Türkiye’nin cumhurbaşkanını ilk kez halk doğrudan seçecek. Bu seçimle birlikte bir ilk de yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarının bulundukları yerde oy kullanması oldu.Bunun demokratik temsil açısından önemli bir adım olduğuna kuşku yok. Ekmeğini başka ülkelerde arayan Türk vatandaşlarının anavatanda olan bitenle yakından ilgili oldukları da biliniyor. Türkiye’deki siyasileşmenin de yurt dışına neredeyse bire bir yansıdığı da biliniyor.Yurt dışında yaşayan ve oy kullanma hakkına sahip olan Türk vatandaşı sayısının 2.5 milyonun üzerinde olduğu açıklanmıştı.Bunların tümünün, Türkiye’deki katılım oranına uygun, hatta belki de daha yüksek olarak oy kullanma eğiliminde oldukları da çeşitli gözlemciler tarafından belirtildi.2.5 milyon oyun genel seçimin tümündeki oranı yüzde 6-7’yi buluyor. Türkiye’deki gibi yüzde 80’in üzerinde bir katılımla da yüzde 5.5-6 puana tekabül ediyor. Bu seçim sonuçları açısından çok kuvvetli bir ağırlıktır.Daha önce yapılan bazı araştırmalarda, ulaşım sorunları dolayısıyla yaklaşık 1 milyon 250 bin dolayında oy kullanılmasının beklendiği ifade ediliyordu. Bu da toplam içinde yüzde 4’lük bir puan anlamına geliyor.Ancak son gelen bilgiler ve Yüksek Seçim Kurulu’nun açıklamalarından anlaşılıyor ki, yurt dışındaki seçmenlerden ancak 300 bini, en iyimser ihtimalle 400 bine yakını oy kullanabilecektir.Bunun nedeni, internet üzerinden bir “randevu“ düzeniyle oy kullanılmakta olmasıdır. Bu sistem seçmenin sandığa gitmesini zorlaştırmıştır, hatta sandığa ulaşabilen binlerce insanın da bu yüzden oyunu vermeden döndüğü bildirilmektedir.Yurt dışında kullanılması beklenen oyların dağılımı üzerine de genel tahminler yapılabilmektedir. Buna göre de bu oyların dörtte üçünün Tayyip Erdoğan’a, dörtte birinin Selahattin Demirtaş’a gideceği sonucu çıkmaktadır.Yurt dışındaki vatandaşların oy kullanmasının güçlük yaratan bir sistemle yapılması, fazlasıyla alışık olduğumuz “kasıt” kuşkularını da yaratmıştır.Şunu belirtmek gerekiyor ki, Yüksek Seçim Kurulu, kuruluşundan bu yana yönettiği seçimlerden hep yüzünün akıyla çıkmıştır. Her seçimde dedikodular çıkar, kimileri paranoyaya varan iddialar ortaya atılır, ama şunu herkes bilmelidir ki, 1946 seçimleri, yani ilk çok partili genel seçimler dışında, sonuçları etkileyecek herhangi bir kasıtlı ya da kasıtsız yanlış olmamıştır.Şu andaki sorun olan, yurt dışındaki vatandaşların oy kullanmasıyla ilgili olarak da belki yöntemin tümüyle değişmesi mümkün değildir. Ancak yapılabilecek olan, vatandaşların oy kullanmasını kolaylaştıracak bazı pratik esnetmeler getirmek ve oy kullanma süresini uzatmaktır.
