı, ama bu savunmanın Ak Parti cenahında hoş karşılanmadığı da muhakkak.Muhafazakar kesimin bir parçası olan Gülen cemaatinin, FETÖ’ye dönüşerek isyan hareketine girişmesinin yaraları hala sarılmaya başlanmış değil.Sarılmaya başlanamıyor çünkü, Ak Parti ile Cemaat’in bir dönem iç içe geçmişliğinin içeriği tam olarak çözülemiyor.Başkanlık sistemine karşı, oldukça kibar ve yumuşak bir üslupla Meclis’in işlevini savunan Davutoğlu bu çıkışıyla “güvenilmez” noktasında herhalde yerini sağlamlaştırmıştır. Bu yüzden de Davutoğlu’nun beklenenden önce konuşması muhtemeldir. FETÖ’cülükle suçlanıp soruşturmaya uğramak Ak Partililer için de oldukça endişe verici bir durumdur.Ak Partililer eski başbakanlarını güvenilmez buluyorsa, Davutoğlu’nun da kendini güvende hissetmesi kolay değildir.
Davacının şaşkını derdini mübaşire anlatırmış misali, Kılıçdaroğlu da derdini Bahçeli’ye anlattı.Devletin yeniden yapılanması için partisini feda etmiş olan MHP genel başkanının, Kılıçdaroğlu’nun demokrasi endişelerinden etkilenecek hali herhalde yoktu, olamazdı.Başkanlığın karşısında olanların bir kısmı hala Meclis oylamasında MHP’nin, hatta Ak Parti’nin vereceği firelerle teklifin reddedileceği hayalini kuruyor.Bugüne kadarki oylamalar gerçek durumu açıkça gösterdi. Anayasa değişikliğinin Meclis’te 330 veya üzeri bir oyla referanduma gitmesine kesin gözle bakabiliriz.Başkanlığa karşı olanlar, önümüzdeki iki buçuk ay boyunca halkı ikna etmeye, referandumda hayır çıkmasını sağlamaya çalışacaklar.Bu yarışta, iktidar koalisyonu ile muhalefetin bütün unsurlarının imkanlarının eşit olmayacağı doğrudur.Başkanlığa karşı olanlar medyada seslerini duyurmakta zorlanacaklar, toplantıları güvenlik gerekçesiyle yapılamayacak vs. Bu zorlukları HDP zaten yoğun biçimde yaşamaktadır, CHP de yaşayacaktır.Eğer CHP halka ulaşmak için sokağı kullanmaya çalışırsa da ya FETÖ’cülük ya da HDP yardakçılığıyla suçlanacaktır.Ak Parti tarafından gelen bu tür saldırıların bugüne kadar CHP üzerinde etkili olduğu bir gerçektir. CHP’de FETÖ’cülük ve bölücülükten hapse atılma korkusunun etkili olduğunu da görüyoruz.Ama CHP de HDP de, diğer liberal ve demokrat muhalefet odakları da bu referandumun ülkenin geleceği için hayati olduğuna gerçekten inanıyorlarsa da bunu halka anlatmanın yollarını bulmak zorundadırlar.Bir başka olasılık da, Ak Parti-MHP koalisyonunun kendisini rahat hissetmesi ve referandumla ilgili herhangi bir şaibe iddiası olmaması için yarışın eşit olmasının koşullarını kabul etmesidir.Bunlar önümüzdeki hafta konuşulmaya başlanacaktır. Şimdiki son soru ise, Meclis’te 330’un bulunamaması ihtimalinin sıfır olup olmadığıdır. Bunun cevabı da bellidir: Siyasette hiçbir ihtimal hiçbir zaman sıfır değildir.
