Yıl sona ererken Aslı Erdoğan ile Necmiye Alpay’ın tahliyeleri çok iyi bir haber oldu.Uzun süredir kötü haberlerle kıvranırken bu kez ciddi bir ferahlama hissettik.Necmiye Alpay ile Aslı Erdoğan’ın bu kadar tutuklu kalmış olmalarının hukuki bir açıklaması da yok, manevi açıklaması hiç yok.İlerde de olmayacak. Bunu bir utanç durumu olarak hatırlayacağız, kimimiz de bir “kaza” diye geçiştirmek isteyecek. Ama herkes emin olsun savunan olmayacak.Bir ara, tutuklamanın ülkemizde bir ceza gibi kullanıldığından hepimiz çok şikayetçiydik.Türk yargısının bu refleksinin çağdaş hukuk ilkelerinde yeri olmadığına çok geniş bir katılımla karar verdik. Buna katılmış ve desteklemiş olanların bazılarının da bugün sessiz kalmaları da hatırlanacaktır.Aslı Erdoğan ile Necmiye Alpay’ın tahliyelerinin arkası geldiği zaman, içinde bulunduğumuz sisli alandan çıkışımızın başladığını da düşüneceğiz.Ahmet Altan’ın, Şahin Alpay’ın, Mehmet Altan’ın, Nazlı Ilıcak’ın ve diğerlerinin hapisten çıkmalarının küçük bir azınlık dışında herkesi memnun edeceğine Ankaralılar emin olabilirler.Bunun Ak Parti’deki bir azınlık dışında onay görmediğine de emin olabilirler. Ak Parti’de demokrasi misyonunu ciddiye alan kurucu kuşağın da bu durumdan epeyce rahatsız olduğuna da emin olabilirler.Hilmi Yavuz gibi bir şairin, yazarın tek evine el konulmasının hiçbir hukuk ve adalet kavramına sığmadığını görmemek de mümkün değildir.Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’ın hapisten çıkmaları bir ışıktır, büyümesi gereken bir ışık. Devam.Yeni yılınız kutlu olsunDileğimiz sorulunca büyük şeyler isteriz.Barış isteriz.Bütün mağdurların mağduriyetlerinin giderilmesini isteriz.Bütün haksızlıkların sona ermesini isteriz.Ankaralıların, Ankara körlüğünden kurtulmalarını istiyoruz.Yine istiyoruz. İstemek umutları yeşertir, hayata bağlar, diğer insanları da düşünmemizi sağlar.Daha iyi bir yıl istiyoruz.
12 Eylül darbesinden bu yana en büyük tutuklama kampanyalarını yaşıyoruz.Zaman zaman çeşitli sayılar açıklanıyor, bunların toplayınca birkaç yüz bine ulaşıyoruz.İşlerinden atılan öğretmenler, polisler, askerler, kayyumların attığı belediye çalışanları, kapatılan işyerleri dolayısıyla işsiz kalanlar, kapatılan okullar dolayısıyla okulsuz kalanlar...Hayatları boyunca şiddete, askeri darbelere karşı olmuş insanların terörü destekleme ve darbecilik suçlamasıyla hapse atılmaları, emekli maaşlarına, tek evlerine el konulmasının açtığı yaralar kolay tedavi edilecek yaralar olmaktan çıktı.Tutuklamalar, gözaltılar, işten atmalar aynı hızla devam ederken yaşananlar da kapalı gözleri açamadı.Kayseri’de asker, İstanbul’da polis katliamı yapıldı. Ankara’da Rus elçi öldürüldü. Gazetecilerin yazarların tutuklanmaları,on binlerce insanın işten atılmasıyla esas derde asla deva bulunamıyor.HDP’ye oy veren 6 milyon insanı terörist olarak görmek, iktidar partisinden farklı düşünen her muhalifin FETÖ’cü olmasından şüphelenmekle neyle nasıl mücadele edileceğinin mantığı da kaçırılmış durumdadır.Bugünkü mücadele mantığıyla neredeyse 7 milyon insanı hapse atmak, 100 bin kadarını öldürmek gerekiyor, Bunlar yapıldığı zaman ülkenin süt liman olacağını sananların iktidarı etkilemesi şu anda en büyük talihsizliktir.İhtiyaç hapishanelerin olabildiğince boşaltılması, bütün manasız davaların durdurulması, uyduruk gerekçelerle işten atılan herkesin işine dönmesidir.Her tutuklama, her müsadere, her işten atma toplumun normal hayatını dönmesini biraz daha zorlaştırmaktadır.Bir milli seferberlik ihtiyacı vardır, ama bu normal hayata dönüş seferberliğidir. Ekonomik ve sosyal faaliyetlerin normale dönmesi seferberliğidir.Sivil siyasetin bütün çarklarının çalışmasını sağlama seferberliğidir.Hapse çok adam atmakla Kayseri ve İstanbul katliamlarının önlenemediğini anlama seferberliğidir. Milli seferberlik hamasi nutuklarla, kin kışkırtmaları yapmak, iç savaş senaryolarına elverişli ortamlar yaratmak asla değildir.