AKP bir yıldır üç yorucu savaş yaşadı. Bunlardan biri devam ediyor. Gezi ve 17 Aralık’ı hasarsız ya da minimum hasarla atlatan AKP için Cemaat‘le savaş devam edecek.Aynı dönemde bir yerel seçim yaşandı, AKP yine galip çıktı. Bir seçime daha şimdiden kazanmış olarak giriyor, 10 Ağustos’ta ne olacağını herkes biliyor.Bunlar her siyasi partiyi yorar, AKP’yi yormaması mümkün değildir. Ama beklemek de, bir belirsizliği yaşamak da yorucudur, hatta bu mücadelelerden daha da yorucu olabilir.Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasından sonra neler olmayacağının bazıları belli oldu. AKP’de ve Hükümet’te “emanetçi” tarzı bir geçiş dönemi olmayacak. Hükümetin başında da partinin başındaki kişi olacak.Erdoğan Çankaya’da görev yaparken Hükümet’le bağını güçlü tutacak. Dolayısıyla partisi ile de bağı kopmamış olacak. Ama bu bağlar yeni Başbakan’ı, Hükümet’i zayıflatan nitelik taşımayacak.Bunların çoğunu Başbakan Erdoğan açıkça söyledi, bazılarını AKP’nin kurmayları kuvvetlendirdi.Sıra geldi “isim koymaya” ve bu aşamada AKP’den yorgunluk işaretleri gelmeye başladı. 12 yıldır iktidarda bulunan, girdiği bütün seçimleri kazanmış, oyunu sürekli artırmış bir siyasi parti geleceğiyle ilgili güvenceleri bilmek ister.‘O ismin’ ağırlığı olacakErdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasıyla AKP’de bir zayıflama ya da bölünme sürecinin başlaması, AKP’den yeni bir siyasi parti çıkması hala muhalefet çevrelerinde bir ümit dalgası olarak varlığını sürdürüyor.AKP içinde böyle bir karamsarlık mümkün değil, böyle bir kırıntı olsa bile 10 Ağustos’tan sonra kalmayacaktır.Ama yine AKP’nin de yeni liderin ve başbakanın adını bir an önce öğrenmek istemesi çok doğaldır. Çünkü o isim partinin geleceğinin birinci güvencesi olarak görülecektir.Erdoğan bu konunun konuşulmasını, tartışılmasını istemiyor. Düşünebiliriz ki partinin ve hükümetin başı için önereceği isim Erdoğan’ın kafasındadır, ama bunun 10 Ağustos öncesi konuşulmasını istememektedir.10 Ağustos öncesinde Erdoğan bir isim telaffuz ederse, seçimde o ismin de bir ağırlığının olacağı kesindir. “O ismin” etkisinin 10 Ağustos sandığında da görülmesi ancak Erdoğan’a ve AKP’ye biraz daha güç verir.“Ters köşeler”i seven Erdoğan’ın 9 Ağustos günü “o ismi” telaffuz etmesine de şaşırmayız.
Seçim araştırmaları yapan kuruluşların çoğu bir süredir aynı oranları veriyor. Tahminlerin hiçbirinden bir sürpriz işareti çıkmıyor.Kampanyanın başlamasıyla birlikte bu oranlar sabitleşmiş görüntü vermeye devam ediyor.Tekrarlayalım:Tayyip Erdoğan yüzde 54-55Ekmeleddin İhsanoğlu yüzde 38-39Selahahattin Demirtaş yüzde 8-9.Birinci ve ikinci isimler arasında yüzde 15-16 puanlık farkın kapanacağını uman da görünmüyor.Bu oranlarda olabilecek değişikliklerin yönü de aşağı yukarı bellidir, farkın kapanması değil daha da açılması söz konusudur.2.5 milyon seçmenSeçim araştırması yapan kuruluşların hiçbiri yurt dışından gelecek oyları hesaplara dahil etmemektedir. Elde sağlam veriler yoktur, bu yüzden dışarından gelecek oylar hesap dışında kalmaktadır.Yurt dışındaki seçmen sayısı yaklaşık 2.5 milyon olarak verilmektedir. Bunun esasını da Batı Avrupa’da yerleşik gurbetçiler oluşturmaktadır. Batı Avrupa dışındaki ülkelerde yaşayan ve oy kullanma hakkı olan seçmen sayısıyla ilgili ise ancak kaba tahminler yapılabilir.Batı Avrupa dışında Rusya’da, Bulgaristan’da, Türkmenistan’da yaşayan, çalışan Türk vatandaşları vardır, ancak bunların sayıları bilinmemektedir.Batı Avrupa’da, Türkiye seçimlerinde oy kullanma hakkı bulunan 2.5 milyon seçmenin 1.5 milyonunun oy kullanacağına ilişkin bir beklenti vardır. Bu 1.5 milyon seçmenin tüm seçmen içindeki ağırlığı da 4 puana tekabül etmektedir.Batı Avrupa’nın profiliBu seçmen üzerinde, sadece Batı Avrupa açısından baktığımızda etkisi olan iki siyasi güç AKP ve HDP’dir. CHP ve MHP’nin Avrupa’da örgütlü bir ağırlığı olmadığı da bilinmektedir.Bunlara göre yapılacak en basit tahmin bu 4 puanın 3’ünün Erdoğan’a, 1’inin Demirtaş’a yönelmesidir.Buradan yola çıkıldığında da Erdoğan’ın 10 Ağustos’ta alacağı oy oranının yüzde 58’e, Demirtaş’ın oy oranının da yüzde 10’a ulaşabileceği sonucu çıkarılabilir.Erdoğan’ın oyunun, 2010 referandumundaki yüzde 58’e ulaşmasının siyasi anlamı önemlidir. Aynı şekilde Demirtaş’ın yüzde 10’a ulaşması da Kürt siyasetinin solla ittifak halinde etkinliğinin bir anlamda atlanması, merkez siyasetin temel aktörlerinden biri olması anlamına gelir.Dışarıdan gelecek oylar, 10 Ağustos sonrası için büyük önem kazanmıştır.