Başkanlık sistemiyle ilgili tepkiler artık neredeyse “ülkenin sonu olur” noktasına geldi.En karamsar görüşlerin sahipleri bu sistemle demokrasinin tümüyle gömüleceğini tekrar ediyorlar.Başkanlık nihayetinde bir yönetim sistemi. Demokrasi içinde yeri olan bir yönetim sistemi. Bütün yönetim sistemleri gibi değişik noktalara evrilmeye açık bir yönetim sistemi.Parlamenter demokrasi içinde defalarca çıkmaza girdik, defalarca demokrasinin kesintiye uğramasını izledik.Ak Parti’nin istediği başkanlık sisteminin, Batı’daki benzerlerine göre cumhurbaşkanına daha fazla yetki verdiğine kuşku yok.Bu sistemde cumhurbaşkanı ve başbakanın yetkileri daha da kuvvetlenerek cumhurbaşkanında toplanıyor.Hükümetin, bakanlar kurulunun parti ve halkla ilişkisi kesiliyor, tümüyle cumhurbaşkanının “sekretaryası” pozisyonuna getiriliyor. Meclis’teki iktidar partisi grubunun da hükümetle ilişkisi kesilmiş oluyor.Bunun bir sonucu Meclis’in cumhurbaşkanının yanında veya karşısında ağırlığının artmasıdır. Bakanlar milletvekillerine bağımlı değildir, milletvekillerinin de bakanlarla bir işleri kalmamıştır.Meclis’teki çoğunluk grubunun başkanı buradan aldığı güçle cumhurbaşkanının her dediğine evet deme yükümlülüğünden de kurtulmuş olmaktadır. Halkla doğrudan temasta Meclis tek kuvvet olmaktadır. Cumhurbaşkanının gücünü dengeleyecek gücün Meclis olması kaçınılmaz hale gelmektedir.Meclis’teki çoğunluk partisinin grup başkanı da sistemin “ikinci adamı” konumuna gelmektedir. Anayasa değişikliğiyle gelmesi muhtemel başkanlık sisteminin herhangi bir unsurunun demokratik süreçle bir ilgisini kurmak mümkün değildir. Bu değişiklikler daha demokratik bir anayasa için yapılmamaktadır.Barış sürecinin rafa kaldırılmasından beri yaşadığımız demokrasi arızaları da başkanlık sisteminin gelmesiyle kendi başına düzelmez daha da kötü olmaz. Başkanlık sistemi gelirse “her şey biter” karamsarlığıyla hareket etmek de, bunu yapan siyasetin intiharından başka bir şey olmaz.
İki kelimelik bu veciz cümle başbakan yardımcısı Kurtulmuş’a ait.Kurtulmuş, Suriye konusunda istediğimizi yapamamış olmamızı anlatırken bu cümleyi kullandı.Suriye’de istediğimiz Esad’ın devrilmesi, yerine demokratik bir rejimin gelmesiydi.Bugün, “gücümüz yetmediği” için yavaş yavaş Beşar Esad’ı kabul etme noktasına geliyoruz. Geldik bile sayılabilir.“Gücümüz yetmedi”den devam ettiğimiz zaman DEAŞ ile mücadeleye tek başımıza gücümüzün yetmediğini de ekleyebiliriz. Sürekli olarak Amerikan yönetiminden bazı taleplerde bulunuyoruz, bunlara istediğimiz karşılıkları alamadığımız için de sert tepkiler gösteriyoruz.Amerikan “idare”si ile anlaşmazlıklar devam ederken Rusya ile yakınlaşmak için uçak krizini de üstlendik, Esad’a tavrımızı da yumuşattık.Rusya ile uçak krizi çıkaranlar “gücümüzün yeteceğini” sanmış iseler büyük bir şuursuzluk göstermişlerdir.Aynen öyle olmuştur ve bütün manevralarımıza rağmen Rusya halen ambargoları kaldırmış bile değildir.Her durumda kendimizi kendimize övmek, gücümüzden söz etmek alışkanlığımız her zamanki gibi kafamızı karıştırıyor.Her sıkıntılı durumda hamasete başvurmanın asla ilaç olmadığını her seferinde görmüş olmamıza rağmen yine ağır hamasetten kendimizi alamıyoruz.Bu nedenle de Rusya ile uçak krizini çıkarana hesap soramıyoruz, elinde üç beş dolar, avro bulunan vatandaşa “terörist” diyerek yine günü kurtarıyoruz.Numan Kurtulmuş, “gücümüz yetmedi” diyerek hamasetin sınırını da, özeleştiri mecburiyetini de açıkça söyledi.Şimdi de dolar üzerinden Türk ekonomisini zora sokacak manipülasyonlar yapılıyor ve biz bunları boşa çıkaramıyorsak demek ki yine “gücümüz yetmemektedir”.Gücümüzü aşan her siyasi hamle bir fatura getirir. “Şehitlere alışacaksınız” dedikleri için alışmaya çalışsak da halkın karşısına başka faturalar da gelmeye başladı.Akaryakıt zamları da, soğanın kilosunun 15 lira olması da bu faturalar olarak gelince de bunu hiç bir hamaset kesemez.