Bugünlerde, yıldönümü dolayısıyla 17-25 Aralık ve diğer darbe girişimlerinin muhasebesini tekrar yaptık.2012, 7 Nisan operasyonu ile başlayan bu süreç açık bir siyasi mücadele olarak geçmedi, gizli örgütlerin, istihbarat örgütlerinin kıyasıya savaşını yaşadık. Halen de yaşıyoruz.Açık siyaset olduğu zaman hep bir halka hesap verme mecburiyeti vardır. Gizli örgüt, istihbarat örgütleri savaşlarında ise kamuoyunun manipüle edilmesi var.Gezi olaylarında da öyle oldu, 17-25 Aralık’ta tamamen öyle oldu, Rus savaş uçağının düşürülmesinin ardından da aynı yöntemler çalıştı.Gülen Cemaati FETÖ’ye dönüşürken, istihbarat örgütlerinin yöntemleriyle çalıştı, bu şekilde gelişti. Hiç bir zaman açık siyaset yapmadılar.İstihbaratçı yöntemleri açık siyasetin yerini aldığı zaman da birkaç taraflı manipülasyonlara, en sert provokasyonlara alan açılmış oluyor.Canlı bomba operasyonları da, Kürtlere yönelik kıyımlar da, Rus elçisinin öldürülmesi de aynı savaş tarzının geleneksel yöntemleri olarak sürekli karşımıza çıkıyor.Bu savaş açık bir siyasi mücadele değildir ama hedefleri siyasidir. Örneğin Ankara’nın ABD ile Rusya arasında pinpon topuna çevrilmesi ve kendi iradesiyle hareket etme kabiliyetinin yok edilmesi gibi.FETÖ de gizli örgüt olarak, istihbarat örgütü yöntemleriyle çalışarak bu mücadelenin bir parçası, büyük oyunların kullanılmaya uygun bir unsuru olmuştur.Ortadoğu’nun Amerikan askeri müdahalelerinin ardından bozulan dengelerini kendi çıkarına göre yeniden kurma mücadelesi içine herkes çekilmek isteniyor.Türkiye’yi de bu savaşın içine çekmek için bütün operasyonlar yapıldı. Darbe girişimleri de yapıldı, katliamlar da yapıldı, suikastlar de yapıldı.Bu savaş daha sürecek ve bizim “hakim” bir noktada olmamız çok güç. Bu güçlüğün farkında değilmiş gibi yapmak ve hamaseti tırmandırarak iç kamuoyunun seferber etmek de bu güçlüğü azaltmıyor, tam tersine artırıyor.
