Barış sürecinin ne olduğu ve ne olmadığıyla ilgili olarak, çok geride kalmış olması gereken kanaatlerin bir kısmı Nevruz’la birlikte sökün etti. Barış süreci tek taraflı bir süreç değildir, en az iki taraflıdır, ne kadar çok taraflı olursa da o kadar kuvvetli bir toplum desteğini getirir.Barış süreci, “Siz şunu şunu yapın ben de gerekeni gerekli bulduğum zamanda yaparım” süreci değildir, hiçbir benzerinde de öyle olmamıştır. Abdullah Öcalan’ın üçüncü Nevruz mektubunu dayandırdığı ortak siyasi irade, Dolmabahçe’de hükümet temsilcileri ve HDP temsilcilerinin ortak toplantısında açıklanmıştır. Bu ortak siyasi irade bir ‘al - ver’ müzakeresi değil, demokratik süreçle ve yeni anayasa süreciyle sıkı sıkıya bağlı bir ortak demokratik müzakere ve tartışma platformunun onaylanmasıdır.Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı mücadelenin sonlandırılması kararı PKK - KCK kongresinde karara bağlanacaktır. Bu süreci takip edecek olan ‘İzleme Komitesi’ kongrenin silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı almasıyla birlikte hem Hükümet - devlet tarafının hem PKK tarafının bir ‘savaş hazırlığı’ yapıp yapmadığını da izlemek durumundadır. Silahların tümünün Türkiye sınırları dışına çıkarılmasıyla birlikte, devletin bölgede yeni karakol yapımlarıyla birlikte özel güvenlik tedbirlerine yönelip yönelmediği de İzleme Komitesi’nin alanına girecektir.Kürt tarafında çatlak yokBu süreçlerde en önemli temsil, karar ve müdahale kuvveti Abdullah Öcalan’ın elinde olmaya devam edecektir. Bazılarının sandığı ya da umduğu gibi ‘Kürt tarafı’nda bir çatlak yoktur, olma ihtimali de yoktur. Öcalan’ın iletişim kanallarının bu nedenle sürekli olarak açık olması gerekmektedir. Aksi durum, manasız zaman kayıpları, gereksiz iletişim arızaları anlamına gelir. Öcalan’ın iletişim alanlarının açılmasına kuşkuyla yaklaşanlar geçen on beş senenin çoğunluğunu ağır hücre koşullarında geçirdiğini hatırlarsa bugünkü duruma nasıl gelindiğini anlama ihtimalleri de ortaya çıkar. Barış sürecinin, üçüncü Nevruz ertesi durumuna, barışa şans tanıyarak bakarsak demokrasi ışığını da görebiliriz.
Birinci Nevruz’un ağırlığı “eylemsizlik”ti. Esasen uyuldu ki, ikinci Nevruz’da ağırlık “müzakere”ye geçti.“Müzakere”de, Dolmabahçe görüşmesinde “on maddelik tartışma temeli” üzerinde mutabakat sağlanınca üçüncü Nevruz bir sonraki aşamanın ilanı gerçekleşti.Abdullah Öcalan, üçüncü Nevruz’da beklentilere bir “düzeltme” yaparak yeni gündemi ilan etti.Bugüne kadar kullanılan kavram sürekli olarak “silahların bırakılması” oldu. Öcalan bu kavramı şöyle yerine oturttu: “Türkiye Cumhuriyetine karşı 40 yıldır yürütülen silahlı mücadelenin sonlandırılması.”İkisi arasında Türkiye açısından bir fark yok, pratikte silahlar ortadan kalkmış olacak ve PKK-KCK “yeni dönemin ruhuna uygun stratejileri belirlemek için kongre” toplayacak.“Yeni dönemin ruhu” demokrasidir, insan haklarıdır, eşit vatandaşlıktır, “ulus devletler”in yarattığı çatışmaların, düşmanlıkların sona erdirilmesidir.Öcalan’ın “Kırk yıllık hareketimiz” dediği PKK Türkiye sınırları içinde silahlı mücadeleyi sonlandıracak, ama Türkiye sınırları dışında silahlı varlığını koruyacaktır.Geçen Nevruz’dan bu Nevruz’a ciddi bir IŞİD-DEAŞ sorunu çıkmıştır. Bu kıyıcı örgütün hedefinde Kürtler vardır ve bu yüzden Kobane-Rojava meselesi çıkmıştır. Bu koşullarda, bu bölgede silahlı varlığın devam etmesi, Türkiye içinde silahlı eylem olmadıkça Ankara’nın karşı çıkması kolay değildir.Abdullah Öcalan’ın yaptığı “düzeltme”nin, Türkiye’deki barış süreciyle ilgili herhangi bir olumsuzluk olarak algılanması da beklenmemelidir. Tam tersine bölgedeki bugünkü koşullarda beklenecek stratejik işbirliklerine yardımcı olacaktır.Öcalan “Eşme”, Süleyman Şah türbesi operasyon hatırlatması yaparak, bu noktanın üzerine dikkati çekmiştir.Günün bir sorusu daha Başbakan yardımcısı Arınç’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “izleme komitesi”ne ilişkin sözlerine verdiği cevapta ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanının izleme komitesiyle ilgili sözleri üzerine Öcalan’ın konuşma metninde bir değişiklik olmuş mudur?Bu sorunun cevabının da ortaya çıkması fazla sürmez, ama barış sürecinin yürütülmesiyle ilgili olarak Cumhurbaşkanı ile Başbakan ve Hükümet arasında görüş farkı olduğu algısının ortaya çıkmasının sürece zarar vereceği de bellidir.