Seçimle iktidara gelen siyasilerin hepsi şu ya da bu şekilde bir gün “derin devlet”le karşılaşmıştır.İktidarın yarattığı bazı yanılsamalar, birçok “derinliği” kavramalarını görmelerini güçleştirmiştir.Anlaması gerçekten kolay değildir. Seçimle gelmişsiniz. Emrinizde on binlerce kamu görevlisi var. Kırmızı plakalar, uçaklar vesaire var. Sizinle iyi geçinmek için yarışanlar çok var.Ama bazı şeyler istediğiniz gibi yürümüyor. Görünmez duvarlara çarpıyorsunuz. “Emredersiniz efendim” deyip önünüzden çekilenlerin talimatlarınızı yerine getirmediklerini sonra fark ediyorsunuz.Sonra birileri gelip muhtelif uyarılarda bulunuyorlar. Bazı bürokratları işaret edip, “aman ona dokunma buna elleme” diyorlar.Bazı yaraları deşmeye çalışıyorsunuz, aklınıza gelmeyen duvarlara tosluyorsunuz. Biraz üstüne gitmeye kalkıyorsunuz, yine birileri geliyor “efendim buna ellemeyin, filanca meseleye girmeyin” diye yeni uyarıyor.Bu derin yapıyı biraz daha geriye dönüp teşhis etmeye çalıştığınız zaman bakıyorsunuz işin içinde solcular var. Bakınız 12 Mart ve 12 Eylül öncesi.Biraz kurcalıyorsunuz sağcılar çıkıyor. Bakanız 12 Eylül öncesi, 28 Şubat öncesi. Bakanız muhtelif devlet partilerinin çıktıkları dönemler.Bu “derin yapı” günü geldi solcuları “çalıştırdı”. Günü geldi milliyetçileri “çalıştırdı”. Günü geldi muhafazakar siyasetçileri “çalıştırdı”. Güne geldi “komünizmle mücadele dernekleri” kurdurdu, günü geldi milliyetçi gençleri örgütledi silahlandırdı, günü geldi sol örgütlere “gaz” verdi.Bu kez derin yapının “uygulama” kısmında dini saiklerle bir araya gelmiş insanlardan oluşan bir cemaat bulunuyor.Bunda şaşılacak hiç bir şey yok. Onlar için “barış süreci diye bir melanet başladı” ve onlar bunu durdurmak için harekete geçtiler, geçirttiler.“Derin yapı” en önemli dayanaklardan birini, emniyeti bütün kuvvetiyle ileri sürdü. Yargıda var olan yapıyı, müesses nizamı korumak için savaşıyor. Yargıdaki yapıya asla el sürülmemesi için “yargı bağımsızlığına saldırı” diye direniyor.“Derin yapı” bugün barış sürecini durdurabilmek için ve yargının devletçi yapısını korumak için belli bir grupla çalışıyor. Yarın şartlar değiştiğinde o taşeron da gidecek, başkası gelecektir.