Aylardır askeri yorumcular bize aynı şeyi anlatıyor. Güvenlik uzmanı veya stratejist gibi isimlerin de verildiği bu uzmanlar haritalar üzerinde yoğun bir ikna faaliyeti yürütüyor.İkna edilmeye çalışılanlar Türk vatandaşlarıdır, konu da Türk askerinin Suriye ve Irak’ta olması gerektiğidir.Biraz dikkatli dinleyenler söz edilen yerleşim merkezlerinin, esas olarak Sünni Arapların yaşadıkları kasabalar olduklarını görebilirler.Bu kasabalarda görev yapan Türk askerlerinin gerçekten çok zor koşullarda ve birden fazla “düşman güç” ile karşı karşıya olduklarını biliyoruz. Buralarda verdiğimiz şehitler acılarımıza acı katıyor.Yine de bu Suriye ve Irak kasabalarında bunca Türk gencinin hayatını kaybetmesinin, ölümle burun buruna yaşamalarının siyasi açıklamaları tatmin edici olmaktan uzaktır.DEAŞ sınırlarımızı delik deşik etmiştir, topraklarımızda çok kanlı eylemler yapmaktadır.Askerimizin karşısında halen sadece DEAŞ değil, El Nusra adındaki radikal İslamcı terör örgütü de vardır, Suriye ordusu da vardır, Irak ordusu da vardır, İran askerleri de vardır, Şii milisler de vardır.Eğer bu Suriye ve Irak kasabalarını tutmamızın nedeni bazı yayılmacı planların hazırlığı ise de, bunlar ancak yirmi, otuz, kırk yıllık hesaplar olabilir ki bunların gerçekleşmesi için o günlerin koşullarını hesaplamamız da mümkün değil. Böyle hayallerin peşinde kalem oynatanlar yok değil, ama bunlar ancak milliyetçi ve fetihçi duyguları okşayabilir hayallerdir.Hamaset ne kadar artmışsa, arkadaki sıkıntılar o kadar artmış demektir. Suriye ve Irak kasabalarında asker bulundurmamız milliyetçi duygularımızın canlı tutulmasını sağlayabilir.Dünyanın büyük güçleriyle aynı hatta oynamaya çalışırken sürekli hamasetin arkasına sığınmak da bir fayda getirmez.Suriye ve Irak’ın köylerinde, kasabalarında gerçekte bir işimiz yok. Sadece şehit vereceğiz, acılarımıza biraz daha gömüleceğiz.Bu da bizi gerçeklerden biraz daha uzaklaştırır, o kadar.
Rusya elçisine suikast için Ankara FETÖ’yü işaret etti. Suikastçının canlı yakalanmamasının gerekçesi de üzerinde bomba olma ihtimali olarak açıklandı.Bundan sonra “pardon FETÖ değilmiş” denilmeyeceğine, “hemen öldürülmesini araştırıyoruz” açıklaması olmayacağına göre soruşturma bitmiştir.Bitmiştir, böylece benzer durumlarda olduğu gibi bir parmak ilerleme sağlanmayacağı da en baştan kesinleşmiştir.Uğur Mumcu cinayetinin üzerinde yirmi küsur yıl geçti bir parmak ilerleme olmadı. Gelen giden siyasi iktidarlardan biri bile “duvardan bir tuğla” çekmeye kalkışmadı.Tahir Elçi cinayeti herkesin gözü önünde gerçekleşti, soruşturma bir parmak ilerlemedi. İlerlemediği gibi var olan deliller de ortadan kayboldu.Çok uzaktan çok yakına geldik, ama bu tür siyasi suikastların hiçbirinin aydınlatılmamış olması gerçeği değişmedi.Hiram Abas’ı da hatırlayalım, onunla ilgili soruşturma da bir parmak ilerlemedi, kapandı gitti.Hrant Dink cinayeti soruşturması ise ilerlemeye başladı. Ne zaman? FETÖ’ye bağlanma durumu ortaya çıkınca ilerlemeye başladı.Rus elçisini öldüren polisin, ateş ettikten sonra Arapça bir şeyler söylemesi ve Tekbir getirmesinin mizansenin bir parçası olup olmadığını da bilmiyoruz.22 yaşındaki polisin, böyle bir suikastı, sadece FETÖ bağlantısı dolayısıyla, kendi başına planlayıp gerçekleştirmiş olması üzerine ne kadar kafa yorsak nafiledir.Diğerlerinde olduğu gibi bu suikastın soruşturmasında da bir parmak ilerleme beklemek saflıktır.Suikastçı polis eğer FETÖ mensubuysa, 15 Temmuz darbe girişimi dışında FETÖ mensupları da ilk kez ellerini doğrudan kana bulamış olmaktadır.FETÖ, Gülen Cemaati olarak ortaya çıkıp gelişirken, bir “ılımlı İslam” projesiydi ve mensuplarının siyasi cinayetlere karışması akla hayale sığmazdı.Böyle bir “ılımlı İslam” projesi ve örgütlenmesinin büyük güç oyunlarının piyonu, istihbarat örgütlerinin tetikçisi olması üzerine de düşünmek gerekiyor. DEAŞ, El Nusra gibi örgütleri geliştirenlerin Gülen Cemaati’ne yatırım yapmış olmaları da mantık dışı gelmiyor.