Gerek eşbaşkanları gerekse HDP’li ya da yakın bütün isimler 7 Haziran konusunda benzer bir “rahatlığı” ifade ediyorlar.Bu rahatlık, biraz eski bir üslupla “barajı aşacağız demiyoruz, aştık diyoruz” diye de özetlenebilir.HDP’nin barajı aşmasının şart olduğunu düşünenlerin önemli bir bölümü hala demokrasinin gelişimi için böyle bir partinin etkili olması gerektiğine inanmış olanlardır.Yeni dönemde HDP’ye ilişkin beklentileri artanlar da, Ak Parti karşısında varlık gösteremeyen mevcut ana ve yavru muhalefet partilerinin yerini fiilen HDP’nin alması ve demokratik süreçlerin bu şekilde zorlanması umudunu belirtiyorlar.Ve yakın döneme kadar klasik devletçi kanaatlerin etkisi altında olan, HDP’den pek haz etmeyen kesimler de bu partinin barajı aşmasının şart olduğunu söylemeye başladılar. Bunların HDP’ye yeni bakış açısı yine sadece Ak Parti ve Erdoğan karşıtlığının devamından ibarettir.HDP’nin barajı aşmaması durumunda, bu partinin alamadığı bütün milletvekilliklerinin Ak Parti hesabına yazılacağı ve Ak Parti’nin “400 vekil” hedefine yaklaşacağı korkusu bu kesimin asıl derdidir.HDP’nin yüzde on barajı aşarak kuvvetli bir grupla Meclis’e girmesinin demokratik gelişmeler için faydalı hatta elzem olduğunu düşünenlerin, genel seçmen içindeki oranının da yüksek olacağını beklemek saflık olur.Seçim araştırmalarında, itibar edilebilecek seçim araştırmalarında HDP’nin oy oranı yüzde 7-8-9 olarak görünmektedir.HDP’liler, kendi yaptıkları, yaptırdıkları araştırmalarda yüzde 10’un üzerinde göründüklerini söylüyorlar.Yine de güvenilir kuruluşların hiç birinde HDP’nin yüzde 10’a ulaşmış görünmemesinin üzerinde HDP’lilerin durması gerekir.Her seçim sürprizlere gebedir, mealinde “özlü” sözlerden çok vardır. Bu yüzden de “kazanacağız demiyoruz kazandık” diyoruz üslubu her zaman bazı riskler taşır. Bu risklerin en yaygını da “madem ki kazandınız bizim sandığa gitmemize gerek yok” havasının bir kısım seçmene hakim olmasıdır ki, bunun çok yakın örnekleri de vardır.
HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Abdullah Öcalan’ın Nevruz’da okunacak mektubunun tarihi bir mektup olacağını söyledi.Bundan önceki iki Nevruz’daki iki mesajında Öcalan, barış yolunun siyasi hatlarını ortaya koymuştu. Önder “tarihi mektup” dediğine göre, bu Nevruz’da silahların gömülmesi aşamasına kesin olarak geçileceğini anlayabiliriz.Biz, bu mektubun içeriğinde neler olabileceğini tartışırken, askeri bir alana bir silahlı saldırı yapıldığı haberi geldi.HDP heyetinin bir gün önce İmralı’da önemli bir görüşme yapmasının hemen ardından böyle bir saldırı olması, barış sürecini sabote etme girişimlerinin kolay sona ermeyeceğini gösteriyor.1991 yılında SHP çatısı altında Kürt milletvekillerinin Meclis’e girmesi ve Süleyman Demirel ile Erdal İnönü’nün Diyarbakır’da “Kürt realitesi” demelerini yeni sürecin ilk adımı olarak görürsek, bunu engellemek için sahneye konulan provokasyon ve sabotajların haddi hesabı olmadığını da hatırlarız.Bütün bunlara rağmen barış sürecinin son aşamasına gelinmesi, siyasi iradenin dik durması sayesinde gerçekleşmiştir.Abdullah Öcalan’ın mektubunun canlı veya görüntülü olmasının önemsiz bir ayrıntı olduğunu bizzat Öcalan ifade etmiş ve Öcalan’ın yazılı olarak ileteceği mektubunun Nevruz’da Diyarbakır’da okunmasına karar verilmiştir.Sürecin son aşamasının uygulamasını, silahların bırakılmasını izleyecek bir heyet kurulması da kamuoyunun süreci takibini kolaylaştıracaktır.Cumhurbaşkanı Erdoğan dün Kürt meselesi kalmadığını söylerken, son dönemde sağlanan demokratik gelişmeleri vurguladı. Bundan demokratik hamlelerin, henüz tamamlanmamış bazı adımların da tamamlanma iradesinin var olduğu sonucunu çıkarmak fazla iyimserlik olmayacaktır.Terör meselesinin sona ermesiyle birlikte demokrasi sorunlarıyla, eksik demokrasiyle en çıplak haliyle tekrar karşı karşıya kalacağız.Artık Kürt meselesi değil demokrasi meselesi var olunca, bunun çözümlerinin de daha geniş siyasi işbirlikleri içinde çözülmesi çok kolay olabilecektir.
Genel seçime doğru CHP cenahında giderek artan bir gerilim ve gerilimi artırma eğilimi görülüyor.CHP genel başkanının son hamlesi, Kabataş olayı tartışması üzerine kendi açılarından tepki gösteren on gazete yazarına hakaret etmek oldu.Kabataş olayının tartışması, aslında olayın kendisinin de üzerine çıkan bir gerilim kaynağı oldu.Gezi olayları sırasında, arabasındaki bebeğiyle Kabataş’ta yürüyen bir genç kadın taciz edildiğini söylemişti. Bu olayı ilk dile getiren ve Gezi olaylarındaki taşkınlıkların örneği olarak veren Tayyip Erdoğan olmuştu.Bitmez tükenmez bir “kayıt var mı kayıt” tartışmasının böylece çok taraflı bir kullanım alanı oldu.İnsani bir olayın tartışması olmaması gereken bir düzeyde devam ederken, on köşe yazarının aynı başlıkla yazı yazmalarına CHP genel başkanı çok öfkelendi.Bu öfke bir süre önce CHP genel sekreterinin “iktidar olursak üç gazeteye el koyacağız, AKP’yi destekleyen işadamlarına da gerekeni yapacağız” sözünü hatırlattı.CHP, sonucu belli ve kendi alacağı sonucun da aşağı yukarı belli olduğu bir seçime giderken gerilimi artırmaktan bir fayda bekliyor olmalı ki, bu çıkışları sıklaştırdı.2007’deki cumhurbaşkanı krizinden başlayarak, Ak Parti karşısından gelen her gerilim siyasetinin sonucu Ak Parti’nin biraz daha güçlenmesi oldu.2011 genel seçimi öncesinde de, 2014 yerel seçimi ve cumhurbaşkanı seçimi öncesinde de Ak Parti karşıtı bütün çevre ve kuvvetler tarafından uygulanan gerilimi tırmandırma politikaları sonuçta ak Parti’nin halk desteğini artırdı.7 Haziran seçimi öncesinde de gerilimi artırma araçlarının birden fazlasının ortaya getirilmesi mümkündür.Üniversitelerdeki bazı çatışmalar, Güneydoğu’da yeni çatışma alanları açma çabaları bu siyasetin göstergeleri olarak görülebilir.Ama kendi seçmeninin bile en küçük umudu olmadan gidilecek bir seçim öncesinde muhalefet partileri ile birlikte, aynı hatta yer alan çevre ve kuvvetlerin gerilim yaratma, tırmandırma hattına geçmeleri muhtemeldir.Bir seçime daha ağır bir yenilgi alacağını bile bile girmek hiç bir siyasetçi için, siyasi parti için kolay değildir. Ama bu zorluktan çıkış yolu da hiç bir zaman gerilim siyasetleri olmamıştır.