Bayramlarda gündelik ruh hallerinin dışına çıkmaya çalışırız. “Bayram” kelimesinin hakkını vermek, sükunetini yaşamak isteriz. Bekleriz ki biraz daha sevgi olsun, hoşgörü olsun, hayata dair iyimserlikler olsun.Öyle isteriz de, bayrama girerken bir yanda polis müdürleri operasyonunun devamını izliyoruz diğer yanda Gazze’deki kıyımı.Bu topraklara barış gelemiyor. Bu topraklarda sorunları, bugüne kadar bulunmuş en iyi araç olan demokrasi yoluyla çözme alışkanlığı yerleşemiyor.Sık sık ne kadar önemli mesafeler aldığımızdan, ilerlememizden söz etsek de yüz tane emniyet görevlisi, polis müdürü binlerce insanı gizlice dinlemek ve elde ettikleri bilgileri siyasi amaçlarla kullanmak suçlamasıyla kovuşturuluyorsa övünülecek bir mesafe yok demektir.Bu emniyet görevlileri, üstelik önemli mevkilere gelmiş, önemli sorumluluklar taşımış polis müdürlerinin hangi saiklerle binlerce insanı dinlemesi, izlemesi açıklanmaya muhtaç bir durumdur.Amaç Türkiye cumhuriyetinin siyasi iktidarını ele geçirmek ve Türk toplumunu buna göre yönlendirmek ise bunun yolu, aracı “demokratik siyaset”tir.Mevcut iktidarın topluma kötülük yaptığına inanıyorsanız, bir siyasi partiye girersiniz, bir parti kurarsınız, halka fikirlerinizi anlatır iktidarı talep edersiniz.Siyasi bir amaçla gizli dinlemeler, şantajlar, fişlemeler, darbe planları, şiddete dayanan eylemler, şiddetin tırmanması insanların birbirini öldürmesi için kumpaslar kuruyorsanız bunun adı bellidir.Bu icraatların hiç birinin en küçük bir ahlaki ve vicdani gerekçesi olamaz. Bunlara gerekçe üretmeye çalışmak da en başta halkın sağduyusuna hakarettir.Demokratik kurumların ve geleneklerin zayıflığından kaynaklanan boşluklar hala birileri için uygun ortamları besliyor. Demokrasi eksiklerine güvenerek, kurumlardaki eski zihniyetlerin varlığına dayanarak savaşıyorlar.“Neyin savaşı” sorusunun cevabı da hiç bir zaman açıklıkla verilemiyor.Her şeye rağmen iyi bayramlar.
Ergenekon davalarında savunma stratejisi her şeyin inkar edilmesi üzerineydi. Savunmalar tümüyle mağduriyet ve komplo iddiaları üzerine kuruluyordu.Faili meçhul cinayetler bu ülkede olmamış gibiydi. Silahları sanki uzaylılar sağa sola gömüyordu. Darbe planları, toplantıları yapılmamıştı. Kendilerini yeni dönemin bakanı, hatta cumhurbaşkanı ilan ederek dolaşan insanlar yoktu. Darbe planları, örgüt şemaları ortada dolaşmıyordu.Mezhep çatışmaları kendi kendine çıkıyordu. Sünnilerle Aleviler durup dururken çatışıyordu. Sivas katliamı sıradan bir olaydı. Uğur Mumcu ve onlarca insan uzaklardan gelmiş birileri tarafından öldürülüyordu. İtirafçı çeteleri kendi kendine kurulmuştu.Sanki her şey hayal ürünüBaşbakan’a ve başka siyasi kişilere yönelik suikast girişimlerinin, hazırlıklarının hepsi hayal ürünüydü.Sokaklarda toplanan insanlara “ordu göreve” diye bağırttırılmıyordu.Binlerce kanıt hayal ürünüydü. Hiç bir şey olmamıştı, bütün o İnsanlar kendi kendilerine ölmüştü.