Bu hafta sonu gelirken Meclis’ten anayasa teklifinin kabulüyle MHP de hayatının final aşamasına girmiş olacak.Alpaslan Türkeş, MHP’yi kurarken nasyonalist-sosyalist teriminin Türkçesiyle, milliyetçi-toplumcu olarak kurdu.MHP Soğuk Savaş döneminin anti-komünist stratejileri içinde yerini aldı ve görevinin gereklerini yaptı.Bugün Soğuk Savaş yok, başka savaşlar var. Bu savaşlar içinde Kürt meselesi MHP’nin son can suyu oldu.Ama artık MHP’nin varlık nedeni olan hemen her şey Ak Parti’nin hakimiyetine geçmiştir.Bu süreçte MHP iki muhtemel finalden birini tercih etti. Ak Parti ile umutsuz bir mücadele yapmak yerine Ak Parti’ye teslim olmaya karar verdi. Şimdi bunu uyguluyor.İlk iktidar dönemlerinde “sola” doğru genişleyen Ak Parti, son dört yılın ağır çatışmaları içinde “sağa” doğru genişlemeyi tercih edince MHP’nin bütün alanları kapatılmış oldu.Ak Parti eğer MHP’nin ömrünü kendi yedeğinde biraz daha uzatmak isterse seçim barajını yüzde 7’ye çekmeyi de düşünecektir.Ancak bu ihtimalin karşılığı HDP’nin Meclis’e daha kuvvetli olarak gelmesidir.Bu nedenle de Ak Parti açısından seçim barajını yüzde 7’ye düşürmek kolay bir karar değildir.Bir diğer ihtimal de Bahçeli’nin seçeceği MHP’lilerin Ak Parti listelerinde milletvekili adayı gösterilmeleridir.Bunlar seçildikten sonra tekrar MHP’ye döner, grup kurar ve iktidarın küçük ortağı pozisyonunda MHP’nin ömrü biraz daha uzayabilir.Bu şekilde girilecek bir seçimde MHP seçmeninin ne kadarının Ak Parti’ye oy vereceğini söylemek kolay değil. Ama milletvekili sayısının 600’e çıkması ve Ak Parti’nin oy oranının yükselmesinin milletvekili sayısının daha yukarı çıkmasını sağlaması büyük ihtimaldir.Her durumda MHP için bir çıkış kalmamıştır. Devlet Bahçeli, en büyük siyasi hamlesinde Ak Parti’ye bu desteği verirken bunları hesaba katmamış olabilir mi?“Olamaz” diyenlere, “Bunu devlet için, devletin yeni yapılanması için yaptı” diyenlere kulak versek iyi olur.