Abdullah Öcalan, PKK’nın silah bırakması için kongre toplamasını isterken, ortaya koyduğu “on maddelik tartışma gündemi” de bekliyor.Beklemesi de doğal, çünkü bu tartışılacak on maddenin çoğunluğu ancak silahların susmasının ardından tartışılabilecek konular ve bunlar aslında “pazarlık” konuları da değil.On maddeden beklenen, Kürt kimliğinin ve bütün kimliklerin eşit vatandaşlık güvencesi, siyaset hürriyeti, yönetime katılma yollarının açılmasıdır.Bunların hepsi de, Türkiye’nin koşulları içinde ihtiyacı tartışmasız olan demokratikleşme maddeleridir.Barış sürecinin, toplumda, yüzde 70 gibi yüksek bir oranda destek görmesi, demokratikleşme hamlelerinin de onayı ve desteğidir.Bu da, bu maddelerin tartışmasının, toplumun desteğinin artırılmasının silahların gölgesinde yapılamayacağı anlamına gelir.Abdullah Öcalan, ilk Nevruz’da, silahlarla alınabilecek yolun sona erdiğini söylediğinde Türkiye’nin hemen bütün Kürt vatandaşları bunu onaylamıştı.On madde, demokratikleşme sürecinin önemli bir yanının ifadesi olduğuna göre ve Öcalan’ın ilk tespiti geçerli olduğuna göre, bu süreçte silahların asla yeri yoktur, olamaz.Yalçın Akdoğan’ın söylediği gibi “Nevruz ateşinde silahların yakılması” sözünün hayata geçmesi, siyaset alanında sadece demokrasi tartışmalarının var olması anlamına gelir. Ve silahların gölgesinin olmadığı bir ortam her zaman demokrasi savunucularının daha kuvvetli olduğu bir siyaset ortamıdır.Kandil’den son gelen seste, Abdullah Öcalan’ın silahların bırakılması kararının alınacağı kongreye Abdullah Öcalan’ın bizzat katılması talebi geldi.Bu talebi aslında Öcalan’ın görüntülü olarak kongreye ve bütün Türkiye’ye hitap etmesi beklentisinin bir tür pazarlığı olarak görebiliriz.Gerçekte bunun da bir pazarlık alanı olmasına gerek yoktur, eğer Öcalan’ın görüntülü hitabı bütün kuşkuları dağıtacak ve silahların bırakılması için herkesi ikna edecekse, bunda sakınca aramak yerine hemen yerine getirmenin yomunu bulmak en doğrusudur.Silahların Nevruz ateşinde yanmasına bu kadar yaklaşmışken, gereğini yapmamanın hiçbir gerekçesi olamaz.