Şimdi de başkaları devam ediyorlar. Hrant Dink cinayeti bir siyasi suikast değildi, bir arkadaş grubunun, vatansever duygularının ürünüydü. Rahip Santoro kişisel nedenlerle öldürülmüştü. Zirve katliamı kendi kendine olmuştu, bu katliamın hükümlülerinin salınması, diğer Ergenekoncularla birlikte Anıtkabir’e gitmesi dikkate değer olaylar değildi.Daha çok yakın zamanda MİT başkanının tutuklanmaya çalışılması sıradan bir hukuki işlemdi. Başbakan, yakınları, bakanlar, gazeteciler, bürokratların telefonları takma isimlerle alınan izinlerle dinlenmedi. Bu dinlemelerden elde edilen veriler işlenerek servis edilmedi. MİT’in kamyonlarını jandarma kendi kendine bastı.Rayştag yangını kuklasıBütün bunlar olmadı, 12 Eylül de olmadı, 28 Şubat da olmadı, güllük gülistanlık bir ülkede yaşadık, daha yakın günlere kadar telefon dinlemeleri de hiç olmadı.Bunları araştırmak, Ergenekon cinayetlerini araştırmak da “zulüm” sayılır, gizli dinlemelerin hesabını sormak da “zulüm” sayılır. Hrant Dink cinayetini kurcalamak, Zirve katliamını araştırmak, bunların ucunu bulmaya çalışmak da şerefli ve görev aşkıyla yanıp tutuşan askerlere de polislere de “zulüm” yapmak demektir.Dik durun çünkü bütün bunlar, bütün bu acılar, bütün bu kanunsuzluklar bu ülkede hiç yaşanmadı. Dik durun, bağırın, bütün bunların bu ülkede hiç olmadığına insanları inandırmaya çalışın. “Bunları kim yaptı?” diye soranların önüne de bugüne kadar yaptığınız gibi birkaç Rayştag yangını kuklası koyarsınız, her şeyi unutturursunuz.
Gülen Cemaati’nin emniyetteki önemli isimlerine yönelik operasyonun ardından beklenti yargıyla ilgili bir operasyon olacağı şeklindeydi.Bunun gibi çok operasyon görmüş milletimiz bu kez yeni bir durumla daha karşılaştı. MİT Başkanı’nı tutuklama girişimiyle başlayan çeşitli operasyonlarda görev almış, isimleri kamuoyunun da bildiği savcılar operasyonu beklemeden “hodri meydan” diye bağırmaya başladılar.Bu bağırışları herkes yine durduğu noktaya göre algılayacak, kimileri buradan “bağımsız ve tarafsız yargıya karşı operasyon yapılıyor” sonucu çıkaracak.Manzara ürkütücüSadece 2010 yılından bu yana yargı çerçevesindeki çatışmaları arka arkaya sıralayınca hiç de normal olmayan bir manzara çıkıyor. Bu olayların yanına yargı mensuplarının muhtelif beyanlarını da koyarsanız manzara her normal vatandaş için bayağı ürkütücü olacaktır.Manzara, bağımsız ve tarafsız olduğuna inanmaya çalıştığımız, böyle olduğuna inandırıldığımız bir yargı manzarası değildir.Biraz daha geriye gider, tek parti döneminin yargısını, 27 Mayıs’ın yargısını, 12 Mart’ın yargısını, 12 Eylül’ün yargısını, 28 Şubat’ın yargısını da ucundan kenarından olsa hatırlarsak manzara daha da ürkütücü olacaktır.Türkiye’de bağımsız ve tarafsız yargı hiç olmamıştır, siyasi güç dengelerine göre hareket eden, adalet duygusunun önüne müesses nizamı koruma güdüsünü koymuş, vatandaşına adalet hizmeti veren değil devlet gücünün temel aygıtlarından biri olarak kalmış bir yargı vardır.Bağımlı, taraflı yargıBu yapısıyla, devlet gücünün bir parçası olma güdüsüyle bu yargı iktidar çatışmalarına girmekten de çekinmemekte, kendi iktidarının daralma ihtimallerine karşı bütün gücüyle direnmektedir.2011 Anayasa referandumu ile yargının bu yapısına ilk kez dokunma yolu açıldığında müesses nizam kendi partisi ve diğer kuvvetleriyle harekete geçmiştir. Sonra yaşananlar düğüm üzerine düğüm getirince de krizler kaçınılmaz hale gelmiştir.Direncin kuvveti, tarafsız ve bağımsız olmayan, siyasetin göbeğindeki yargının vatandaşa tarafsız ve bağımsız gibi yutturulmasının başarısından kaynaklanmaktadır. Sonuna kadar bağımlı, sonuna kadar taraflı yargıya her dokunmaya kalkana bu efsaneyle karşı konulmaya çalışılmıştır.Bugünkü sorunların, krizlerin varlık nedeni yargının bağımsız ve tarafsız olmamasıdır, her zaman siyasi olmasıdır, durum bundan ibarettir.