Sade bir genç adam. Düzgün eğitim almış, dini hassasiyetleri var, Cemaatle ilişkisi olmuş ama bir aşırılığı, dengesizliği bilinmiyor.Bu genç polis Ankara’da bir sanat etkinliği olacağını, buna Rus elçisinin katılacağını öğreniyor. Keşif yapıyor, salona polis kimliğiyle giriyor ve büyükelçiyi öldürüyor.Bu olayın “münferit” olduğuna, katilin zihinsel hazırlığı, planı ve icraatı tek başına yaptığına inanmak çok zor.Aynı şekilde katil polisin canlı yakalanmak için çaba gösterilmemiş olması ve hemen öldürülmesinin gerekçelerine ikna olmak da kolay değil.Suikastçının hemen öldürülmesi emrini veren yetkilinin bunu, bayağı inandırıcı şekilde açıklaması gerekiyor.Bu soruları, soruşturma yapmalarına izin verilen Rus heyeti de soracaktır, başkaları da soracaktır.Rus büyükelçisi hayatını kaybettiği sırada, İstanbul’da Rus konsolosluğu önünde protesto gösterisi vardı. Hiç bir gösteri ve toplantıya izin verilmeyen Taksim-Beyoğlu hattında bu gösteriye izin verilmişti.Rus yönetiminin, suikastın hemen ardından sakin ve anlayışlı davranması şu anda hepimize rahat bir nefes aldırdı.Ama bunun siyasi sonuçları olacaktır ve ilk sonuç Moskova’daki üçlü toplantıda Türk Dışişleri Bakanının, Suriye’de yönetim değişikliğinin gündemde olmaması kararını onaylaması olmuştur.Bu suikast zaten hep aklımızda olan bir korkuyu tekrar ortaya çıkarmış oldu. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi bu kadar kolay öldürülebildiğine göre FETÖ’cüler veya başka güçlerin tetikçilerinin de büyük icraatlar yapması mümkündür.Arazinin herşeye açık, her ihtimali besleyebilecek bir noktaya geldiğini, bu kelimelerle söylemesek bile sürekli ifade eder hale geldik.İstanbul ve Kayseri katliamları, Rus elçisi suikastı ülkenin hiç bir köşesinin ve hiç kimsenin güvende olmadığını gözümüzün içine sokarak söylüyor.Biz ise henüz arazinin kurutulmasını konuşmak yerine, çeşitli hamaset ve günü kurtarma noktasında duruyoruz.Güçlü bir yönetim isteyenlerin de hiç karmaşık beklentileri yok. Arazinin gerçek anlamda temizlenmesi için bunu istiyorlar.