Abdullah Gül, görev süresi sona erdikten sonra, başka bir parti ihtimallerini kesin olarak reddetmiş, “siyasete devam edersem bunu sadece kurucusu olduğum Ak Parti’de yaparım” demişti.Cumhurbaşkanı devir teslim töreninden önce, Gül’ün Ak Parti ve Tayyip Erdoğan’a rakip bir siyasi oluşum içinde yer alabileceği söylentileri Ak Parti cenahında bazen dozu kaçan tepkilere yol açmıştı.Sonra sular duruldu, ta ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun kamuoyu önünde Abdullah Gül’e çağrı yapmalarına kadar.Erdoğan ve Davutoğlu ile Gül’ün son görüşmelerinde bu konunun ele alındığına ilişkin bir bilgi yok. Belki aynı çağrı nezaket ölçüleri içinde yapılmış olabilir.Ama konu canlanınca, Gül’ün siyasete dönüşüyle ilgili olumlu ve teşvik edici beyanlarla birlikte 7 Haziran sonrasına ilişkin senaryolar da ortaya çıkmaya başladı.Bunlardan biri Ak Parti’nin, Tayyip Erdoğan’ın koyduğu seçim hedefini yakalayamaması üzerine geliştiriliyor. Buna göre Erdoğan’ın “400 milletvekili” olarak ifade ettiği, anayasayı tek başına değiştirebilecek Meclis çoğunluğu hedefine ulaşılmaması halinde bunu bir başarısızlık olarak görenler faturayı Başbakan Davutoğlu’na uzatacaklardır.Bu durumda Ak Parti’nin olağanüstü kongreye gitmesi ve genel başkanını değiştirmesi gündeme gelecektir. İşte o zaman da Abdullah Gül dümeni eline alacaktır.Bu senaryonun ihtimal olabilmesi için önce Abdullah Gül tarafından kabulü gerekiyor. Kabul de şudur, Gül herhangi bir talepte bulunmadan milletvekili olacak ve Ak Parti’nin “görece” bir seçim başarısızlığını bekleyecektir.Gül’ün siyasi kariyerini biraz izlemiş olanlar böyle bir ihtimalin olamayacağını da kolayca görürler. Böyle bir başarısızlık bekleme hali Gül’ün tarzı değildir.Buna karşılık 7 Haziran sonrası için Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile Gül’ün katılacağı bir uzlaşma ihtimali her zaman vardır. Ak Parti yönetimi de Abdullah Gül’ü halkın, seçmenin nasıl gördüğünü bilmektedir. Bu, Ak Parti açısından seçime doğru önemli bir avantaj anlamına gelir.Ama bütün bunlar için Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Abdullah Gül arasında bir 8 Haziran mutabakatı olması ve buna Başbakan Davutoğlu’nun da katılması dışında bir yol yoktur.
Ülkemizde kadının durumunu hatırlamamız bir “8 Mart Kadın Günü” var. Aslında bu gün, gelişmiş toplumlardaki mücadelelerin bir ürünü ve asıl adı “emekçi kadınlar günü”. Bu gün her yerde bir “kutlama” günü, kadınların ikinci sınıf olmaktan kurtulması ve çalışan kadınlar olarak erkeklerle eşit haklara sahip olmalarının kutlandığı gün.Bizim için ise bu gün, kadınların toplumun her kesiminde ikinci sınıf olmaktan kurtulmamış olmalarını hatırladığımız ve üzüldüğümüz bir gün.Emikçi kadınlara gelene kadar da mesafemiz epeyce uzun, kendimizi epeyce gelişmiş hissetmemize rağmen sadece bizde “ev kadını” gibi bir sosyal kategori bulunuyor.Hatırlamışken, “sokak çocuğu” kavramının da onlarda çoktan yok olduğunu, bizde ise sapasağlam durduğunu da hatırlatalım.Kadın da erkek de daha çocukken hak ettikleri özenden uzak yaşayınca, daha başta önemli bir eğitim ve sosyallik fakları ortaya çıkınca bunun devamı kadının biraz daha aşağıya düşmesi olarak gerçekleşiyor.Bu yıl 8 Mart faaliyetleri biraz daha heyecanlı oldu, Özgecan cinayeti kadının durumunu hepimizin gözüne soktu.Özgecan’ın ölümüne hep birlikte ağladık da, geçen iki ay içinde neredeyse her gün bir kadın cinayeti işlenmesinin açıklamasını yapmakta zorlanıyoruz.Her yıl 8 Mart’ta bunların hepsini fazlasıyla hatırlıyoruz da, ne yapılması gerektiğini, ne yapmamız gerektiğini konuşmuyoruz.İdam cezasını geri getirmek, tacizcileri hadım etmek gibi çözümler dökülüyor, ama kadının toplumsal ve ekonomik hayatta güçlenmesiyle ilgili öneri getiren olmuyor. 81 validen ikisi kadınsa, bir kadın bakan ve bir kadın müsteşar varsa, kadın general yoksa toplumsal eksikliğimiz ayan beyan ortadadır.Bir 8 Mart’ta daha bunları konuşacağız, sonra diğer 8 Mart’ta da aynı şeyleri tekrarlayacağız, önemli bir geriliğimizi teyit edeceğiz. Bu arada geçerken feministleri de aşağılayacağız, ama toplumsal bir soruna toplumsal çözümler aramaktan uzak durmaya da devam edeceğiz.Çalışan ve çalışmayan bütün kadınların 8 Mart’ı kutlu olsun ve önce onlar8 Mart’ı gerçek bir bayrama çevirmek için mücadele etsinler.