Önce Devlet Bahçeli “seçim” kelimesini telaffuz etti. Anayasa teklifinin Meclis’ten çıkmaması durumunda seçime gidilmesi gerektiğini söyledi.Başbakan Yıldırım ile uzun bir görüşme yapan “mütereddit” MHP’li Halacoğlu da her durumda kasımda seçim olacağını söyledi.Sonra CHP çıktı, klişe başlıkla “hodri meydan” dedi, “delikanlıysanız gelin halkın önüne çıkalım” demeye çalıştı.Ve dün seçim kelimesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ağzından çıktı, muhalefetin Meclis’i çalışamaz hale getirmesi durumunda seçime gidilebileceğini söyledi.Erdoğan’ın bu sözü, CHP’nin “hodri meydan”ına karşı “hodri meydan” olarak görülmelidir.Anlayacağımız şu: Seçime gidersek öyle bir döneriz ki, Meclis’te engelleme yapma gücünüz bile kalmaz.Aslında seçim kelimesini uzun süredir HDP’liler telaffuz ediyorlar, ama seslerini duyuramıyorlar.Demirel “Seçim bütün ufunetlerin, kötü kokuların ilacıdır” derdi. Demirel’in halka güvenme konusunda bir tereddüdü yoktu.Şimdi Demirel’in “ufunet-kötü koku” kelimesinden yola çıkarsak, iki gün içinde bu kadar çok seçim lafı edilmesini de buraya bağlayabiliriz.Ufunet varsa, bunu kimin temizleyeceği de halka sorulacaktır. Ufunet kendi kendine gitmez, bunu ancak siyasi iradenin doğru politikaları giderir.Ak Parti, ekim-kasım aylarında yapılacak bir erken seçimde daha da kuvvetli geleceğine inanıyor ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan o sözü söyledi.MHP, daha fazla erimeden gidilecek bir erken seçimde tekrar Meclis’te olabileceğinin hesabını yapıyor ki, seçimi tartışıyor.CHP, bu seçimde en azından oyunu artırarak geçen haziran geçimine benzer bir sonuç umuyor ki, “hodri meydan” diye ortaya çıktı.HDP de bütün Hükümet-devlet baskılarının karşısında, demokratik güçlerle kuracağı ittifaklarla gücünü artırdığını göstereceğine inanıyor ki, sürekli seçim diyor.Ak Parti siyasi yapıdaki tıkanmayı çözmek için stratejisini başkanlık sistemi üzerine kurarken referandum ertesi bir seçim ihtimalini hiç dışarıda bırakmadı.Sonuçta bütün ibrelerin şu anda ekim-kasım aylarında seçim göstermeye başladığını söyleyebiliriz.
Anayasa teklifinin Meclis’te “kader” oylamasına 10-12 gün kadar bir süre var. Şu ana kadar yapılan oylamalarda partisinin Meclis grubunun yarısına hakim görünen MHP genel başkanı Bahçeli MHP’nin ve Ak Parti’nin içine yönelik son bir hamle yaptı.Bahçeli, eğer Anayasa teklifi Meclis’ten geçmezse seçime gidilmesi gerektiğini söylüyor. Bu ifadenin milletvekillerine dönük tarafı, “fire”ye dahil olan ya da kuşkulanılan vekillerin bir erken seçimde listelerde yer alamayacaklarıdır.Meclis’te kabul çıkması için MHP’den 15 vekilin teklife destek olması gerekmektedir. İlk oylamalarda da bu rakamın 20-21 olduğu görülmektedir.Bahçeli, AK Parti’ye verdiği söz açısından şu anda rahattır, ama çok rahat da değildir.MHP’den 5-6 fire, Meclis’in anayasa teklifini kabulünde sınır rakamdır. Böyle bir ihtimalde Ak Partililer de fireyi MHP’de arayacak, MHP’liler ve Bahçeli suçlanacaktır.Bahçeli’nin “seçim” sözünün bir ucu da kaçınılmaz olarak Başbakan Yıldırım’a gitmektedir.Böyle önemli bir oylamada gerekli oyu bulamayan Hükümetin, Başbakan’ın istifası da aslında siyasi geleneklerde doğal bir durumdur.Devlet Bahçeli otuz yıldır Meclis’tedir ve lafının nereye gittiğini herhalde bilmektedir.Bahçeli böyle bir yaradan sonra gidilecek seçimde MHP’nin iyi bir sonuç alamayacağını, muhtemelen de yüzde 10 barajı geçemeyeceğini de iyi bilecek bir konumdadır.Dolayısıyla seçim sözüyle, kendisine sadık milletvekili ve partilileri de daha etkili çalışmaları konusunda uyarmış olmaktadır.Misyon ve hassasiyetlerinin çoğu bir şekilde Ak Parti’ye taşınmış olan MHP’nin geleceğini zaten MHP’liler de epeydir tartışmaktadır. Bunlar iyimser değil, var olma tartışmalarıdır.Bahçeli’nin seçim lafıyla ortaya çıkardığı kuşku ve endişenin Ak Parti içinde etkili olmaması da mümkün değildir.Nihai oylamaya kalan 10-12 günlük süre Ak Parti için de MHP için de hem uzun hem çok kısa bir süredir. Çok şey de olabilir, hiçbir şey de olmayabilir.