Fethullah Gülen Cemaati kendisine “Hizmet” adını vermişti. Eğitim merkezli faaliyetlerinde bir kusur bulunamıyor, dünyanın her yanında açtığı okulları gören herkes takdir ediyordu.Cemaatin emniyet ve yargıda etkisini artırmasının yorumları da çok farklı oldu. Hrant Dink cinayetinin ardından, Cemaat mensubu oldukları söylenen bazı emniyet yetkililerinin tavırları ilk kuşkuları ve soruları yarattı.Sonra MİT başkanını tutuklamaya, hatta Başbakan’a kadar uzaması öngörülen bir operasyon ortaya çıktı. Oslo’da PKK ile MİT’in yaptığı görüşmelerin tutanaklarının açıklanması da parmakların Cemaate yönelmesine yol açtı.Oslo Cemaat’i rahatsız ettiBarış sürecinin altyapısı hazırlanırken PKK ile gizli görüşme yapılmış olması Cemaat’i rahatsız etmişti, Cemaat önderlerinin anladığı barış sürecinde bu görüşmeler “terörle işbirliği” anlamına geliyordu.Sonra 17 Aralık’a gelindi ve binlerce insanın, başbakan, bakanlar ve MİT başkanı dahil olmak üzere dinlendiği ortaya çıktı.Cemaatin emniyet, yargı ve medya kanatları açık bir iktidar mücadelesine girmişlerdi. Yargı ve emniyette Cemaat mensuplarının pozisyonlarını korumaya çalıştılar.Sonunda 22 Temmuz operasyonuyla Cemaat’in emniyetteki önemli isimleri gözaltına alınmaya başlandı. Bunlara yönelik asıl suçlamanın, gizli dinlemelerle “casusluk” olduğu anlaşılıyor. MİT başkanına yönelik operasyon ve 17 Aralık düzenlemesiyle ilgili suçlamalar olup olmadığını fezlekeler ortaya çıkınca öğreneceğiz.Gizli dinlemelerle elde edilenlerin bir kısmı 17 Aralık çatışması sırasında kullanıldı. Ama binlerce, on binlerce kişinin gizlice dinlendiğinden söz ediliyor. Bunlardan ne gibi “malzeme” sağlandığı da henüz bilinmiyor.Savaşı neden başlattı?Gülen Cemaati kendisine “hizmet” adını vermişti. Şimdi ise Cemaat’ten geriye kalan, birçok tarafı karanlıkta olan bir iktidar savaşının “kirli” icraatlarından başka bir şey değil.22 Temmuz operasyonu, aslında oldukça “şeffaf” ilerledi. Haftalardır bu operasyondan bahsedildi. Operasyon gecesi bile erken saatlerde operasyonun yapılacağı herkesin malumuydu. Şimdi ise yine yaygın şekilde operasyonun “yargı” ayağından söz ediliyor.Cemaat’ten geriye kalan emniyet ve yargıda iyi örgütlenmiş, başta devlet imkanları olmak üzere her imkanı kullanarak iktidar mücadelesi yapan bir “yapı”dan başka bir şey değildir. Ama bu “yapı”nın bu savaşı neden başlattığının da tam olarak teşhis edilmesi ve açıklanması şarttır.Ergenekon ve çevresindeki yapılanmaların çözümlemesi de eksik kaldığı için Cemaat yapılanması ortaya çıktı. Bunun çözümlemesi de tam yapılmaz, siyasi dayanaklarının temelleri sarsılmazsa başka “gölge savaş”larının kapısı da tam kapanmaz.