Başkanlık sistemiyle ilgili anayasa değişikliğinde henüz ayrıntılı bir tartışma yapılamıyor. Terör olayları dikkatimizi oraya topladı, başkanlığı sonraya bıraktık.Ak Parti ile MHP’nin ortak metni Meclis’te görüşülmeden önce gelen tepkiler içeriğin tahliline gitmeden genel tepkilerden ibaret kaldı.Bunlar da teklifteki başkanlık sistemine geçişin dikta rejimine yol açacağı şeklinde. Teklifi savunanlar ise bu yapının tam tersine dikta eğilimlerini engelleyeceğini söylüyor.Yani herkes yine bulunduğu noktadan, içeriği tartışmadan tavır alıyor.Anayasa değişikliğinin ana mantığı başbakanlığın kaldırılarak, başbakanlık ve cumhurbaşkanı yetkilerinin halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanında toplanmasıdır.Bu kadarından “dikta” çıkarmak fazla aceleci bir tepkidir, bu kadarıyla da halkı, seçmeni etkilemek, hayır tercihine yönlendirmek zordur.Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun tümünün Cumhurbaşkanı ve hükümet tarafından belirlenmesiyle ilgili eleştiri de yargı bağımsızlığı üzerinden dile getirilecektir. Bunu tartışırken de “yargı ne zaman bağımsızdı” veya “HSYK’yı yargı mensupları seçince yargı bağımsız oldu mu” sorularının cevabıyla başlarsak gerçek durumumuzu konuşabiliriz.Bugünkü parlamenter sistem de, anayasa değişikliğinde öngörülen sistem de demokrasinin sağlam güvencesi olabilir mi?Olabilir, ama sistemi oluşturan yapının bütün unsurlarının demokratik gelenekleri benimsemiş olarak işlemesi halinde olabilir.15 Temmuz olayı, bütün kurumların zayıflığını, kırılganlığını en açık şekilde kanıtladı. Siyasi yapının döküldüğü, devlet kurumlarının lime lime olduğu bir ortamda sadece sokağa güvenebildik.Demokrasinin tümüyle yok olmasına bir milim kala Meclis sığınaktaydı, Hükümet dağılmıştı, Silahlı Kuvvetler ve Emniyet bölünmüştü.Var olan yapının, demokrasinin güvencesi olmadığını gözümüzle gördük. Buna rağmen bu yapıyı savunmak için de başka güdüler gerekiyor. Başkanlık sisteminin bu şekline geçsek de geçmesek de esas olan demokratik yapılanmanın sağlanmasıdır. Bunu da kayıkçı kavgası ruhuyla gerçekleştirmek mümkün değildir.
Türkiye’ye dayatılan savaş düzeninde önce genç ölümlere alışmamız bekleniyor. Genç ölümlere alışacağız ki savaşı da bu şekilde yürütmeyi kabul edelim.Tuzağı kuranlar, genç ölümlere alışmamızı isterken tepkilerimizi de yeni çatışmalar açacak yönlere çevirmemizi istiyorlar.Bu kadar açık bir tuzağa düşmek, tuzağın hedefindeki iç savaş yollarını açmakta acele edenler bile ortaya çıktı.Provokasyonlara gelerek, iç savaş tezgahçılarının ekmeğine yağ sürmekle daha çok ölümün, daha çok genç ölümün koşullarını hazırlamaya katkıda bulunanların aymazlığı hayret verici bir noktaya gelmiştir.“Düşman” kimse, “üst akıl” neyse, Türkiye’nin iç savaşa girmesinin planlarını yapmış, adım adım uyguluyor.Bu planın gerçekleşmesi için gönüllü operasyoncu olan FETÖ, 2012’de başlattığı icraatlarını 15 Temmuz’a kadar devam ettirdi.Büyük operasyonun yan icraatları da canlı bombaların katliamları oldu, olmaya devam ediyor.Türkiye’nin bu kuşatmadan çıkabilmesi için öncelikle bütün provokasyonları etkisiz kılması gerekiyor. Siyaset, bu provokasyonları teşhis edecek tecrübeye sahiptir, halkın da bu tuzaklara düşmemesini sağlamak zorundadır.15 Temmuz ve ertesinde sokaktaki halkın gücünün görülmesi de bunun sürekli kullanılmasını gerektirmez. İyi kontrol edilemeyen sokak hareketlerinin her zaman başka yönlere gidebileceğini de gayet iyi biliyoruz.Büyük bir provokasyona alet olmamızın itirafını da Ak Partili Prof. Burhan Kuzu yaptı. Kuzu’nun suçladığı kişi dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu: “Rus uçağının düşürülmesi için ben emir verdim, diyerek yalan söyledi.”Bunu bilen veya kuşkulananların da Rus uçağını FETÖ’cü pilotun düşürdüğüne ilişkin iddialarını da hatırlayalım.Rus uçağının düşürülmesi provokasyonuna gelmenin maliyeti ortada. Bu maliyetin, Rusya üzerinden Suriye krizine yansıması da ortada.Bugün Türkiye’deki bombaları Suriye’nin patlatıp patlatmadığını konuşuyorsak, Suriye ile savaş haline geçmemizin hikayesini de gözden geçirmeliyiz.Genç ölümlere alışamayız, bunları sona erdirmek için gereken her şeyi yapmalıyız.